22 Temmuz 2021 Perşembe

Kardeşle Mesajlaşma: YA Melankoli YA DA Kaygı:)



"Geniş çevremdeki tanıdıklarım dışında samimi bir dostum daha var: Melankolim. Eğlencemin tam ortasında, işimin gücümün tam ortasında el edip beni kenara çeker, bedenen bulunduğum yerde değilimdir artık. Melankolim, şimdiye kadar tanıdığım en vefalı sevgili, pek tabii ki ben de onu çok seviyorum."

Kitabın   sayfasında, bu cümleleri okuyunca, hemen telefonumu elime aldım, benim öğretmen kardeşe;
- Melankoli şarkısını bu kitabı okuduktan sonra yazmış olabilir mi Ali Kocatepe, diye mesaj yazdım.
Kardeşim hemencik  görüverdi. Anladım. Mesajdaki tik renklendi. 
Baktım, sesli mesaj gönderdi. En  sevimli öğretmen sesiyle;
- Melankoli'nin sözleri Sabahattin Ali'nin, dedi.
- Aaa! Sahi, haklısın, diye yazdım. Beste mi Ali Kocatepe'nindi peki?
- Evet.
Ne tatlı kardeş. Bayılıyorum kendisine. Öğretmenim de olsaydı keşke:)

- Bu gönderdiğin cümleler hangi kitaptan, diye sordu.
Kitabın fotoğrafını gönderdim. Madem bilmiyor, hava atmaya heveslendim;
- Danimarkalı felsefeci Soren Kierkegaard'ın Ya Ya da adlı kitabından, dedim. 42 yaşında ölmüş biliyor musun? Melankoli ve kaygı Kierkegaard'ın en belirgin  özelliğiymiş. Bu cümlelerini okuyunca Melankoli şarkısını hatırlayıverdim, dedim.
- Senin Kierkegaad'la ilgili bir yazın yok muydu, dedi. 
- Yoo... deyiverdim.
Aşağıdaki yazıyı gönderdi. 2013 yılında yazmışım. Yazıyı ilk kez görüyormuşum gibi, merakla bir solukta okudum.  Yalanım yok, çok sevdim. Aldım buraya koydum. Nanananoom:)

29 Nisan 2013 Pazartesi

Sadece İnsanlar Mı Kaygı Duyar Sizce?


Tanıdığım bir ağaç var. Yeni Cuma Camii'nin hemen alt köşesinde...  Ukala mı ukala... Afralı tafralı duruşuyla, diğerlerinden farklı bir ağaç bu... Arabamla geçerken... Tam ağaç kalabalıklığının olduğu yerde... Trafik sıkışınca bir süre... Gözüm hemen o ağaca takılır. Nasıl burnu havada bir ağaçtır anlatamam. Yüzde binbeş yüz eminim şehrin ilk tomurcuklanan ağacı olduğuna. Aziz Nesin der ya hani... "Bir ılman hava esmeye görsün." Hopp!  Patır patır açıverir çiçeklerini... Hemencik kendini o güzel havalara vuruverir. Daha ne oluyoruz demeden en güzel renklere bürünüverir. Gene becerdi... İlkin o çiçek açıverdi. Baktım. Of! Gene bir kibirli hâl… Bir şımarma… Nasıl herkesi küçümseyen küstah bir havası var anlatamam. Resmen gözlerimin içine bakarak diyor ki… "İster bak! İster bakma!"... Aaa!.. Umrunda değil dünya!.. Anlatılacak gibi değil!   Kalıbımı basarım… Mümkünü yok,  ağaçların aptalı değildir. Gözlerimle şahidim. Ne ilkbahar yağmurları, ne kocakarı soğukları, ne de kiremit uçuran fırtınalar sallayıp silkeleyebildi  dallarını...  Bana mısın, demedi! Nasıl beceriyorsa beceriyor. Sırlarını gizlediği tomurcuklarına hiç bir şeycik olmuyor. Hayır. Kaç kere utanarak "nasılsın?" diye soruverdim. Allahım! Beni hiiç kaale almıyor. Cevap vermeye tenezzül etmiyor.

Of! Biliyorum, şaşkının tekiyim. Bana yaptıklarını bile bile, her defasında ilgimi çekmeyi beceriyor. Abartmıyorum… Arabayı yolun ortasına bırakıveresim, koşup sarılıveresim, kulağımı gövdesine dayayıveresim, şımarık iç kahkahasını duyuveresim gelir. Öyle baştan çıkarıcı hâli vardır ki anlatamam. Başka bir şeyi gözüm görmez, o an  yüreğimin  merkezine oturuverir.

Şimdi neden yazdım bunları biliyor musunuz? Az önce içimi kurcalan bir merak sebebiyle sanal ansiklopedide bir şeyler arıyordum. Kierkegaard'ın kaygılı olmanın,  insanı diğer canlılardan ayıran şey olduğu tadında bir yazısına denk geldim. Ünlü Danimarkalı filozofa göre, insan dışındaki diğer canlılar kaygı duymazlarmış. İnsanın ise yitip gitmeden, boyun eğmeden kaygıyla yaşamasını öğrenmesi lâzımmış. 

İşte tam bu yazıyı okuduğumda... Kafama dank etti. Anlattığım bu hoş ağacın hemen yanındaki zavallı ağaç ansızın gözümün önüne geliverdi. Deminden beri o deli dolu, kendini beğenmiş  ağacı anlatıyorum ya hani... Hah işte… O ağacın hemencik yanındaki ağaç ise bizimkinin tersine... Dalları nasıl kara kuru... Nasıl cılız... Nasıl süklüm püklüm... Nasıl acınacak haldedir anlatamam. Şimdi anladım. Beriki  etrafına aldırmadan havalı havalı renklendikçe... Bu ise,  kederinden eriyor olmalı günden güne... Hey!.. Ne demek kaygı duymamak, kaygılı olmamak… Kierkegaard görebilseydi keşke! Bu ağaç var ya, baştan aşağıya kaygı… Tepeden tırnağa tasa… Kökünden dallarına mutsuzluk…Gerginlik… Endişe. Ay, düşündükçe yüreğim daraldı yeminle... 

Acaba yanındaki ağaç, çevresine yüz vermeden gerim gerim gerindikçe, bu kendini hepten aciz, eksik mi hissediyor? Acaba hep diğeriyle ilgilenince, bu ağaç hayatta bir kıymeti yokmuş gibi mi düşünüyor? Ne fena! Yooo... Var! Bak aklıma geldi işte. Ben onu önemsiyorum. Ne diyorum biliyor musunuz? Çıkıp oraya gitmeliyim. Evet, gitmeliyim inan ki. Gözünün önünde olan biteni göremeyip "dünyanın en şahane ağacı benim" havasıyla salım salım salınan o kendini beğenmişi değil, bilakis günden güne eriyen kaygılı ağaca kulağımı dayayıp ilgiyle dinlemeliyim. Ne bileyim? Aziz Nesin'in dediği gibi... "Bir güler yüz, bir tatlı söz..."  Havasını bulur da önce aydınlatır kararan yüreğini... Çırpıştırır dallarını şööyle... Yanındaki şımarık ağacı şaşırtmanın sevinciyle içinde kalmış çiçeklerini patır patır  açıverir belki. Şaşkın ya! Şimdi anladım. Enayi gibi  hep  o şımarık ağacın havasına kapılmışım! Tamam. Kararlıyım. Kaygılı ağacın yanına hemen gideceğim. Biliyorum. Benim öğretebileceğim bir şey yok, hiç kimseye ya da hiçbir şeye. Hey!.. Ağacın kulağına sadece... "Kimi zaman ben de senin gibi hissediyorum. Olur böyle haller." diyerekten  gönül alma kıvamında bir kaç lakırtı edeceğim. O kadar! 

Ah! Ben insanların aptalı. Bunu daha önce nasıl akıl edemedim?! Bari siz kaygılanmayın e mi? Merak etmeyin. O kaygılı ağacı teselli edeceğim.

17 Temmuz 2021 Cumartesi

"Hangi Zamanlarda Dersen, İşte O zamanlarda..."

 

"Hangi zamanlarda dersen, işte o zamanlarda. Hangi zamanlarda? Buğdayın taş dibeklerde tahta tokmaklarla öğütüldüğü zamanlarda. Hangi zamanlarda dersen, işte o zamanlarda. Suyun hafızasının uzak olduğu zamanlarda. 

Günlerden bir gün yaşlı bir adam, üzgün bir çocuk görmüş. Yanına yanaşmış. Adını sormuş.  Çocuk adının Abdulkadir olduğunu söylemiş. Yaşlı adam, çocuğun neden arkadaşlarıyla oynamadığını sormuş. Çocuk, "Biz saklambaç oynuyoruz. Ben saklandığım zaman beni kimse bulamıyor," demiş.

-Peki, gel birlikte oynayalım, demiş yaşlı adam. Önce ben gözlerimi kapatıyorum ve sen saklanıyorsun. 

Yaşlı adam gözlerin kapatmış. Abdulkadir, yedi kat yerin altında bir yere saklanmış. Yaşlı adam gözlerini açmış, Abdulkadir'i yedi kat yerin altından çıkarmış ve sobe etmiş.

- Şimdi sıra bende, demiş yaşlı adam. Sen gözlerini kapa, ben saklanayım. Abdulkadir gözlerin kapatmış ve yaşlı adam bir anda ortadan yok olmuş. 

Abdulkadir gözlerini açmış. Yedi kat yerin altına bakmış. Yok. Yedi kat yerin üstüne bakmış. Gene yok. Yıldızların arkasına bakmış bulamamış. Yaprakların arkasına bakmış bulamamış. Dolanmış. Dolanmış. Dolanmış. Sonunda dayanamamış. Alnını Mezopotamya'nın topraklarına dayamış. Yeri göğü yaratana niyaz etmiş. 

-Ya bana bu adamın nerede olduğunu söylersin ya da ben alımı bu secdeden kaldırmam, demiş. Yeri göğü yaratan mucizesini göndermiş.

-Mezopotamya'ya gideceksin. Mezopotamya'nın kuzeyinde bir şehir var. O şehrin üzerinde bir kale var. O kalenin altında sessiz bambaşka bir şehir daha var. En alt katında da bir bahçe var.  O bahçenin içinde bir kümes... O kümesin içinde bir güvercin... O güvercinin içinde bir yumurta. Aradığın şey orda, demiş.

Abdulkadir bir adımda denen yere gitmiş ve güvercini tam yumurtlamak üzereyken görmüş. Avucunu açmış. Yumurta Abdulkadir'in avucuna düşmüş. Abdulkadir büyük bir sevinçle bakmış yumurtaya ve:

-Buldum seni, demiş. Sobe."

Gizli Not- Bu masalı Ebuburak'tan dinledim. Çok sevdim. Burada dursun, okunsun, dilden dile anlatılsın istedim.

15 Temmuz 2021 Perşembe

Tek Paragrafına Bile Hastayım...

"Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı. 

O zamanlar Mozondo, tarihöncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik bir köydü.

Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bundan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekti." 

Gabriel Garcia Marquez- Yüzyıllık Yalnızlık'tan...