31 Aralık 2009 Perşembe

Bir Yılın Son Günleri

BİR YILIN SON GÜNLERİ

Bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru,bu kadar yalın
Bu kadar el değmemiş
Sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
Bu şiire nasıl dahil edilebilir bir yılın son günleri
Her sonda,her başlangıçta ve her defasında
Alır gibi başkasını karşımıza
Perdeler çekip,ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
Sorgulamak kendimizi
Öğrenmek ikimizin anadilini,ikinci belleğimizi
Öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
Bu aynanın dehlizlerinde gezinirken görürüz
Karanlık günlerimizin kenar süslerini
Biterken yılın son günleri
Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
Gençlik ikindilerini
Kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri.

Bir yıl daha bitiyor
Düşlerim ,tasalarım,yarım kalmış onca şey
Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden
Bana mı öyle geliyor
Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
İnsan yaşlanırken?

Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Çoğalttım mı eksiklerimi?
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı?
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
Ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Hançer kıvamındaki o karamizah tadını
Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım
Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama
Yeni bir yıla
Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda
Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta

Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Bırakılmış mektuplar
Ve yurdumun her karış toprağında tefrika edilen karanlık
Ey hayatıma girenler ve çıkanlar
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime
açılan pencereleri,
Durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına,
Zamanı düşünüyorum;koyuluyorum
Anlamını yitiriyor "şimdiki zaman"ın boşyüceliği,tarihin unutkan
sayfalarındaki mürekkep lekeleri
İşimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
"içtenliğin" yada "dünya görüşünün" kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum.

Sabahları açık penceremin soluduğu kent
Nabzında yüzyılın dağınık sancısı
Dumanı üzerinde tüten yıkıntılar
Hangi anlamı kuşanabilir şimdi yeni bir yıl
Umutsuzluk sözlüğünden karşılıklar aranırken hayata
Hangi söküğünü dikebilir bu yaralı kuşak
Hangi yüreğe öğretilebilir unutmak!
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hala bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde

MURATHAN MUNGAN

26 Aralık 2009 Cumartesi

Eee! Olcek İş Vaaa, Olmicek İş Vaaa Akıdeş...

Ben var ya... İnanmayacaksınız ama... Bir türkünün nakaratını çalabiliyorum artık bağlamamla... "Maçka yolları taşlı, Geliyor kalem kaşlı, Ne oldu sana yarim, Böyle gözlerin yaşlı" Evet.. İşte bu türküyü çalabilmem mümkün mü, ikinci kez gittiğim bağlama kursunda? Şaşırdım vallahi! Hoca notaları yazdı tahtaya. Kursa bağlamamızla gelmemizi istemişti bu hafta. Beş notanın yerlerini gösterdi. Parmaklarla vurmuyorsunuz da bağlamanın tellerine, gitar ya da mandolin çalarken kullanılır ya pena.. Plastik olur hani...Onun daha ince ve uzunu... Mızrap deniyor ya da tezene deniyor bağlamada kullanılanına. Tezeneyle bir vurdum bağlamanın tellerine... Re re- re re - re re - do si - do si - la la la / Önce yavaş yavaş çaldık tabi.. Defalarca tekrarladık. Sonra ... do si - do si - la sol - re re/ do si - do si - la la la... notalarını çalmaya başladık. Defalarca çalıp da ritm hızlanınca... O kadar tanıdık geldi ki melodi kulağıma! Kendimi tutamayıp, "Heyyy! Bu Maçka yolları taşlı türküsü değil mi?" diye bağırmışım. "Eveeet!" dedi hoca... Güldü. " Bildiniz... Haftaya bize kek getireceksiniz!" İlk derste demiştim ki: "Hocam, bana nota falan öğretmeyin. Bir şarkı öğretin yeter. Bu yaştan sonra nota işine hiiççç girmeyeyim." Hoca da "İlk parçayı öğrendiğinizde kek getireceksiniz bize, tamam mı?" demişti. Kendimden umutsuzum ya, " jet getireceksiniz" deseydi bile kabul ederdim. Şimdi daha ikinci derste Maçka yollarını çalmaya başlatınca, kuş olup kanatlanacaktım valla!.. " Tamam!" dedim. "Söz! Hem haftaya bu parçayı solo çalacağım, hem de benim kardeşe rica edeceğim. Size kardeşin yapacağı Issız Adam kekinden getireceğim!" Baktılar şaşkın şaşkın tabi suratıma... Issız Adam kekini duyduklarında... Ne diyeceğimi bilemedim. Dedim ki " Benim kardeş çok güzel yapar da, Issız Adam kekini! "Mahçup oldum biraz tabi.. Sonra döndüm benim Gönül'e... Daha önce söylemiş miydim? Benim bağlamamın adı Gönül'dür.

Tam o anda, aklıma değerli Türk Halk Müziği Sanatçısı Özay Gönlüm gelmesin mi? Sanıyorum 2000 de rahmetli olmuştu. Ege Bölgesi'nden türküler söylerdi. Denizli yöresinden özellikle... Hem o bölgenin şivesiyle konuşur, tiyatral yeteneğiyle küçük öyküler anlatır, hem de türküler söylerdi. Şimdi Özay Gönlüm deyince "Çil Horoz" ve "Çöz de al Mıstıvali çöz de al " türklerinin ezgileri kulağımda tınladı vallahi. Aaa! Bir de "Tepsi de tepsi fındıklar, Ayşe de Veli Aga'yı gıdıklar"türküsünü söyleyişini hatırladım...Ne keyifti onu seyretmek ve dinlemek!.. Üçlü bir sazı vardı. "Yaren" di sazının adı. Radyo ve televizyonda yayınlanan 'Nineden Mektuplar' tiplemesiyle çok meşhur olmuştu o zamanlar. Bakın sözgelimi şöyle anlatırdı nineden gelen bir mektubu: " Ey benim umudumun kandili, gözyaşımın mendili, dağdan bağdan aşırmadığım, dilden gönülden düşürmediğim, türküylen yörüttüğüm duaylan böyüttüğüm, kardan kıştan kayırdığım, bazlamaylan doyurduğum, tarlada toprağım, ağaçta yaprağım, bi tenem yavrımmmm benim! Nassın bakem eyi misin?Ben ninenden sorarsan şükürler ırabbıma iyiyim, senden başka heç bi tasam yok. Yavrım köyün içinde negada havadisler varsa hepiciğini yazın deyyon. Mıgırdıcın Şaban oğlan, Yalınayak Fadimenin Iramazan, Fıtık Osmanın Murat, askerliğimiz yetti günümüz bitti deye geldiler gari köye.. maşşalah bi olmuşlar gahpanalılar* maydanoz gibi gittiler durp gibi geldiler. " Ne güzel değil mi? Nur içinde yatsın!

Eğildim benim Gönül'ün kulağına... Özay Gönlüm'ün şivesine benzeterek dedim ki usulca: ""Eeee! Olcek iş vaaa... Olmicek iş vaaa akıdeş... Benim bağlama çalma işim olceeek galbaaa!"

24 Aralık 2009 Perşembe

Gene İnce Ayarlı Yemek Mevzuları...

Refik Halit Karay’ın yemekler üzerine bir yazısını okumuştum. Önce Fransız yemeklerindeki münasebetsiz yemek adlarını sıralıyordu. Mesela “rop döşarmbr giymiş patates”i örnek veriyordu. Galiba bir de “kanepe üzerinde öküz kuyruğu” diye bir yemek ismi söylüyordu. Daha pek çok örnek veriyordu vermesine ama benim şimdi yazabildiklerim maalesef sadece bunlar.

Sonra bizimkilere geçiyordu. Mesela “dünyada “imam bayıldı” dan daha tuhaf bir yemek adı bulunabilir mi?” diye soruyordu. “Karnıyarık” ameliyat masasını veya Abanoz Sokağı’nda işlenmiş bir cinayeti hatırlatarak tiksindirmiyor muydu? Yazar, “dolma” yı da beğenmiyor, lüzumundan fazla tıkız ve kaba buluyordu. Birtakım tatlı ve tuzlu yemek isimlerinin çirkin yaratılmış uzuvlara benzetmeyi berbat buluyordu. Mesela iri, fırlak gözler “lokma”, ninenin beyaz fakat bumburuşuk teni “sütlü muhallebi” dendiği gibi, “ilik gibi kız”, “pelte gibi oldum” denmiyor muydu?


Söylerken hazetmediği birkaç isim daha vardı: Tarator, plaki, silkme, turşu… Turşu sözünden hoşlanmamasının sebebi, terlemiş, yorgun birinin “turşuya döndüm” demesinden ileri geliyordu. Mesla “keşkül” adı ise büyük yazara, sadece tatlıyı değil haklı olarak dilenci yada dervişin elinde tuttuğu kaseyi hatırlatıyordu. Tamam… Benim abone olduğum bir tasavvuf dergisi var. Keşkül’dür adı. Üç ayda bir çıkar. İçinde tasavvufla ilgili şahane yazılar yazar.


Fransızlar’da isim karışıklığı ya da acayipliğinden daha kötüsü yokmuş. O lisanda yemek ve yiyecek adlarından bir kısmı ağır tahkir kelimeleri ve şiddetli küfür sayılırmış. Birine “midye, istiridye, kavun, sucuk” diyemezmişiz. Bizde de “balkabağı” nın başındaki “bal” a rağmen haksızcasına hakaret anlamına gelmiyor muydu? Sahiden… "Şu ahmağın söylediği lafa bak!" yerine, bizde de “Laf söyledi balkabağı!” denmiyor muydu?

Yazar, açgözlü ve obur adamdan tiksiniyor, benim de sinir olduğum gibi, iştahsız yahut yemek zevkinden mahrum olanından hiç hazzetmiyordu. Böyleleriyle aynı sofraya rastlayınca keyfinin kaçtığından söz ediyordu. Obura gözü ilişince az yemeğe, iştahsıza bakınca da çok atıştırmaya başladığından bahsediyordu. Asıl kötüsü, özene bezene, mükemmel surette yapılmış bir yemek konusunda ev sahibine bir şey söylemeyenlerdi tabi... İnsan " pilav da cidden nefis olmuş!" gibi bir şey nasıl söylemez? Hafif bir tenkit bile susmaktan daha iyi değil midir? "Azıcık yağlı olmuş ama pek lezzetli!" kabilinden bir söz söylense mesela... Böylece evsahibi "inşaallah, bir dahaki sefere" der. Misafir o suretle ikinci bir daveti temin eder.

- İyi yemek her bakımdan, bütün hisleri memnun bırakıcı bir şenlik olmalıdır. Yiyene neşe, huzur, saadet vermelidir. Şimdi o inceliklerden anlayan kim? Haklı vallahi.. Kim? Kim?

23 Aralık 2009 Çarşamba

Ben Adres Özürlü Biriyim! Acaba O Nedenle mi Topal Ali'yi İyi Bilirim?

Ben var ya, işte buraya yazıyorum. Şifa bulmaz adres özürlü biriyim.

Yooo, itiraz etmeyin. Zerafet gösterip, "Yok canım, estağfurullah, daha neler?"demeyin. Biliyorum kendimi. Evet, öyleyim! Tamam. Bugün yeni bir müşterinin işyerine gidecektim. Tamam olabilir. Belki yeni bir yeri bulmakta güçlük çekebilirim. Lakin bırakın yeni bir adresi bulmayı tekrar tekrar gittiğim yollarda bile kaybolabilirim. Okadar adres özürlü biriyim ki, anlatamam yani! Bu gün elimdeki kolaycacık adrese gidebilmek için, ne mücadeleler verdim!


Şöyle biraz daha açıklık getireyim. Benimle İstanbul'a diye yola çıkan biri, kendini Edirne'de bulabilir yani öyle diyeyim! Aslında tabelaları takip ederim. Ama hani bazen tabela olur.. olur... olur yollarda da... Esas yol ayrımlarında gerekmez mi tabela Allahaşkına? Gerekir tabi. Tam üç yol ağzına geldiğimde falan, nedense birden tabela yok olur ya.. Ne yapılır bu durumda? Yüreğin sesi dinlenir ya da yüreğin götürdüğü yere gidilir, öyle değil mi? Tamam. Ben de durur bakarım yollara... Dinlerim yüreğimin sesini şöylee. Sonra yüreğimin götürdüğü yere giderim. Yüreğimin götürdüğü yere giderim gitmesine de, yüreğim beni ya çıkmaz bir sokağa sokar. Duvara toslayabilirim. Ya da doğru yolu bulabilmek için geri geri gitmem gerekebilir. İnanılmaz şey valla! Dinlersem yüreğimi, beni genelde yanlış yola götürür..

İşte böyle durumlarda aklıma hep Topal Ali gelir. Topal Ali de mi kim? Aşkolsun? Peki İnce Memed desem, gene de bilinmez mi acaba? Çukurova desem...Toroslar desem..Değirmenoluk köyü desem... Hani küçük yaşta yetim kalmıştır da İnce Memed, annesiyle birlikte köyde yaşamaktadır. Zalim Abdi Ağa köylerinin sahibidir hani... Ağanın kanunları geçerlidir. Köyden dışarı çıkmak kesinlikle yasaktır. İnce Memed Abdi Ağa'nın tarlasını sürer. Köle gibi çalışırlar. Buna rağmen hem kendisi, hem annesi eziyet görür ve sürekli dayak yer Abdi Ağa'dan. Hani Memed kaçar köyden de, sonra da maalesef yakalanır.

Bir kaç yıl sonra sevdiği kız Hatçe'nin, Abdi Ağa'nın yeğeni ile evlendirileceğini duyunca, bu kez Hatçe'yle kaçarlar.. Abdi Ağa köpürür tabi.. Nasıl bulacaklar İnce Memed ile Hatçe'nin izini? İşte burada karşımıza Topal Ali çıkar. Topal Ali izciliği ile ün yapmıştır ve lakabından anlaşılacağı üzere bir ayağı topaldır. Benim gibi elindeki adresi bulmakta zorlanmak ne demek, taşların, kayaların üzerinde hiç iz görünür mü? Görünmez. Topal Ali, kayalardan iz süre süre geyiğin otladığı yere kadar götürür. Öyle becerikli biridir.

İz sürmeye acayip zaafı vardır. Kendisine iyi adam desinler, Topal gibi adam yok desinler aldırmaz. "Topal gibi izci bulunmaz" dediler mi, önüne artık kimse geçemez. Aslında gerçekten iyi bir adamdır Topal Ali... Kaçak sevdalılara yüreği parçalanır ya, iz sürmemek elinden gelmez. Öleceğini bilse iz sürer, bu durumunun bir türlü önüne geçemez. Abdi Ağa'nın emri ile İnce Memed ile Hatçe'nin izini sürecektir sürmesine ama önce epeyce bir mücadele edecektir kendisiyle. Esas izi görmek, bulmak istemeyecektir. Sonra Hatçe'lerin evininin önünde İnce Memed'in çarığının izini farkeder.İçindeki iz sürme zaafı dürter onu. Kayalara doğru götürür insanları. Kayaların arasında azıcık bir toprak parçası görür. Toprakta üç tane sarı çiçek açmıştır. Sarı çiçekler parlamaktadırlar. Sarı çiçeğin bir tanesi yan yatmıştır. Ali onu arkadaşlarına gösterir ve kaçakların kesinlikle buradan geçtiklerini söyler. Artık ormana doğru izler apaşikardır. Sonrasını anlatmayayım. Topal Ali iz süre süre aşıkların yanına ulaşır. Sonra ne mi olur? Merak eden kitabı alır ve okur.

Türk Edebiyatının en önemli romanlarından biri, Yaşar Kemal'in İnce Memed'i mutlaka okunmalıdır. Benim diyeceğim odur ki, Topal Ali gözle zor anlaşılacak izleri süre süre, her aradığını bulabiliyor da, ben elimdeki ayan beyan adres bilgilerimle neden aradığım yeri bulamıyorum ya da bulmakta zorlanıyorum? Topal Ali için kurnazlığı ve zekası ile öne çıkar derler. Anladım. Demek ki ben kurnaz ve zeki biri değilim. Hımm! Adres özürlü biriyim. Ayrıca saftoriğin tekiyim. Çıkmaz sokaklarda dolandıkça hiç sinirlenmem de "Aaa! İyi ki kaybolmuşum... Ben bu yerleri başka nasıl görebilirdim?" bile derim:)

Segin Burak Yaşar Kemal'in şahaseri İnce Mehmed'i resimlemiş. Kitabı resimlemeden önce Toroslar'da ve Çukurova'da adım adım dolaşmış.

İnce Memed 1967 yılında, Sezgin Burak'ın çizimleriyle Cunhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmaya başlamış. Son zamanlarda pek moda olan, ünlü klasik romanların çizgiroman formuna sokulmasını, Sezgin Burak bundan 40 yıl önce zaten yapmış. Fakir Baykurt'un eseri Yılanların Öcü, gene Yaşar Kemal'in Ağrı Dağı Efsanesi, Yusuf Karataylı'nın Alageğik adlı eserleri Sezgin Burak tarafından çizgi roman haline getirilip, gazetede yayınlanmış.

22 Aralık 2009 Salı

"Kızmak" la İlgili Deneme Yazısı

O kadar kızgınım ki anlatamam! Resmen çıldırdım ya!.. Uzun hikaye... Ne olduğunu, maalesef şimdi açıklayamam! Sadece şunu söyleyebilirim. Bir şey rica etmiştim. "N'olur, şunu şöyle yapmasan," demiştim. Bırakın isteğimi yerine getirmeyi, bilakis tersnini yapmış iyi mi? Böyle durumlarda bazen insan pataklamak istemez mi o kişiyi? Ya da hırpalamak, ufalamak, ağzını burnunu dağıtmak sözgelimi... Ya da ne bileyim, Allah yarattı demeden, eşek sudan gelene kadar ayağının altında çiğnemek hani... Böyle durumlarda, suratını çarşamba pazarına çevirmek istermiş insan vallahi... Ben şimdi kızgınım ya.. Pastırmasını, pestilini , posasını ya da sucuğunu çıkarsam... Hoşaf etsem, kızılcık şerbeti içirsem veya pilakisini yapsam içim rahatlar mı ki? Yooo... Bence kuyruğunu tava sapına çevirmeliyim. Bu yetmez pöstekesini sermeliyim. Paçavrasını çıkarmalıyım paçavrasını. Kesin bozmalıyım o kendini beğenmiş façasını. O kadar yerden yere çalmak istiyorum ki aslında. Mostrasını bozmak, mariz atmak en iyisi galiba... Of ya.. Yok.. Yapamayacağım.. Kıyamam ki ben ona.. En iyisi sırtını kaşımalıyım, sırtını... En iyisi okşayı okşayıvermeliyim... Şööyle bir silkelemeliyim de tozunu almalıyım tozunuuuu... Kıyamam tabi.. Önce paçasını düzeltmeliyim... Sonra yuvasını yapmalıyım... Ahh! Sonunda unutmamalıyım.. Neyi mi? Neyi olacak? Şarkı söylerken ahenkli çıksın diye sesi.. Hatta cümle alem daha rahat duysun diye belki... Akordunu düzeltmeliyim... Akordunu tabi! Ama beni en rahatlatacak şeyi, şimdi buldum vallahi... Beş kardeş... Yanağında hissettirirsem beş kardeşin şefkatini, inanıyorum ki artık dinleyecektir beni.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Annem ve Aşure

Bu akşam eve geldiğimde mutfakta, üzerinde diş diş narları, kuş üzümleri ve ceviz taneleriyle aşure kabını görünce, dizlerim titredi ve mutfaktaki sandalyeye çöktüm. Aşure demek annem demekti benim için… Hayatımda bir kere bile aşure ve reçel pişirmedim. Aşure ve reçel yapmak anneme ait hünerler ve ritüellerdi. Yapamaz mıydım? Annemin yaptığı kadar lezzetli pişirmem mümkün değildi ama, yapabilirdim tabi ki… Özellikle yapmazdım. Annem yapsın isterdim.

Annem aşure günün yaklaştığını bana önceden bildirirdi. Ben malzemeleri hazır ederdim. Nohutu, fasulyeyi, buğdayı bir gün önceden annemin talimatlarıyla suya koyardım.Ertesi sabah bize gelirdi. Önce kahvaltı yapardık sohbet ede ede… Sonra o abdestli elleri ile “Ya Bismillah” der ve başlardı aşureyi pişirmeye… Seyrederdim onu çoğu zaman karşıdan…O kadar nurlu ve güzel görünürdü ki gözüme, huri kızları böyle olmalı derdim. Söylerdim de kendine… “Anne, sen ne zaman yaşlanacaksın? Halen senin için kızlarından güzel diyorlar. Biz yaşlanıyoruz sen gençleşiyorsun güzelim… Biz kime çekmişiz?” derdim. Hoşuna giderdi sözlerim, fark ederdim. Belli etmezdi bana güya “Haydi ordan,şımarık kız!” derdi herzaman ki gibi…

Annem üç yıldır yok. Cennette. Biliyorum ki orada gene aşure yapacak bir mekan bulmuştur kendine... Ama ben aşure deyince annemle yapardım ya, artık bana hatırlatacak kimsem yok. Unutmuşum bu yıl da… Masada görünce aşureyi dayanamadım aklıma geldi o günler… İyi ki annemle yapmışım aşureyi, işte ne güzel hatıralarım var birlikte…Çocuklarla paylaşılacak küçük törenler, ritüeller olmalı… Çünkü yaş aldıkça anlıyor ki insan, hayata bağlanmayı sağlayan en önemli güç anılar oluyor çoğu zaman.

Hicri senenin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günüdür Aşure günü ve tüm dinlerde bu günün değeri çok büyüktür. Misal, Adem Peygamber’in tevbesinin kabul edildiği gündür. Nuh Peygamber’in gemisinin o büyük tufandan kurtulması günüdür.Yunus Peygamber’in balığın karnından kurtulduğu gündür. İbrahim Peygamber’in Nemrut’un hazırlattığı ateşte yanmadığı gündür. İdris Peygamber’in diri olarak göğe çıkarıldığı gündür. Hz. Yusuf’un babasına kavuştuğu gündür.Eyyup Peygamber’in iyileştiği gündür.Musa Peygamber’in Kızıldeniz’i yarıp geçtiği gündür. İsa Peygamber’in doğum günü, aynı zamanda göğe çıkarıldığı gündür.

Bu kadar mucizenin aynı günde gerçekleşmiş olması bir tesadüf değildir. Bu nedenle bu gün yapılan ibadetlerin daha değerli olduğu ve duaların kabul edileceği daha fazla ümit edilir.Nuh Peygamber’in büyük tufandan sonra geminin ambarında kalan tüm erzağın karıştırılmasından bir çeşit yiyecek pişirdiği rivayet edilir. Bu yiyeceğe aşure denir. Aşure aşure ayı içinde pişirilir. Komşulara dağıtılır.Bu şahane bir gelenektir. ( Bu yıl aşure günü, 24 Aralık perşembeye denk geliyor)
NOT: Hayal Kahvem'e geçen sene yazdığım yazım. Gene aşure ayına girdik. Tekrar yazmak istedim.

20 Aralık 2009 Pazar

Hayatta En Kıskandığım ve En Sinir Olduğum ve hatta Nefret Ettiğim İnsanlar...

Hafta içi, yoğun işimin arasında bir ara benim kardeşe uğramak zorundaydım. Bir paket bırakacaktım. Uğradım. Kapısını çaldım. Açtı. Kapı açılır açılmaz evin içinden gelen buram buram bir koku ortalığı sardı. Nasıl iştah açan bir kokuydu anlatamam... Dedim: "Kardeş! Bu ne? Bu ne? Ne pişirdin gene?" Kokladım önce... Hımmm! Tarçın... Kesin tarçınlı bir şey... Of.. of.. of... Havuç... Hımmm... Ceviz.. Yemin ederim başım döndü de az kalsın kapıda yığılacaktım. Kardeş cevaben "Issız Adam keki yaptım," demesin mi? Benim balık burcu kardeşim. Her şeyi romantiktir. Kek yapıyorsa bile, mutlaka romantik bir tarifle yapacaktı tabi. Başka ne olacak ki? O da bilir beni. Nasıl iştahlıyımdır. Gülümsedi. "Gel, yedireyim biraz" dedi. Yooo... Duramazdım. Asla oturamazdım. Çok işim vardı çok. Eğer hemen hareket etmezsem bir müşterime geç kalacaktım. Yalvararak dedim ki: "Kardeş.. Keeekk! Paket yap bana.. Paket!" Paketimi kaptığım gibi fırladım. İşim bitince, eve geldim. Paketi açtım. Of! Kardeş var ya, kekin yarısını bana vermiş! Of! Ne fena!.. Ben şimdi verdiklerinin hepsini bir oturuşta bitirebilirim. Ama olmaz ki. Yapamam... Sana bir şey söyleyeyim mi? Hayatta kıskanç biri değilimdir. Ama çok yiyip... İstedikleri kadar yiyip, kilo almayan insanlar var ya... Çok kıskanırım o insanları işte, ne yalan söyleyeyim! Hatta bazen acayip sinir olurum. Hele mesela... Karşımdaki biri, ben bitirmişim de, o didikliyorsa önündeki çok sevdiğim bir yemeği... Ne demek kıskanmak, ya da sinir olmak, o kişiden nefret bile edebilirim. Nasıl yemez ki? Yiyip yumulacağı yemeğin nasıl hakkını vermez? O güzelim yemeği ucundan kenarından nasıl didik didik eder? Bu nasıl bir şey? Bende olan bu iştah onda neden yok? Ya yiyip kilo alamayanlar? Nasıl yapıyorlar bunu? Bende ne eksiklik var? Şimdi kardeş vermiş ya kekin yarısını bana.. Aslında hepsini bir oturuşta bitirebilirim. Ama yapamam!.. Abartamam... Bir oturuşta en fazla iki dilim kek yiyebilirim. Of ya!.. Ya da mesela uğradım ya kardeşe, kokuyu burnum aldı. Neden nefsim bu keki arzuladı? Tamam. Kardeşe uğra.... Paketi ver.. Kokuyu duyma... Ya da nefaseti hissetsen de aldırma... Dön geri... Marş marş işe... Öyle değil mi? Neydi o, dilenciler gibi kapıda "keeekk, keeekk!" diye yalvarmalar? Hayıflana hayıflana iki dilim keki koydum tabağa... Oturdum camın kenarına... Bir parça kek aldım çatalın ucuna... Attım ağzıma... Hımmm... Nasıl şahane yapmış benim kardeş gene ya... Kesin annemin elini almış.. Kesin! Issız Adam keki buymuş demek ki? Kardeş kendi romantizmini keke eklemiş belli... İki dilim keki lezzetine vara vara yedim. Bu kesmedi beni. Kek yemeye devam etmeyeyim de, yemekli bir film seyredeyim bari dedim. Meryl Streep'in son filmi Julie & Julia yı seyretmeye karar verdim. Şimdi seyredeceğim. Sonra Hayal Kahvem'e geri döneceğim....

18 Aralık 2009 Cuma

"Aynalar Yalan Söylemez" Derler ya, Aynanın Ruhu Mu Var Yoksa?

Bazan yazdığım yazılarda, eşyanın ruhu olduğuna inandığımı, yaşamımdan örnekler vererek anlatıyorum. Biliyorum yazdıklarıma inanılmadığı gibi, ayrıca bana bıyıkaltı gülünüyor. Bazan alınmıyor değilim, alınıyorum tabi. Yazdıklarım yalan değil ki. Koca koca yazarların yazdıkları romanlarda, eşyalar üzerine kurdukları fantazileri okuduğumda, ben neden onlara inanıyorum peki? Mesela ayna... Ayna, her bakana efsunlu gelmez mi? Büyülü bir eşya değil midir? Aynanın gösterdiği sahiden gerçek midir? "Eşya işte, ne olacak?" diye küçümsenen ayna hakkında, bakalım üç yazar kitaplarında neler yazmışlar?

Avusturyalı yazar Elias Canetti tarafından yazılan Kendini Beğenmişliğin Komedisi, 1950 li yıllarda basılmıştır. Bir ülkede devlet aynaları yasaklar. Bunun üzerine tüm aynaların kırılması emredilir. Amaçlanan insanlığın kendini beğenmişliğine son vermektir. Başlangıçta herkes bunu onaylar. Aynalar kırılır sahiden. Bir süre sonra insanlar yüzlerine bakmak istemeye başlarlar. Ayna parçaları karaborsada satılır. İnsanların aynalarda kendilerini seyredeceği randevuevleri kurulur. Sonunda bir halk ayaklanması olur. Aynalara konan yasak kalkar. Her şey eski haline döner.

Aşkın Güngör’ün Gohor Kıyametten Sonra adlı kitabının sonlarında ayna ile ilgili bir bölüm vardır. Burada konu edilen ayna, Akıl Aynası olarak isimlendirilmiştir. Akıl aynasına bakmayı bilenler, yüreklerindekileri aynada rahatça görebilmektedirler. Akıl aynasında görülenler yaşayan ve ölen sevilenlerdir. İnsan, bu aynaya baktıkça, yüreğinde sevgi diye adlandırılan ısının her görüntüde yoğunlaşmasının, yüreğinden taşacak hale gelmesinin keyfini sürerek aynadakileri seyreder. Hatta istenirse suya batar gibi bu aynaya girilebilir ve insan sevdiklerine dokunabilir.

Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında, bir Beyoğlu haydutunun, işletmesinin girişindeki geniş hole, İstanbul resimleri çizilsin diye bir resim yarışması açtığından söz edilir. İki ressam bu yarışmaya katılır. Aralarına bir perde gererek karşılıklı iki duvara resim yapmaya başlarlar. Birbirerinin ne çizdiklerini görmezler. Görkemli bir açılış töreninde, ortadaki perde kaldırılır ki, bir duvarda şahane bir İstanbul resmi, diğer duvarda ise bu resmi, gümüş şamdanlar ışığında, olduğundan daha güzel gösteren bir ayna olduğu görülür. Yarışmayı aynayı koyan ressam kazanır. Romanda resim ile ayna arasında esrarengiz bir durum olduğu yazılır. Sözgelimi resim ve aynaya arka arkaya bakanlar, resimde gördükleri bazı objeleri, aynaya kafalarını çevirip baktıklarında hareketli görürler. Aynı eşyaya bir resimde bir aynada baktıklarında, resmin aynadaki hali tuhaflaşır ve bakanın kafası karışır. Hatta bir Beyoğlu komiseri resimde çizilen bir adamı, aynada gördüğünde aradığı bir katile benzetmiş de resmi yapan adamı sorguya çekmiştir. Sonunda bir kavgada ayna kırılınca aynanın gizemini öğrenmek mümkün olmaz.

Yoo.. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalındaki, cadı üvey annenin aynaya: "Ayna ayna, güzel ayna! Söyle benden daha güzel kim var dünyada?" diye sorduğuna... Aynanın da ona cevap verdiğine... Cadı üvey annenin, aynanın cevabına çok kızıp tahammül edemediğine... Aynanın kendisinden daha güzel olduğunu söylediği Pamuk Prensesi öldürmek üzere ormana gönderdiğine.... Hiç ama hiç girmeyeceğim şimdi... Aynalar hem konuşuyor hem de yalan söylemiyor öyle mi? Aaaa! Şaştım vallahi!

"Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum"

"Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yazdım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: "Ad evdir." (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bizim kendinde sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisi her bahar ayaklanırdı. Yağmur yağmamazlık edemez. Taş düşmemezlik."

İlhan Berk - Bir Yeryüzü Tanığı adlı kitabından

Kolonya İkram Etmenin Aslında Küçük Bir Tören Olduğunu Düşünmüş Müydün Hiç?

Son zamanlarda eski günlerde olduğu gibi tekrar kolonya hayatımıza girdi. Kolonya ikram edilince, verdiği koku ve serinlik hissinin bambaşka bir anlamı olduğunu Masumiyet Müzesi’ni okuyunca fark etmiştim. Romanda anlatılan, daha önce dikkat etmediğim, adeta bir nevi küçük kolonya törenlerini, tek tek gözümün önünde canlandırınca, anlatılanlar hiç de bana yabancı gelmemişti. Kolonya ikram edilen kişilerin, yaptıkları bu aynı hareketleri, çoğu kez ben de gözlemlemiştim.

- Dikkat edilirse görülecek ki, ikram edilen kolonyayı insanlar ellerine, alınlarına, yanaklarına kutsal bir sıvı gibi istekle, hatta umutla sürüyorlar.

- Kimileri ellerine dökülen kolonyayı bileklerine sürüyor. Koklarken nefes darlığını yenen biri gibi nefeslerini derin derin içine çekiyor ve sonra arada bir uzun uzun parmaklarının ucunu kokluyorlar.

- Kimileri kolonyayı çok az alıyor. Zarif hareketlerle sanki avuçlarının içinde hayali bir sabun varmış da ellerini içinde yuvarlaya yuvarlaya sabunu köpürttürüyormuş gibi yapıyorlar.

- Kimileri ise bolca kolonya alıyor. İki avucunu susuzluktan ölen biri gibi açıyorlar da kolonyayı kana kana su içen biri gibi neredeyse hırsla yüzlerine sürüyorlar.

- Kimisi ise, romandaki kahraman Kemal gibi, kendi sırası geldiğinde, avuçlarını sabırsızlıkla açıyor. Sevgilisinin kolonya dökmesini beklerken, bir an göz göze geliyorlar. O zaman ilk bakışta birbirlerine aşık olan bir çift gibi derin derin birbirlerine bakıyorlar. Eline dökülen kolanyayı koklarken avuçlarına hiç bakmıyor ve gözlerini sevgilisinin gözlerinden hiç uzaklaştırmıyor.

Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi adlı romanında kolonya ikram etmenin, otobüs yolculuklarında muavinin tek tek bütün yolculara ikram etmesi gibi, evde de televizyon etrafında toplanan insanların bir cemaat oluşturduğunu, aynı kaderi paylaştıklarını, her akşam aynı evde aynı televizyonu seyretmelerine rağmen, hayatın aslında bir serüven olduğunu ve hep birlikte bir şey yapmanın güzelliğini hissettirdiğini söyler.

İstersen, son günlerde hayatımıza yeniden giren kolonya avuçlarına dökülünce, insanların neler yaptığını bundan sonra daha dikkatle izle... Bakalım küçük kolonya törenleri ve ikram sonrası insan halleri, sende de hayatın aslında bir serüven olduğunu ve hepbirlikte bir şey yapmanın güzelliğini hissettirecek mi? Peki, farkında mısın? Sen nasıl davranıyorsun acaba, senin avuçlarına kolonya dökülünce?

17 Aralık 2009 Perşembe

Çok Şey Bilen Adam mı? Çok Şey Bildiğini Sanan Kadın mı?

Yıl sonu. İşimin en debdebeli zamanları. Diğer aylara göre daha fazla çalışıyorum. Kafa dağıtmanın en iyi yöntemi sinema.. Sinema hayatı eşsiz kılmaz mı? Kılar tabi… Film seyretmek bünyeme daima iyi gelir. Şifa verir bile diyebilirim. İnsanın hayatta bazı bağımlılıklarının olması hoş bir şey. Hele benim gibi hayal alemi geniş birinin, sinemanın engin büyüsünden etkilenmemesi ve sinemaya bağımlı olmaması mümkün değil. Neyse… Son günlerde, bir film vardı aklımın köşesinde. Merak kurdu kemirip durmaktaydı beni. Bulup buluşturup seyretmek istiyordum. Alfred Hitchcock’un İp adlı efsanevi bir filmi olduğunu okumuştum bir yerlerde. Çok merak ediyordum.. 1948 yapımı bu filmde hiç makas kullanılmamış. Tek bir mekanda, kameranın düğmesine basıldıktan sonra, film başından sonuna kadar hiç kesintisiz çekilmiş. Aynı zamanda ünlü yönetmenin ilk renkli filmiymiş falan.. Bu filmi seyretmek isterken, isterken… Gene bir Hitchcock filmi olan, 1934 yapımı Çok Şey Bilen Adam adlı film elime gelmedi mi? Ne yapayım? Oturdum seyrettim tabi.. Siyah beyaz bir filmdi. Filmin başlangıç sahneleri İsviçre’de bir kayak merkezinde geçmekteydi. Hatta kaymakta olan bir kayakçı, dengesini kaybediyor, yuvarlanıyor, yuvarlanıyor… Seyircilerin arasına düşüyordu.

Hava soğudu malum. Kaç zamandır dağların ağaran tepelerine bakıp bakıp duruyorum. Aslında tam gözüm karlı dağlara doğru kayıyor ki hoop hemen yüzümü çevirmeye çalışıyorum. Fark ediyorum. İçimdeki kayak hevesi kendi kendini dürtmeye başladı gene. Kayak da başka bir bağımlılık durumu bende. Mevsimsel. Hatta yılda bir kerelik bir heves bile diyebilirim. Olsun. Yılda bir kez bile olsa, kayak yapmaktan büyük bir keyif alıyorum. Olur mu demeyin? Şarkıda bile “Yeter ki gel bana, senede bir gün” denmiyor mu? Deniyor… Hatta “Senede Bir Gün” diye, hani Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’li bir film vardır ya… İki sevgili şimdi hatırlamadığım bir sebepten ayrılırlar da hani.. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra birbirlerini bulurlar. Ama kız evlenmiştir ne yazıktır ki… Ve ölümsüz aşklarını yadetmek için senede bir gün hep aynı kır kahvesinde buluşurlar hani… Yılda bir kez yapılmasının yeterli olabildiği keyifler, bağımlıklar olabiliyor demek ki. Peki ben neden lafı bu kadar dolandırıyorum. Kaymayı severim. Ama senede ancak bir kez kayabiliyorum, desem yeterli olmayacak mıydı? Olacaktı tabi.. Neden uzatıyorum? Çok şey bildiğimi mi sanıyorum?

Aslında şunu diyecektim.. Hitchcock'un Çok Şey Bilen Adam adlı filminde, hani kayakçı yuvarlanarak düşüyor demiştim ya filmin ilk sahnelerinde... Tam o sahneleri seyredince, film dondu biliyor musun benim beynimde. Bir süre koptum filmden. Daldım eski günlere... Geçen yıl, ben, arkadaşlarım Banu ve Mualla günü birlik Kartepê'ye çıkmaya karar vermiştik. Ve çıktık. İkisi cadı gibi kayıyorlar. O zirve benim bu tepe senin cayır cayır dolanıyorlar. Ben işin keyfindeyim ya kendi kendime kayıyorum. Liftle yukarıya çıkarken yanıma kim denk gelirse muhabbet ediyorum. Kayarken, aynı bisiklete binerken olduğu gibi, arada sırada ellerimi iki yana açıp rüzgarı kucaklıyorum. "Heyyy!" diye hayata bağırıyorum... Kafama göre takılıyorum işte... Bir ara bizim kızlar "böyle kısa pistlerde dolanma, bir kere de gel en zirveye... Şöylee uzunn bir pistte kay. Bak nasıl keyif alacaksın" diyerekten başımın etini yediler. İnandım arkadaşlarıma. Dinledim. Kartepe'nin en uzun pisti ne kadar olacak ki dedim. En uzun yani en yüksek piste çıkmak için lifte bindim... Çıkıyoruz güya... Nerdeee? Çık çık çık bitmiyor... İnanamıyorum yaaa... Nasıl kayacağım bu kadar zirveden aşağıya? Bu iki tatlı cadı bir süre benimle kaydılar. Baktılar ki ben ağır kayıyorum. Onlara uymuyorum. "Siz gidin!" dedim. "Zaten size uydum zirveye geldim. Şimdi mümkün değil size uyup kayamam. Kafama göre takılacam.. Yürüyüünn!" Resmen korku filmi gibiydi vallahi. Bazen nasıl dik oluyordu pist. Bir de dar. Her yerden bir kayakçı fırlıyor. İnanılmazdı. Şimdi yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. Ama o korkuyu hissetmek de çok keyifliydi ya... Valla... Asıl korkutucu tarafı Kartepe, Uludağ gibi falan bakımlı değildi. Karlar düzeltilmiyordu. Sanki dağ gel bende düş diyordu yani öyle diyeyim. Çok dik yerlerde kaç kere kayakları çıkardım da popomun üzerinde kaydım yemin ederim. Bana ne? Düşeceğime... Utanmadım hiç kimseden. Aldım kiraladığım kayakları koltuğumun altına. Oturdum kara... Başladım oturarak kaymaya... Bir ara tam düzgün kayıyordum ki Banu aradı beni. Düşmüş. Biraz beklemiş. Kalkamamış. Yardım istiyor. Hemen yardım çağırdık tabi. Kar ambulansı ile indirdiler Banu'yu. Dizde ve bacakta iki kırık. Ameliyat oldu. Korkuttu bizi. Ama çok şükür iyi şimdi... Nerden geldim kuzum ben buraya? Hitchcock'un filmini anlatmak için başladığım yazımdan, senede bir gün kayak yapmaya geçmiştim... Eee! Sonra... Ben bitirmedikçe lafı... Yazı uzadıkça uzadı... Ben var ya en iyisi Ölü Ozanlar Derneği ile son vermeliyim bu yazıma. Şöyle toparlasam.... Desem ki sana: Ölü Ozanlar Derneği'n deki Robin Williams'ın oynadığı Edebiyat öğretmeninin öğrencilerine fısıldadıkları gibi: "Carpe Diem!" desem mesela... Nerdeysen şu anda... Hangi şehirde... Hangi bölgede... Hangi memleketteysen... Unutma!.. Ağlamak için değil gülmek için sebep ara.. Anı yakala!... Yoo.. Çok şey bildiğimi sanma... Ölü Ozanlar Derneği'nde Edebiyat öğretmeni demişti de çocuklara... Ordan kalmış aklımda.

16 Aralık 2009 Çarşamba

İki'li Deyimlerle Bir Deneme Yazısı

Bu gece… Tam bilgisayarımı kapatıp, yatacaktım ki… Arkadaşım Dilek msn’den önce “Merhaba!” deyip, ardından da benimle iki çift laf etmek istediğini söylemesin mi? Önce uykulu gözlerle heyecanlandım birden, ne diyeceğimi bilemedim. İnan bana… İki gözüm önüme aksın ki, telaştan resmen iki ayağım bir pabuca girdi. Dilek benim en iyi arkadaşlarımdan biri… İki kere iki dört yani.. İkili oynayamam…Yüzüne gülüp, msn de görmemezlikten gelemem ki. İki ahbap çavuş gibiyizdir biz. Teklifsiz birbirimize gelir gideriz. Lafladık biraz. Uykum açıldı bu durumda tabi.. Laf lafı açtı… Bir süre Hayal Kahvem’deki yazılarım hakkında konuştuk. İki arada bir derede, bana “Bir’li deyimlerle bir deneme yazımışsın ama iki’li deyim kaç tane bulacaksın. Uğraşma boşuna, yazamazsın ki!” gibi bir şeyler demesin mi?. Allah Allah! İki elim şakaklarımda düşündüm. İki gözümün nuru arkadaşım bu gece yarısında, neden bana böyle şeyler söylüyor ki? Tutamasaydım kendimi, iki gözüm iki çeşme ağlayacaktım vallahi! Hatta üzüntüden bir ara dünyam döndü de bayılıp iki seksen yere uzanmaktan zor kurtardım kendimi.. Dedim ki Dilek’e… “ Uykum geldi. Kusura bakma.. Ya uyuyacağım… Ya uyuyacağım… İki şıktan biri!..

15 Aralık 2009 Salı

Çok Şey Bilen Adam'ı Seyrediyorum.. Az Sonra Geleceğim...



BİR'li Deyimlerle Bir Deneme Yazısı

Bir varmış, bir yokmuş. Bir vakitler, memleketin bir yerinde, bir yastıkta kocamak niyetiyle evlenip, bir yastığa baş koyan, lakin sonrasında evlendiklerine bin pişman olan bir karı koca yaşarmış. Adam evlerden uzak, çirkin mi çirkinmiş… Nasıl tarif etsem? Allah afetsin beni, adeta bir dudağı yerde bir dudağı gökteymiş. Zayıf, çelimsiz, güçsüz biriymiş. Ben anlatanların yalancısıyım, Hint fakirleri gibi, bir deri kemikmiş. Kısacası, bir sıkımlık canı varmış yani... Haydi bunlar neyse… Üstelik bir tahtası eksik değil miymiş?Bir de yalancı mı yalancıymış da, bir ayak üstünde bin yalan söylermiş. Ayrıca işsiz güçsüzmüş.. Asla bir dalda duramaz, bir baltaya sap olamazmış. Eskaza bir iş bulsa, daha işe girdiği gün nasıl yaparsa yapar, bir çırpıda, bir çuval inciri berbat eder, aynı gün kapı önüne konulmayı becerirmiş. Hayatta bir dikili ağacı yokmuş tabi bu durumda. Bir don bir gömlek dolaşırmış da, bundan asla rahatsızlık duymazmış.

Kadın ise dünyalar güzeliymiş. Bir içim suymuş. Ayrıca bir yiyip bin şükreden biriymiş. “Kocamdır," der; adamın bir dediğini de iki etmezmiş. Kocasına, durumlarını anlatmak için bir çift söz söylemek ister, işe girince sebat etmesi için yalvarırmış da sözlerinin daha anlaşılır olması için bin dereden su getirirmiş hatta!.. Sözler adamın bir kulağından girer bir kulağından çıkarmış ne yazık ki!.. Hiç dinlemezmiş karısını hiiç... Bir köroğlu, bir ayvaz olsalar neyse, biri eşikte, biri beşikte iki çocukları yok muymuş ayrıca… Anlayacağın kambur kambur üstüne… Kadın, anne olarak, çocuklarının bir eli yağda bir eli balda büyümelerini istiyormuş. Kocasına ne zaman bir şey söyleyecek olsa bu konuda, adam bir bardak suda fırtınalar koparıyormuş. Bir araba laf ediyormuş kadına… Adam “Bırakır giderim sizi!” diyormuş. “Oh! Tek başıma, bir arabam var atarım, nerde olsa yatarım!” diyormuş. Kadın ne yapsın? “Kocadır gene başımda,” diye düşünüp, susuyormuş ne yazık ki… Kadın erimiş bitmiş üzüntüden… Bir iğne bir iplik kalmış tabi. Ne çektiğini bir o biliyormuş bir de Allah çünkü ! Ne yapsın? Elinden bir şey gelmeyince, bir mum alıp derdine yanıyormuş. Aslında bir dilim ekmekle aç, bir dilim ekmekle tok olurmuş olmasına kadın ama çocukları varmış. Bir düşüncedir almış kadını son günlerde... Kocası ondan bir gömlek aşağıdaymış bir kere.. Eğer böyle çalışmaz, tembellik yaparsa bir pire için yorgan yakmaya, kesinlikle adamı bırakmaya karar vermiş. Kocasını görmek istemiyor, gördüğünde de bir kaşık suda boğmak istiyormuş. İlginçtir kadın tam bu düşünceler içerisindeyken, adama bir hal olmuş son günlerde... Gökten bir ilham mı inmiş ne? Karısının bir dediğini iki etmemeye başlamış. Bir o yana bir bu yana koşturup da iş aramaya başlamamış mı? Sanki eski sorumsuz, bir tahtası eksik kocası gitmiş, bambaşka biri gelmiş birdenbire. Bir iki derken, iş bulup sebatla çalışmaya başlamamış mı sahiden? Dünyalar kadının olmuş tabi ki! Bir çırpıda toparlamışlar kendilerini çok şükür!.. Ne olacak ki? İki gönül bir olunca samanlık seyran olur öyle değil mi? Onlar ermiş muradlarına, biz çıkalım kerevetlerine! Gökten bir elma düşmüş!.. İyi geçinenlere.


14 Aralık 2009 Pazartesi

Ay'da Buluşma...Ama Hangi Yolla?

Eğer insanın gurbette sevdiği varsa… Bazı geceler randevuleşmeli.. Sözleşilen gecede, gece yarısı saat onikide sözgelimi… Sen burada… O orada… Sözleşilen zamanda ay’a bakmalı.. Ay bir tane ya… Aynı ay… Onun gördüğü de aynı ay, senin gördüğün de.. O halde.. Aynı gece, aynı saatte, farklı farklı memleketlerden ya da şehirlerden ay’a baksanız bile, bakışlarınız çakışır aynı yerde… Ben defalarca denedim, oluyor… Hasret sanki bir nebze dağılıyor! Hem düşünsene… İnsan ilk oluştan beri, milyonlarca yıldır, hep aynı ay’a bakıyor! Eğer ay’ın hafızası varsa, kim bilir ay’da ne bakışlar birikiyor! Kalbini titretmiyor mu, bunu düşünmek bile?

13 Aralık 2009 Pazar

Bağladım Canımı Zülfün Teline, Sen Beni Bıraktın Elin Diline!

Benim kardeş, okuyunca bağlamamla ilgili hikayemi… Dayanamadı tabi… Telefon edip, aradı beni… Telefon edip araması yetmedi, o hızla atlayıp arabasına bizim köye geleceğini söyledi. Kardeş gelene kadar, ne yapacağımı bilemedim. Ayaklarımı toplayıp, beklemeye karar verdim. Bir ara içim geçmiş. Uyumuşum. Bir rüya gördüm. Kocaman bir konser salonundayım. Büyük kadife perde usulca açılıyor. Salon tıklım tıklım dolu. Sahneye bakıyorum… Ben… Evet ben!.. Sahnenin ortasında oturuyorum. Üzerimde siyah uzun elbisem… Elimde bağlamam… Ayağa kalkıp, zarif bir reveransla seyircileri selamlıyorum. Yer gök alkıştan inliyor. Eteğimi tutarak, tekrar yerime oturuyorum. Bağlamamı kucağıma alıyorum. Çalmaya başlıyorum. İnanamıyorum. Ne güzel çalıyorum!.. Hatta bir ara kendimi kaptırıyorum, müziğin ritmine göre, aynı Arif Sağ gibi saçlarımı yüzüme yüzüme attırıyorum… Halim o kadar komik ki, rüyamda kahkahalarla güldüm inan ki! Kendi kahkahamın sesiyle uyandım… Baktım kardeş kapıda değil mi? Beni görür görmez gülmeye başladı… İnan bir süre gülmekten konuşamadı… Kendine geldiğinde dedi ki:
- Abla, bağlama aldığını duyunca aklıma ne geldi, biliyor musun? Ablam şimdi bir çalar, bir çalar bağlamayı.. Kaptırır kendini… Arif Sağ gibi yüzüne yüzüne attırı attırıverir zülüflerini... Hahhaha! Abla.. Kusura bakma ama, yolda halin gözümün önünde canlandıkça, gülmekten öldüm vallaha!..

Pes yani! Bakar mısın, yememiş içmemiş, bu lakırtıları etmek için üşenmemiş bizim köye gelmiş. Gittim içeri. Saçımı sımsıkı bağladım. O yetmedi. Saçımı iki taraftan da tokaladım. Hem ben rüyada görüp, hem kardeş aynı şeyi söyleyince, korktum! Sahiden bağlama çalarken, acaba saçlarımı yüzüme yüzüme savurur muyum ki? Bilmem!

Şiirlerle Bir Deneme Yazısı...

Ne zaman otursam gecenin başına…Ne zaman müziğin... Göçüyorum boş kağıdın sessizliğine…Kalbim, kapatılmış kireç kuyusu akıyor kendine… Bakıyorum gençliğim geçiyor uzaktan..Dudaklarında bir ıslık, kitapların on lira olduğu zamanlardan… Anayurdum gece, kalbimi yazdım mürekkebinle... Hani erken inerdi karanlık, hani yağmur yağardı inceden... Hani okuldan, işten dönerken, ışıklar yanardı evlerde... Hani ay herkese gülümserken, mevsimler kimseyi dinlemezken... Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken… Hani hepimiz arkadaşken, hani oyunlar tükenmemişken... Henüz kimse bize ihanet etmemiş, biz kimseyi aldatmamışken… Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken... Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden... Daha biz kimseye küsmemiş, daha kimse ölmemişken… Eskidendi, çok eskiden. Şimdi ay usul, yıldızlar eski. Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden. Geçen geçti. Geceyi söndür kalbim… Geceler de gençlik gibi eskidendi. Şimdi uykusuzluk vakti…Biterken bir yılın son günleri.. Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini.. Gençlik ikindilerini, kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri. Bir yıl daha bitiyor. Düşlerim, tasarılarım, yarım kalmış onca şey… Her yıl biraz daha kısalıyor öncekinden. Bana mı öyle geliyor yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman insan yaşlanırken? Kırdım mı, incittim mi birilerini? Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler? Kendimi yineledim mi yazdıklarımda? Yeniden düşünmeliyim. Dostluklarımı, ilişkilerimi… Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı? Yitirdim mi yoksa masumiyetimi? Borçlarımı ödedim mi? Doğru seçtim mi soruların fiillerini? Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış, giysilerim ütülü, odam düzenli mi? Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi? Geri verdim mi aldıklarımı? Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları… Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi? Yokladım mı duygularımı? Hala sevebiliyor muyum insanları? Ovmalı gümüşlerimi, bakırlarımı… Cila geçmeli ahşaplarıma… Ovmalı umutları.. Saklı tutumalı gelecek inancını, yarınları… Eksik etmemeli ağzımızdan hançer kıvamındaki karamizah tadını… Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım… Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama… Yeni bir yıla… Ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda.. Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında? Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta… Biz gündüz sürgünleri! Yazmakla tamamladık mı kendimizi? Yazmakla tanımladık mı? Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği. Birgün hayatımı yazacağım... Herkes kağıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak. Ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz. Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim.

Yukarda, Murathan Mungan'ın bazı şiirlerinin bazı dizelerini yanyana getirerek bir deneme yazmaya gayret ettim. Umarım birbirleriyle uyumlu ve anlamlı bir kompozisyon çıkarabilmişimdir. Faydalandığım Murathan Mungan şiirleri şunlar:
1- Gece ve Müzik
2- Eskidendi Çok Eskiden
3- Bir Yılın Son Günleri
4- Gecenin Uzun Söylevi
5- Üç Aynalı Kırk Oda

11 Aralık 2009 Cuma

Uslan Artık Deli Gönül, Bak Gelip Geçiyor Ömür...

Yukarıdaki fotoğrafta nazlı nazlı yatan kız kim biliyor musun? Benim "Gönül". Bağlamam. Adını Gönül koydum. Bak şimdi… Müzik evine bağlama alma niyetiyle gitmiştim. Envai çeşit bağlama vardı tabi. Kimini elime almıştım. Kimine uzaktan bakmıştım. Nedense hiç biri içime sinmemişti. Tam bağlama almaktan vazgeçip, dışarıya çıkıyordum ki, onu gördüm. Tüm bağlamaların arkasında, akça pakça ve kızıl kafalı bir güzel adeta bana bakıp, tebessüm ediyordu. O, tebesüm edip gülümseyince bana, bir an elime almaktan korktum da, görevliye bağlamayı işaret ettim. Görevli bana tebessüm ettiğini düşündüğüm bağlamayı, gizlendiği yerden çıkarıp elime verdi. Görevli bağlamayı gizlendiği yerden çıkarıp elime verince, inanmayacaksın biliyorum gene, bağlamanın sapından resmen bir enerji geçti elime. O enerji sanki gitti gitti gitti de, gönlüme çöreklendi.. Evet.. Evet.. Sahiden çöktü kaldı gönlümde... Diyebilirim ki hatta, olduğu yere bağdaş kurup oturdu ve yerleşti. Bağlamanın sapından elime geçen enerji, gönlüme çöküp yerleşince, bu bağlamadan vazgeçemedim işte. Dedim ki görevliye :" Ben bu bağlamayı alacağım!" Bağlama almak amacıyla gittiğim müzik evinde, çok sayıda bağlamaya bakıp bakıp bırakmıştım yerine. Sahiden hiç biri içime sinmemişti. Hatta bağlama almaktan nerdeyse vazgeçmiştim. Bu bağlamayı ise inan ki ben seçmedim. Adeta o beni seçti. Yemin ediyorum resmen karşıdan bana bakıp gülümsedi. Bana gülümseyen bağlama, taht kurup yerleşince gönlüme, kulağına eğilip, sessizce "Gönüül" diye seslendim. Tam kulağına eğilip, nedense "Gönüül!" diye seslenince, parmağım bağlamanın tellerine değmedi mi? Bağlamanın tellerinden bir ses çıktı tabi... Bağlamanın tellerinden ses çıkacaktı elbette. Ama bu ses farklıydı diğerlerinden. Nasıl anlatsam sana? Biliyorum gene inanmayacaksın bana. "Bağlama canlı mı?" diyeceksin hatta... İster inan, ister inanma... Çıkan ses "Al beni!" dedi resmen. Dayanamadım aldım ve bağlamamın adını Gönül koydum. Sonra mı? Dur, bir dinle!… Anlatıyorum işte…

9 Aralık 2009 Çarşamba

Dertler Benim, Çile Benim, Mutluluk Senin Olsun!

Gazete son dönemin en hararetli tartışmasını açmış ve “Türk olmak size göre nedir?” sorusunu bazı gazeteci, çizer, bilim kadını ve bilim adamlarına sormuş. Kimi ana babası Türkçe konuşan Türk’tür demiş. Kimi Türk olmak halaya ters basmaktır, kimi de dünyanın lazı olmaktır demiş.

Düşünün şimdi. Bir taksiye binmişsiniz. Ya da bir minibüstesiniz. Hoplaya zıplaya giderken, radyodan Orhan Gencebay’ın sesini işitiyorsunuz. Unuttuğunuz bir şarkıyı söylüyor: “Dertler benim çile benim Hayat senin senin olsun“ Birden efkarlanıveriyorsunuz. Düşünüyorsunuz… Acaba durduk yerde, bir şarkı sebebiyle efkarlanmak sadece bize özgü bir şey mi? Mahalle pazarındasınız. Limoncunun alnının kırışıklıklarından ter damlıyor. Sesini yumuşatarak size sesleniyor:“Ablacım, enişte yok mu bu hafta?” ya da “Abim, yengeye hörmetler!” Acaba enişte ve yenge kelimelerini bizler mi kullanıyoruz sadece? Ve hangi ülkede pazardaki limoncu seslenir size böyle? Arkadaşlarınızla konserdesiniz. Şarkılardan fal tutuyorsunuz. “İlk şarkı benim. İkinci senin. Üçüncüyü de senin ki sana söylesin. Bahtımıza ne çıkarsa!” deyip kıkırdıyorsunuz hep birlikte. Şarkılardan fal tutmak Türk olmanızla ilgili mi? Başka milletten bir arkadaşınız yanınızda olsa, şarkılardan fal tutmanın ne demek olduğunu anlıyabilir mi ki? Mahalledeki çocukların oyun alanları yok. Çocuklar yolda futbol oynuyorlar. Arabalar geçtikçe oyunlarını yarıda kesip kenara çekiliyorlar. Fark ettirmeden onları seyrediyorsunuz. Çocukların terli, mutlu, ahpapçavuş hallerinden tuhaf bir mutluluk duyuyorsunuz. Acaba Türk olmak bardağın dolu tarafını görmek mi? O anda başınızın üstünden bir kuş geçiyor... Kanat takıp uçan ilk insan bir Türk müydü ki? Gölcük İzmit arasında İbo’nun Yeri diye kamyon ve tır şöförlerinin yemek yediği bir lokanta var. Yemekleri olağanüstü lezzetli. Arada dayanamayıp içeriye giriyor, kamyon şoförleriyle aynı ortamda yemek yiyiyorsunuz. Tek kadın sizsiniz. Biri arkadaşına “ Yavaş yesene hayvan!” diye sesleniyor. Sonra sizi fark ettiğinde, ağzından çıkana duyduğu pişmanlığı yüzünün ifadesinden anlıyorsunuz. Gülümsüyorsunuz. Garsona sesleniyorsunuz. “ Çeeekkk birr kuurrruu!”

Ne bileyim? Tüm bunlar bize özgü şeyler mi? Yazının başında aklınıza gelen şarkıya devam ediyorsunuz... "Dilerim her arzun gerçek olsun Hayat bu şansın hep açık olsun Hatıralar, hasret benim Ömrüm senin senin olsun Dertler benim çile benim Mutluluk senin senin olsun!" Durduk yerde, sadece bu şarkı sözleri yüzünden, birden gene efkarlanıveriyorsunuz!... Aman Allahım! Şimdi aklıma geldi!... Yoksa bu anlattıklarım bize özgü değil de sadece bana özgü şeyler mi?

6 Aralık 2009 Pazar

Merdivenle... Akşama Varmak!

Ne zaman ki asansöre binmeyeyim... Yürüyerek çıkayım ya da ineyim merdivenlerden..Edebiyat derslerinde okuduğumuz, Ahmet Haşim'in Merdiven adlı şiirinin, ezberimde kalan üç dizesini hatırlarım: "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak..." O kadar...Sonra Ahmet Haşim hakkında bildiklerim, adeta merdiven basamaklarına tek tek düşer. Mina Urgan anılarını anlattığı kitabında, Ahmet Haşim'in aslında pek yakışıklı değil de çok zeki biri olduğundan bahseder mesela. Gözlerinden fışkıran zekanın Ahmet Haşim'i nasıl güzelleştirdiğini yazar. Neden Edebiyat derslerinde böyle konulardan bahsetmezler de sadece yazarların kitap isimlerini ezberletirler? Değerli yazar, Yakup Kadri anlatırmış; Ahmet Haşim ağzıyla değil de, mavi gözlerinin ucundan gülümsermiş sözgelimi... Bu çok hoş bir anlatım üslubu değil mi? Gelgelelim Ahmet Haşim kendini asla yakışıklı bulmazmış. Bilakis kendini çok çirkin sanırmış. Annesini altı yaşında yitirmiş. Şiirlerinin çok hüzünlü olmasının bir nedeni küçük yaşta öksüz kalması olabilir mi? Kimbilir? Kitaplıktaki Piyale adlı kitabına baktım şimdi. Annesi için yazdığı şiirlerine baktım... Sensiz adlı şiiri şöyle başlıyor: "Annemle karanlık geceler bazı çıkardık, Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık."Hüzün dolu şiirleri... Ahmet Haşim'in Galatasaray Lisesi ve Hukuk Fakültesi mezunu olduğunu, 1885 ve 1933 yılları arasında yaşadığını, şimdi sanal ansiklopediden bakıp yazdım. Asıl benim anlatmak istediğim yazarla ilgili başka bir özellik.

Yazar yemeği çok severmiş. Gerçek bir gurmeymiş. Güzel yemekten fazlasıyla haz alırmış. Fakat hayatının sonuna doğru hastalanınca perhiz yapmaya mahkum edilmiş. Yemeğin lezzetine varmış biri için, ne feci bir durum değil mi? Değil işte... Şair ne yapmış bu durumda peki? Gurmeliğinin yönünü yemekten suya çevirmiş. Nasıl mı? Şöyle... Evinde muhtelif şişelerde, İstanbul'un muhtelif kaynak sularından örnekler bulundururmuş. Hamidiye, Taşdelen, Çamlıca, Kısıklı, Halkalı vesaire... Ahmet Haşim bu sular hakkında uzman olmuş. Kaynak suların arasındaki tat değişikliklerini çok iyi farkedebiliyormuş. Herhangi birinden bardağa konan suyun, hangi kaynak suyuna ait olduğunu kolaylıkla anlayabiliyormuş. Bu da çok hoş değil mi? Ahmet Haşim... Yemeğin hayata anlam katan en güzel keyiflerden biri olduğunu çok iyi biliyor. Ama hasta ya şimdi. Diyete mahkum. O zaman kendine boğazdan geçen başka bir keyif buluyor. Su. Sanki suyun tadı hep aynıymış gibi düşünürüz değil mi? Değil işte... Yazar su tadlarındaki farklılıkların keşfine çıkmış o hastalık zamanlarında. Ve her kaynak suyunun farklı lezzeti var tabii ki... Bu kez de sudaki tat değişikliklerinden keyif alıyor. Ve şiirlerini yazmaya devam ediyor: "Akşam,yine akşam, yine akşam, Bir sırma kemerdir suya baksam, Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam!" diyor.

NOT :1.Fotoğraf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.

4 Aralık 2009 Cuma

Rüyamı Sordum Hazreti Google'a...

Dün gece rüyamda. Hayırdır inşallah. Bir ardıç kuşu gördüm akasya ağacında. Hemen sordum "Ardıç kuşu görmek ne demek oluyor ki?" diye, hazreti google'a. Dedi ki “Çok müsrif ve obur bir topluluk içine düşeceksin, çok çalışıp gayret sarfedeceksin onları doyurmak hususunda.” Hoppala! İstanbul’da, The Marmara Oteli’nin isminin üzerinde görmüştüm ardıç kuşu amblemini bir defasında. Meraklıyım ya. Öğreneceğim illa. Telefon edip sormuştum işlerimin arasında. Otel sahiplerinden birinin adıymış Ardıç. Sonra eski bir Hitit tabağında görmüş ardıç kuşunun figürünü. Otelin amblemi yapmış o figürdeki ardıç kuşunu. Ne güzel değil mi?

Bu defa, "Akasya ağacı görmek ne demek?"diye sordum, hazreti google’a. İyi haber alınacağına delaletmiş. Peki bir ardıç kuşu akasya ağacındaysa? Hey! Çözdüm ben bu rüyayı… Anladım.. Anladım şimdi. Cevat Çapan’ı anma vakti. Hem Cevat Çapan benim hemşehrim. Kocaelili.. Onun muhteşem şiiri… Ben neden kendi rüyamı kendim yorumlayamıyorum ki? Hayret vallahi!

BİR ARDIÇ KUŞU AKASYA AĞACINDA
O yaz,
bol bol roman okudum,
denize girdim kimsesiz kumsallarda;
rüzgârların, balıkların adlarını öğrendim.
Nice cümlelerin altlarını çizdim
kırmızı kalemimle.
Örneğin,“Asker dolu bir tren tarihi değiştirebilir.”
Sonra gene aynı kitaptan,
“Bir ardıçkuşu şakımaya başladı akasya ağacında.”
Geceleri,
sararan otların üzerine uzanıp
bir açıkhava sineması seyrettim
gökteki yıldızlardan
ve altını çizdiğim cümlelerle konuşturdum onları.
uzaktan bir çağlayanın sesi karışıyordu
yıldızların mırıltılarına.
Gene de duyabiliyordum Adil Nuşiran’ın huzurunda
hayat denilen bu acılar denizinde
en acımasız dalganın ne olduğu konusunu tartışan
üç bilge kişiyi.
Odama çekilip yatmadan önce,
tarihi değiştirebilecek asker dolu o treninhızla geçtiğini duydum,
sonra da
akasya ağacında şakımaya başlayan ardıçkuşunu.
Karşıda Midilli,
denizin ötesinde, sessiz.
Bu sessizlik sanki
o sevdalı kadının
bin kulaklı geceye fırlattığı çığlık
binlerce yıl önce

Cevat ÇAPAN

2 Aralık 2009 Çarşamba

Bağlamanın Sesi Gizlenenleri Ortaya Çıkarır mı Sahi?

Volkan Konak konserinden sonra, Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı" şarkısını daha sık dinlemeye başlayınca, Neşet Ertaş'ın babasıyla ilgili duyduğum bir hikaye aklıma geldi. Hikaye 20. yüzyılın başlarında geçiyor. Ve biliyoruz ki ""Dünyalılar hiçbir yüzyılda 20.yüzyılda çektiği kadar acı çekmedi." 20. yüzyılın ilk yarısı tamamen savaşlarla geçmişti. Gene savaş yıllarındayız. Memleketimizdeyiz. Anadolu'dayız. Savaşın bin bir türlü hallerinden biri olan, savaştan kaçan, savaş cephelerinden dağların karanlıklarına gizlenen asker kaçaklarının durumunu hayal ediyoruz. Nasıl da korkuyorlar. Kendilerini aramaya çıkan askeri birliklere yakalanmamak için oldukları yerde sessizce bekliyorlar. Neşet Ertaş’ın ailesi Kırşehir'li. Bu bölgedeki dağlarda asker kaçakları olduğu duyulmuşsa, askeri birlikler dosdoğru Neşet Ertaş'ın babasının dayısı olan Bulduk Usta'ya giderlermiş. "Haydi bakalım, al bağlamanı gel bizimle," derlermiş. Dağda görünmez bir köşeye otuttururlarmış Bulduk Usta'yı. Otutturduktan sonra da, vurup sazın tellerine türkü söylemesini isterlermiş. Bulduk Usta'nın öyle olağanüstü, öyle yürek titreten bir sesi varmış ki, sazını çalıp türkü söylemeye başladığında, dağ taş türkü olurmuş. Bu sesin güzelliğine kimse dayanamazmış. Bu sesin güzelliğine dayanamayan asker kaçakları da adeta hipnotize olmuşcasına yerlerinden çıkar, gizlenmeyi unutur, birer birer Bulduk Usta'nın bulunduğu yere doğru yürümeye başlarlarmış. Eee... Yürümeye başlayınca da tek tek yakalanırlarmış.

Bulduk Usta, Neşet Ertaş'ın babasının dayısı. Neşet Ertaş da memleketimizin en değerli bağlama ustası, türkü derleyicisi ve en güzel, en kendine has türkü söyleyen sanatçılarından biri. Ben de son günlerde, özellikle Gönül Dağı'nı dinliyorum ya Neşet Ertaş'tan döne döne... Gönül Dağı'nı döne döne dinledikçe, yüreğimi titretiyor bağlamanın sesi. Bu durumda içimdeki kuytuda gizli kalmış, yıllardır saklanmış bağlama çalma hevesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamadı mı şimdi? Eyvah!.. Bu yaştan sonra saz çalmaya heves edersem sözgelimi? 40 dan sonra saz çalan... Evet... Yaşı kemale eren bir kişi... Saz çalmaya heves ederse.... Ne oluyordu? Bir şey oluyordu vallahi? Ağzım varmıyor söylemeye... Heves ettim.. Heves ettim işte... Ne olacak? Gitarla iki parça çalabiliyorum. Bağlamayla da iki türkü çalabilsem... Niye?... Niye teneşir paklasın ki beni?