31 Aralık 2010 Cuma

Sinemayı Hep Sevdim...


Ortaokula o yıl başlayacaktım. İzmit'e taşınmıştık. İlk evimiz, bir açık sinemanın bahçesindeydi.. “Yok canım daha neler!” deme sakın.. Sahiden.. İzmitli olup, yaşı bana yakın olanlar bilecektir. Hoşgör Pastahanesi’nin hemen arka sokağında Oğuz Bahçe Sineması vardı. Bizim taşındığımız apartman, sinemaya bitişik bir binaydı. Birinci katta oturuyorduk. Üst katların değil de sadece bizim katın sinema salonuna doğru koca bir balkon uzantısı vardı. Sanki bir loca… Film seyretmeye bayılırdım… Bu balkon bana bir armağandı..Gözlerim o kadar bozuktu ki tam beş numara.. Haftada iki kez film değişirdi. Her akşam aynı filmi seyretmekten bıkmazdım. Annem gözlerimin bozukluğunu her gece film seyretmeme bağlardı. Çok kızardı. Ben de hemen seyrettiğim filmlerden ezberlediğim birkaç repliği taklit ederdim. Şöyle… Türkan Şoray olurdum mesela… Tek elimin tersini gözlerimin üzerine kapardım ve…

- Aman Tanrım! Nayıır! Artık göremiyorum… Göremiyorum… Artık kör oldum… Ohh! Tanrım, nedennn…nedennn bennn! Okadar bedbahtım kii!



Yada Aysecik olurdum. Annemin önünde diz çöker:
- Teyzeciğim… Sizi çok sevdim… Size anne diyebilir miyim? Derdim.

Annem dayanamaz, kızmaktan vazgeçer… Hatta kimi zaman kahkaha ile gülerdi;
- Şımarık kız! Haydi yatağa! Derdi.

Yatar gibi yapardım. Sonra gizlice balkona kaçardım. Görünmez bir köşeye tüner, gizli gizli, sanki ilk kez seyreder gibi büyük bir iştahla, o geceki filmi seyrederdim.. Annemden saklı yapıyorum ya Yarabbim o ne güzel bir histi!.. Neden anneden gizli çevrilen işler, insana bu denli haz verirdi ki? Ah ne günlerdi!


Film bazan haftada bir değişirdi. Gene de bıkmazdım. Asla usanmazdım . Sürekli aynı filmi seyredince replikleri ezberlemem tabi ki çok doğaldı. Ezberlediğim bu cümleler gerçek hayatta çok işime yarardı:)

"Seni gördüğüm zaman içimde böyle bişeyler oldu... Konuşmayı beceremem ama, anladın di mi? Canımsın be... Güneşimsin... Havamsın...Yani bu ağzımdaki izmarit yok mu be işte onun gibi benimsin be... Yani buramdasın be...Sen hayatımın tek golüsün yani..."

( Bu da Sadri Alışık'ın meşhur repliklerinden bir hatırlatma... Vallahi gerçek bu sözler! Hani Filiz Akın'la çevirdiği Şakayla Karışık filminden )

30 Aralık 2010 Perşembe

Çok Sevdim Suç Sayıldı, Hiç Sevmedim Kabahat...


Allahım yarabbim! Bu şarkı nereden aklıma takıldı? "Çok sevdim suç sayıldı, hiç sevmedim kabahat... Bir his diyor ki bana; "öl de kendini arat"...  Son günlerde bu şarkı sürekli dilimde.  Atilla Atalay der ya hani... "Buğulu kadın sesi, çok satışlı bir hüzün."  Bu şarkıyı aynen o tatta ve dilimde çevire çevire söylüyorum. Hımm. Durumumu anladım. Atilla Atalay bir türlü yeni kitabını yazmadı. O kadar merakla bekliyorum ki. O yazmadıkça, inan bana yüreğimi hicran kapladı.  Her bahaneyle ağlamak istiyorum. Haksızlık vallahi! Hem söz vermişti. Kime mi? Bana tabii! Bloğuna yazmıştı. Halen aynı not yazıyor yemin ederim.  "Yaz boyu mola! " demişti ve kitap yazma neyin gibi pek meşakkatli ve hayırlı bir iş içün  yaz sonuna kadar izin istemişti. Tamam. Ne demek? Lafı mı olur diye düşünmüş, sonbaharda yeni kitapla döneceğim demişti ya... Yaz boyu ağaç gölgesinde oturup hayaller kurmuştum. Buğulu kadın sesi ve çok satışlı bir hüzünle defalarca Alpay'ın Eylül'de Gel şarkısını söylemiştim.  Önce efkarlı  günlerime geldi çattı sonbahar!  Sonra hüzzam makamında kış bacayı sarınca...  Eee, ne oldu peki? Ortalarda kitap mitap yok. Az önce yeni bir haber var mı diye  bloğuna baktım. Yok... Bloğuna  bakıp gene yeni kitapla ilgili bir haber göremeyince, hani der ya bir öyküsünde "sanki bir sınıf dolusu çocuk öksüz kaldı, sokaklardaki tüm kedi yavrularını üşüten adi bir ayaz ortalığı sardı." Of, ev sıcak ama resmen titredim. Bu titremeden kalbimin çıtırdadığını hissettim. Sağ elimi kalbimin üzerine ürkerek koydum.  Yarabbim, kalp kırılması denilen şey, yoksa bu muydu? Bilmiyorum. Ama Atilla Atalay şunu çok iyi bilmeli... Gece karanlıkta peşinde pıtı pıtı koşan küçük bir şey farkedecek.  Bence henüz hissetmiyor ama  hissedecek.  Çünkü ben de Atilla Atalay'dan öğrendim. "Kırık kalpleri götürürsün peşinden. Çocukken yarım bıraktığın ekmekler gibi, ardınsıra koşarlar. Olmadık bir zamanda kendilerine dair şarkıyı kulağına fısıldar herbiri." "Koskoca yazara yazılır mı böyle şeyler! Güzel olduğunuz kadar küstahsınız bayan!" deme bana şimdi. Of, zaten ben bunları yazdım ya içimdeki yavru kedi debelendi. Okumaya heves ettiğim kitaplara bir de Atilla Atalay'ın henüz basılmamış  yeni kitabı eklendi. Of! Yarabbim ben neden böyle tuhaf biriyim? Bakar mısın, şimdi de canım... gözlerim yerde...  kayıttan... usulca çıkıp gitmek istedi.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Yazarlar Okuyucularını Merak Etmezler Mi?

 
Gazetede 900 bin nüfuslu Zagrep'teki, 60 bin kişilik Dinamo Zagrep stadyumunu, iki gün üst üste tıklım tıklım dolduran U2 konseri hakkında bir yazı vardı. Ne hoş bir durum bu U2 için! Konserlerine gittiğimde, şarkıcıların çok ballı olduklarını düşünürüm. Şarkıcıların CD satışlarından, ne kadar hayranları olduğu anlaşılıyordur mutlaka. Hele uluslararası ünde olan şarkıcılar, dünyanın her yerinde milyonlarca kişi tarafından dinleniyorlar. Ama asıl gösterge konserler bana göre. Düşünsene... Bir konser veriyorsun, karşında yüzlerce yada binlerce dinleyicin... Onların gözlerinden, alkışlarından, şarkıya eşlik edişlerinden, vücut dillerinden seni ve şarkılarını ne kadar sevdiklerini anlamaz mısın? Hem de nasıl anlarsın! Düşünsene... Bilet alıp gelmişler bir açık hava konserine... Hem de kimbilir nerelerden gelmişler... Mümkün ki dünyanın değişik memleketlerinden... Sırf senin konserin için... Ne hoş bir histir kimbilir... Seyirci ile şarkıların şahane randevusu. Hele konser salonu tıklım tıklım dolmuşsa, hele konserin biletleri aylar önceden satılmışsa, hele her bir şarkıda seyirciler bangır bangır ezbere eşlik ediyorlarsa şarkılara, bundan daha büyük bir gösterge olur mu? Dinleyicilerini mest eden şarkıların, sevildiğini, ağlatıp çoşturduğunu gözlemlemenin en kestirme yolu değil midir konserler? Şarkıcılar kimbilir nasıl etkileniyorlar? Şahane bir his olmalı!

Peki yazarlar nasıl hissedecekler bu duyguları? Yazar okuyucularını merak etmez mi? Acaba okuyucu, yazarın ilk kitabını hangi hisle almıştır? Okurun kitaba ilk yaklaşım sebebi nedir? Bunları bilmek istemez mi? Okur sessizdir tabii... Rakamlarından bellidir kitabın memlekette ya da dünyada kaç adet satıldığı... Tamam da.. Okuyucu ne buluyor yazarın kitabında? Niye onun kitabını alıyor ve okuyor? Ezberliyor mu bazı cümlelerini mesela? Bir konser salonuna okuyucuları davet edilse ya da biletleri satılsa kaç kişi gelecektir? Ya da koca bir stadyumda okuma günü düzenlense, kaç okuyucu kitabının cümlelerine ezberden eşlik edecektir? Aynı şarkı söylermiş gibi... Mesela... Acaba yazarlar düşünürler mi böyle şeyleri? Evet, sahiden yazarlar okuyucularını merak etmezler mi? Onların hayal dünyalarını düşlemez mi? Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanının başlangıç cümlesi gibi "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." diyen bir okurunun olup olmadığını bilmek istemez mi?

28 Aralık 2010 Salı

Mutluluk Nedir?


Kalpten kalbe yol olduğuna inanır mısın? Ben inanıyorum. İnanıyorum inan ki! Bak şimdi. Geçen yıl  sonbahardı. İstanbul'da kitapçıda dolanıyordum. Kitapların kimini elime alıyor, kimine dokunmadan sadece bakıyordum. Bir ara Erkekler Cennetinde Son Tango adlı bir  kitapla göz göze geldim.  Kitabı elime aldım. Yazarı Halil Gökhan'dı. Kitabın ismini de kapağını da sevmiştim. Sonra kitabın ilk sayfasını açmıştım. Kitap "Kitabın sonunu kimseye söyleme! Eğer söylemezsen kitap sana büyük iyilik yapacak... Öncelikle başkalarının bilmemesi gereken, sadece senin bilebileceğin şeyleri söylemediğin için seni koruyacak." diye bir paragrafla başlıyordu. Oyunlar hoşuma gider ya... Bu cümleler sanki yazar okuruyla oyun oynamak istiyormuş hissi vermişti. Ne yalan söyleyeyim bu durum hoşuma gitmişti. Şöyle bir dalgalandırmıştım kitabın sayfalarını. Ortasını açıp iyice bir koklamıştım. Memleketimin genç bir yazarının anadilimde yazılmış bir kitabıydı. Sevinerek satın almıştım. Hatta  bu kitapla ilgili düşüncelerimi Hayal Kahvem'e yazmıştım. İşte.burada. Şunu tüm içtenliğimle söylemeliyim. Ben yazarı dinledim. Kitabın sonunu kimseye söylemedim. Arada aklıma geliyordu doğrusu... O günden bu güne kitabın sonunu kimseye söylemedim ya, kitap bana iyilik yapacak mıydı acaba? Aklıma gelip böyle düşündüğüm zaman kendime gülüyordum tabii. Bu düşündüğüm olacak şey miydi Allahaşkına? Daha sonra Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı kitabını okumuştum. Bu kitabıyla ilgili Edebi Bilmeceler hazırlayıp Hayal Kahvem'e koymuştum. İşte burada.  Halil Gökhan'ın değişik bir tarzı vardı. Okumak niyetiyle diğer kitaplarını da aramaya girişmiştim. Bulamıyordum ama. Takibindeydim. Sonra Halil Gökhan'ın Yazıyor adında dergi çıkardığını öğrendim. Piyasada satılmıyordu. Abone olunuyordu. Abone oldum. Ve iki sayısı işte elimin altında... Şimdi tüm bunları neden anlatıyorum bil bakalım? Kalpten kalbe yol var yemin edebilirim. Şimdi  söyler misin Halil Gökhan beni nereden bilecek? Hayalciyim ya! Düşünüyorum.  Acaba Hayal Kahvem'i okuyor olabilr mi arada sırada? Yok artık, daha neler? Koskoca yazar işi gücü yok bloglarda dolaşacak da Hayal Kahvem'e  mi bakacak? Mümkün mü böyle bir şey? Bilmiyorum ama... Bak... Bak şimdi neler geldi başıma!..


İşim açısından yılın en debdebeli zamanlarını yaşıyorum. Ha babam de babam koşturuyorum. Dün İstanbul'daydım mesela. Önce bir panel, arkasından çalıştığım şirkette bir toplantı, sonra bir kaç müşterimle alacak verececek muhabbeti, anlayacağın yorgunluktan bitkin vaziyetteydim. Gece eve gitmeden önce ofise uğradım.  Kimse yoktu. Odama geçip koltuğuma serilir vaziyette  oturdum.  Aklımdan Murathan Mungan'ın dizeleri geçiyordu. "Bir yıl daha bitiyor. Düşlerim, tasalarım, yarım kalmış onca şey. Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden. Bana mı öyle geliyor? Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman, insan yaşlanırken?" diye bir şeyler düşünüyordum işte.Yorgundum. Attila İlhan'ın dediği gibi kendimi  dağ başları gibi yalnız hissediyordum. Tam o anda  masamın üzerindeki büyük zarfı farkettim. Kimseden bir şey beklemiyordum. Zarfı isteksizce elime aldım. Usulca açtım. Allahım! Zarfın içinden çıkan iki kitabı görünce inan ki yerimde zıpladım. Hey! Bunlar Halil Gökhan'ın kitapçılarda arayıp bulamadığım Yeni Sevgili ve Yedinci adlı kitapları değil miydi? Üstelik bu kitaplar yazarı tarafından imzalanmamış mıydı? "vildan'a sevgi ve dostlukla" demiş. Altında da Cemal Süreya tadında bir imza atmış. Şaka mı bu? diye fırladım yerimden! Zarfın üzerine baktım. Bil bakalım kimdi gönderen? Halil Gökhan. İyi de Halil Gökhan beni nereden bilsin? Olacak iş miydi yani? Hayal bu ya! Halil Gökhan okudu kitapları için yazdıklarımı belki... Sonra abone oldum Yazıyor adlı dergisine. Bu dergi geliyor ya ofis adresime... Eee... Hayal bu ya... Kalpten kalbe yol var diye inanıyorum ya hani... Yazar kitaplarının izini takip ettiğimi hissediyor. Ayrıca sözünü de dinledim ya... Kimseye kitabının sonunu söylemedim hani... Anladın değil mi? Şimdi ödüllendiriyor işte beni.. Yazarından imzalı kitaplara bayıldığımı anladı. Aradığım iki kitabını imzaladı. Adresime postaladı. Allahım bu  hayalim gerçek olabilir mi? Onu bunu bilmem. Gerçek oldu vallahi. İşte yazarından imzalı iki kitap var elimde! Yorgunluğum, bitkinliğim anında yok oldu gitti. Mutluydum. Mutluluk nedir diye soruyorsun ya bazan bana hani... Mutluluk sevdiğim bir yazarın imzaladığı kitapları şaşırarak elime almak olabilir mi?

Ben Yazsam Yazamazdım Ki Daha Güzelini...


Bir yıl daha bitiyor. İşte bu kadar duru,bu kadar yalın. Bu kadar el değmemiş. Sıradan bir gerçeği daha kolları bağlı hayatımızın. Bu şiire nasıl dahil edilebilir bir yılın son günleri. Her sonda, her başlangıçta ve her defasında. Alır gibi başkasını karşımıza. Perdeler çekip, ışıklar söndürüp, oturup yatağın içinde bir başımıza. Sorgulamak kendimizi... Öğrenmek ikimizin anadilini, ikinci belleğimizi. Öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini. Bu aynanın dehlizlerinde gezinirken görürüz. Karanlık günlerimizin kenar süslerini. Biterken yılın son günleri. Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini. Gençlik ikindilerini... Kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri.

Bir yıl daha bitiyor. Düşlerim, tasalarım, yarım kalmış onca şey. Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden. Bana mı öyle geliyor? Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman, insan yaşlanırken? Kırdım mı incittim mi birilerini? Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler? Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda? Yeniden düşünmeliyim. Dostluklarımı, ilişkilerimi. Çoğalttım mı eksiklerimi? Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı? Yitirdim mi yoksa masumiyetimi? Borçlarımı ödedim mi? Doğru seçtim mi soruların fiillerini? Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış, giysilerim ütülü, odam düzenli mi? Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi? Geri verdim mi aldıklarımı: Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları... Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi? Yokladım mı duygularımı? Hala sevebiliyor muyum insanları? Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma...Ovmalı umutları. Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan, hançer kıvamındaki o karamizah tadını. Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım. Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama... Yeni bir yıla... Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda. Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında. Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta...

Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım! Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar! Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar... Gece telefonları, ıssız konuşmalar... Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler. Bırakılmış mektuplar... Ve yurdumun her karış toprağında tefrika edilen karanlık. Ey hayatıma girenler ve çıkanlar! Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey! O kadar çok anlattım ki, kendime kaldım anlatmaktan... Bunaldım kendisiyle boğuşmasını, başkalarında çözmeye çalışan insanlardan. Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan, ofset duyarlılıklardan... Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime açılan pencereleri, durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına... Zamanı düşünüyorum; koyuluyorum. Anlamını yitiriyor "şimdiki zaman"ın boşyüceliği,tarihin unutkan sayfalarındaki mürekkep lekeleri. İşimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci. Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum. "İçtenliğin" yada "dünya görüşünün" kirletmediği, kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum.

Sabahları açık penceremin soluduğu kent. Nabzında yüzyılın dağınık sancısı. Dumanı üzerinde tüten yıkıntılar. Hangi anlamı kuşanabilir şimdi yeni bir yıl. Umutsuzluk sözlüğünden karşılıklar aranırken hayata, hangi söküğünü dikebilir bu yaralı kuşak?  Hangi yüreğe öğretilebilir unutmak! Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları, vitrin camlarına yansıyan yüzlerde. Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar? Hala bir umut var mıdır? Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde?
MURATHAN MUNGAN

NOT: Murathan Mungan'ın Bir Yıl Daha Bitiyor adlı şiirini düz yazı gibi yazdım. Şair afetsin beni. Ama o kadar güzel ki... Ben yazsam yazamazdım daha güzelini...

27 Aralık 2010 Pazartesi

Sevdiğim Film Müzikleri - Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini


Bazı filmleri seyredince, sanki içinize portakal şurubu gibi bir şey akıtılıyor sanırsınız. Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni tekrar tekrar izleyip bu duyguyu hissedince, her defasında yeniden kendinize şaşarsınız. Hele Yüzbaşı Corelli'nin mandolin çaldığı sahnelere gelince, aynı karşısındaki Penelope Cruz'un canlandırdığı Pelegia gibi tam kalkıp gidecekken, sandalyede öylece oturur kalırsınız. Güzelikte yekta bir resmi seyreder gibi, filme uzun uzun dalarsınız. Peki müzik? Mandolinden çıkan ezgilere ne demeli? Mandolinin ezgilerini işitince, zamanla tıp oynarsınız da kendinizi öncesiz ve sonrasız sanırsınız.


25 Aralık 2010 Cumartesi

Hellboy ve Numan Serteli Haikuları

hâlâ burnumda
saçlarının kokusu
dön ilk baharda
yoktur isteğim
salt yaşamaktan gayrı
"öl" de öleyim
sohbetim yoktur
lakin güzel susarım
gel yanımda dur

kalsam da çölde
susuzluğum vız gelir
kaynağım sende

24 Aralık 2010 Cuma

Hayallerim, Hayal Bekçim ve Öte Yer


Dün işim çoktu. Abartma sanatı yapmıyorum. Gerçekten başımı kaşıyacak vaktim yoktu. Akşam iş çıkışı kendimi sahile attım. Saat erken olmasına rağmen hava epeyce kararmıştı.  Bir süre yürüdüm. Sonra denizi görecek şekilde bir banka oturdum. İyotlu havayı derin derin  içime çektim. Biraz ilerimde  aşırı şişman uzun boylu bir adam ayak bileklerine kadar suda durmuş ufku seyrediyordu. Üzerinde beyaz tişört, paçaları sıvalı beyaz keten pantolon ve siyah tokyo terlik vardı. Gördüğüm  bu manzara bana pek normal gelmedi.  Hemen hayal penceremin kepenklerini kapatmak istedim. İnan bana denedim. Sanırım geç kalmıştım. Adam yanıma geldi. "Merhaba. Ne var ne yok?" dedi.  "Kimsiniz siz? Ne istiyorsunuz?" dedim. "Şöyle tenha bir yerde konuşmaya ne dersiniz?" dedi. Hiper korkum en yüksek tepemi hızla aşmıştı inişe geçmeye başlamıştı. Midemdeki tüyden parmakların hünerli masajı korku kasılmasını yumuşatmaya başlamıştı. "Bana kim olduğunuzu söyler misiniz lütfen?" dedim. Kim yerine ne dememek için kendimi zor engelledim. "Ben bir çeşit hayal bekçisiyim. "dedi. "Hayal bekçisi mi? "Evet, bu dünya dediğiniz yerde olan biten her şey, yani ne var ne yok'un tamamı benim kolleksiyonumda mevcuttur." dedi. "Nasıl yani?" dedim. "İnsanların hayal ettiği her şeyi birirktiririm ben. A'dan Z'ye her şeyi. Bu hayaller aynı sizin olduğunuz gibi bir yaşam çizgisine ve gelişme potansiyeline sahiptirler." dedi. "Hayaller canlı mı demek istiyorsunuz? diye sordum. "Canlı yerine üretken ve sonsuz açılımlara gebe desem. Hayalciler nedeniyle." dedi. "Bir dakika. Benim hayallerim de sizin deponuzda şu anda. Öyle mi?"  diye sordum. Ne dese beğenirsin... "Şu ana kadar hayal ettiklerinizin hepsi." dedi. Utandım biraz. Nasıl yani? Benim kendimden bile gizlediğim hayallerimi bu hayal bekçisi biliyordu öyle mi? "Ama hayallerimle birlikte ben de varım." dedim. "Çok iyi bildiniz. Hayal eden hayalden bağımsız varolamaz pek doğru sezdiğiniz gibi. Hayali hayalciyle birlikte depolamak gerekir." Ne diyordu bu adam? "Aklıma bir şey geldi. Biri öldü diyelim. Hayalciliği bitti mi yani? O zaman ne oluyor?" diye sordum. "Çok güzel bir soru. Hayalleri nedeniyle hayalci gerçek anlamda hiç bir zaman ölmez. Hayalleri kendiyle birlikte sürekli değişerek hep var olur." dedi. İlgimi iyice çekmiş olmalı ki "Bu hayalleri nasıl depoluyorsunuz?" diye sordum. "Normal bir kolleksiyoncu ne yapar? Saklayacağı şeyleri havanın ve kimyasal maddelerin aşındırıcı, bozucu tesirlerinden korumak için camların, cilaların ardına, çelik kasaların içine koyar. Hayaller için bunu yapmak olanaksızdır. Onları depo etmek için akıl almaz genişlikte bir uzay parçası gerekir. Çünkü sürekli dönüşerek genleşen bir kolleksiyondur bu." dedi. Peki, bu ebatta bir depoları mı vardı yani? Varmış. Nerdeymiş bu depo biliyor musun? Burada. Bizim köyde. Şaşkın baktığımı görünce dedi ki: "Şaka yapmıyorum. Zekanızı da küçümsediğimi düşünmenizi istemem. Yalnız başka yanıt vermek gerçeği saptırmak olurdu." Beynimin vargücüyle zorlandığını hissediyordum.  Gözgözü görmeyen sisli bir havada sadece hışırtısı duyulan bir gazeteyi kapmak için insanın kolunu uzatması gibi o anda anlayış sınırlarındaki duyargalarımı uzatmıştım.  "Üst üste buradalar yani." dedim.  "Üst üste, iç içe." dedi. "Öte yer diyebilir miyiz oraya?" dedim. "Hiç fena sıfat değil." dedi. Ona iyice baktım. "Siz nesiniz aslında? Yani hangi maddeden yapılmasınız? İnsan olmadığınız kesin." dedim. "Doğru insan değilim" dedi. "Ben bir Hayal Bekçisi'yim. Beyinlerin ürettiği malzemeyi büyük titizlikle depolar ve onların gelişmelerine uygun ortam sağlarım. Hepsi bundan ibaret." dedi. "Milyarlarca hayalcinin yaşadığı bir gezegenin ürettiği malzemenin tek sahibi siz misiniz?" diye sordum. "Sahipten çok bekçisi desek." dedi. "Öte yer dediğimiz depo, evrendeki tüm hayalcilerin ürünlerini barındırmaktadır." dedi. "Tüm evrenin... Bizden başka hayalciler de mi var?" diye sordum. "Evet. Sandığınız kadar yalnız değilsiniz." dedi. Beynimin içinde aklın yolu birdir şakısı çalıyordu gene. " Hayal Bekçisi ben niye varım diye sormuyor  mu kendi kendine? dedim. "bir şeyin varlık nedeni onun çok zevk aldığı meşguliyetidir bazen. Ben düşün ürünlerini istiflemekten aşırı haz duyuyorum. Gelecek benim işim değil. Ben niye varım, benim halim ne olacak demektir çoğu kez. Kafamı yormam buna." dedi. Heyecanım yatışmıştı sanki, karşımdaki şeye dikkatle baktım. Dokunursam elime nasıl bir duyum vereceğini  merak ediyordum. Tabii bunu denemeye hiç niyetlenmedim. Çocukluğumdan beri yaşadığım bu tip olağanüstü serüvenler  ve okuduğum kitaplar nedeniyle beynimde canlandırdığım bir sistem hayalim vardı. Ben bir hayalciydim. Hayal kurmayı seven bir bünyeye sahiptim. Hayallerimin hayalimde bir bekçisi vardı. Hayal Bekçisi hayallerimi Öte Yer'de depoluyordu. Vakti geldikçe hepsi gerçekleşecekti. Baktım yanıma. Hayal Bekçisi yok olmuştu. Arkama yaslandım. O anda canlandırdığım bu hayalin bana verdiği tarifsiz hazzın salıncağında sallanmaya başladım.

NOT: Yazar umarım affeder beni. Çünkü bu hayali yazıyı Sadık Yemni'nin Öte Yer adlı romanından alıntıladığım cümlelerine benim cümlelerimi depolayarak yazdım.

23 Aralık 2010 Perşembe

Cemal Süreya'dan Tomris Uyar'a



Şu yukarıdaki notu okurken nasıl mahçubiyet hissettiğimi anlatamam sana. İçim nasıl  utanma duygusu ile doldu. Öte yandan bu notu tüm merakımla tekrar tekrar okudum. Hatta bu notu  bir tablo gibi uzun uzun seyrettiğimi samimiyetle itiraf edebilirim. Aslında nasıl özel bir not bu... Çok mahrem bir not... Altında tanıdığım imza olmasa ilgimi çekmezdi ki. Ama bu Cemal Süreya'nın imzası. Bilirim.  Cemal Süreya'nın imzası çok ünlüdür. Kimileri şapkaya benzetir. Sunay Akın ise imzayı yan çevirir bakarsak, şairin profilden bir resmini elde edeceğimizi, hatta imzadaki ü harfinin noktalarının Cemal Süreya'nın vazgeçemediği sigarasını resmettiğini söyler. Cemal Süreya ressamdır aynı zamanda. Belki de imzasıyla kendisini resmetmektedir, kimbilir?  Bu notu Tomris Uyar'a yazmış. Nasıl özel bir not! Şairin en mahrem duyguları. Nasıl ortaya dökülmüşse dökülmüş işte. Şairin şiirleri gibi bu not da  bilinir olmuş. Cemal Süreya veTomris Uyar şimdi diğer alemdeler... Ruhlarına rahmet! Bilseler bu mahrem notun herkes tarafından okunduğunu üzülürler miydi acaba? Bilmiyorum. Bildiğim Cemal Süreya bu notu sevdiği kadına tüm içtenliği ile yazmış. Parlak sıfatlar, yürekte yankılanacak rengarek kelimeler kullanmak yerine insanın iliklerine işleyen alçakgönüllükle yazdığı nota bakar mısın? Müthiş!

22 Aralık 2010 Çarşamba

2.POPÜLER KÜLTÜR PANELİNE GİDELİM Mİ?

“Popüler Kültür = Tüketim Döngüsü…mü?”

Düzenleyen
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü




1. oturum 10.00-11:45
Yrd. Doç. Nejdet Neydim "Gençlik Edebiyatı ve Popüler Kültür"
Doç. Dr. Mukadder Çakır Aydın (M.Ü. İletişim F.)"Popüler Kültür ve Gösteri"
Nükhet Polat: İtalya’nın ‘Saldırgan’ Pop’u: Aldo Nove’nin Woobinda Öykülerinde Medya Eleştirisi

2. oturum 12:-13:45
Ümit Kireççi "Popüler Dünyanın Tüketim Karşıtı Çizgi Romanları"
Ege Görgün “Türk Sinemasında Çizgi Roman Uyarlamaları"
Reşat Fuat Çalışlar: Entelektüel Dünya ve Pop Müzik
Sayım Çınar: İnternet Dünyasında Röportajcı Olmak
***
Tarih - 27 Aralık 2010
Saat - 10:00- 13:45
              Yer – Avrasya Enstitüsü / İÜ Edebiyat Fak. Yanı – Laleli/Beyazıt



Metin Üstündağ ve Ayrılık Üzerine - Denemeyenler...


gel iki medeni insan gibi ayrılalım hayatım.. mesela, havaya madeni bir para atalım.. yazı gelirse: tak sepeti koluna.. tura gelirse: herkes kendi yoluna.. nasıl iyi mi


ayrılık düne kadar sadece bir kelimeydi benim için.. bugün, koskocaman bir devrik cümle oldu.. yarın, bir paragraf.. ertesi gün belki de bir hikaye olacak.. bu yılki sait faik abasıyanık hikaye ödülünü de bana verirler artık.

yazılar ve karikatürler- metin üstündağ

21 Aralık 2010 Salı

Ne İçindeyim Zamanın Ne de Büsbütün Dışında...

 

Kitaplığımda gene aradığım hiç bir kitabı bulamaz hale geldim. Durumum aynen sanal ansiklopedide bilgi aramaya benzedi. Hani merak edilen  bilgiyi ararken, karşısına çıkan başka bir bilginin cazibesine kapılır da insan, daldan dala sanal dünyada gezinir durur ya elinde olmadan... Aynen öyle... Ben Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını bulmak için kitaplığın başına gelmiştim misal. Olması gereken yerde aradığım kitabı bulamadım tabii..  Diğer Orhan Pamuk kitaplarının yanında aradığım kitap durmuyordu yani. En son ne zaman okudum ve hangi  rafa koydum? Kim bilir? Bilemiyorum.  Ara ki bulabilirsen. Fena! İşte gene bu haldeyken ve üstelik hiç aklımda yokken, Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü adlı kitabı elime gelmedi mi? Hey! Nasıl özlemişim!.. Unuttum  aradığım kitabı.  Kitaplığın yanındaki koltuğa oturdum. Kitabı araladım. Denk gelen bölüm Şu Sihirli "An" diye başlıyor. İnanmıyorum. Gündüz Vassaf bölüm yazısının üstüne bir cümle alıntılamış. Kimin cümlesi biliyor musun? Orhan Pamuk'un.  Cümle şu: "Ben burada değilim." 

Ne hoş tesadüf! Bakar mısın şu işe? Orhan Pamuk'un kitabını ararken, Gündüz Vassaf'ın kitabının cazibesine kapıldım. Kitabı ilk araladığımda karşımda Orhan Pamuk'un bir cümlesine rastladım. Sevinirim böyle şeylere işte. Sevinirim kendi kendime. Bunu bir işaret sayarım. Ne bileyim? Oynamayı severim ya... Durup dururken içimi bir sevinç kaplar. Eğlenirim. "O saniyeyi beklersiniz. Hayat boyu ulaşmak istediğiniz, hazırladığınız o biricik "an"ı. diye başlıyor ilk paragraf. İnsanın aya ilk ayak bastığı andan, olimpiyatlarda madalya kazanan kişinin milli marşı çalınırken gözlerinin dolduğu "an"a gidiyor. Sonra ölüm ve hayatın hazırlanamayacağını, onların öylesine, olduğu gibi geldiklerinden söz ediyor. Hayatımız "an"ların bütününden oluşuyor ya, kimi zaman akıntıya bırakırız kendimizi, kimi zaman akıntıya karşı kürek çekeriz, kimi zaman direniriz, kimi zaman boğuluruz. Zaman akıp gider bir şekilde. Yaşam sürer. Biz de sürer gideriz. Yazar yaşamın akışını "an"lar durdurur, insan ormandaki kuşları işitmek için durup dinlememeli. Durup dinlemeden işitmeli okyanusun kükreyişini diyor. Çok çarpıcı değil mi? Bir sonraki an'ı beklemeyin. Bir sonraki an diye bir şey yok. Akış sürer gider. An'ın parçası olun. Her an'la birlikte yaşayın. Böylece kaldırın an'ları diyor. An'ın içinde kaybolun, an'ı yaşayın.  Ama an'ı yakalamaya çalışmayın diyor.


Sonra yaşamlarımızdaki "sihirli anlara" geçiyor. Bilirsin sihirli anları, kutlama törenleri  falan yaparız ya hani... Doğum, düğün, okula başladığımız gün, mezuniyet... Hatta ölüm... Cennete kavuşacağımız "an" değil midir? Sonra Gündüz Vassaf  bu "sihirli anlar"ın insanlar üzerinde kurduğu baskılardan söz ediyor.  Bu anların sevinçlerinde bile baskı olduğundan... Neşeli olan sihirli anlar bile baskı yaratmaz mı insanın üzerinde? O gün çok mutlu olacağımıza kendimizi endeksleriz misal. En ince ayrıntısına kadar planlarız. Günlerce kimi zaman yıllarca o an'ı düşleriz. Hep gelecekteki "sihirli an"ların hayalini kurarız. Gündüz Vassaf diyor ki "Bunlar bizi hayat yolu üzerinde belli bir noktaya doğru götürseler bile, bir yandan da yaşamın ayağımızın altından kayıp gitmesine yol açarlar. An'ları beklerken yaşamı elimizden kaçırırız. An'ları beklerken yaşama karşı körleşiriz." Haklı değil mi? Of, ne fena! Sonra "sihirli an"ların sırtından beslenen endüstriye geçiyor. Sadece doğum, evlilik nedeniyle kazanan  doktorları, hastaheneleri, yemek şirketlerini, gelinlikçileri, kuaförleri, fotoğrafçıları düşünsene... Bu an'lar sayesinde para kazanırlar. Doğum günleri, yılbaşı, sevgililer günü hatta anma ve zafer törenleri hep sihirli an'lar değil midir?


Söyler misin bana, zamanı ilk kim hesapladı? Kim haftayı yedi, ayı otuz güne böldü? İlk takvim yazarın dediği gibi gel-git olaylarının bilinmesi, ekinlerin ne zaman ekileceği, erzakların ne zaman depolanması gerektiği, yazın ne zaman geleceği bilinsin diye kullanılmaya başlandı. Yüzyıllar içinde zamana daha duyarlı aletler geliştirildi. Zaman gün, saat, dakika ve saniyelere bölündü. Yaşantımızı abluka altına aldı. Gündüz Vassaf diyor ki, eskiden takvimlerle doğanın ritmini gözlemlerken, bu yüzyılda kendimizi gözetim altında tutmak için kullanıyoruz saatlerimizi. Ne zaman yataktan kalkacağımızı, ne zaman yemek yiyeceğimizi, ne zaman tekrar uyuyacağımızı kolumuzdaki saatlere göre planlıyoruz. Öğle yemeğimizi karnımız acıktığı için değil saat oniki olduğu için yiyoruz. Uykumuz geldiği için değil geç olduğunu düşündüğümüz için yatıyoruz. Doğal  olarak uyanmıyoruz da çalar saatin alarmıyla  uyanıyoruz. Yazarın dediği gibi kendi zaman ölçme sistemimizin tutsağı olduk. Sihirli an hayatımıza sessizce nüfuz ettikçe farkında değiliz ama özgürlüğümüzü yitiriyoruz. O sihirli anlar bizi zamana bağlı olmaya, "an"ın tutsağı olmaya götürüyor ya, Gündüz Vassaf haklı, zamanın olduğu yerde özgürlük kalmıyor galiba. Of, okuduğum bu kitapta yazmıyordu ama ne ilgisi var demezsen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın o güzelim dizleri  geldi aklıma... "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir anın, parçalanmaz akışında"  Hey, şimdi  Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü kitaplarımın arasından bulsam mı acaba?

Batman'i İstiyoruz!

                      


            Bir alev halinde düştün elime... Hani ey gözyaşım akmayacaktın!


Dizeler - Orhan Seyfi Orhon

Birisi Bana Kamera Şakası Mı Yapıyor?


Yok ama... Yok artık. Şaka mı bu? Birisi bana kamera şakası mı yapıyor? Olmaz bu kadar da! Olmaz ama!  Kim yapıyorsa çıksın ortaya? Nedir bu kuzum? Ben herşeyde şiir görmekle mi mesul tutuldum? Tamam. Daha önce seyrettiğim Ingmar Bergman filmleri bana şiir gibi gelmişti. Şiir yazamıyorum ya, seyrettiğim filmleri bile şiir olarak sezinliyorum  zannetmiştim. İyi de bu gece seyretmek için özellikle Johnny Depp'in  Ölü Adam'ını seçtim. Amacım romantik olmayan bir film seyretmekti. Görüntüler siyah beyaz olacaktı.  Filmde ölüler falan...  Filmin adı Ölü Adam ya, sanırım  başkahramanı ölü bir adamdı.  Ne bileyim? Bir gece bari şiir düşünmeyecektim de bodosloma ölülere gömülecektim. Niyetim öyleydi.


Sen İngiliz şair ve ressam  William Blake'i (1757-1827) bilir misin? Ne hayalperest birisidir anlatamam sana. Küçüklüğünden beri melekleri gördüğünü, ruhlarla konuşabildiğini söylemiştir. Güzelim dizeleri "bir kum tanesinde dünyayı görmek... ve bir yaban çiceğinde cenneti... avucunda sınırsızlığı tutmak... ve bir saatte sonsuzluğu" ya da  bir diğer söylemi  "zihninde ve düşüncelerinde cennete hiç yolculuk etmemiş bir insandan sanatçı olmaz." demiştir. Şimdi neden William Blake'den söz ediyorum biliyor musun? İnanmıyorum!  Johnny Depp'in canlandırdığı Ölü Adam'ın filmdeki adı neydi bil bakalım? William Blake? Şairin adı. İnan bana ben şaka yapmıyorum. Resmen sanki kamera şakası yapıyor  bana biri...


Sana bir şey söyleyeyim mi, "yüksekten konuşup, hiçbirşey söylemeyen" Hiçkimse adlı kızılderili ile şair William Blake'in ruhunu taşıdığını düşündüğü film kahramanı William Blake'in özenle çekilmiş  bu siyah beyaz film, görüntüleriyle, düşündürücü muhabbetleriyle  resmen olağanüstü bir şiirdi sanki. Hele o güzelim gitar ezgileriyle, Ölü Adam adlı bu film çoktan  şiir olarak yüreğime yerleşti. Başka ne diyebilirim? Düşünsene seyrettiğim Ölü Adam adlı filmin başkahramanının adı zaten bir şairin adıydı. Daha en başından olay bitmişti yani. Ne yapabilirim kaçamıyorum şiirden. Her yerde şiir gelip buluyor beni. Bu feleğin nefis bir kıyağı bana biliyor musun? Her şeyde şiir sezinlemek. Tanrım, şiiri hissettirdiğin için teşekkür ederim.


neil young

20 Aralık 2010 Pazartesi

İki Yönetmen ve İki Film... İki Abi ve İki Kızkardeş



Yukarıdaki fotoğraflarına baktığımda, kardeş gibi birbirlerine benzettiğim iki adamdan, soldaki 1964 doğumlu Türk yönetmen Atalay Taşdiken, diğeri ise 1918 doğumlu İsveçli yönetmen Ingmar Bergman.


Yönetmen Atalay Taşdiken'in 2009 yılında çevirdiği Kızkardeşim Mommo adlı filmi yeni seyredebildim. Annesiz iki çocuk. Abi Ahmet ve kız kardeş Ayşe. Baba evleniyor. Üvey anne istemeyince, çocukları dede sahiplenmeye çalışıyor. Filmin asıl vurucu tarafı, kendisi de küçücük bir çocuk olan abinin, kızkardeşine kol kanat germesi. Yani iki kardeşin yürek yaralayan hikayesi. İşte bu filmi seyredince, benzer başka bir film aklıma geldi.



Yönetmen Ingmar Bergman'ın 1983 yılında çevirdiği Fanny ve Alexander adlı film. Bu kez babasız iki çocuk. Abi Alexander ve kızkardeşi Fanny. Anne evleniyor. Üvey baba hayal kurmayı günah sayan, sadist bir din adamı. Çocuklara eziyet ediyor. Başka bir abi ve kızkardeşin dünyanın başka bir yerinde ve başka bir zaman dilimindeki yürek yaralayan hikayesi. Bergman'ın son filmi olan Fanny ve Alexander için, yönetmenin kendi hayatının hikayesi olduğu söyleniyor. Merak ediyorum acaba Kızkardeşim Mommo'da Atalay Taşdiken'in hayatıyla ilgili miydi?

Her ikisi de, insanın sevgi, vicdan, merhamet duygularını kışkırtan çok güzel ve ödüllü filmler. Mutlaka seyredilmeliler.

Yoksa Ben Artık Filmleri De Şiir Olarak Mı Görüyorum?


Bu hafta sonu var ya tam manasıyla tembeldim. Üzerine afiyet nasıl bir miskinlik halindeydim anlatamam sana. Hey! Kaçırır mıyım bu vaziyeti. Benim gibi durmaz oturmaz bir bünye hemen durma hakkını kullanmalı bu durumda. Hiç kaçırmamalı hiiççç... Sermeli kendini bir halı gibi yere... Uzanmalı iki doksan şöylee... Asla hareket etmemeli...  Bırak parmağını, kılını  bile kıpırdatmamalı. "Ne güzel çalışmamak arkasından da dinlenmek!"demeli o güzelim Meksika atasözü gibi... Ben de abarttıkça abarttım sahiden tembelliği... Bu arada film seyrettim uzandığım yerden.  Ingmar Bergman’ın iki filmini arka arkaya seyrettim. Daha önce Ingmar Bergman filmi hiç seyretmemiştim. Dünya sinemasına damgasını vurmuş ünlü yönetmenin, iki siyah beyaz eski filmini seyredince ne hissettiğimi, sonra azıcık hareket edeyim de  Hayal Kahvem’e yazayım istedim. Şöyle bir doğrulup  arkama yaslandım. Düşündüm.  Ingmar Bergman filmlerini seyredince bil bakalım ne düşündüm? Of, şiir tabii... Şiir... Sinema ve şiir. Ingmar Bergman filmleri hafızamda şiiri çağrıştırdı inan ki... Filmlerin konularına ve karakterlerine şimdi hiç girmek niyetinde değilim. Bak şimdi... Sinemanın tüm sanatları içine aldığı kesin.  İşte seyrettiğim bu iki filmin  nasıl şiirsel bir anlatımı vardı anlatamam sana. Acaba Ingmar Bergman filmlerine şiir gibi sinema denmiş midir? Ben tek bir şiir yazmamışken, Ingmar Bergman sinemayla şiir yazmak istemiş olabilir mi? Şair sözcüklerle nasıl dizelerini peş peşe dizip şiirini oluşturuyorsa, Ingmar Bergman  da görüntü ve diyaloglarla resmen şiir gibi filmler yapmış desem yanlış olur mu, bilmiyorum ki? Allahım yoksa ben artık her şeyi şiir olarak mı görüyorum?,


Ama inan bana Ingmar Bergman görüntüleri sanki belli bir ritimle birleştirilmiş. Yüzler, yüzlerdeki ifadeler, bakışlar, dudak kıvrışlar, mekanlar, nakarat gibi tekrarlanan aynı görüntüler, Aynanın İçinden filmindeki o muhteşem pencere görüntüsü misal, seyredince şiirsel bir his geçiriyor.



Tamam  iki Ingmar Bergman filmi seyrettim. Üstelik ilk kez bu yönetmenin filmlerini seyrettim. Ne yalan söyleyeyim, gerçekten şiir gibi geldi bana, pek sevdim. Sadece şiir gibi film diyorum ya, bu doğru bir benzetme mi emin değilim. Şiir okuyunca okuduğum şiir benim hayal gücümle sınırlı ya hani… Kişileri, mekanları, durumları ben istediğim gibi hayal edebilirim. Seyrettiğim film için, şiir gibi film desem de, görüntüsüyle hayalimi sınırlıyor. İnsan tipleri, manzaralar, mekanlar yönetmenin istediği gibi. Onun muhayyilesinin beyaz perdeye aktarılmış hali. Benim bu seyrettiklerim üzerine düş kurmam mümkün değil ki… Dolayısıyla şiirin dünyası bence sinemadan daha geniş.  O zaman şöyle mi toparlamalıyım bilmem. Ingmar Bergman bana göre şiir gibi  filmler çevirmiş. Böyle hissettim. Yarabbim, ben sinemadan bahsediyorken nereden gene şiire girdim? Şiir düşünmeden bir film bile seyredemeyecek miyim? Sonra toparla yazının sonunu toparlayabilirsen… Aslında nasıl tembeldim! Yoksa inan ki üç dize şiir hemen şuraya yazabilirdim diyeceğim demesine demeyeyim... Sonra şiir yazamadığım için  kendime o kadar gülüyorum ki gülmekten pıtır pıtır yaş akıtıyorum gözlerimden... Görüyorsun değil mi, şiir yazamıyorum. Ama filmleri bile şiir gibi görüyorum. Bu feleğin bana bir dayağı mı yoksa kıyağımı bilemiyorum... Kıyağı bence.. Kıyağı... Bakma böyle acıklı yazdığıma.  Seviniyorum.


18 Aralık 2010 Cumartesi

Sevdiğim Film Müzikleri - Aşk Hikayesi

                                  
 

   Ali Mac Graw ve Ryan O'Neal'in en genç halleri... 1970'li yıllar.


Jannifer ve Oliver'in dillere destan aşk hikayesi.
 
Sevmek planlı programlı bir şey değildir ki.
Öyle nedensiz, birdenbire, hiç beklenmedik bir anda, 
beklenmedik birine aşık olabilir insan.


"Aşk asla pişman olmamaktır."

                                         
                                       

Atılır Mı Yavrum Hatıra Bunlar!

Uzun bir seyahatten sonra, ofisime döndüğümde masamın üzerinde bir paket vardı. Açtım. Sevgili Ruşen Ergün'ün Yazlık Sinema adlı kitabı paketin içinden çıkmadı mı? Ne kadar sevindim anlatamam. Bir yazar kitabını bizzat kendisi göndermişse... İmzalayıp göndermişse hem de... Mümkün değil hemen okumam. Okuyamam ki zaten. Kelimeler birbirine girer. Konuyu asla hazmedemem. Biraz masanın üzerinde öylece durmalı. Şöyle karşıdan karşıya bakışmalıyız, eski aşıklar gibi. Ya da işimin arasında bir an elime almalıyım. Sayfalarını karıştırmalıyım. Görmeliyim, koklamalıyım, dokunmalıyım.... Anlayacağın içerimde, gönlümde demlemeliyim kitabı. Öyle yaptım Ruşen Ergün'ün Yazlık Sinema adlı kitabını. İyice demledim. Sonra her öyküsünü tam deminde ve lezzetinde, ince belli bardakla içermişim gibi içtim. Hakkını verdim yani öyle diyeyim.
Ruşen Ergün'ü, Hayal Kahvem'deki bir yazıma tesadüfen yorum yazdığında tanıdım. Gördüm ki öyküleri yarışmalarda ödül almış bir yazardı kendisi. Yazdıklarını severek takip ettim. Şimdi ise öykü kitabı elimdeydi. Kitabı sevinçle okumaya başladım. Okuduğum her öyküsü hayalimde bir nostalji baloncuğu oluşturdu adeta. Her öyküsünden sonra çok eski anılarımı hatırladım. İnanmayacaksın belki, "Hatıra Bunlar" öyküsünden sonra yerimden kalktım da yıllardır atmayıp biriktirdiğim eski hatıra eşyalarıma bakma gereği duydum biliyor musun? Bu öyküde anne ve kızın muhabbeti anlatılmaktadır. Şimdilerde yaşı yetmişin üzerinde olan anne eskiden kuaförlük yapmıştır. O zamanlar kullandığı berber eşyalarını paketler halinde, bir bavul içinde saklamaktadır. Kızı artık zamanı geçen bu eşyaları atmasını ister annesinden. Zira işe yaramamaktadırlar. Oysa anne için her biri ne değerlidir ve arada açılıp bakılması ne kadar önemlidir. Kız atmasını istedikçe annesinden, anne her defasında, içini çekip "atılır mı yavrum, hatıra bunlar!" demektedir. 
Yazar o gece yatakta dönüp duran kıza, şunu sorgulatır: "Benim yüz yıllık uykuya yatıracak kadar değerli neyim oldu bugüne kadar?" Anlar ki alıkoyma, biriktirme alışkanlığı yoktur ya da tutkuyla bağlanacağı anıları hiç olmamıştır. Üzülür tabii bu durumuna. Annesinin halini şimdi daha iyi anlar. Annesi o bavulu her açtığında çok mutlu olmaktadır. "Hatıraları sadece sahipleri mi yaşatır?" diye sorar yazar. Ertesi sabah kız, annesine bavulu yeniden açtırır. Annesi, adeta lunaparktaki en mutlu çocuk gibidir. Bu öyküyü okuduktan sonra, hipnotize edilmişcesine yatak odasına gittim. Dolabın alt iki çekmecesini açtım. Yere oturdum. Çekmecenin içindekileri tek tek çıkardım. Neler mi var? Bizim öğrenciliğimizde bilgisayar yoktu ki, mailleşmez mektuplaşırdık o zamanlar. Bana yazılan mektuplar var... Arkadaşlarımdan bana gönderilenler. Aileler anlamasın diye mektuplarda kullanılan şifreler. O kadar komikler ki anlatamam. Bakışılan ya da arkadaşlık teklifi alınan çocuklara kız isimleri verilmiş misal. Ya da şimdi rahmetli olan, ozamanlar Berlin'de yaşayan dayımdan bana gelen mektuplar. Bir kısmı da benim yazdığım mektuplar. Demek ki arkadaşlarım yırtıp atacaklarken ellerinden kurtarmışım. Günlüklerim. Kaç tane hem de. Aile büyüklerinden aşırdığım ya da istediğim eski siyah beyaz fotoğraflar. İncik boncuklar. Eski saç tokaları. Ortaokul ve lisede tutulan şiir ve anket defterleri. Her birinde arkadaşlarımın eski fotoğrafları var. Seyahatlerden getirdiğim ilginç broşürler. Eski tren, sinema, otobüs biletleri. Hepsinin arkasına not düşmüşüm. Bana bir şeyler hatırlatıyorlar. Eski gazete küpürleri. Bir kaç kurşunkalem. Bir kaç bana ait irili ufaklı hediyelik eşya.. Biblolar. Daha neler neler... Hepsi önemli benim için. Şimdilik kimse bilmiyor bu hazinemi. Sonra ben de bir bavula koyacağım. Belki bir gün bana da "atalım mı bunları?" diye soracaklar. Ben de "atılır mı yavrum, hatıra bunlar!" diyeceğim. Kimbilir? Kararlıyım. Ruşen Ergün'ün Yazlık Sinema adlı kitabındaki öykülere ve bana hatırlattıklarına, zaman zaman bloğumda yer vereceğim.
NOT: Sevgili Ruşen beni bloğunda  mim'lemiş. Mimlenince ne yapacağımı bilemedim. Ben de Ruşen hakkında daha önce yazdığım bu yazıyı bloğuma tekrar mimledim:) Sevgiler Ruşen.
http://rusyena.blogspot.com/