31 Mart 2010 Çarşamba
Kendini Kötü Hissetme Hali ve Müzik Vaziyetleri
İstanbul Film Festivali Bana Armağan!
30 Mart 2010 Salı
Bir Kitap Ve Öğrendiğime Göre...
Ortanca Çocuk Sendromu
Şimdi oturdum bilgisayar başına.. İnanın lafa nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Bakın şimdi.. Hayal Kahvem'de yazmaya başladığım bir seneyi ha geçti ha geçecek.. Anca o kadar valla... Nereden bilirim ben blogda yazı yazmayı Allahaşkına? Hiç yazı yazmamıştım ki bu yaşıma kadar; mektuptan, dilekçeden veya yemek tarifinden başka! Şaşılacak şey! İnanılmaz bir okuyucu kitlesi oluşmuş peşimsıra. Hiç farkında değilim! İnanmayacaksınız ama bizim köyde her yerde günün konusu benmişim. Ne yazmışım? Nereye gitmişim? Hangi kitapları okuyormuşum? Hangi filmleri seyrediyormuşum? Hatta ne yiyor ne içiyormuşum? Kime uğramışım? Resmen kitleleri peşimden sürüklüyormuşum! Hoppala! Bu insanların yapacak hiç işi yok mu Allahaşkına?.. Bütün bunları nereden mi biliyorum? Durun bi... Anlatacağım.
Dün kızkardeşim aradı. " Ablam, söyler misin, sen hep beni mi yazıyorsun bloğuna?" dedi. Gene öyle öğretmen tonlamasıyla sordu ki bu soruyu, garip bir duyguya kapıldım o anda... Ürperdim hatta. Sanki bir kabahat işlemişim gibi, birden kendimi ezik hissettim. Fısıldayarak "yoooo..." diye cevap verdim. Bu aslında sorusuna cevap verme değildi, resmen miyavlamaydı diyebilirim. Hani kedi içeceği kaptaki sütü yere döker de sahibi kızmasın diye usulca miyavlar ya. İşte aynen öyle. Süt dökmüş kedi gibiydi sesim. Sonra nasılsa kendime geldim. "Nereden çıkardın kardeş?" dedim. "Ne bileyim. Dün bizim kızlarla buluşmuştuk. "Ablan pazar sabahı haber vermeden size gelmiş. Çok uykum vardı, bu saatte gelinir mi der gibi, geldiğine pişman etmişsin." dediler. Yaptım mı sana böyle bir şey abla? Kapıyı gülerek açmadım mı? Hasretle boynuna atlamadım mı? Yazmadıysan eğer, nedir bu anlatılanlar?" dedi. Demek herkes benim yazılarımı okuyordu! Bir de yazılarım üstüne muhabbet ediliyordu. Vay canına sayın seyirciler!.. Birden afalladım. Ne deseydim ki şimdi? Tamam... Arada kardeşimle ilgili bir şeyler yazıyordum bloğuma.. Tamam.. Yazarken, her zamanki gibi biraz abartıyordum. Ne olacak ki? Orhan Boran'da hep abartarak kayınvaldesini ya da kayınbiraderini anlatmıyor muydu radyo programlarında? Anlatıyordu tabii.. Ben radyo çocuğuydum. Orhan Boran'ı dinleyerek büyüdüm. İşte ben de kardeşimi yazıyordum arada. Ne olacak ki biraz abartarak yazsam? Küçükken kardeşim hep küçük, abim hep büyüktü. Ben... Hep aradaydım.. Anlarsınız ya, ortancaydım yani. Hiç isteklerim yapılmazdı. "Aaa! ama o senin abin.. sen küçüksün, yapma!.. Aaaa! ama o senin kardeşin, sen büyüksün, yapma! " Hep bu muhabbetlerle büyütüldüm. Zaten "ortanca çocuk" ne demek diye, bakıverin bir sözlüğe.. Neler yazıyormuş şimdi gördüm. Abartmıyorum aynen şöyle yazıyor: "Uyum ve davranış bozukluğu gösteren çocuklar ile suçlu çocuklarda “ortanca çocuk olma” önemli bir etmendir, diyor.. İnanmıyorum ya! Ayrıca ortanca için ailesi tarafından en az şımartılan çocuk, diyor. Kim mi? Şekilde görüldüğü gibi.. Ben! Tabi ki ben!
Yüreğim cız ederek farkediyorum ki bende ortanca çocuk kompleksi vardı. Bu yaşta mı anlayacaktım bu durumu? Kardeş sesini azıcık yükseltse demek bu nedenle hemen siniveriyordum işte.. Allahım ne kadar ezilmişim! Şimdi farkediyorum. Hımm.. İşte.. Ayaklarımın dibinde kör kuyum canlandı gene... Anladım ki beni kör kuyularda merdivensiz bırakmışlar.. Denizler ortasında beni resmen yelkensiz bırakmışlar! Öylesine yıkmışlar ki ki bütün duygularımı... Beni hiç mi hiç şımartıp pohpohlamamışlar! Bunları düşündüğümde yıkıldım tabii.. Kendimi evrende toplu iğnenin ucu gibi hissettim... Hoppala! Bu yazdığım Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirine benzemedi mi şimdi? Hani Münir Nurettin Selçuk'un bestelediği o müthiş şarkı sözü. Ben buralara gene nereden geldim? Birden sıyrıldım bu durumdan.. Nasılsa toparladım kendimi.. Sesimi yükselterek "Aaa! Ne olmuş yazdıysam! Ben ablayım kızım, hesap mı vereceğim? Okumasınlar benim bloğumu senin kızlar!" deyiverdim. Heyyy! Oh ya! Ne güzel şey abla olmak! Ayrıca ne güzel şey, reytingi tavana vuran blog yazarı olmak tabii! Tam bu sırada cep telefonumun çaldığını farketim. Açtım. Kardeşim. "Abla ev telefonundan konuşuyorduk. Sonra sesin kesildi. O kadar merak ettim ki seni. Cep telefonundan arayayım dedim. Telefonu açık bırakıp yemeğin altını kapatmaya falan mı gittin? Niye konuşmadın ki? Korkuttun beni!" dedi. Nasıl yani.. "Arkadaşlarınla konuşuyordunuz ya hani.. Ben bloğuma seninle ilgili abartılı yazılar yazıyorum diye.. Sinirlenmiştin bana hani... Öyle değil mi? " "Amann ablacım!" dedi. "Kim okuyacak Allahaşkına? Bizim kızlar mı? Başka işleri mi yok da senin bloğunu mu okuyacaklar? Nerden çıkardın? Güldürme beni!" dedi. Telefon galiba elimden düştü... Ben.. Evet.. Kabul ediyorum.. Ortancayım.. Ortanca kompleksim var.. Hayal kurup.. Yazıyorum... Abartıyorum... Galiba ilgi çekmek istiyorum.. Ben.. Şeyy! Or-tan-ca-yım... Az şımartıldım! Ben... Benim... Benim... Galiba ortanca çocuk sendromum var! Orta yaş sendromum yok ama.. Asla! Yooo... Derdim yok yaşla başla! Valla!.. Kardeş, harcadım gene seni ya.. Şaka... Vallahi şaka:))
28 Mart 2010 Pazar
Hip Hop Dansı İle Kiloyu Muhafaza Etmek
27 Mart 2010 Cumartesi
Bu Gece Saatler Bir Saat İleri Alınıyorsa, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü Okusana...
İkinci elbiseyi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün kurucusu, Halit Ayarcı hediye eder. Kahramanımız daha elbiseyi üzerine geçirdiği gün tüm varlığının değiştiğini hisseder. Birdenbire ufku, görüşü genişlediği gibi, hayatı Halil Ayrancı gibi yorumlamaya başlamıştır. Artık onun gibi, insanlara "Acaba ne işe yarar?"diyen gözlerle bakmaya başlar. Sanki bu bir elbise değil de büyüdür. Tabi kendi tabiatı da devreye giriyor ve kararlarını değiştirmeye çalışıyordur ama sonuçta birbiri arasından, elbisesini giydiği adam gibi düşünen, konuşan, karar veren biri olup çıkmıştır. Bu durumu Halit Ayrancı'ya anlatınca, kendine hak verir. Ona göre de büyük adamların yanlarına çalışanlara elbise ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma İmparatorları, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye etmektedirler. Hatta Osmanlı hükümdarlarının, vezirlerine kürk ve kaftan hediye etmeleri de bu yüzden olsa gerektir. Kahramanımız farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını keşfetmiştir aslında. Büyük bir psikolojik mekanizmayı keşfetmiştir!
Ay'da Buluşma... Ama Hangi Yolla?
26 Mart 2010 Cuma
Issız Bir Adaya Düşsen Yanına Hangi Filmi İstersin?
"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?"diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim:"Rocky1" Neden mi? Üzgünüm ama cevabını şimdi veremeyeceğim. Çünkü az sonra evden çıkacağım. Kısmetse, dönüşte yazacağım. Eğer ruh halim uygunsa tabii!... Daha önce bu yazıyı bir kez daha yazmıştım. Gene evden çıkmaktaydım. Dönüşte canım istemedi cevabını yazmadım! Şimdi yazacak mıyım? Yazıp yazmayacağımı inan ki ben de tuhaf bir şekilde merak ediyorum. Unutma ama... Bazı insanlar merakına yenilir, bazıları ise merakını yener! Bazıları da merak ettirir ya da merakını kışkırtır! Eğer yazmasam cevabımı sen merakına yenilme e mi? Merakını yen! Lütfen!
Tam evden çıkıyordum ki aklıma bir şey geldi. İnan ki sırf bunun için kapıdan geri döndüm. Şeyy.. Düşündüm de... Madem ıssız bir adada tek başıma Rocky1 filmiyle kalacağım. Bari bir iyilik yapın da, Rocky2 ve Rocky3 ü de verin yanıma... Sadece Rocky1 yetmez ki bana. Sonra devamını çok ama çok merak ederim. Bana "Issız adada hem sabrını, hem merakını törpülersin nasılsa!" mı diyorsun? Hoppala! Ben Rocky4 ve Rocky5 i istemiyorum ki ama... Sadece ilk üçünü... O kadar.. Yeminle.. Neden Rocky'nin ilk üç filmi mi? Dönüşte anlatacağım. İnşallah!.. Gene anlatmazsam mı? Söz! Anlatacağım bir ara! Sen beklerken beni, fotoğraflara baksana!
25 Mart 2010 Perşembe
Hayret Etmek
24 Mart 2010 Çarşamba
"Kızmak" la İlgili Deneme Yazısı
Bir Öykünün Cümleleri Beni Nerelerde Gezdirdi?
22 Mart 2010 Pazartesi
Kalbin Böcüü - Atilla Atalay
Gözlerini gözlerime dikmiş… Kaçırıyorum, yine buluyor… “Sen, sen bana dokunuyorsun” dedi… “Yüreğimde bir yerleri acıtıyorsun, ama anlatılmaz güzellikte bir şey.”
Tanrım, birşey olsa… Aygaz kamyonu filan geçse… Aniden ceviz iriliğinde dolu yağmaya başlasa… Bu romantik ortamın içine etse… Ne oldu bu kıza, neler söylüyor…
“İyi ki varsın… İyi ki… Neye benziyo biliyor musun? Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… Hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.”
İşi şamataya boğmalıyım, yoksa fena olucak… Bu havada hayatta dolu yağmaz… Aygaz kamyonu geçiceği de yok… Kız resmen yerli film replikleri atıyor… Hayır, ben ters adamım, inanıveririm, dökülürüm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım acır… Yerli film… Evet… Yerli film…
Ordan sı.malı muhabbete… En Ayhan Işık sesimi kullanarak, hınzır bir ifadeyle, ona Belgin Doruk muamelesi çektim… Misilleme olarak Yeşilçam öykülerinin değişmez repliğini attım…
“Bırak bu lafları, kaç para istiyorsun onu söyle… Onbin,yirmibin?..”
Esprime güldü… Güzel… Ardı arkasına zincirler, konuyu dağıtırım… Gülmesi bitince, “Bu da senin numaran” dedi… “Zırhın delinsin istemiyorsun… Hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun… Aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki… Böyle bir numaraya gerek yok… Koyver gitsin kendini.” Gözlerime anne anne bakıyor… “Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da bayan” dedim, Ayhan Işık sesimle…
Dedim, ama mümkün değil… Saatlerce bana inanılmaz sevgi sözcükleri sıraladı…
Ben ise ona yerli filmlerin değişmez repliklerinden attım durdum… Sırasıyla Necdet Tosun, Sami Hazinses, Cilalı İbo, Turist Ömer, Ediz Hun… Hatta bir ara ayağa kalkıp “Ayy-gaaz” diye bile bağırdım…
Sözünü ettiği yağlıboyadaki küçük delikten zırhımı açmasına izin vermedim… Yıkılmadım, yavşamadım, kendimi asla açmadım… Erkeklik gururuma, değmesindi yağlıboya…
“Korkacak bir şey yok” dedi… “Ben sana ne yapabilirim ki?”
“Çok şey” dedim… “Çok şey” derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. Hemen kendimi toparlayıp Ediz Hun, Ayhan Işık, Fügüran Osman ve Erdal İnönü sesleriyle ayrı ayrı üç kez “Çok şey” demeye çalıştım… Ama üçünde de kendi sesim çıktı…
Sonra… Sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu… Ben onu hiç aramadım… Bir gün aklıma fena düştü, aradım… Aslında aramadım… Telefon açtım.
O, “Alo… alo” dedi, ben sustum… Aniden,”Susarken bile Ayhan Işıktaklidi yapıyorsun” dedi… Anlamıştı… Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı…
“Ne fena diil mi?” diye sürdürdü… “İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır… Sevilince de ödü patlar…” Sustum… “Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi… Artık arama, olur mu?” dedi. “Ve sakın üzülme… O öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”
Yine sessizlik… Derken, Belgin Doruk gibi son cümlesini söyledi….”Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun… Boşver… Ne diyorlardı… Gençsin, unutursun.”
Genç miyim, unutur muyum?.. Telefonu kapadım… Sokağın köşesinden, yırtınarak bir Aygaz kamyonu geçip gitti…
Kalbin Böcüü - Sayfa 247
21 Mart 2010 Pazar
Gerçeği Süslemek Bir Bakıma Hayal Ettirmek Değil Midir?
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM!.."
20 Mart 2010 Cumartesi
Mimikler ve Tikler Sözlüğünüz Var mı?
Not: Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.
19 Mart 2010 Cuma
Haydi Masal Gibi Gelin Pilavı Pişirelim!
Ayrıntılar Dünyasında Gezinti
Peki yaşadıkları halde çok önemsemediğimiz, hep gördüğümüz halde dikkat etmediğimiz, hayatımızda var olan ama basit ve içine dönük halleriyle çok ehemmiyet vermediğimiz kişiler illa ki vardır yakın çevremizde değil mi? Hani belki evin temizlik işlerine bakan biri olabilir, belki şirkette çalışan bir sekreter, ya da komşumuz bilmemne Hanım veya bilmemne Bey... Ne bileyim, merhaba dediğimiz yada demediğimiz, bu adam yada kadın da ne işe yarar hayatta, ne düşünür, nelere tepki verir diye düşünmediğimiz, bakıp görmediğimiz kişiler yani... Böyle kişiler işte...Vardır illa ki... Adlarını bile bilmeye zahmet etmediğimiz insanlar... Şimdi ben bunları düşününce aklıma Kürk Mantolu Madonna gelmesin mi? Ne alaka değil mi? Şöyle... Ünlü edebiyatçımız Sabahattin Ali'nin en sevdiğim romanıdır Kürk Mantolu Madonna. Yazarın bu kitabını okuduğumda Raif Efendi karakteri beni çok sarsmıştı. Eğer kalabalık bir yerdeysem ve beklemem gerekiyorsa; bir bilet kuyruğunda yada bir doktor bekleme odasında misal, belki de insanları incelemem bu kitap yüzdendir. Veya çevremdeki ilgili ilgisiz herkese merhaba demek istemem yada insanların görünen yüzlerine değil de görünmeyen iç dünyalarını anlamaya gayret sarfetmem bu kitap nedeniyle olabilir. Kim bilir? Şunu biliyorum ki, bu kitabı okuduğumda Raif Efendi'nin manasız ve ehemmiyetsiz görülen hareketleri ardındaki gerçek, benim gönül gözümü açmaya sebebiyet vermiştir. Edebiyat böyle birşeydir işte. Hiç düşünmediğiniz, hiç ehemmiyet vermediğiniz hususlara dikkat çeker. Hayatımıza mana veren küçük ayrıntılar hususuna, daha önce bir yazımda giriş yapmıştım. İşte devam ediyorum bu yazımla şimdi!
18 Mart 2010 Perşembe
Hızlı Kısır Yapmak...
Hemen bulguru yıkadım bol suda. Tabi ki tanelerini şefkatle okşaya okşaya. Hemen aldım yıkadıktan sonra bir kaba. Üzerine birer yemek kaşığı domates ve biber salçası ekledim. Karıştırdım hepsini hemhal oldular.Üzerlerine döktüm kaynar suyu. Bulgur sever çünkü sıcak suyu. Bu onun banyo sefası salça kardeşleriyle birlikte. Kapattım kapağını ve bıraktım yalnız başına salçalı bulguru, şöyle bir rahatlasın, kendini bıraksın diye. Hemen dört beş sap yeşil soğan ve maydanoz doğradım ince ince. Bir limon sıktım. Bulgura baktım. Çekmiş suyunu. Toz karabiber, kırmızı biber, nane, tuz... Amma illa sumak.. illa sumak... Sumaksız kısır asla düşünemem. Limon ve halis zeytinyağı mutlaka. Bu akşam canım nar ekşili kısır istedi. Nar ekşisi de ekledim. Hepsini şöyle bir harmanladım sevgiyle. En son incecik kıyılmış maydanoz ve yeşil soğanları ekledim. Bir daha kaşıkla çevirdim karıştırdım hepsini. Hani benim salatamın özelliği neydi? En son karıştırmalı deli gibi biri. Öyle karştırdım ben de. İçindekiler iç içe geçtiler. Lezzetler birbirleriyle dans ettiler. Aman Allahım bu güzellik ne? Bir kaşık aldım ağzıma çaktırmadan. Off! Lezzeti fevkaladenin fevkinde!...
NOT: Şimdi ben hızlıca kısır yaptım. Hem yedim hem de bloğuma yazdım. Ayıp olmadı değil mi? Canı çeken var, çekmeyen var! Hımm! Bilmiyorum ki!
16 Mart 2010 Salı
Kapalıçarşı'nın Dost Yüzü
Şimdi arada sırada, neden parmağında alyans olmadığını soranlara, Celil Oker işte özetlediğim bu hikayeyi anlatır. O günleri unutmamak için bir daha yüzük takmaz.
Kapalıçarşı için pek çok şey işitiriz. Her dükkandan laf atarlar. Zorla mal satmaya kalkarlar. Pazarlıkla ile ilk söyledikleri fiyatın yarısının altına inerler. Güzel hanımlara bakarlar. Hepsi doğru olabilir. Ama doğrunun tamamı değildir. Doğrunun tamamı aslında yazara göre bize bağlıdır. Biz ne için gelmişsek, Kapalıçarşı bize o yüzünü gösterir. Yazara dost yüzünü göstermiştir.
Geceyle Gelen - Yedi Kere Ben
YEDİ KERE BEN
İlk kez yedi yaşında öldüm.
Yedinci ayın yedisi.
Saat yediye yedi kala.
Ya da yedi geçe emin değilim.
Yedi kez kırptım göz kapaklarımı.
Yedi kez nefes verdim.
Öyküsünü yazmadığım benlerden
Birince vuruldum, tam yedi yerimden.
Kurşunkalemlerimi boşalttım üzerime.
Ve durup şöyle dedim kendime:
“Yaşamak istersen, yaz.
‘Yazamak’ deriz adına, varsın olsun.
Bir düşlük edin kendine.
İzmaritine geldiğin düşleri söndür içinde.
Yani, yaşadıklarını değil,
Küçücük bir sapma nedeniyle
Yaşayamadıklarını yaz.
Kaderinin dışında kalanları.
Yaz ve yalanlarına inandır dileyenleri.
Yazacak mısın?
İyi düşün, yaşamın buna bağlı,
Ya da yazaman.
Sözün söz mü?”
“Söz.”
O günden beri,
Yedi kendimi yanıma alıp
Yedi tepeli kentin gizlerinde geziniyorum.
Saat yedi. Akşam.
Kalemimle yaralıyorum gene kendimi.
Kum saatini çevirince
Hayat geçmişe akacak.
Geriye döneceğim.
Pusu kuracağım o daracık sokakta.
Kendimi bekleyeceğim.
Elimde kurşunkalem,
Omuzlarımda öykü.
Aşkın Güngör- Geceyle Gelen - Crea Yayınları - Sayfa 94/95
İspanya'dan Hurafe Haberleri...
'Şeytan'ın uğradığı bebeğe bir şey olmaz!16/06/2009
Dedim ki kendi kendime, demek farklılık gösteriyor hurafe durumları, farklı memleketlere göre... Erkekler şeytan İspanyollara göre öyle mi? Aaa! Hayret bir şey!