24 Aralık 2014 Çarşamba

Şşşth! Kimse Duymasın!.. - 15 -

 

 
Kitap okumakta, niyet mi önemlidir, kısmet mi?
Kısmet elbette, öyle değil mi?
 
Orhan Pamuk’un son kitabını,
 dahaaaa  fırından kitapçı tezgahına  çıkar çıkmaaaz,
dumanı tüttüğünü hayal ede edeee,
hem deee…
bir değiiiill…
tam  iki tane...
 Biri bana, biri kardeşime niyetiyle  satın aldım.
 
Kardeşim çoktan başladı okumaya...
Az kalmış... Bitirdi bitiriyor... 
 
Ahh!
Ben ise...
Her gece,  sokaktan  bozacının geçmesini bekliyorum.
 
Geçmeyince,
 Bana  henüz kısmet olmadı…
İlk sayfasını  bile  aralayıp bakmıyorum.
 
Kafamda bir tuhaflık var…
Boza içerek  okumaya başlamazsam,
Kitap bana gücenir diye çok korkuyorum.
 
 
Gerçekten!





21 Aralık 2014 Pazar

İnsanlık Ve Dinler Tarihine Tepeden Giriş Yaptım...


 
Yeminle yeni  öğrendim. Öğrenir öğrenmez, çılgın gibi sanal ansiklopediye saldırdım. Bulduğum her haberi, her yazıyı tüm merakımla okudum. Her videoyu izledim.  Nasıl  heyecanlandım anlatamam! Şahane bir bilgi bu!..  Dile kolay... Mısır Piramitleri’nden 7.500 yıl, İngiltere’deki Stonehenge Anıtları’ndan 7.000 yıl... Mezopotamya’daki ilk şehirlerden 5.000 yıl daha eski... Ve...  Dünya tarihinde keşfedilmiş en eski tapınak öyle mi? Üstelik, bizim memlekette…  Urfa’da… Göbeklitepe’de!

Atalarımın bütün eli hamurluları  ve bıyıklıları adına!
 
Günümüzden yaklaşık  12.000 yıl önce, henüz yerleşik hayata geçmemiş son avcı- göçebe gruplar tarafından inşaa edildiği anlaşılan bu anıtsal yapılarda, ortada iki büyük, etrafına yuvarlak örülmüş çeperlerin içine oturtulmuş  bazılarının boyu yedi metreyi bulan 12 dikilitaş mevcut...  Dikilitaşların üzerlerinde, hayvan, bitki, insan kolu ve eli kabartmaları ve işlemeleri var. Veee... 20 tapınak tespit edilmiş  henüz  6 tapınak gün yüzüne  çıkarılabilmiş.  Düşünebiliyor musunuz,  sadece dünyanın tespit edilmiş ilk tapınağı olmakla  kalmıyor, dünyadaki heykeltraş ve plastik sanatların  ilk örneklerini de barındırıyor...  Keşke gidip görebilsem... Müthiş!  Göbeklitepe'ye, ilk kez 1963 yılında denk gelinmiş. 1995 yılında,  Prof. Dr. Klaus Schmidt'in  başkanlığında  yüzey araştırmasından sonra kazılara başlanmış.

Bu yapıların her birinin açık hava tapınağı olarak inşaa edildiği anlaşılmış. Kazılarda, tapınakların yapımında kullanıldığı düşünülen kireç taşları, çakmaktaşları, taş aletler, öğütme taşları, kırık hayvan boynuzları, kemikleri bulunmuş.  İlginç olan, konut olabilecek herhangi bir yapı kalıntısına ulaşılamamış. Avcı-toplayıcı- göçebe insanlar bunlar... Nasıl organize olmuşlar, nasıl planlamışlar, nasıl taşımışlar, mimari ve sanatsal yeteneklerini nasıl geliştirmişler? 
 
Tarıma ve yerleşik düzene geçmeden önce, henüz kendilerine ev yapmadan tapınakların yapılmış olması bütün arkeoloji aleminin düşünce sistemini alt üst etmiş. Yoksa göçebe toplumlar bilinenin tersine, tarımı öğrendikten sonra yerleşik hayata geçmediler de, ibadet merkezine yakın olmak için mi yerleşik hayata geçip tarım yapmaya, hayvanlarını evcilleştirmeye başladılar acaba?  İnsan denilen  anlaşılmaz canlı türü, neleri düşünerek, neyi amaçlayarak  bu tapınakları yapmışlar oraya? Neyi anlatmaya çalışmışlar?  Niye ortada iki, etraflarında on iki dikili taş var? Semboller neolotik çağdan önce de var mıydı yoksa?  Allahım! Bilmediğim ve merak ettiğim ne çok şey var!  Keşke o zamanlara ışınlanabileceğimiz bir makine icat edilebilse! Keşke günümüzden 12.000 yıl önce yaşayan biriyle karşılaşsak, bize olup biteni anlatabilse... Keşke!

 

İşte bütün bunları merak içinde hayal ederken, 14.000 yıl önceden beri yaşadığını söyleyen biri aklıma geldi. 2007 yapımı The Man From  Earth'teki baş kahraman Profesör John Oldman. Film boyunca alanlarında uzman profesör arkadaşlarına,  mağara zamanlarından bugüne yaşadığını, 35 yaşından sonra hiç yaşlanmadığını, avcı- toplayıcılıktan yerleşik hayata, Sümerlerden Buda'ya,  Babil Hükümdarı Hamurabi zamanından  İsa Peygamber dönemine, Kristof Kolomb'dan Van Gogh zamanlarına,  şimdi aklıma gelmeyen pek çok hayatın içinden geldiğini anlatıyordu.  Yahudilik veya İslamiyetin başlangıç dönemleriyle ilgili tek kelam etmediğini  hatırladım şimdi. Neyse... Gene de aynı mekanda, yedi sekiz kişilik kadrosuyla,, tarihin içinde  pek çok yönüyle insanı sorgulatan muhabbetleriyle ilginç bir filmdi. Seyrettikten sonra etrafımızda böyle insanlar var mıdır diye tuhaf hayallere daldığımı hatırladım şimdi:)
 
 
Göbeklitepe, tarih, arkeoloji, astronomi, din  hakkındaki yanılgılarımızı ortaya çıkarmaya başladığına göre, insanlık tarihinde bilmediğimiz, keşfedilecek, öğrenilecek, şaşırtıcı, heyecan verici daha neler var kim bilir?
 
Ahmet Turgut Yazman,  Göbeklitepe üzerinde dört yıl çalışarak,  yurtiçi ve yurtdışı festivallerde gösterilen  bir belgesel film yapmış.  Mutlaka  bulmalıyım.  İnsanın öyküsünü 12.000 yaşında birinden dinlemem mümkün olmasa bile, bu belgesel  o çağlarda yaşayan insanların,   dünyayı, hayatı manalandırma çabalarını anlamama yardım edecektir diye düşünüyorum. Doğrusunu söylemeliyim, benim çabalarımı da elbette:)


 

Neden Sigortacı Oldum?



Bu soruya havalı bir cevap verebilirim. Mesela şöyle söyleyebilirim:

“Kitap seven biriyim. Hele 1883 doğumlu, modern dünya edebiyatının en önemli yazarlarından Franz Kafka’nın kitaplarına deliririm. Kafkaesk bir ruha sahip bencileyin biri, olsa olsa aynen Franz Kafka gibi sigortacı olarak işe başlar diye düşünmüştüm. Sahiden Kafka gibi sigortacı oldum. Laf aramızda, belki ben de Kafka gibi kitap yazabilirim hayali kurmuştum kurmasına amaaa… Yaza yaza ancak blog  yazısı yazabildim:)”

18 Aralık 2014 Perşembe

İçinden Sigortacı Geçen Filmler -2 - ÇİFTE TAZMİNAT

 
Selam, kahve milleti insanları!

Şu yukarıda afişini gördüğünüz  Çifte Tazminat adlı film var ya… Fennin ilk harikası,   Amerikan mucizesi, bütün meşhurların sevdiği bir filmdir.

Çifte Tazminat’ı,  öyle laga luga  sanıp, sakın ola küçümseme gafletine düşmeyiniz.  Kendisi:

-  l7 dalda Oscar’a aday olmuş,
- 100 yılın en şahane  filmlerinden biri olarak değerlendirilmiş,
- Sinema dünyasının gelmiş geçmiş en önemli yazar yönetmenlerinden Billy Wilder’ın büyülü başyapıtıdır.
- Akabinde ve detayında,   kara film tarzının tüm klişelerine sahip bir filmdir...

Hangi klişeler mi?  Hangileri olacak…  Ayıptır söylemesi…
 
 - Güzel, güçlü, fettan kadın… .
- Yakışıklı, zeki, dilbaz adam...
- Siyah beyaz, tekinsiz atmosfer....
- Elden düşmeyen içkiler, sigaralar…
- Suç...
- Ölüm...
- Ve elbette… Nanananooom… Tutkulu bir aşk.

Filmin konusuna merak sarkıtan veya  pike yapıp seyirtenler varsa, hemen özet attırıvereyim: 
 
Mutsuz evliliği olan kadın, sigortacı adamı etkiler.
Kaza süsü verecekleri bir cinayeti beraberce planlarlar.
Sigortacı  adam, önce kadının kocasına Hayat Sigortası  yapar.  
Sonra Kaza Sigortası'nı da poliçeye ilave eder.
Bu tip poliçelerde, ecelle değil kazayla ölüm olursa çifte tazminat ödenmektedir.
 
Sonra ne mi olur? Yooo. Anlatmam.  Valla benden  bu kadar arkadaşım.  Merak eden oturur seyreder:)
 
 
 

14 Aralık 2014 Pazar

İçinden Sigortacı geçen Filmler - 1 - CUMA KIZI


 


Sigortacıyım. Şanslı biriyim. Bayıldığım işi yapıyorum. Ayrıca sinema hayatı eşsiz kılar diyenlerdenim. Elbette  içinden sigortacı geçen her filmi tüm merakımla izlerim. Mesela, yönetmen Howard  Hawks'ın 1940 yapımı (His Girl Friday) Cuma Kızı adlı filmi nasıl seyretmemiş olabilirim? 

(His Girl Friday) Cuma Kızı;

1- Diyalog filmlerinin ustası Tarantino’nun en beğendiği filmlerden biridir. Ve... Tarantino’nun fikirlerine hürmet ederim.  (Tarantino filmlerini bin beş yüz kere seyretmişimdir. Tamam. Abarttım. Şeey... Bin falan olmuştur:)

2- Film oyuncularından biri sigortacı  rolündedir.

Diyeceğim odur ki, 
Tarantinocu bir  sigortacı elbette bu filmi çoktan seyretmiş, yüreğinin nadide filmler köşesine usulca yerleştirmiştir:)


 

12 Aralık 2014 Cuma

Çizgi Roman Edebiyat Olabilir Mi?

 
"Verandalarına  açılan sürgülü kapı ardına kadar açıktı.
Dışarıda hava güzeldi. 
 Çok sıcak da değildi…
Tam bir fırtına öncesi sessizliği hakimdi."
 
 
Not/
 
Yukarıdakiler Güngezgini (Daytripper)  adlı çizgi romanın kareleri. 
Peki, çizgi roman edebiyat olabilir mi?
Bu çizgi romanı okuyun ve siz karar verin derim.
Müthiş! 
İnanmazsanız,  altevren'deki inceleme yazısını okumanızı tavsiye ederim.
Sahiden müthiş:)
 


11 Aralık 2014 Perşembe

Bir Hikâyenin Keşfinden, Bir Yazarın Keşfine Yolculuk


Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hikâyeleri arasında,  beni en zorlayan Yaz Gecesi'ydi. Ne zaman okusam, aklımın erişemediği, açıklayamadığım, çözemediğim bir sır saklıyormuş hissine kapılıyordum.  Bilinmezliğin dayanılmaz çekiciliği bu olmalı... Saklambaç oynayan yeni yetme  çocuk gibi, döne dolaşa  cümlelerini okuduğum halde, mümkünü yok, gizlediğini bulamıyor, sırrına mazhar olamıyordum.  

Keşfetmek için  kıt edebiyat bilgimin, zihnimin dikkat ve gayretinin  yetmeyeceğine kanaat getirdiğimde, sanal ansiklopediye Yaz Gecesi'ni çözümleyen bir edebiyatçı olup olmadığını sordum. Nanananooom!.. İşte bulmuştum... Kitap-lık Dergisi 40. sayı. "Süha Oğuzertem - Gizemli Bir "Yaz Gecesi"nde Freud, Joyce ve Tanpınar"

Gizemli bir Yaz Gecesi... Tamam... Buydu işte!..  Gizemli!
Ayrıca Freud ve Joyce... Ahmet Hamdi Tanpınar'ın okuruyla oynadığı oyunun içinde  bambaşka oyuncular varmış demek ki... Yemin ederim,  Freud ve Joyce'un da işin içinde olduğunu kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim. Nerden bilebilirdim? Neyse. “Bilmemek değil öğrenmemek ayıptır bizim köyde. Okuyunca öğreneceğim. Ne güzel!" dedim.  Tüm hevesimle yazıyı aramaya koyuldum.

Binlerce kasırga aşkına...  Bu sayı tam on dört yıl öncesine, 2000 yılına aitti! 
Fıtratım gereği önce yıkıldım tabii... Sonra hemen toparladım kendimi...  Bilgisayar başına oturdum. Sanal ansiklopediye bu kez, Süha Oğuzertem kim, diye sordum.  Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü hocasıydı. Hakkında yapılan yorumlara göz gezdirdim. "Karşılaştırmalı Edebiyatın ustası... Zaman canavarı... Disiplinler arası çalışıp disiplini her anlamda yaşamına sokan bir bilim insanı... Karşılaştırmalı Türk Edebiyatı onsuz düşünülemez...  Düşünceli... İyiliksever... Hemen her konuda özenli...  Az yazdığından pek bilinmeyen memleketin edebiyat eleştirisi alanının en önde gelen eleştirmen - akademisyeni... "  Hay canına sayın seyirciler!  Resmen gizemli bir hikâyenin keşfinden gizemli bir yazarın keşfine yolculuk yapıyordum.

Bir kaç sahafa Kitap-lık dergisinin 40. sayısını sordum. Yok! Sanal kitapçılarda dolandım. Yoklar silsilesi. Tükenmiş. Bulamıyordum.

Dün  İstanbul'da  işim  vardı. Marş marş  Boğaziçi  Üniversitesi'nin kütüphanesine gittim. Kitap-lık Dergisi'nin 40. sayısını ve  99. sayfasındaki aradığım yazıyı buldum. Derginin tamamının  fotokopisini çektirdim. İşte elimde… Çok mutluyum! 

Doğrusunu söylemem gerekirse, Süha Oğuzertem'in,  Yaz Gecesi hakkındaki gizem dolu yazısını henüz okumadım. Bu yazıyı o kadar çok aradım ki...  Biraz nefeslenmeliyim. Yoruldum:)

9 Aralık 2014 Salı

İstanbul Modern'de Dokunmatik Müze Gezisi

Ayşegül ve Pınar 
 
 
İtiraf etmeliyim ki, kör arkadaşlarımın gözlerinin görmediğini hep unuturum. Aralarında doğuştan kör olanlar da var sonradan görme duyularını  yitirenler de...  Zaman zaman birlikte oturur, geziniriz. Konuşup, hasbihal ederiz. Patavatsızın tekiyim. Nereye gideceğini düşünmem, dangul dungul  konuşurum. Bazan “Önüne baksana, kör müsün?” derim... Hiiç aldırmazlar. Tüm güzellikleriyle “Evet, körüm, ne olacak?” derler. Güleriz. Verdikleri mücadelelere her daim hayranlık duymuşumdur. Kör olduklarına o kadar dertlendiğimi söyleyemem... Amaa… Körlere sağlanan olanakların yetersizliği ya da ne bileyim görenlerle aralarındaki fırsat eşitsizliği var ya… Of!.. Fena halde canımı sıkar. İşte bu durumlara harbiden dertlenirim.
 
Misal, çok sık müze gezen biriyim. Müze gezerken aklıma gelirler. Bu arkadaşlarım niye görme engelli oldukları için müze gezemiyorlar ki diye düşünürüm. İstanbul Modern’de görme engelli çocuklar için hazırlanan atölye olduğunu duyunca, hemen müzede çalışan Duygu'yla iletişime geçip, arkadaşlarımı anlattım. "Niye bu atölye sadece kör çocuklar için, yetişkinler de gelse olmaz mı?" diye sordum. Duygu "Neden olmasın?" dedi ve atölyenin eğitim görevlisi Ayşegül’le konuştu. Sonra bir araya geldik. Ayşegül "Şahane olur." dedi. Kollarımızı sıvadık. Ve arkadaşlarım için sürpriz bir müze gezisi planladık.

 (Sibel-Mahmut-Ayşegül-Cihan-Pınar)

Hey! Durur muyum? Beş dakika bile dayanamadım tabii... Hemen... Hemen... Pınar ve Mahmut’u heyecanla aradım. Mahmut doğuştan kör, Pınar ise on altı yaşında kör olmuş. Vaziyeti, böyleyken böyle diye anlattım. Konu çok enteresan geldi. Hepimiz nasıl heyecanlandık anlatamam. Nanananooom! Planladığımız pazar sabahı, Pınar, Sibel, Mahmut, Emel, Cihan ve ben… Sibel, Pınar’ın annesi. Sibel de çok gençken kör olmuş. Emel yüzde on görebiliyor. Cihan görüyor. Mahmut’la Cihan’ın, birlikte yürüttükleri körler için bambaşka bir uluslararası proje var. Cihan “Ben de gelirim” dedi. Ben ise şoförleri… Ver elini İstanbul yaptık. Önce Ortaköy’de kahve içmece… Sonraaa… Hep birlikte İstanbul Modern’e gitmece...

Hay canına! Özel olarak kapıda karşılandık iyi mi? Hemen eğitim odasına alındık. Ayşegül, İstanbul Modern’i ve bu projeyi anlattı. Sonra herkesi teker teker dinledi. Veee… Sıra müze gezmeye geldi. Pazar günü ya… Of… Müze nasıl kalabalıktı anlatamam. Ayşegül müzeyi gezdirdi. Tabloları tek tek betimledi. Gören gözlerimle fark edemediğim pek çok ayrıntıyı öğrendim. Şahaneydi. Sonra tekrar eğitim odasına geçtik. Betimlenen tabloların bazıları kabartma olarak hazırlanmış. Betimlenerek hayalde canlandırılan tablolara bu kez dokunabilme imkanı buluyorsunuz. Böylece resim zihinde somutlaşıyor. Müthiş bir şey bu. Kıymetli bir emek!
 
 
Arkadaşlarım bayıldı bu duruma. Daha çok duyulmalı, daha çok kör bu durumu bilmeli ve daha çok insan müzenin bu programından faydalanmalı dediler. Bi baktım ki o ne? Hemen duyurmaya başlamışlar bile…
  

(Mahmut-Sibel-Pınar-Emel)


Hey! Ayrıca İstanbul Modern'de, Türk Sinemasının 100. yılına ithafen "100 Yıllık Aşk" sergisi vardı. Müzenin hazırladığı long playleri pikaba koyduk. Evvel zaman içinde seyrettiğimiz, lezzeti hiç eskimeyen film şarkılarını dinledik. Öyle güzel bir gündü ki anlatamam. Meteoroloji yağmur fırtına olacak dediği halde, felek yüzümüze güldü. Sımsıcak bir gün geçirdik:)

7 Aralık 2014 Pazar

Ve Çizgi Roman Ve Ön Yargı Ve İletişim


" Bizim diğer kişiler hakkındaki bilgilerimiz 
o kişilerin kendilerini nasıl düşündüğüne dayanamaz, çünkü onların nasıl düşündüğünü bilemeyiz. 
Kişileri ancak ilişkiler içinde anlayabiliriz. "
 Karl Marx, İnsan Toplum ve İletişim'den


 
- Marx mı? Aaa! Bilmez miyim Karl Marx'ı?

Nedense  hınzırca gülümsediğini hissettim.

- Öyle mi?  Yoksa çizgi roman kahramanı mı? dedi.

Bir yazıda okumuştum. Bizim memlekette entellektüel ve iyi eğitim almış kişiler, Zagor gibi çizgi romanları pek okumazlar, okuyanlara karşı ön yargılı olurlarmış. Ne fena!  Çizgi roman popüler bir sanat dalı olduğundan  yani kitle tüketimi için üretildiğinden, hedef okur çoğu zaman ortalama zekanın bile altında görülürmüş.  Kimin yazısıydı ki?
 
Hımm. Acaba her denk geldiğimizde elimde Zagor'ları gördüğü için mi yüzüme böyle acımtırak bakıyordu? Yoksa hangi kitaptan hafızamın gizli arşivine kaydedildiğini bilmediğim o yazı yüzünden mi, çizgi roman okuyan kıt zekalı kompleksine kapılıyordum? Neydi bu şimdi? Muhabbetin başında aklı sıra bilgimi mi sorguluyordu? Harbi bi analiz yapmak için yüzüne iyice baktım. Olanca sevimliliğiyle bir şeyler söylememi bekliyordu.

Ben ise, sol kaşımı kaldırarak, yüzüme bilgiç  bir ifade kondurdum.  Manifesto'nun temel düşüncelerinden giriş yapacağımı düşünüyordum ki... Olamaz!... Bodoslama şu soruyu sordum:

Hiç Karl Marx’ın fotoğraflarına dikkat ettin mi?

Çizgi romanlardaki şaşıran karakterler gibi, kooskocaman açtı gözlerini:

- Ne varmış o fotoğraflarda? dedi.

- Marx 65 yaşında ölmüş. Ama saçları ve sakalları bembeyaz.  Çok acayip değil mi?  

- !!!!????

Marx’ın hayat hikayesi çok acıklı biliyor musun? dedim. Zengin ve eğitimli  bir ailenin kızı olan Jenny ile, kızın ailesinin rızası olmadan  evlenmişler. Birbirlerini çok seviyorlarmış. Yedi çocukları olmuş.  Saçları ve teni koyu renk olduğundan, ailede Marx'a "arap" derlermiş. Hayatları hep sürgünlerde, yoksulluk içinde geçmiş. Yedi  çocuğundan dördü Karl Marx'ın gözlerinin önünde ölmüş. İlk çocuğu öldüğünde Marx 37 yaşındaymış. Bir gecede saçları bembeyaz olmuş. Ne hazin bir hayat değil mi?


Uzandı, çantasını açtı. İçinden Ken Parker ın bir çizgi romanını çıkardı.

- Senin kitap sevdiğini ve çizgi roman okuduğunu farkedince sevindim. Ben de çok severim. Kitap okuyan bir çizgi roman kahramanı hoşuna gider diye düşündüm. Bak, sana bunu getirmiştim. Söze Marx'ı nasıl bilirsin, diye girdim. Yanlış anlamadın beni değil mi,  dedi.

Elindeki çizgi romanın bir sayfasını araladı. Ken Parker, Karl Marx'ın The Capital'ini okumaktaydı.  

İyice tescillenmişti... Kompleksli ve ön yargılı biriydim!