31 Mart 2020 Salı

Korona Günleri - 8- "Doğal Seleksiyon"

Narayama Türküsü adlı film,  Japonya'nın yoksul bir dağ köyünde geçer. İklim serttir.  Tarım zordur. Kıtlık ve açlık vardır. Bu bölge insanı acımasız bir geleneği sürdürmektedir. 70 yaşına gelen aile büyükleri, Narayama Dağı'nın tepesine götürülüp  ölüme terkedilmektedir.

Orin Ana 69 yaşındadır. Dinçtir, üretkendir, şirin mi şirin bir kadındır. Dişleri bile dökülmemiştir.  Hani, yoksulluğun gözü kör olsun derler, ya.. O hesap. Evdeki torun  torba yediği lokmaları saymaktadır. Oğlu ise  hiç kıyamaz anacığına... Dağa  götürüp kurda kuşa yem etmek istemez. 

Lakin Orin Ana geleneklerine bağlı bir kadındır. İlla  dağa götürülüp bırakılmalıdır. Yoksa  öldüğünde cennete gidemez. Ruhu huzur yüzü göremez. Öyle inanmaktadır.  Israrla oğluna bunu  yapmasını söyler. Sonunda sırtındaki küfeye koyar Orin Ana'yı oğlu... Dağa  tırmanmaya başlarlar. Her yer insan iskeleti doludur. Leş kargaları ağızlarının suları aka aka hazırolda beklemektedir. Orin Ana'yı oğlu dağın tepesine bırakır. Arkasına bakmadan köyüne döner. Bu da geleneğin bir parçasıdır. Neyse ki kar yağmaya başlar. Orin Ana'nın oğlu sevinir.  Sevinir çünkü  leş kargaları  tarafından yenmektense, annesinin  donarak ölmesi en iyisidir.

Bu hikayenin dilden dile kulaktan kulağa günümüze kadar gelen, Japonya'nın yoksul bölgesinde 150 yıl kadar inanılarak uygulanan gerçek bir gelenek olduğu söylenmektedir.

"Hayat sanattan daha acı" denir. Çok doğru... Günümüzün "Doğal Seleksiyon" muhabbetleri,  Narayama  Türküsünü'nün hikayesine  benzemektedir.



29 Mart 2020 Pazar

Korona Günlüğüm-7- Çizgi Roman


Korona günlerinde, temizlik, tertip, düzen  niyetiyle odamdaki kitaplığı indirince, Yeşilçam'da üç yüz kadar filmde kötü adam rollerinde figüranlık yapan Masist Gül'ün, 1980'li yıllarda tamamını tükenmez kalemle  yazıp çizdiği  Kaldırım Destanı adlı çizgi romanına denk geldim. Bir vakitler bu el yapımı çizgi romanları  edineceğim diye  sanal sahaflarda aman ne gezinmiştim. Özenle  kalın bir zarfa koyup saklamışım.  Resmen hazine çünkü benim için.

Hikaye "Tuvalette bir aylık çocuk bulundu," diye başlar. Helada doğan, bebekliğinden itibaren işkence görerek büyüyen, adı Hela Faresi'yken, büyüdüğünde Kaldırımlar Kurdu'na dönüşen bir çocuğun hayatını anlatır. "Zengin zorbalardan haraç alıp, yoksullara para dağıtan, dünyanın en mert ve en sadist insanı... Tesbihi iki kilodur. Allah onun çektiklerini bir taş parçasına çektirmesin"  diye devam eder. 

Yeşilçam filmlerinde figüran olan Masist Gül, kendi yazıp çizdiği çizgi romanının baş kahramandır. Aynı hikayesindeki gibi gerçek hayatta da güçlü bedeninde narin, şair, filozof  bir ruh taşımaktadır. Yalnız yaşamaktadır. Hayaller kurar.  "Zekamız desen insanüstüydü. Allah'tan şair yaratılmıştık."der. Kurduğu hayallerle işte bu Kaldırım Destanı'nı yazar çizer.  2003 yılında 56 yaşında vefat eder.

Bu çizgi romanlar yıllarca  bir valizin içinde sahaflarda terk edilmiş vaziyette kalır. Banu Cennetoğlu adında bir kitapsever bu çizgi romanları keşfeder. Berlin  Bienali'nde sergilenir. Kendini "amatör, kahırkeş sanat uzmanı" olarak  tanımlayan,  Masis Gül'ün  tıpkı basım yoluyla çoğaltılan bu el yapımı kitapları, New York Museum Of Art gibi    dünyanın önemli kütüphanelerinde ve  bir çok  kurumsal  ve özel  kolleksiyonlarda yer alır.  Ruhuna rahmet. İkisi benim kitaplarımın arasındadır.


28 Mart 2020 Cumartesi

Korona Günlüğüm -6- SU


Ellerimi yıkamak için musluğu açtığımda su şırıl şırıl akıyor ya, inanın gözlerimle kucaklıyorum suyu. Her defasında ödüm kopuyor çünkü... Feci korkuyorum. "Ya su tükenirse! Ya akmazsa!" 

Suyu tüketmemek maksadıyla, idareli kullanmaya alıştırıyorum kendimi. Suyu açık bırakmıyorum. Daha kısa duş alıyorum. Çamaşırı makinesini, kirlileri biriktirerek  ekonomik çalıştırıyorum. Elde bulaşık yıkamıyorum. Diş fırçalarken kullanmadığım zamanda suyu kapatıyorum. Koronavirüs sebebiyle  ellerimi daha çok yıkıyorum ya, ellerimi sabunlarken hemen kapatıyorum suyu mesela... Hemen...  Şöylee iyice sabunlayıp, avuç içlerimi,  parmak aralarımı, tırnak uçlarımı temizlerken suyu akıtmıyorum. Çünkü aynı endişe dolanıyor yüreğimde gene... "Ya akmazsa! Su  ya tükenirse!" Eyvaah!

Musluğun vanasını usulca çeviriyorum. Akıyor. Heyy! Ellerimi iyice yıkıyorum. Su akıyor ya nasıl mutlu oluyorum anlatamam.  

Hani bazan mutluluk nedir, diye sorarlar ya... Mutluluk  suyun  hep  akacağını bilmektir.


27 Mart 2020 Cuma

Korona Günlüğüm - 6- Aklımın Derinlikleri


 "Koruyun beni benden başkalarının gözleri
Koruyun beni aklımın derinliklerinden
Koruyun beni hayallerimin, düşlerimin yettiği yerden
Geri çağırın beni başkalarının arasına. Kalabalıkta kaynayıp gideyim,
korunup saklanayım kendi kalabalıklığımın cehenneminden.
Sonsuza kadar yum gözlerini alnımın ortasındaki nazar
Yüreğim dile getirmesin senin gördüklerini!
Başkalarının gözleriyle yetineyim.
Ben dahi kendime yabancı gibi yaşayıp öleyim."


Edward Hopper - Room İn Brooklyn
Murathan Mungan  - Geyikler Lanetler oyunundan


26 Mart 2020 Perşembe

Korona Günlüğüm- 5- Dayanışma


Sigorta acentesiyim. Evlerimizde bilgisayarlarımızı kurduk,  nasibimizin peşinde koşturmaya oturduğumuz yerden devam ediyoruz. İnternet bizim için  büyük nimet. Zaten uzun zamandır kağıt sarf etmemek niyetiyle poliçeleri mail ya da whatsup mesaj olarak sigortalılarımıza gönderiyorduk. Kredi kartı ya da havaleyle prim borçlarını ödüyorlardı. Durmak yok. Aynen  devam ediyoruz.

Lakin  yakın çevremde pek çok esnaf dükkanını kapattı. Madem biz tezgahımızı kurabildik ve şimdilik  çalıştırabiliyoruz, o halde  ihtiyacı olanı görme  vakti, dedim. Dayanışmaya girişmeye niyetlendim.  Nereden başlayabilirim?

Bizim mahallede sürekli gittiğim  kuaför vardı.  Yıllardır giderim. Elemanlarını tanırım. Sahibesi ve iki elemanı  hem işinin ehli hem güler yüzlüdür.  Muhabbetimiz şahaneydi.  Hayattan konuşurduk. Aile sorunlarından konuşurduk. Babaların hep geçici iş bulduğu, annelerin genç yaşta çok çocuk doğurduğu, çok istedikleri halde okuyamayan, nasiplerini parmak uçlarından çıkaran gencecik, fidan gibi kızlar...  Biri gider... Biri gelir...

Bugün bizim mahallenin o minik kuaför salonu geldi aklıma. Dükkan kapanınca, nasıl, ne zamana kadar  çalışanlarına maaş verebilir ki? İki elemanın maaşı, sigortası, kirası, elektrik, su, doğal gaz ve diğer giderleri...  Mümkün değil. Biliyorum işi ancak döndürüyordu çünkü... Çalışan kızlardan birinin babası hasta, işsiz. Anne  evdeki üç çocuğuna bakıyor. Kuaförde çalışan büyük kız evin direği... Ona ulaşsam...  Burs tadında, yarım elma gönül alma yardımcı olsam mesela... Umut versem...  

Gün dayanışma günü desem... Geçecek bugünler desem...  Şair sözü söylesem... Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak, desem. Unutma aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak, diye devam etsem... Mesela... Du bi...

Korona Günlüğüm - 4 - SPOR


Eve kapanmadan önce hemen her gün yürürdüm.  Bazan  bizim  kızlara mesaj atardım.  Ofisten fırlarlardı. Sahilde hem yürür hem konuşurduk. İş toplantılarımızı bile yürüyerek yapmaya başlamıştık.  Ayrıca  yıllardır pilates yapıyoruz. Yani yapardık. Haftada iki gün spor salonuna  pilatese giderdik. 

Yooo... Şimdi hiç birini yapamıyoruz diye enseyi karartmadık. Madem evlerde çalışıyor, evlerden çıkmıyoruz, hemen bir çözüm bulduk. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Leslie ile evde yürüyüşle spor yapıyoruz. İnanın çok iyi geliyor. Vatsuptan  "Spor saatiiii" diye yazıyorum. Ve  aşağıdaki linki açıp, bilgisayardaki görüntüleri izleyerek  sporumuzu yapıyoruz. 

Leslie'ye şimdilik inanıyoruz. 

Çünkü sloganı şöyle:  Sağlıklı yürümeniz için evden daha iyi bir yer yoktur:)


25 Mart 2020 Çarşamba

Korona Günlüğüm - 3 - Ev


Coronavirüs sebebiyle, tüm gün evde çalışmaya başlayınca, evin temizliğinin pratikleşmesi, enerjimi  ekonomik sarf edebilmek niyetiyle, toz tutacağını düşündüğüm  halıların, eşyaların büyük bir kısmını kaldırdım. Üç  küçük halıyı süpürüp, yerleri silmek,  iki sehpanın  tozunu  almak çok kolay ve  hızlı oluyor. 

İki öğün yemek mutfak işini azaltıyor.  Mükellef  kahvaltı ve itinayla hazırlanmış  akşam yemeği. O kadar. Arada meyve, kahve. 

Haftalık  alışveriş yapınca, haftanın bir günü dışarı çıkmak yeterli oluyor.  Mesela bu hafta cuma günü ofisin işi nedeniyle bankaya gideceğim.  Evin ihtiyaçlarını  aynı gün gidermek niyetindeyim.

Evde okunmayı bekleyen onlarca kitabım var.  Veee  çalışma odamın durumu feci... İnceden çalışıp ortalığı hafifletmem  gerekiyor.  Sanıyorum masamın dağınık olmasından, kitaplarımın yanı başımda sere serpe durmasından hoşnutum. Yooo... Sözüm söz.   Hafta sonu  mutlaka düzelteceğim.

24 Mart 2020 Salı

Corona Günlüğüm -2- Babam


Babam  on beş yıldır evinde tek başına yaşıyor. Dindar bir adam. Hacı. Günde beş defa camiye giderdi. Çoğunlukla denk gelirdim. Sessizce seyrederdim. Babam için abdest almak, giyinmek, anahtarlarını kontrol etmek, camiye gitmek  şölen gibiydi. Özenirdim. Yolda denk geldiği tanıdıklarını kucaklamak, ayak üstü sohbet etmek, uzun yürüyebilmek için en uzak camiye gitmek babamın  günlük rutiniydi. Her sabah halama giderdi mesela. Babamdan dört yaş büyük ablası var. Kendisinin çocukluğunu hatırlayan, bazan azarlayan, bazan şefkatle yemeğe çağıran, "tıpkı annem gibi lezzetli pişiriyor" dediği  yemekleri iştahla yediği ablası...  Her sabah ablasına ekmek alıp götürürdü. Şimdi tüm bu alışkanlıkları "küt" diye kesildi. Yapamıyor. Evden çıkması  hem uygun değil hem yasak çünkü. 

Biz üç kardeş babamın ortamını güzelleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz.  Toplu alışveriş yapıp mutfağına bıraktık. Kendi düzeninde yerleştirsin istedik. Evinde yemek yapan genç bir akrabamız, pazartesi, çarşamba ve cuma günleri hazırladığımız menüye göre yemek yapıp götürüyor. Kapıdan bırakıyor. Babam kitap okumayı, notlar çıkarmayı çok sever. Seveceğini tahmin ettiğimiz kitapları sipariş edip gönderdik. Her birimiz günün belirli saatlerinde babayı arıyoruz.  Babam gene eski babam. Sesi gene enerjik ve mutlu geliyor. 

En son cuma namazı için camiye gittiğinde caminin kapısının kilitli olması, cemaatin olmaması tahmin ediyorum ki  babamı derinden etkilemiştir. Yüreğinden vurmuştur. Lakin hemen kabullendi. Evde namaz  kılarım ne olacak ki, dedi. Sonra hastalık tehlikesi geçene kadar, geçici bir süre  sokağa çıkmasının yasaklandığını anlattık. Sadece kendisinin değil hepimizin  sokağa çıkmasının sakıncalı olduğunu söyledik. "Öyle mi, hayret, nasıl dehşetli bir virüsmüş bu böyle, dedi. Ve  dışarıya çıkmaya hiç niyet etmedi. 

Biliyor musunuz, babamın böyle metanetli duruşunu görünce, önce uzun yaşamanın sırrı olaylara kolay adapte olmakta diye düşündüm. Başa geleni kabullenme,  elinden gelen neyse, icabını yerine getirebilme,  karaları bağlayacağına tünelin ucundaki ışığı görebilme....  Modern dünyada  ne diyoruz? Adaptasyon gücü... Esneklik... Çözüme odaklılık...  

Hay canına sayın seyirciler! Kadim bilgide bunun karşılığı ne?  Babamın gücünü anladım.  Tevekkül... Ne muazzam hakikat... Tevekkül etmek elbette.  

NOT- Fotoğraf, Amelie filminden

Korona Günlüğüm -1- Ofis


İki  haftadır evlerimizden çalışıyoruz. Ofis düzenini hiç bozmadan, her birimiz için  evlerimizde çalışma ortamı kurduk. "Yakalım gemileri, ofisteki düzeninizi olduğu gibi evlerinize taşıyalım, bundan sonra hep evlerden çalışalım:)" dedim. Lakin bizim ofisin çalışkan kızları "Evlerimiz, ofise yürüme mesafesinde, toplu taşımaya binmiyoruz, ofise gidip geliriz," dediler. Bunun doğru olmayacağına karar verdik. Ofise gelen olabilir. Ya da yolda birilerine temas etmek durumunda kalabilirdik. Ve de sokağa çıkmamaya azami gayret göstermeliydik. Lamı cimi yok, evlere geçtik. İnsan her şeye alışıyor biliyorsunuz. Bizler de evden çalışmaya alıştık diyebilirim. Günün belirlediğimiz saatlerinde görüntülü  toplantı yapıyoruz. Yoğunuz.  Bugünlerin bir an önce geçmesini, sağlıkla eski yaşantımıza kavuşmayı sabırla  bekliyoruz.


NOT- Fotoğraf, The Devil Wears Prada filminden


23 Mart 2020 Pazartesi

Otomat


"Otomat (1927), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. Vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşıldığı üzere dışarıda hava soğuktur. Görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. Dekor tamamen işlevseldir: üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. Kadının yüzünde içe dönük, biraz da korkmuş bir ifade vardır, kamusal yerlerde oturmaya alışkın değildir sanki. Belli ki o masaya oturmadan önce yaşamında bir şeyler ters gitmiştir. Kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. Kahve fincanını dudaklarına götürürken elinin titremesini engellemeye çalışır. Saat gecenin on biridir, aylardan Şubat'tır, yer Kuzey Amerika'da bir şehirdir. 

Otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. İyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. Eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. Salonda başka yanlız insanlar da vardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibidüşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. Toplumdan kopuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır. Hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. Resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. Bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. Hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir." 

Alain De Botton'un, Görmek ve Fark Etmek adlı kitabından

20 Mart 2020 Cuma

İnziva Günleri Ve Sanatçılar

Bütün kabile kızar bana
Derler bu adam çalışmaz mı
Bu adam hep düşünür mü
Bir kuş ölmüş diye üzülür mü

(MFÖ)



Sait Faik'in 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar adlı kitabında, Sivriada Geceleri adlı bir öykü vardır. Bu öyküde yazar, balıkçı Kalafat ve yamağı Sotori ile birlikte, bir nisan akşamı balığa çıkar. Deniz dümdüzdür. Ebemkuşağı zaman zaman görünüp kaybolmaktadır. Yazarın deyimiyle sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibidirler. Adaya gelirler. Güneş batmaktadır. Martılar haykırmaktadır. Karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını deli gibi çırpmaktadır. Öyküde şahane betimlemeler vardır. Sonunda balıkçılar ve yazar artık ateş yakıp, dinlenecekler. 

Herkes çalı çırp toplamak için koşuştururken, yazar oturduğu yerden arka üstü yatmış, kırmızı bacakları ile havayı dövmekte olan bir martıyı izlemektedir. Martının yanına gider.  Hayvanın gözleri açıktır.  O sırada Sotori elindekilerle yanına gelir. Martının ölmekte olduğunu söyler.  Az sonra gerçekten ölür martı.  Balıkçılar için çok doğal bir durumdur martının ölmesi. "Ne olacak, insanlar da ölmüyorlar mı?"der. 

Yazar ise martının ölmesinden çok etkilenir.  Ağlamaklı gibidir. Diğerleri ateş üzerinde yemek pişirme gayetindeyken, yazar halen martının başında beklemektedir.  Hayale dalar.  Sanki dünyanın yaradılışındadır şimdi. İnsanların ilk zamanlarını yaşamaktadırlar. Onlar avlıyor ve ateş yakıyorlar. Yazar ise bir martıya belki türkü yazmış, ateşin karşısında onlara okumak üzeredir. Amaa... Bütün kabile kızmıştır ona. Çalışmıyor ya!.. Hep kayalara oturup düşünecek mi? Martı ölmüş diye üzülecek mi? İşte öykü böyle başlar.
Evet, gündüz çalışmadığı için yazara söylenenler, gece olup da çalı çırpı yanınca, rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar deli gibi bağırışırlarken, "Eee!" der Kalafat, anlat bakalım şu martının ölümünü..." Yazar şiirsel bir dille anlatmaya başlar hayalinden bir hikaye.. "..... Güneş yeni batmıştı. Doğudan mavi bir karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı." Martının öyküsü de, öyle dokunaklıdır ki anlatamam. Doğa ile insan ilişkisini en güzel anlatan öykülerden biridir.

İnsanlar yazarın öykülerini çok severler. Anlarlar ki çalışmasa da, avlanmasa da, hayal gören, bir martının ardından hüzünlenen, öyküler yazan, şarkılar, türküler söyleyen bu insana ihtiyaçları vardır. Bütün gün kendileri çalışırlar. Sabah balığa giderken yazarı uyandırmazlar. Bilirler ki akşam yorgun argın  ateşin başına geçtiklerinde, onlara üzülme veya sevinme duyguları veren türküler, öyküler dinleyeceklerdir. Sadece bunu bilmek, beklemek bile şahanedir.

Eve kapandığımız bu inziva günlerimizde, hastalara şifa veren doktorlar gibi, ruhumuzu şifalandıran tüm sanatçılara  selam olsun.


Fotoğraf - Oya Usta

15 Mart 2020 Pazar

Kolonya İkram Etmenin Aslında Küçük Bir Tören Olduğunu Hiç Düşünmüş Müydünüz?


Kolonya ikram etmenin küçük bir tören olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Masumiyet Müzesi’ni okuduğumda, roman daha önce farkında olmadığımı sandığım, adeta bir nevi küçük kolonya törenlerini, tek tek gözümün önünde canlandırınca, anlatılanlar hiç yabancı gelmemişti. Kolonya ikram edilen kişilerdeki davranışları hiç gözlemlemiş miydiniz?

- Dikkat edilirse görülecek ki, ikram edilen kolonyayı insanlar ellerine, alınlarına, yanaklarına kutsal bir sıvı gibi istekle, hatta umutla sürüyorlar.

- Kimileri ellerine dökülen kolonyayı bileklerine sürüyor. Koklarken nefes darlığını yenen biri gibi nefeslerini derin derin içine çekiyor ve sonra arada bir uzun uzun parmaklarının ucunu kokluyorlar.

- Kimileri kolonyayı çok az alıyor. Zarif hareketlerle sanki avuçlarının içinde hayali bir sabun varmış da ellerini içinde yuvarlaya yuvarlaya sabunu köpürttürüyormuş gibi yapıyorlar.

- Kimileri ise bolca kolonya alıyor. İki avucunu susuzluktan ölen biri gibi açıyorlar da kolonyayı kana kana su içen biri gibi neredeyse hırsla yüzlerine sürüyorlar.

- Kimisi ise, romandaki kahraman Kemal gibi, kendi sırası geldiğinde, avuçlarını sabırsızlıkla açıyor. Sevgilisinin kolonya dökmesini beklerken, bir an göz göze geliyorlar. O zaman ilk bakışta birbirlerine aşık olan bir çift gibi derin derin birbirlerine bakıyorlar. Eline dökülen kolanyayı koklarken avuçlarına hiç bakmıyor ve gözlerini sevgilisinin gözlerinden hiç uzaklaştırmıyor.

Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi adlı romanında kolonya ikram etmenin, otobüs yolculuklarında muavinin tek tek bütün yolculara ikram etmesi gibi, evde de televizyon etrafında toplanan insanların bir cemaat oluşturduğunu, aynı kaderi paylaştıklarını, her akşam aynı evde aynı televizyonu seyretmelerine rağmen, hayatın aslında bir serüven olduğunu ve hep birlikte bir şey yapmanın güzelliğini hissettirdiğini söyler.

İsterseniz denk geldiğinde kolonya avuçlarına dökülünce, insanların neler yaptığını bundan sonra daha dikkatle izleyiverin... Bakalım küçük kolonya törenleri ve ikram sonrası insan halleri, sizde de hayatın aslında bir serüven olduğunu ve hep birlikte bir şey yapmanın güzelliğini hissettirecek mi? Peki, farkında mısınız? Avuçlarınıza kolonya dökülünce, siz nasıl davranıyorsunuz? Acaba hangi müşterek insan davranışlarından birini yapıyorsunuz?  Ne dersiniz:)


( 2010 )


14 Mart 2020 Cumartesi

GARANTİ KARANTİNA


"Sana bir matrak didişten fısgeçeyim mi?

Yampiri vampirleri nasıl nalladık
bicili Drakula fideliğini neyle mi biçtik,
klonlanmış King Kong'ların yoklayarak ödünü
interaktif öpücük ehlini ne biçim haşat ettik,
bir pençe darbesiyle şalteri indirerek
adrenalin kazanını kaç yıl kaynattık...
buracıkta şarkılasam yeri mi?"

Murat Menteş/ Garanti Karantina / asparagas flashback / s. 60




12 Mart 2020 Perşembe

Yaptım, Yapıyorum, Yapacağım:)

   Doğanın uyanışını seyrettim. Seyrediyorum. Seyredeceğim.



 2hafta 1 gün adlı  Podcast'i ilgiyle takip ediyorum.
https://medyascope.tv/podcast/2hafta-1gun/ 



  Şahane filmler  ve tiyatro oyunu seyrettim.


    Şahane diziler seyrettim, seyrediyorum.




Hem  film seyrettim hem muhabbet dinledim.



   Kitap okudum. Okuyorum. Okuyacağım, Ukulele çaldım. Çalıyorum. Çalacağım:)


 

 Orhan Pamuk'un Kar'ını okuyunca, dayanamadım, Kars'a gittim, geldim:)


  Bulgar göçmeni arkadaşımdan öğrenmiştim.
Her Mart ayında marteniçka yaparım.  Gene yaptım.
Dilek tutup bileğime taktım.
Şimdi leylekleri gözlüyorum. İlk leyleği gördüğümde bileğimden çıkaracağım.
Çiçek açan bir ağacın dalına asacağım:)



8 Mart 2020 Pazar

Vücut Uzuvlarında "Korona" Değil "K" Salgını:)



Refik Halit Karay'ın Türkçenin Tadı ve Ahengi adlı kitabının sayfalarında dolanıyorum.  150. sayfada yazarın bir tespitine denk geldim. Türkçemizdeki "k" salgınından söz ediyor. Misal olarak vücudumuzun uzuvlarını bildiren isimleri tek tek sayıyor. 

"Kafa, kol, karın, kas, koyun, koltuk, kaburga gibi bir çok kelime "k" ile başlar. 

Bu harfle başlayıp bitenleri de vardır: Kulak, kasık.

Sonlarında ve aralarında "k" bulunan ise pek çoktur:
Dirsek, yanak, bacak, şakak, tırnak, parmak, oyluk, topuk, gırtlak, barsak gibi... 

Ya üç "k"lı kıkırdak!"

Meğer uzuvların isimlerinde ne çok "k" varmış.  Daha önce fark etmemişim. 
Şaştım kaldım:)



6 Mart 2020 Cuma

Ve Ka. Ve Kar Ve Kars Ve Roberto


Orhan Pamuk'un Kar adlı romanını yıllardan sonra yeniden okumaya başladım. 
Romanın kahramanının adı - Ka.  
Romanın  adı - Kar
Romanın mekanı - Kars  
Ka... Kar... Kars... 

Ka, kulaklarında Pepino di Capri'nin  Roberta'sı, kar altında, Kars'ın yoksul, ıssız sokaklarında yürüyor. Yıllar sonra... İnternet sayesinde... Roberta'yı dinleyerek okuyorum Kar'ı. Roman resmen bu müziğin ritmiyle akıyor.  O kadar güzel ki...


Ka, Faikbey Caddesi'ndeki Yeni Hayat Pastahanesi'nde  İpek'le buluştu şimdi.  Kitabın kurgu olduğunu unutan saf okur olarak az sonra, bu pastahanenin fotoğrafını görebilmek amacıyla gugıllamaya karar verdim. Hey! Du bi, dedim... Yeni Hayat, Orhan Pamuk'un diğer  romanının ismi değil mi?  Hay canına!  Resmen okurlarıyla oynuyor. Bayıldım...  
Hafiye ruhumu uyandırdım.  Müsaadenizle oyunların izini sürerek Kar'ı okumaya devam etmeliyim.



1 Mart 2020 Pazar

Ve Yaz Ve Ahmet Haşim Ve İncir Kokusu Ve Kardeş


"Yaz, bir sevgili gibi, yüzüme saçlarını yaklaştırmış, ruhuma sarılmıştı." 

Bu cümleyi mesaj yazıp, kardeşime gönderdim.  Bir hayli zaman sonra  onay işareti mavileşti. "Vuuu ablam, sen mi yazdın?" diye cevap verdi.  Ben mi, dedim kendi kendime... Kardeşimin mesajı hoşuma gitti. 

Durur muyum? Hemen rolümün gereğini yerine getirdim.  
"Bak şimdi... Kırdaydım. İki bahçe arasında, harap bir yoldan geçiyordum. Birden burnum incir yapraklarının kokusunu almıştı. Bir mucize ile birden iki gözü açılmış bir kör gibi bütün duyularımın bir kamaşma içinde kaldığını hissetmiştim. İşte o esnada yaz, bir sevgili gibi, yüzüme saçlarını yaklaştırmış, ruhuma sarılmıştı. Biliyor musun, seneler sonra yazın çehresini o gün tekrar görebilmiştim." diye yazdım. İşaret parmağım havada bir süre bekledim.  Tereddüt etmedim. Tıkladım. Mesajımı gönderdim.

Öğretmen kardeş bir gülücük attı. Devamında şöyle yazdı:
"Unutma ablam, ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...:)"

Ahmet Haşim'in Bize Göre adlı deneme kitabını okuyordum. Şairin denemeleri resmen şiir lezzetindeydi. Bu cümlesine bayılmıştım. Kardeşimin hoşuna gideceğine emindim. Kitabı okumayı kesip, kardeşime cümleyi gönderdim. Şaka da olsa, sen mi yazdın,  cevabı hayal çarklarımı tıkır tıkır çalıştırmaya yetti.  Kitabı elime aldım. Sanki ben  yaşamışım gibi yazarın cümlelerini mesaja geçiriverdim. Kül yutar mı? Anlamıştı cümlelerin gerçek sahibinin Ahmet Haşim olduğunu öyle mi? Ben de durur muyum...  Yazmaya devam ettim:

"Yazın mahrem rahiyası, incir yapraklarının sert, yeşil kokusudur." diye Ahmet Haşim'in Yaz Kokusu başlıklı deneme yazısının son cümlesini yazıp kardeşime gönderdim.

" Canım ablam" dedi ve gülmekten gözlerinden yaşlar akan bir imoji gönderdi.
"Sular sarardı...  Yüzün perde perde solmakta...  Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...
Şekerim, bu muhabbeti bir an önce  keselim,  yemekler ocakta yanmaktaaa:))

Sonra mı? Ne olacak? Sonrası iyilik güzellik...