15 Temmuz 2025 Salı

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 15 - Engin


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  



O gün Beyoğlu'nda  Emek Sineması'ndaydım. Filmin başlamasına yarım saat kadar vardı. Hava oldukça soğuktu. Park yerinden sinemaya gelene kadar üşümüştüm. Dışarıda oyalanmak istemedim. Hemen salona geçtim. Emek Sineması'nın o tarihi sıcaklığıyla koltuğuma gömüldüm. Uyuyup kalmışım. "23  numara bu koltuk mu?" diye soran  sesle kendime geldim. Doğruldum. Gülümsedim. "Benim koltuğum 22 olduğuna göre 23 burası olmalı." dedim. Kederli gözlerle bakan bir kadındı. Yuvalarının içine gömük, donuk bakışlı gözler... Hani feri kaçış mı derler yoksa feri gitmiş mi? Moru çoktan geride bırakmış, karaya doğru yol alan gözaltı torbaları... çökmüş, kara-sarı bir surat... ip gibi dudaklar.... Boyayla, allıkla, rujla üstü örtülemeyecek bir harabeye dönmüş yüz. Ve şahane KIZIL saçlar... Oturdu. Sürekli şu cümleleri fısıldıyordu: "Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar... Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar..."  Neydi bu? Belki bir şiir dizesiydi. Bu cümleleri duyunca, kadının Pınar Kür'ün Edebiyat Neye Yarar? (Kına) adlı öyküsündeki Engin olduğunu farzettim. 

Kucağında çocuğu, yanında iki bavuluyla, başı önünde, boynu bükük baba evine dönüşünü hayal ettim. Babasının yüzünden düşen bin parçaydı. Annesi sevinçliydi.  İki yıl önce, daha fakülteyi bitirmeden hamile kalıp, ana babasına bile haber vermeden evlenmesine çok kızmışlar, çok sarsılmışlardı. Babası damadı asla tasvip etmemişti. Gene de kızının doğumu köşte yapmasını istemişti. Kocası, Engin'in babasının bu teklifini, aristokrat esnekliği diye düşünmüş, kendilerini asimile etmek için yaptıklarını söyleyerek kabul etmemişti. 

Doğumu beklerken, Laleli'de, iki odalı, kalorifersiz, suyu bazan akan, çoğu kez akmayan, karanlık bir bodrum katına yerleşmişlerdi. Engin'in hiç bilmediği, tanımadığı bu yaşam koşullarına alışması kolay değildi. Ama en zoru, bir günden bir güne "yoldaş"lık statüsünü yitirip "ev kadınlığı"na indirgenmesi olmuştu. Sırf hamile olduğu için değil de, evlendiği için! 

Artık yürüyüşlere katılmak, geceleri "afişe çıkmak" yok. Ama onlar herhangi bir eylemden döndüklerinde, bodrum katının küçücük oturma odasına en az on kişi dolduklarında çay demleyip hizmet etmek var.  Daha bir kaç hafta önce sokaklarda birlikte koştukları, forumlarda birlikte coştukları eylem arkadaşlarının hizmetçi muamelesi etmesine nasıl sinirlenmesin? Kocası eylemlerine Paris'ten devam etmeye karar verince, kucağında oğluyla baba evine döndüğünde her şeyin daha kolay olacağını ummuş muydu? Öyle olmamıştı. Köşk basılmıştı. Sorguya götürülüp aylarca içeride tutulmuştu. Dışarıya çıktığında bu kez anne babası  göz hapsine almışlardı kızlarını. Olur olmaz dışarıya çıkmak yok... Nereye gittiğini söyleyeceksin, şu saatte döneceksin baskıları... Bu kez onların kurallarına uymak durumda kalmak.

İkibuçuk yıl süren bu esaret hayatında, sadece akşamları kocasına mektup yazarken huzur buluyordu. Oğlunu alıp onun yanına gideceği günü iple çekiyordu. Kocası Fransa'da işleri bir yoluna koysa... İmkanları bir ayarlasa... Derken kocası imkanları ayarlamış, hayatını bir yola koymuştu. Kendisinden on yaş büyük bir Fransız kadınıyla. Ve boşanmak istiyordu. O sırada duyduğu nefret de, hınç da, bir damlacık bile azalmamıştı. Ama umudunu kestikten sonra, durup durup ağlamalar, sinir krizleri devam ederken bile, yaşamını yeniden düzene koyma cesaretini bulmuş, aftan yararlanıp yarım bıraktığı fakülteyi bitirmişti. 

Edebiyat öğretmeniydi şimdi. Bu kez Edebiyattan nefret eden, kalın kafalı öğrencileriyle cebelleşiyordu. Çok yalnız olmalı diye hayal ettim. Oğlu liseyi bitrene kadar yanındaydı. Babasının oğluydu ne de olsa... Ömründe bir kere bile görmediği babaya kızmak şöyle dursun, bir davette, üniversiteyi okumaya babasının yanına Fransa'ya gitmişti. 

Kadına göz ucuyla baktım. Üstü başı dağınıktı. Yorgun bir okul dönüşü olmalı diye düşündüm. Oysa bir zamanlar şu kızıl saçları var ya... Of, örgütün en güzel kızı olmalıydı diye aklımdan geçirdim. Kızıl saçlı, edebiyatsever, kırılgan kız... Hepsini Nâzım yakmıştı aslında. Bir zamanlar Nâzım Hikmet'in hem aşk hem devrim  şiirlerini ezberleyen örgütteki erkeklerin, böyle güzel, kızıl saçlı kıza aşık olmamaları mümkün müydü? Kızlar ise en güzel Nâzım Hikmet şiiri okuyan erkeğe aşık oluyorlardı belli. Edebiyat kimi kez hayata yol gösterirdi. Hayata hazırlardı insanı. Yıllar yılı hayatın dışında kalan Engin gibi bir kadın, yeniden hayata dalabilir miydi? 

Öyküdeki eski örgütünden arkadaşı Metin'le tesadüfen karşılaşmaları aklıma geldi. Kafede oturup karşılıklı eski günlere değin yaptıkları muhabbetleri... Heyecan içinde peçetelere yazılan telefon numaraları... O günden sonra Engin'in yüreğinin her an pır pır etmesi... Sadece onu düşündüğünde değil, aynaya baktığında kendini güzel görmesi, saçlarını havalı havalı silkelemesi... Öğrencilerine kızmaması, hatta onların saçma sapan esprilerine gülmesi, en önemlisi gece yatağa korkuyla değil de keyifle girmesi... Metin ile karşılaştığından beri hep gülüyor, hatta gülmemek için kendini tutmak zorunda kalıyorken, şimdi neden bu kadar kederli görünüyordu peki?

  
Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Uzun saçlarını arkaya doğru attı. Burnuma kına kokusu geldi. Belki kızıl saçlarına kına sürerken Milan Kundera'nın bir öyküsü aklına takılmıştı. Hani yıllar sonra gençlik aşkıyla karşılaşan, yeniden birlikte olmalarına ramak kalmışken donup kalan kadının hikayesi... Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Engin" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Pınar Kür'ün   Hayalet Hikâyeleri adlı  kitabındaki Edebiyat Neye Yarar? adlı öyküsünden  alıntıladım. 


22 Ocak 2022


7 Temmuz 2025 Pazartesi

Kendimi Eylediğim Zamanlar

 

Gizli Bir Yaşam, yönetmen Terrence Malick'in 2019 yapımı filmi. Film, II. Dünya Savaşı sırasında Avusturya'nın küçük bir köyünde yaşayan Franz Jagerstatter’in gerçek hayat hikayesine dayanıyor.

Franz, Nazi Almanyası adına savaşmayı reddeden bir vicdani retçi. Zorla cepheye çağrıldığında, yemin etmeyi reddediyor. Bu karar, sadece kendisini değil, eşi Fani’yi ve ailesini de büyük bir yalnızlığa ve baskıya sürüklüyor. Film, Franz’ın bu sessiz ama sarsıcı direnişini, doğa ile iç içe geçen sade yaşamını ve inancını yitirmeyen iç dünyasını anlatıyor.

Malick’in kendine özgü şiirsel anlatımıyla film, görsel olarak büyüleyici bir atmosfer sunuyor. Karakterlerin iç sesiyle ilerleyen hikaye, çatışmadan çok bir insanın iç yolculuğunu ve ahlaki duruşunu merkeze alıyor.

Gizli Bir Yaşam, savaşın ortasında geçen ama savaşmadan direnen bir adamın öyküsü. Gösterişli kahramanlıklar değil, sessiz  öz sadakat ve vicdan ön planda.



Seramikle uğraşmak biraz sabır, biraz merak, bolca sürpriz demek. 

Bu gördüğünüz vazolar, benim sırla tanışma maceramın ilk renkli adımları. Fırından ne çıkacak diye heyecanla beklediğim her an, biraz çocukça bir sevinç biraz da "acaba oldu mu?" tedirginliğiyle dolu...

Renklerin dansı, dokuların cilvesi... Hepsi kendi karakterini buldu sırrın sıcaklığında. Kimisi sakin, kimisi cesur, kimi neşeli… 

İşin tuhafı... Hepsi benim ellerimden çıktı, hayalden gerçeğe dönüştü.Sırlamak sadece yüzeye renk vermek değilmiş... Sabrın, hatanın ve güzelliğin izini de birlikte taşıyormuş. Sevdim. Sır işlerine devam.edeceğim.


Mozaikte yepyeni bir yolun başındayım. Büyük bir cesaretle, camdan çiçekler kestim.  Rodajlamak için sabırsızım, sonra yapraklara girişeceğim. Her parça biraz daha yerine oturdukça içimdeki heyecan büyüyor.

Kendime şaşıyorum. Adeta içimden başka bir ben çıkıyor... Tuhaf bir rotaya girdim. Bakalım seramik ve mozaik işlerinde  nereye kadar gideceğim? Merak içindeyim:)



Bu yıl, kuşlarla haşır neşirim.Hatta tanımadığım, bilmediğim insanlarla birlikte kuş gözlemlerine katılıyorum. Doğanın içinde, sessizliğe kulak verince kuşların dilini duyuyorum.

Nilgün Marmara der ya hani...  “Kuş koysunlar yoluna…” diye. Tıpkısı oldu.  Bir baktım, küçük kumrular konmamış mı yoluma:)

Leş kargaları eski bir ağacın dallarına yerleşmişti. Ebabiller gökyüzünde süzülüyor, serçeler cıvıldıyor, tık tık diye sesi gelip kendini göstermeyen ağaçkakanın varlığını hissedebiliyorduk. 

Ne çok bilgi ediniyorum. Ötücü kuşlar, ötmeyen kuşlar, şakıyan kuşlar varmış. Ağaçkakanın dili gagasının tam üç katıymış. Ebabil kuşu ise konmadan tam 6 ay uçabiliyormuş. Daha neler neler... 

Kuşlar bazan  efkarlı göründüler gözüme...  “Yaşamak için alan bırakmıyorsunuz bize,” diyor gibiydiler. 

Çoğunlukla  “Heyyy, bizi sevenler, yolumuzu gözleyenler var,” diye neşeyle şakıyorlardı.Doğanın içinde olmak, kuşlarla sohbet etmek, onların dünyasına dokunmak... Birbirinden farklı yeni insanlar tanımak... Seramik, mozaik, filmler, kuş gözlemciliği, kitaplar... İyi geliyor. İyileştiriyor. 

Umudum katmerleniyor.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

"Hak Bir Gönül Verdi Bana Ha Demeden Hayran Olur"

 



Bir süredir masamdaki karpuz çekirdeklerini seyrediyorum. 

Ne güzeller di mi?

Çekirdeklerin  yüzeyinde o ışıltılı, cilalı doku resmen yüksek sıcaklıkta fırınlanmış parlak sır gibi.

Renk? Tam obsidyen siyahı gibi…. Seramikte böyle bir renk elde etmek ciddi ustalık ister.

Formu ise... Akıyor… Damla gibi ama keskin hatları var. 

Yani hem nazik hem iddialı… 

Tam bir tasarım objesi.

Müthiş!

26 Haziran 2025 Perşembe

Bir Öptüm Bir Öptüm Bir Daha Öptüm:)

Muhabbet ediyoruz. Durgun biraz. Canını sıkan bir şey olmalı. Sormayacağım. Paylaşmak isterse nasılsa anlatacaktır. Oturduğumuzdan beri  bıdı bıdı bıdı  hep ben konuşuyorum. Abartarak  heyecanlı heyecanlı lafladığımın farkındayım.  Yoo... Göz ucuyla   her mimiğinin  takibindeyim.  Dudak kenarlarında  hafif bir tebessüm belirtisi görsem var ya... Yeminle kanatlanıp uçacağım.  Ve sanırım işte o anda susacağım.  O ise sessizce nasıl güzel dinliyor anlatamam.  Bazan koluna sevgiyle dokunuyorum.  Bazan  elini usul usul okşuyorum. Kalktım oturduğum yerden, uzandım: 
-Du bi, öpecem seni, dedim. Öptüm.
-Hopplala, şimdi niye öptün  beni, diyor. Aldırmıyorum. Pişkiniğe vurup:
-Aaa! Ne var? İçimden geldi. Öpmeden önce izin mi alacağım yani, diyorum.
Gözlerini koca koca açıyor.  Durur muyum:
-Biliyor musun, sen böyle  şaşkınlıkla bana  bakınca gözlerinin rengi değişiyor, deyiveriyorum.  Heyy!... Du bakayım... Ne renk oluyor biliyor musun? 
Dayanamıyor:
-Ne renkmiş, diye merakla  soruyor. 
En sevdiği şairle onu faka basmaya niyetleniyorum. Zihnimde yer eden Attila İlhan'ın şiirlerinde kullandığı renkleri sıralamaya başlıyorum:
-Hımmm, zakkum pembesine çalan havai eflatun  mu desem... Yok, yok... Boru çiçeğine çalan morumsu lacivert...
-Hopplala! Ne alaka, diyor. 
Ağırbaşlı  sigortacı edası takınıyorum:
-Haklısın diyorum. Nerden geldi bu renkler aklıma? Oysa lale ezmesi kırmızı, ördek başı yeşili demeliyidim. Hey, kederli külrengi mi desem yoksa bonbon pembesi mi? Hayır! Buldum, diyorum.  Örümcek kızılı... Yangın kızılı... Vahşi yeşil...  Hayır... Hayır...  Şehvet kırmızısı... Nasıl desem? Delimsirek renkler:)
O en sevdiğim kızkardeş kahkahasıyla  oda çınlıyor:
-Delisin, diyor. 
Durur muyum? Hemen  Attila İlhan'dan dizeleri sıralamaya başlıyorum:

"Ellerin de titriyor, bir şeyin mi eksik?
Böyle kız değildin sen eskiden
Sana ne yaptılar, sana ne yaptılar?
Kirpiklerin ıslanıyor durup dururken
O sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi?
Çok değişmişsin birden tanıyamadım."

Güldü, güldüm, güldük biz:)


16 Eylül 2018

22 Haziran 2025 Pazar

Sıraya Koydum... Seyretmeye Başladım..

 




"Ne Harika Bir Dünya!"

 


"20. yüzyıl insanının yaşama sevincini de simgeliyor Louis Armstrong"

"Dünya halkı hiçbir yüzyılda 20. yüzyıl kadar acı çekmedi; ilk yarısında yaşadığı iki uzun dünya savaşının yol açtığı sarsıntılar, ikinci yarısı boyunca da dinmedi. Ama dünya nüfusu bir yandan da 20. yüzyıldaki kadar yaşamın tadını çıkarmadı." (jazz koleksiyonu- cilt1-s4

Zaman akıyor, bazı şeyler aynı kalıyor. 21. yüzyıldayız. Dünya insanı barışı tam anlamıyla sağlamayı beceremiyor. Savaşlar, acılar, haksızlıklar bir gölge gibi peşimizi bırakmıyor. 

Yine de nefes almaya, hayal kurmaya, umut etmeye devam ediyoruz. Çünkü içimizde bir şey var—bizi her defasında ayağa kaldıran, yaralarımıza görünmez pansumanlar yapan bir şey: sanat.

Sanat sihirli bir şey. Ruhun terapisi... 

Yüreğinin ve aklının olan bitenlere anlam veremediği süreçlerde;  fırçaya sarılmak, bir melodiye tutunmak, kelimelere dökülmek, cam şekillendirmek ya da ellerini çamura daldırmak, ilmek ilmek kilim dokumak... Biliyoruz ki tüm bunlar sadece sanat değil, aynı zamanda kendine yeniden dokunma, acıları onarma  biçimi.

Bugün ben de öyle yaptım. Oturdum, üstünde çiçekler olan bir ayna yapmaya başladım. Ellerimle çamura şekil verirken, sanki içimdeki keder de şekil buldu. Her çiçeği oluştururken  içimden "buradayım, iyileşiyorum" dedim. Bu zamanda bunu söyleyebilmek bile başlı başına bir mucize.


Sanat bizi kurtarıyor...  Bazan rengarenk bir mozaik, bazan çatlak bir seramik, bazan içimizi titreten bir şiirle... ama hep kalbimize dokunarak.

Belki de dünya, sadece sanatın hatırına dönmeye devam ediyor. 

Louis Armstrong'u dinleyelim mi? Şarkı, 1967 yılında özellikle Amerika’daki ırkçılık ve savaş gibi karanlık gündemlere karşı, umut dolu ve barışçıl bir mesaj vermek için yazılmış:

Ne Harika Bir Dünya

Yeşil ağaçlar görüyorum, kırmızı güller de
Açtıklarını görüyorum, benim ve senin için
Ve içimden diyorum ki:
Ne harika bir dünya!

Mavi gökyüzü ve beyaz bulutlar görüyorum
Parlak, kutsanmış gündüzü; karanlık, kutsal geceyi
Ve kendi kendime düşünüyorum:
Ne harika bir dünya!

Gökkuşağının renkleri ne kadar güzel gökyüzünde
Yoldan geçen insanların yüzlerinde de aynı renkler var
Arkadaşlar tokalaşıyor, “Nasılsın?” diyorlar
Aslında dedikleri şey, “Seni seviyorum”

Bebeklerin ağladığını duyuyorum, büyüdüklerini izliyorum
Benden çok daha fazlasını öğrenecekler
Ve kendi kendime diyorum ki:
Ne harika bir dünya!

Evet, içimden diyorum ki:
Ne harika bir dünya!



19 Haziran 2025 Perşembe

Esmek...

 

" bazan hiç kıpırdamadan
ve başka hiçbir şey de konuşmadan,
açık kapıdan esen rüzgârla hafif hafif kıpırdanan tül perdeye bakıyorduk."


masumiyet müzesi/orhan pamuk/iletişim/113. sayfa cümlesi

kelly stuart tarafından bir flickr fotoğrafı

16 Haziran 2025 Pazartesi

Makaron Tadında Seramik Vazolarım:)

 

Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, 
beni dinleyin: ben buraya kendimi gömmeye değil,  övmeye geldim:)

Uzun zamandır seramik vazo yapıyorum. 
Sanıyorum otuz tane falan olmuştur. 
Sırlayıp renklendirmemiştim. 
Geçen hafta ilk üç tanesini yaptım ve fırından çıktılar. 
Bakar mısınız şunların güzelliklerine. 
Bayıldım:) 


Canım başka bir şey yapmak istemiyor. 
Hep aynı vazo. 
Fakat farklı farklı renklerde olsunlar istiyorum. 
Tıpkı rengarenk makaronlar gibi:) 
Du bakalım. 
Hayal et olur elbet😉



14 Haziran 2025 Cumartesi

mavra zamanı - dünyanın bütün teflon tavalarına.. ve kızlarına

"dünyanın bütün
teflon tavalarına..
ve kızlarına"

"bütün evhamlı evhanımlarına
ve kaleci zubi zaretta'ya"

"sesler, yüzler, sokaklar,
    tıfıl, müzdarip fiskeler"


"bu ayaklar beni yürümüyor..
bu eller beni tutmuyor..
bu yürek beni hissetmiyor..
bu beyin beni anlamıyor..
bu vücut beni yarı yolda bırakıyor..
kendi bedenimdeyim,
fakat kendim nerdeyim..
yâni kime nöbetteyim.. bırrr.."


"hayatın naçizane bir kardeşi olarak, 
hayata naçiz oyalanma, dayanma metinleri sunarak.. 
yazarken ne güzelsin.. 
okurken de güzellerdir değil mi.. 
güzeliz, güzeliz."



NOT -
cümleler- metin üstündağ- mavra zamanı adlı kitabından
fotoğraf kareleri- erin brockovich  adlı filmden
veee.... 26 kasım 2022'den alıntı:)

7 Haziran 2025 Cumartesi

Göz'lü Deyimlerle Deneme Yazısı - Hangi Tarkan?

 

Abim,  haftada beş gün spor salonuna gittiğini söyleyince çok sevindim. Yeminle, mahcubiyet hissetmesem sevinçten göz yaşı dökebilirdim.

 - Harika bir karar vermişsin abim. Bilirsin seni gözüm gibi severim. Hep çalış çalış, nereye kadar, di mi? Bak çalışmaktan gözlerinin feri gitti. Biliyorsun çok üzülüyordum senin için.  Gözünü seveyim, bu kez fikrini değiştirmeyesin, dedim.

Lakırtılarımı duyunca, gözleri dolu dolu oluverdi. Sadece gözlerimin içine değilyüreğimin o mütena semtine en abi tavrıyla bakıverdi. 

- Bir kere daha gözüme girdin kardeş. İyi ki varsın. Nasıl da sever gözetirsin abini, dedi.  Hiiçç merak etmeyesin. Bu kez kararım karar! Yeminle,  gözümden uyku aksa bile, mümkünatı yok vazgeçmiyorum, illa ki spor yapmaya gidiyorum, diye sözlerine devam etti. 

Abim... Ah! Abim...  
Gözüm daldı, geçmiş günlere gittim. Evet abim...  Zaman zaman...  Tıpkı şimdi olduğu gibi...  Hep aynı iştahla spora başlar... Tez sıkılır...  Muntazaman devam etmeyi  gözü yemez... Nafile çaba der...  Bırakıverir. 

Oysa kaç kez konuştuk.  Çoktan elli yaşını deviren bir adamın fabrika ayarlarına dönmesi için ilk kural neydi? Kendisi söylüyor... Spor yapmak tabii. 

Buraya kadar abi-kardeş  muhabbetimiz  pek bi iyiydi.  Lakin mühendistir kendisi. Gözünden bişeycik kaçmaz. Zihnimde horon tepen şüphe tohumlarını şıppadanak fark etti.  

- Yoo,  dert etme kardeşcim, gözüm açıldı. Bu kez Tarkan'ın vücudu gibi olana kadar sporu es geçemeyeceğim. Bak göreceksin, göz yumup açana kadar Tarkan gibi olmayı  becereceğim dedi.

Gözlerim tepsi kadar açıldı. 

- Tarkan mı? Hangi Tarkan, diye inledim. Abimi omuzlarını titreterek  "Oynama şıkıdım şıkıdım" şarkısını söylerken hayal ettim.  Aman Allahım! Yoksa abim erkeklerin girdiği.. Neydi adı... Hah Tamam... Antropoz döneminde miydi?

Endişemi anladı. Sol kaşını kaldırdı. Gözünü gözüme dikti. Vee... Gözümü kaçırmayayım diye, beni resmen göz hapsine aldı. 

- Şarkıcı Tarkan olmaya niyetim yok  matmazel.  Elbette Sezgin Burak'ın Tarkan'ı,  dedi. 

 

20 Eylül 2019 tarihli yazım

4 Haziran 2025 Çarşamba

Hayatın Muayyen Günleri

Kalem çekerdi gözlerine. Hiç görmediğim, bilmediğim bir renkte kalem. 
"Gidiyor musun?" diye sorardım usulca. Cevaplamazdı beni. 
Eğilir, kasetlere bakar ve aynı şarkıya uzanırdı: It's Now or Never." 
Gitmenin Şimdi'si ile Asla'sı arasında ben bir menekşe iskeleti gibi kalırdım. 
Anahtarını almadan çıkardı evden.


Cila sürerdi tırnaklarına. Hiç görmediğim, bir marka cila. 
"Ayrılıyor muyuz?" diye sorardım usulca. Cevaplamazdı beni. 
Eğilir, kasetlere bakar ve hep aynı şarkıya uzanırdı: Rape Me. 
Ayrılıkta Taciz'le O'nun arasında ben güneş yanığından sıyrılıp alınan ölü deri gibi kalırdım. "Yenmek mi basit, yenilmek mi?" diye düşünen bir asker gibi kalırdım. 
Hoşçakal demeden çıkardı evden.



Jölelerdi saçlarını. Hiç görmediğim, bilmediğim parlaklıkta bir jöle. 
"Başka biri mi var?" diye sorardım usulca.  Cevaplamazdı beni. 
Eğilir, kasatlere bakar ve hep aynı şarkıya uzanırdı: Industrial Disease.  
Başkalarının gözlerinde Tüketmek'le Tutku arasında beni Leyla'ya Mecnun, 
Mecnun'a Leyla olan joker bir aşık gibi kalırdım. 
"Boşalmak mı güzel, dolmak mı?" diye düşünen bir bardak su gibi kalırdım. 
Kapıyı çarpmadan çıkardı evden. 


-PARAGRAFLAR- 
Küçük İskender - Balık Burcu Hikayeleri  
Hayatın Muayyen Günleri(S.11)

-KARELER- 
Ölesiye 1992 (Damage)
Juliette Binoche - Jeremy Irons


13 Aralık 2019