31 Ocak 2009 Cumartesi

Derinlik Sarhoşluğu ve Değirmendere

Depremde ofisim kullanılmaz duruma geldiği için, işyeri değiştirmek durumunda kalmıştım. Muhtelif yerlerde işime devam ettikten sonra, bir müşterim deniz kıyısındaki bir dairesini kiraladım. Yıllardır yaşadığım Değirmendere,depremden önce Kocaeli'nin en güzel sahil kasabasıydı. Nezih ve keyifli bir ortamı vardı. Herkes birbirini tanırdı. Belediye'nin Sanat Evi'nde 7 den 77 ye her yaşa uygun dans, müzik, resim,heykel gibi kurslar düzenlenir, geziler yapılır, cuma akşamları İzmit'teki sinemalara ücretsiz belediye araçları çalışırdı. Yaz geldiğinde, Değirmendere Uluslararası Fındık Festivalinde, dünyanın heryerinden gelen sanatçılar, kasabanın parkında, açıkhavada heykeller yaparlardı. Galiba halen bunlara benzer birşeyler yapılmaya çalışılıyor kasabamızda...Ama biz insanlar eski biz değiliz ki! Çok sular aktı bu köprülerin altından! Ruhumuzu diri tutmaya gayret etsek de çok normal olduğumuzu düşünmüyorum kimi zaman. Hayatın bir anda elinizden kayıp gidebileceğine şahit olduğunuz için,bu da mı başıma gelecekti demenin kifayetsizliği anlaşılıyor. Her beterin daha beteri gerçekten var!Allah yazmasın yeter ki! Başa gelen çekiliyor. Her iyi an çok önemli. Ertelemenin anlamı yok. Eğer şu an siz,aileniz,arkadaşlarınız,komşularınız,dostlarınız iyiyse daha ne olsun öyle değil mi? Hayatta daha mühim bir şey yok ki! İlla ki sağlık olsun! O kadar!
Böyle diyorsunuz da dünyada olanlardan nasıl etkilenmeden durabileceksiniz?
Mümkün mü? Savaş varsa eğer, ki var! Sizin depremden sonraki halinizi , oturdukları yerde televizyondan seyreden insanlar gibi, şimdi siz seyrediyorsanız onların durumunu oturduğunuz yerde televizyondan, mutlu olmanız mümkün mü?
Hayat; küçük, anlık mutluluklardan ibaret.
Öyle bir şey galiba.
Daha tam anlayamadım da! Yaptığım sadece anlamaya biraz gayret etmek!


Ben şimdi gene ne yazacaktım, konuya nasıl başladım? Aslında diyecektim ki, ofisini kiraladığım sevgili müşterim dün gelipte Dalgıçlık Okulu'nu sigortalatmak isteyince, daha önce seyredip bayıldığım bu film geldi aklıma:
Derinlik Sarhoşluğu.
İnsan doğduğundan beri deniz olan bir yerde yaşamışsa, denizsiz bir yerde yaşamayı düşünmesi mümkün değildir. Bir kere hiç unutmam, Gönen'de yaşayan bir arkadaşıma gitmiştim. İki gün kaldım. Gözüm bir şey arıyor ama bir türlü nedir aradığım çıkaramıyorum. Sonra bir ara gözüm gökyüzüne ilişti. Koca bir mavilik görünce.. Bağırarak dedim ki:
"Aaa! Deniz! Deniz yok burada!
Deniz olmayan bir yerde nasıl yaşanabilir bilemem. Girmesek de şu Marmara Deniz'ine...İşte orda...Gözüm görüyor ya. Yetiyor bana. Görmeliyim ama. Mutlaka. Koca bir mavi sonsuzluk. Vazgeçemediklerimden biri de denizdir.Gözüm, gönlüm alışmış bir kere!
Peki deniz seven biri denizi konu edinen bir filme delirmez mi?
Hem de nasıl delirir! İşte Derinlik Sarhoşluğu deniz merkezli bir film olduğu için başucu filmlerimden biridir. Ama sadece deniz nedeniyle değil, filmin yönetmeni Luc Besson. Leon, 5. Element gibi unutulmaz filmlerin yönetmeni. Oynayanlardan biri Luc Besson'un en favori oyuncusu Jean Reno ki ben de bayılırım kendisine. Konu Sicilya da geçer. Bir Akdeniz sahil kasabasında yaşayan iki arkadaşın denizdir oyuncakları. Denizle oynarlar,deniz de yarışırlar, denizle büyürler.
Derinlik Sarhoşluğu aslında oldukça eski bir film. 1988 yapımı. İki arkadaşın bir kadına olan aşkları, iki arkadaşın birbirlerine olan bağlılıkları, dostlukları,rekabetleri, iki arkadaşın denize ve dalmaya olan sevdaları... Şahane müzik, olağanüstü görütülerle kimi duygulanıyor, kimi gülüyorsunuz. Gene muhteşem dialoglar,müzik ve görüntüler ile şahane bir kombinasyon oluşturulmuş ve sevgili yönetmenimiz Luc Besson'un öykü anlatıcığı ile birleşince, ortaya unutulmayacak bir film çıkmış. Eğer seyretmeyen varsa tavsiye ederim.


Derinlik şarhoşluğu halk arasında vurgun dediğimiz olayın sempatik söylemi olmalı. Bu gerçek sarhoşluk gibi etkiliyor. İyi düşünememe, cesaretin çok artması ve korkunun azalması gibi durumlara neden oluyor. Eğer bu sarhoşluğun bir kez tadını almışsa insan sanırım vazgeçemiyor.
Dalmak, daha derine dalmak, hep dalmak istiyor.
Müşterim, Dalgıçlık Okulu'ndaki kurslara katılmamı tavsiye etti. Zaten sigortalamadan önce, gidip görmem gerekiyor. Gideceğim gitmesine de kendimden korkuyorum. Ya dalma kursuna katılmayı dayanamaz kabul edersem?Sonra her işte olduğu gibi abartırsam dalmayı?Ya derinlik sarhoşu olursam? O nedenle Dalgıçlık Okulu'na gitmeden önce Derinlik Sarhoşluğu filmini seyretmeliyim. Kendime gelmeliyim!

30 Ocak 2009 Cuma

Eski Devrin İzini Bugün Sürmek

Sevip takip ettiğim pek çok blog var. Bunlardan biri diğerlerinden epeyce farklı. Nedir en büyük farkı? Bugünün ve geleceğin değil de geçmişin izini sürmesi. Zaten blog sahibi kendisi de bloğu için "Eski devrin izini bugün sürmek." demiş. "Mazide Dilhun idim şimdi müsemma-i Pasban" diyerek başlığını sürdürmüş.

Bloğuna 2009'un Ocak ayı başında yazmaya başlamış. İzmit'te yaşıyor. Şöyle anlatıyor kendisini: "Kocaeli'de doğup büyüyen bu satırların yazarı,18 yaşından sonra Bursa'ya gitti, bir o kadar da burada yaşadıktan sonra tekrar Kocaeli'ne döndü. Halen kamuda idareci olarak çalışmaktadır" Nokta. Bukadar öyle mi?

Aynı zamanda kendileri kızkardeşimin sevgili kocası olmaktadır. Bunu yazmamış ama...Hımm! Kendini bekar mı göstermek istiyor acaba? Sakın kimse niyetini bozmasın ayrıca iki çocuk sahibi bir beyefendidir. Karışmam sonra!

Sevgili Pasban'la bir araya geldiğimizde okadar güzel muhabbet ederiz ki, kızkardeşim kıskanır hatta...Der ki "Ben mi kardeşinim, O mu yoksa? Aaa! Biraz da benimle konuşsana!" Ama biz geçmişte yol alırız da kimi zaman Pasban'la, yanımızdakileri unuturuz. Ne yapalım katılsınlar onlar da bizim kervanımıza ve hep birlikte çıkalım geçmişteki yolculuğumuza!

İlgi alanları hakkında" Eskiye dair her ne varsa beni ilgilendirir.Eski şiiri özellikle aruzu çok severim.Eski şiirin siluetine benzer şeyler karalamaya çalışırım." demiş. Peki "Pasban "nedir? Ne anlama gelir? Bunu da gene kendi kaleminden okuyalım istiyorum :

"Eski şiirin siluetine benzer şeyler kaleme almaya başladığım 1991 de ki; ilk gazele benzer metni o tarihlerde yazmıştım, Dilhun (içi kan ağlayan-çok üzgün) kelimesini mahlas olarak kullanıyordum. Daha sonra aşağıda göreceğiniz beyti yazınca -yanılmıyorsam 2005 yılıydı- Pasban'ı tercih ettim. Pasban Farscada bekçi anlamına gelir.Bloga adını veren pasbanın öyküsü budur. "
Peki Pasban neyin bekçiliğini yapmaktadır acaba? Bence birzamanlar Dilhun (içi kanağlayan-çok üzgün) du. Neden ? Bizim kızı vermiyordu babam kendisine de ondan! Zordur almak bizden kızı. Öyle ki, insan eziyetten Dilhun olur. Ama sonra muradına erince Dilhun değildir de Pasban'dır artık. ? Eeee! İnsan zor sahip olursa sevdiceğine işte böyle aşkının bekçisi olur. Benim balık burcu, şiir seven, romantik kardeşim dayanabilir mi böyle şair bir çocuğa. Kıyameti koparır babaya evleneceğim diye illa... Sonra malum onlar ermiş muratlarına...

İşte Sevgili Pasban'ın blogunu merak eden olursa, bu sayfanın sol tarafındaki sevdiğim bloglar arasında göreceksiniz. Çok severim kendisini!

Fotograflar - Numan Serteli

29 Ocak 2009 Perşembe

Okutmaya Gönüllü Olmak

İyi akşamlar Sevgili Okuyucu! Şimdi kasabamızın son haberini veriyorum. ACEV gönüllüsü sevgili arkadaşım Oya'nın öğrencileri bugün törenle diplomalarını aldılar. Gölcük Kaymakam'ı, İlçe Milli Eğitim Müdürü, İlçe Müftüsü ve diğer devlet erkanı ile Oya öğretmenin öğrencileri ve biz gönüllü arkadaş destekleyicileri biraraya geldik. Köyün camisindeki diploma töreni fotoğraflarından birkaçını bloguma koymak istedim.O kadar duygusal ve keyifli bir zaman geçirdim ki anlatamam. Ne güzel şey öğretmek ve öğrenmek!
Hayatı paylaşmaya Gönüllü Olmak!


Gönüllülük ilginç bir psikolojik durumdur. İşinizi gücünüzü bırakacaksınız, kendinize ait zamanı ücret almaksızın başkaları için harcayacaksınız. Bunu anlamak çok kolay değildir. Bunu hissedebilmek için gönüllülükle birşeyler yapmak gerekir. Eğer yaşamınızda gönüllü olarak yaptığınız hiç bir iş olmamışsa, bu işin keyfini almadan dünyadan göçeceksiniz demektir. Ve size bir şey söyleyeyim mi gönüllülükle hayata yaptığınız katkının verdiği mutluluğu hiçbir seyde bulmak mümkün değildir. Farklı bir lezzettir bu. Bu lezzet sadece dilde değil yüreğin her zerresinde hissedilir.


İki çocuk annesi arkadaşım Oya, çocuklarını büyüttü ,meslek sahibi etti . Şimdi kendini okuma yazma bilmeyen kadınlarımıza vakfetti. O kadınlarımız ki evdeki işlerini güçlerini bir şekilde hallettiler ve haftada üç gün köyün camisine okuma yazma kursuna gittiler. Oya ile okadar güzel bir iletişim kurmuşlar ki anlatamam. Aslinda Oya'dan söz aldım. Blogum için anılarını yazacak ve ben de yazdıklarını gururla koyacağım. Eğitimi olduğu halde boş oturan okadar çok kadınımız var ki hepsine örnek olsun istiyorum. ACEV'in açtığı eğitici yetiştirme kurslarına katılsınlar. Gölcük'te 4.000 okuma yazma bilmeyen varmış. İnanılmaz bir rakam bu." Okuma yazma bilmemek körlük!" diyor okuma yazmayı yeni öğrenen bir kadınımız. "Kör zaten görmüyor. Sen görüyorsun ve okuyamıyorsun ya! Bu ne acı bir durumdur sadece bilen bilir!"diyor.
Bu işe ön ayak olan ACEV'e, destek veren devlet büyüklerine , Canım Arkadaşım Oya'ya bizlere daha iyi bir dünya ümidi verdikleri için çok teşekkür ediyorum. Oya seni çok seviyorum!

28 Ocak 2009 Çarşamba

Cenova'lı Ninja'nın Tarifiyle Kurabiye

Tersninja’yı okuyalıberi ben de kendimi ninja gibi hissediyorum ama asıl adı üstünde bir Cenova’lı Ninja var.Özel bir yakınlık hissediyorum kendisiyle aramda..Kendisi bu durumumu bilmiyor ama... Gizli takip ediyorum blogunu. Hoşuma gidiyor tarzı ve yazdıkları. Yeni bir lisan öğreniyorum ayrıca sayesinde. Mesela, birine “İyi Akşamlar!” dediğimde, karşımdakinin “Sana da /Hiroyuki Sanada!” dediğini varsayıyorum. Yada birine teşekkür edeceğim zaman, kendimi “Dang yu sayın wang yu!” dememek için zor tutuyorum. Hatta bir kez boş bulundum. Çok ciddi bir müşterim vardır. Benim sulu şakalarımı hep ciddiye alır. Benimle ciddi konuşmak pek mümkün olmadığı için, kendini daha da gerer benimle konuşurken. Sonunda da ayrılırken nasılsa bir şekilde gülümser. Gene böyle bir kısa görüşme sonunda ve çeklerini elime aldığımda, sevinçle “Dang yu sayın wang you!”dedim. Gerisini anlatmayayım!! Hahha! Vallahi artık ben yanına gittiğimde gülmeye başlıyor bu müşterim. Elinde değil tabi. Var mı böyle bir şey! Kaç yaşında iş sahibi kadın, kerli ferli sayın genel müdüre yaptığı muameleye bakın! Ne var Cenova’lı Ninja’nın öğrettiği lisan sayesinde müşterim gülmeyi öğrendi. Fena mı? Şimdi gittiğim zaman işyerine,çalışanlarının hepsi gülümsüyor. "Gülmek" kesinlikle bulaşıcı buna inanıyorum!
Cenova'lı Ninja'nın blogunda bir tarif vardı. Yeni yemekleri denemeyi çok severim. Üstelik kendim de yeni tarifler üretirim. Cenova'lı Ninja'nın Liguria'ya has Canestrelli tarifi şöyleydi:

1,25 su bardağı un (180 gram diyi),100 gr tereyağ,bir yumurtanın sarısı (beyazı da olabilir, bakamayacağım şimdi sözlüğe)60 gr vanilya (evet yoğun bir vanilya tadı da var)yeteri kadar şeker (böyle tarifte hiç görmemiştim)üstüne de pudra şekeri,Gerisi bildiğiniz gibi. Afiyet olsun.
Hımm! Doğrusu fotografa göre oldukça lezzetli bir "Canestrelli" olmalı dedim ve bu kurabiyeyi yapmaya heveslendim.
Bu Ninja Cenova’da ama Liguria’nın Canestrelli’yesini yapıyoruz öyle mi? Vallahi öyle zor yazdım ki bu cümleyi! Söylemesi ayıp önce Liguria nere oluyor diye küçük bir araştırma yaptım. Kuzey batı İtalya’da yer alan 3.en küçük bölgeymiş. Akşam ikram ederken aynen şöyle diyeceğim: “Sizlere kendi ellerimle, Cenova’lı Ninja’nın tarifiyle Liguria’nın Canestrelli’yesini yaptım!” Şaşırmayacaklar. Bakacaklar ki bizim kırk yıllık kurabiye, biraz çiçek şekli almış ve benim lisanımda da bu adı almış. “Peki,dediğin gibi olsun!” diyecek ve çıtır çıtır yiyecekler. Adım gibi eminim... Sonra "Ellerine sağlık!"diyecekler. Ben de gururla başımı yukarıya kaldıracağım ve "Dank yu sayın wang you!" diyeceğim!

Üstteki fotoğraf ünlü japon oyuncu, Last Samuray'da da oyanayan "Hiroyuki Sanada "


Bu fotoğrafın sahibi de Hong Kong sinemasının unutulmaz oyuncusu "Jimmy Wang Yu "
Not: Hatam varsa Cenova'lı Ninja beni düzeltsin lütfen:)

27 Ocak 2009 Salı

Elveda Lenin ve Annem

Şifasız bir hastalığa yakalanan annem,son günlerinde yattığı yatağında benden siyah üzüm istemişti. Üzüm zamanı değildi.Ama şimdi zamanı yok ki meyvenin.Her meyve her mevsim bulunabilir. Şehrin tüm manav ve marketlerini dolaşmış ama siyah üzüm bulamamıştım. Yeşil üzüm vardı ama siyah üzüm yoktu. Sonunda hiç ummadığım bir yerde buldum siyah üzümü.O anki mutluluğumu unutamam. Hemen eve gidip, yıkadım ve anneme verdim. Bir salkım siyah üzümden iki tane yiyen annem,bana baktı ve gülümseyerek “Boyadın mı sen bu üzümü?” dedi. Yattığı yerden komikliğine devam ediyordu.




Bugün Elveda Lenin’i izlerken,1989 yılında, Doğu Almanya’da yaşayan Alex’in, bir kalp krizi sonunda sekiz ay komada kalan annesinin, komadan çıktıktan sonra hasta yatağında yatarken,
turşu istemesi ve Alex’in , annesine istediği turşuyu bulmak için yaptığı koşuşturmayı seyredince o günler geldi aklıma.

Doğu Berlin’de yaşayan Alex’in annesi,sosyalist bir eylemcidir. Kalp krizi sonucunda girdiği komada kaldığı sekiz ay içinde Berlin Duvar’ı yıkılmış ve Berlin siyasal, ekonomik ve sosyal değişim süreci içine girmiştir. Komadan çıktıktan sonra, doktorlar hiçbir şekilde annesinin şok atlatmaması gerektiğini söyleyince, Alex ,annesine özel bir ortam hazırlama çabasına girer. Şehirde her şey değişmiştir aslında. Elveda Lenin adlı filmde annesinin hiçbir şekilde bu değişikliği fark etmemesi için mucizevi bir çaba gösteren Alex’in yaşadıklarını seyrediyoruz.



Çok etkileyici bir duygusallığı olan film aynı zamanda belgesel niteliğinde bence. Film 1961 yılında Berlin'i ortadan ikiye bölen Utanç Duvarı'nın 1989 yılında yıkılmasından sonra, insanların yaşam tarzlarının ve standlartlarının nasıl değiştiğini de gözler önüne seriyor. Doğu Berlin’de duvar yıkılmadan önce sağlık, eğitim gibi hizmetletler devletten parasız alınıyor ve sosyalizm nispeten eşit koşullar sağlıyorken, Belin Duvarı'nın yıkılmasıyla bu hizmetlerin ortadan kalkmaya başlaması... Doğu Berlin insanının kapitalist sistemin rekabetçi ortamına alışık olmamasının şaşkınlık verici durumlar hazırlaması... İşsizlik...Sekiz ay içinde yaşanan değişiklikler... Alex'in annesinin Lenin heykelinin nasıl kaldırıldığını izlerkenki hayret hali , gerçekten filmin unutulmayacak sahneleriydi. Mutlaka izlenmesi gereken bir film.



Spor Yapmak İyi Bir Şey mi?

Bazen düşünüyorum. Gerçekten bazen düşünürüm. Genelde düşünmeden yaparım da herşeyi. Karar vermek için bir şeye öyle uzun boylu düşünenlerden değilim. Aklıma gelir bir şey. Hoşuma gideceğini düşünüyorsam o an. Tamam. Karar verilmiştir. Yaparım. Sonra nereye gider bu işin sonu demem. Başlarım. İlginçtir uzun sürer başlattıklarım. Şimdiye kadar da sonu kötü biten bir maceram olmadı. Galiba ben şanslı biriyim.

Haydi bakalım!Şimdi nerden geldim ben buralara?Aslında spor konusunda bir yazı yazmaktı niyetim. Şöyle başlayacaktım. Bazen düşünüyorum "Spor yapmak iyi bir şey mi?". Haftada üç gün iş çıkışı spora giderim. Buna gitme denmez aslında sürünerek gitme desek daha uygun olur diye düşünmekteyim. Bütün gün, konuş..konuş..koştur..koştur.. akşam üzeri pilim bitiyor tabi.. İş çıkışı spora gitmek mi? Of,ya! Niye? Niye? Kim demiş spor sağlıklı bir şey diye? Kim söylemiş spor ömür uzatır diye? Yapılmış mı gerçekten bu konuda istatistik? Var mı uzun yaşayan sporcular? Oysa gene şöyle bir düşünüyorum da en uzun yaşayanlar Çinli köylüler. Neden? Fazla hareket etmiyorlar. Eee! O zaman?

Sabah sabah düşünmeye devam ettim gene.. Çevremdeki spor yapan insanları düşündüm. Yaş aldım ya epeyce, bazı insanların sonlarını görebilmem mümkün oldu. Mesela bizim kasabanın çok meşhur bir karate -judo -taekwondo hocası vardı. Hatta büyük oğlum da bir süre devam etmişti onun spor okuluna. Ne oldu adamın sonu? Bıçaklanarak öldürüldü. Yıllarca kendini savunma sanatına emek vereceksin ve döğüş sanatının ustası olacaksın. Sonra kendini savunman gereken bir durumda, yapamayacaksın gereğini ve böyle ironik bir yolla Hakkın rahmetine kavuşacaksın. Nasıl bir durumdur bu böyle?

Gelelim Muhammet Ali Clay'e. Kelebek gibi uçan, arı gibi sokan,bir zamanların en iyi boksörü ünvanlı ağır siklet boks şampiyonuna.Babam çok meraklıydı boks maçlarına ve unutulmaz gösterilerini seyretmek için sıcak yatağımızı bırakıp gece yarıları kalkardık. Gösterileri diyorum çünkü her bir maçı büyük bir olaydı. Büyük sporcu 1984 yılından beri parkinson hastası. Vücutta titreme,denge sorunu, hafıza kaybı gibi sorunları ihtava eden bir hastalık sahibi şimdi efsane sporcu. Şimdi düşünelim bakalım. Ne oldu okadar spor yapmak? Sonu böyle olacağını bileydi yapar mıydı spor Muhammet Ali Clay?

Ya peki vücut geliştirme üzerine spor yapanlar? Kasları geliştirme amacı ile halter yada dumbel kullananlar.. Sistemli beden hareketleri yapan bu sporcular sonunda ne oluyor dersiniz? İğrenç! Bu konuda fazla bir şey konuşmak istemiyorum sadece yukardaki fotoğrafı görüşlerinize sunuyorum. (Fotoğrağı özellikle küçük yükledim:) Şimdi bakın bu adamın ölümü dert değil de ne? Bir kere hangi tabuta sığdıracaksınız ? Mutlaka özel bir tabut yaptırmak gerekir öyle değil mi? Onunla mı uğraşacaksınız? Ya peki götürmek için tabutunu, vinç mi çağıracaksınız? Haydi canım! Uğraştırmayın insanları da bırakın kaslarınızı gergeflemeyi. Kim çıkarmış spor yapmayı bilmem ki!

Şimdi düşündüm de gerçekten sürünerek gidiyorum ben spora.. Mehter marşı gibi. İki adım ileri bir adım geri gidiyor ayaklarım.Haftada iki gün aerobik bir gün plates yapıyorum. Spora başladığımda işkence salonu mu burası diyorum? Ne işim var burada diyorum? Sonra müziğin ritmine kaptırıp kendimi bir başlıyorum savurmaya elimi kolumu, spor yapmaktan zevk almaya başlıyorum. Zaten sevgili Yunanistan göçmeni hocamız "Kaslarınızın acısından zevk alın!" deyip duruyor. Galiba acıları zevk ediniyorum. Spordan sonra ise yenilmedim ya tembelliğe.. Nasıl bir mutluksa o.. Kalbim çılgınca çarpıyor.. Nefes almak kıymete biniyor.. Heyy! Spor yaptım ne güzel uzun yaşayacağım demiyorum da... Hiç aklıma gelmiyor. Hayatımın gelmişini geçmişini boşveriyorum ... Duşumu alıp, kendimi tatlı bir yorgunlukla koltuğa atıyorum. En güzel şey spor sonrası TEMBELLİK! Ah! Tembellik sen ne şahane bir şeysin!

25 Ocak 2009 Pazar

4 Ay 3 Hafta 2 Gün ve Bükreş

Bu yaz arkadaşımla Bükreş'e gitmiştik. Arkadaşımın oğlu ve eşi Bükreş'te yaşıyorlar. Onlar olmasalar merak eder gidermiydik bilmiyorum. Aslında Romanya ilginç geçmişi olan bir ülke.1989 yılında yaşanan halk devrimden sonra  yirmi dört  yıllık Çavuşesku dikatatörlüğüne son verilmiş,Cavuşesku, karısı Elena ile birlikte tutuklanarak idam edilmişlerdi. 2007 Ocak itibariyle de Romanya Avrupa Birliği'ne girdi.

Romanya uzun yıllar kapalı rejim ülkesi olduğu için çok tanınan bir ülke değil. Gittiğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, Bükreş tam bir şantiye şehir görünümündeydi. İnşaat halindeki şehri gezdikçe,geniş bulvarları, büyük parkları, suni gölleri, görkemli meydanları ve devasa binalarıyla şaşırtmıştı bizleri. Hele Çavuşesku'nun kendi ailesi ve akrabaları için yaptırdığı inanılmaz boyuttaki sarayının,Pentagon'dan sonraki dünyanın en büyük ikinci binası olduğunu öğrendik ya merakla gittiğimizde , görünce büyüklüğünden dehşete düştük Böyle zevksiz, mermer bir bina inşa edip, neden oturmak ister ki insan? Üstelik ülkesi borç içindeyken...Halkı yokluk çekerken.. İnanılmaz devasa bir bina. İşte fotoğrafı yukarıda. Buyrunuz!

Şehri gezerken, sanki memleketimizin yirmi yıl önceki haline ışınlanmışız gibi hissettik kendimizi. Ayrıca renksiz, gri bir şehir ve yüzü gülmeyen insanlar. Biz Akdeniz ırkının tam bir örneğiyiz. Gürültücü ve neşeli:) Sanki şehir durmuştu. Sadece biz konuşuyor, gülüyor ve hareket ediyorduk. Sanki onlar hayretle bizi seyrediyorlardı. Bir kaç gün yaşamlarını renklendirdik insancıkların fena mı?Ama bir beş yıl sonra gelirsek Bükreş'e göreceğimiz odur ki muhteşem bir Avrupa başkenti çıkaracaktır ortaya. Hem de bizim mühendisler! Türkler yeni baştan inşa ediyorlar Bükreş'i.

Şimdi gelelim 4 ay, 3 hafta, 2 gün adlı filmimize. Film 1987 yılında Romanya'da geçiyor.  Henüz devrim yapılmamış. Komünist Romanya zamanları. Devrim iki yıl sonra gerçekleşeceğine göre demek ki Çavuşesku rejiminin son yılları. 

Üniversitede okuyan iki genç kız, okul yurdunun aynı odasını paylaşmaktadırlar. Kızlardan biri hamile kalmıştır. Kürtaj yasal değildir. İki kızın yasal olmayan yollardan kürtaj yaptırmak için yaşadıkları trajik durumları anlatan bir festival filmiydi seyrettiğim. Bu film tersninja'da sinema yazarlarının en beğendikleri filmler arasında yeralıyordu. Bulunca filmi hemen alıp seyrettim.

2007 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü almış. Filmin konusu kürtaj. Kadınlar elbette  tek başlarına hamile kalmıyorlar. Ama sorunlarının çözümünde yanlarında erkek arkadaşları yok.Filmde kadınların muhteşem dayanışmaları ile kendi başlarına yaptıkları çabalar anlatılıyor. Yasal olmayan yollar ve gayri sihhi bir ortam. Ders alınacak ve etkilenilecek bir film. Filmin sonundaki yemek sahnesini unutmak mümkün değil.



24 Ocak 2009 Cumartesi

Barış Manço - İmkansız Aşklar

Arkadaşlarımla 1970 den günümüze nostaljik şarkıların hatırlanıp söyleneceği geceye gittiğimde,gecenin olmazsa olmazı Barış Manço şarkılarıydı tabi. Barış Manço benim... çocukluğum...gençliğim... ve bugünüm.. mutlaka ki geleceğim... Şarkılarıyla, tarzı ve duruşuyla,"Yediden yetmişe" adlı özel televizyon programlarıyla, herkesin gönlüne taht kurmuş,çok sevip çabuk yitirdiğimiz bir efsane isim.

"Bugün bayram erken kalkın çocuklar, Giyelim en güzel giysileri, Elimizde mavi kır çiçekleri, Dinleyelim bugün annemizi" şarkısıyla uyandırırım çocuklarımı her bayram sabahı. Hem sevinci hem de hüznü barındıran bir şarkıdır bana göre. Annemi üç yıl önce kaybettiğim için, aslında söylerken içimi acıtır. Ama hem ben de anneyim ya şarkının hüznünü bastırırım.Bayramın sevincini şarkıya geçirmeye çalışırım bir gayretle.
Barış Manço'nun çok bilindik şarkılarının dışında iki şarkısının ben de özel bir yeri vardır. Hem müzikleri hem de tasavvuf kokan sözleriyle şahane iki şarkısı:
"tuz ekmek hakkı bilene / sofra kurmasan da olur / ılık bir tas çorba yeter rızkım buymus der icerim/ kadir kıymet anlayana sandik acmasanda olur / kırk yamalı hırka yeter idris biçmis der giyerim " Diğer şarkısı da " bir sen var ki benim içimde benden öte benden ziyade /bir sen var ki senin içinde senden öte senden ziyade"


Gençlik yıllarının platonik aşklarına merhem olmuş bir şarkısı da "Unutamadım"dır. Barış Manço biraz imkansız aşkların şarkıcısıdır aslında. Sevgilinizle yollarınız ayrılmıştır. Sevgili giderken unutmak kolay demiştir. Alışırsın demiştir. Yapayalnız, yağmurlarda ıslanmış bomboş yollarda dolaşırsınız. Heyhat!Gözlerinizdeki yaş ve kalbinizdeki sızı onu unutamadığınızı itiraf eder hani ve sevgilinin sizi unutabileceğini ama sizin asla onu unutamayacağınızı anlamasını beklersiniz.
Şarkı sözlerinde yıllar sonra karşılaşırsınız eski sevgilinizle ve yıllar ikinizden de ne çok şey götürmüştür. O bir yuva kurmuştur ama siz paramparça bölünmüşsünüzdür. Tekrar anlarsınız ki onu unutmanız mümkün değildir.

Diğer romantik şarkısı da unutulmaz müziği ve sözleriyle"Kol Düğmeleri" dir. Hani son gece sevgilisinden iki küçük kol düğmesi hediye almıştır. Sessizdirler. Geriye konuşulacak bir şey kalmamıştır ya hani.. Kol düğmeleri aşklarının simgesidir artık. Yalnız gece buluşup, yaşlı gözlerle sabah ayrılan, ayrı yollardaki sevgililer için yazılmış bir şarkıdır.

Bazı insanlar vardır tanışmazsınız ama hayatınıza renk katan, dünyayı daha yaşanılır kılan insanlardır onlar. Barış Manço hayatımın renklerinden biridir. Şarkılarını söylemek bünyeme daima iyi gelir ve tüm acılarına rağmen hayatı daha katlanır kılar.

24.Ocak 2009 Değirmendere
Yazan - Vildan

23 Ocak 2009 Cuma

Ersin Karabulut ve Sandık.içi



Okuduğum haftalık mizah dergileri arasında en sevdiğim Uykusuz ve her çarşamba elime aldığımda ilk okumak istediğim de galiba Ersin Karabulut ve Sandıkiçi! Meraklısı olduğum için, kim bu çocuk diye sanal alemdeki yazılara bakmıştım. Ersin Karabulut 1981 doğumlu, öğretmen anne babanın ikinci çocuğu. Babası da resim yaparmış.Kendisi sinema ve çizgi romana ilgiliymiş çocukluğunda. İlk karikatürü 16 yaşındayken Pişmiş Kelle'de yayınlanmış. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyor. Bir süre muhtelif dergilerde çizdikten sonra,Penguen dergisinde "Sandık İçi" isimli öykü karikatür köşesini çizmeye başlıyor.Daha sonra birkaç arkadaşı ile birlikte Penguen'den ayrılıyorlar ve Uykusuz'u çıkarmaya başlıyorlar.





Sandık İçi'ni okumayanlara mutlaka tavsiye ederim. Bağımlılık yapacak kadar samimi ve sürükleyicidir hem çizgileri hem de öyküleri... Ersin Karabulut kendisi de söylüyor. Karikatür çizmiyor. Her okuyanın kendini bulacağı hayattan kesitleri çok güzel çizip öyküleştiriyor.



Haftalık çizgi öyküleri yetmez bazen, başucu Sandık İçi kitabını karıştırırım zaman zaman...
Bir akşam babasıyla şiddetli bir tartışma yaşar çizerimiz ve odasına gider sinirle,çocukluğuna ait kötü anıları arka arkaya yazar. Sandık İçi "aslında çocukluğumuzda yaşadığımız travmatik olayların kişiliğimizi zannettiğimizden daha fazla etkiliyor oluşu ve bu olayların günlük yaşantımızdaki karşılıkları fikriyle şekillenmiş."Kendisi öyle diyor. Çok doğru.

Çocuklukta hepimizin yaşadığı endişeleri,aile içi sorunları, benzer ebeveyn yaklaşımlarını,bizim de çocuklarımıza farkında olmadan yaptığımız yanlış davranışları, okul, öğretmen,arkadaş ilişkilerini, gençlik komplekslerini,kız erkek muhabbetlerini okadar doğal ve samimi bir dille yazıyor ve çiziyor ki,mutlaka kendinizden bir şey değil çok şey buluyorsunuz.
Aaa! Gerçekten aynen böyle olmuştu bana da diyorsunuz. Yada aynı durumlarda aynı şeyleri hissettiğinizi anlıyorsunuz. Okudukça daha çok seviyorsunuz. Sandığın içine daha çok gömülüyorsunuz. Ben çok seviyorum Sandık İçi'ni ! Kimi zaman içine tamamen girip kendimi kilitlediğim bile oluyor hatta!




22 Ocak 2009 Değirmendere
Yazan-Vildan

22 Ocak 2009 Perşembe

Orhan Gencebay - Hatasız Kul Olmaz!


Gazetede röportajını görünce,fotoğraflarına baktım ve 1944 doğumlu olan Orhan Gencebay için hiç yaşlanmayacak mı diye düşündüm. Benim gençlik mitlerimden biridir kendisi. Yasaklı arabeskçi. Yıllarca radyo ve televiyonda şarkıları yasaktı. Şöyle bir düşünüyorum da, her şey mi yasaktı bizim gençliğimizde? Üniversitedeydim. Şişli'deydi okulum. Okul çıkışları yada derse girmediğimiz kimi zamanlar okulun karşısındaki kahveye giderdik kızlı erkekli arkadaşlar. Biz sohbet edip memleket sorunlarını sözde hallederken,kahvede Orhan Gencebay'ın şarkıları çalardı. 1980'li yıllardayız... Ortalık karşık ve sorunlu... Memleketin her yerinden gençler bir aradayız...Orada öğrenip ezberlemiştim şarkılarını. Orhan Gencebay'ın duraklaya duraklaya söylediği "Hatasız Kul Olmaz" şarkısı, bağlamasının ezgileri ve o güzelim sözleriyle nasıl da o gençlik günlerimde yüreğimden yakalardı beni...
IPot'umdan karakterimin tahlilini yapmak isteyen biri mümkün değil işin içinden çıkamaz. Bir çıfıt çarşısıdır müzik düyam, aynı ruh halim gibi..Herşey var içinde...Orhan Gencebay'da!

22 Ocak 2009 Değirmendere

Yazan - Vildan

21 Ocak 2009 Çarşamba

Chan Wook Park - İntikam Meleği

Bir önceki yazımda Quentin Tarantino'nun Kill Bill filmi için kadın intikam filmidir demiştim. Madem kadın intikam filmlerini konu ediyorum, Güney Koreli ünlü yönetmen Chan Wook Park'ın İntikam Meleği'ni ( Sympathy for Lady Vengeance )anmadan olmaz. İntikam Meleği, Chan Wook Park'ın intikam üçlemesi denilen filmlerinin üçüncüsü. Ben ilk kez bu üçlemenin ilk filmi olan Old Boy'u seyretmiştim ve Old Boy'u seyrettiğimde uzunca bir süre kendime gelemediğimi söylemeliyim. Öyle sarsıcı, şaşırtıcı ve hayrete düşürücü bir filmdi.


İntikam Meleği'nin konusu kısaca şöyle: İşlemediği bir suçu üstlenerek, 13 yıl kadın tutukevinde hapis kalan bir genç kadının, hapise girdiği andan itibaren planladığı intikam sürecini anlatan bir film.Bir kadın intikam almayı planlarsa, nasıl ince hesap ve zarif tekniklerle, dantel gibi ilmek üstüne ilmek ekleyerek bu işi beceriyor,öğrenmek için bu filmi mutlaka seyretmek gerek...


Filmin müzikleri olağanüstüydü. Etkileyici müziği, vurucu ve şaşırtıcı konusu,dehşete düşürücü sonu ile filmi seyrettikten sonra herkes bazı durumlarda gerçekten intikam alır mı, intikam almak gerekir mi,ben de intikam almaya niyetlenir miyim diye düşündürüyor film...

17 Ocak 2009 Cumartesi

Özcan Alper - Sonbahar


Daha yeni Kim Ki Duk'un İlbahar,Yaz,Sonbahar,Kış,İlkbahar filmini izlemiştim ve bu filmi bloguma yazmıştım.Bugün ise memleketim gençlerinden birinin, Özcan Alper'in yazdığı ve yönettiği bir film olan Sonbahar'ı seyrettim. Özcan Alper'in ilk uzun metrajlı filmiymiş ve yukarıdaki fotoğraf Adana Altın Koza Festivali'nde ödül aldığında çekilmiş. Özcan Alper Artvin Hopa doğumlu ve film yönetmenin kendi coğrafyasında Çamlıhemşin'de geçiyor. Filmde Hemşince ve Gürcüce konuşuluyor. Film yılın en iyi on filmi arasında. Gerçekten çok güzel bir film...


Film “…her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…” ithaf edilmiş. Çünkü ülkemizde 122 kişi ölüm oruçlarında, 32 kişi de hayata dönüş operasyonlarında hayatını kaybetmiş.

Filmin kahramanı Yusuf da üniversitede okurken, katıldığı eylemlerden dolayı 22 yaşında mahkum edilmiş ve cezaevine girmiştir. Yani Yusuf'un ömrünün ilkbaharı hapiste geçecektir.10 yıldır tutukluğu kaldığı hapishanede F tipi cezaevlerini protesto etmek için açlık grevi yapan gruba katılır. Ciğerleri iflas eder. 2 yıl daha cezası varken sağlık nedeniyle tahliye edilir.


Ömrünün ilkbaharını tutuklu geçirmek durumunda kalan Yusuf, yazı hiç göremeden ömrünün sonbaharına atlayacaktır. Hani vardır ya türkümüz"Baharı görmeden yaz geldi geçti "diye,sanki bu türkü Yusuf gibiler için söylenir.Amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenen Yusuf, cezaevinden çıktığında, son günlerini geçirmek üzere,köyde yaşayan yaşlı annesinin yanına gider. İşte Karadeniz'in sonbahar mevsimindeki olağanüstü güzel doğası ile ömrünün sonbaharını yaşayan Yusuf'un hüzünlü hali kesişir.Hazan'a hüzün bir kez daha acıtarak yakışmış, bu filmde yönetmen tabiat ve insan doğasının sonbaharını şahane görüntülerle beyaz perdeden yüreğime geçirmeyi başarmıştır.

Bana göre çekimler, mekanlar ve sosyal ortamlar okadar doğal ki, filmde rahatsızlık verici birşey bulmak mümkün degil. Annesiyle karşılaşmasında Hemşince konuşmaları filmi çok daha samimi kılmış. Bildiğim kadarıyla Yusuf'un annesini, bizim köylü teyzelerden birisi oynamış. Yönetmenin buna cesaret etmesi insanı hayrete düşürüyor ama annemiz de rolünü hakkıyla yerine getiriyor. Kırk yıllık sanatçıymışcasına annenin hüznünü tüm doğallığıyla seyirciye geçirmeyi becerebiliyor.


Filmin bizimle paylaştığı bir başka memleket gerçeği de Karadeniz'deki tabir i caiz ise nataşalar meselesi. Rusya'nın parçalanması sonucunda bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki trajediler nedeniyle ülkemize gelen Gürcü kadınları konu etmiş film. Neden böyle durumlarda kadınlar ve çocuklar hep çile çekerler diye düşündürüyor film insana. Zira filmdeki kadın kahraman Elka memleketinde küçük çocuğunu bırakmış ve para kazanmak için Karadeniz'e gelmiş bir Gürcü kadındır.


İdeolojik düşünceleri peşinde yılları hapiste geçmiş Alper ve ülkesinin ideolojik meseleleri yüzünden çocuğundan ve memleketinden ayrı düşmüş, istemediği yollardan para kazanmaya çalışan Gürcü Elka'nın yolları kesişiyor. Yönetmen büyük bir zerafetle filmin sosyal mesajını seyirciye geçirmeyi başarabiliyor. Neler olup bittiğini tekrar tekrar düşündürüyor.


Yusuf hapisteyken babası ölmüştür ve ablası evlenip gitmiştir. Annesi yaşlanmıştır. Köyde daha çok yaşlılar yaşamaktadır. Arkadaşı Mikail köyde yaşamaya devam etmekte ancak ruh sağlığı onun da çok iyi değildir.
Yusuf yıllarca hapis yattığı ve birkaç aya kadar öleceğini bildiği için içine kapanık bir hali vardır.
Yusuf rolündeki Onur Saylak Yusuf'un hüznünü seyirciye geçirmeyi iyi başarıyor. Ben Yusuf da bir pişmalık durumu hiç sezmedim. Bence Yusuf'un hüznü,bukadar genç yaşta öleceğini bilmenin getirdiği doğal bir hissiyat durumu. Hiç kolay değildir ki bu durumun kabullenilmesi...


Mevsim sonbahardan kışa dönmüştür. Yusuf elindeki tulumla annesine şahane bir ezgi terennüm ederken, tulumun sesi bir annenin oğula yaktığı bir ağıta eşlik etmeye başlayacaktır.
İnanılmaz bir ağıttır bu! Memleketimin o yürek dağlayan ağıtlarından! Sonbahar bitmiş ve bembeyaz örtüsü ve sessizliği ile artık kış gelmiştir.

Doğal güzelliklerin değişimi ile yönetmen anlatmak istediği hikayenin çok güzel anlatıcısı olmuş. Film çok ağır akıyor olsa da görüntüsü, oyunculuğu,müziği ve vermek istediği sosyal mesajları ile okadar etkileyici ki, sabırla fimin sonunu bekliyorsunuz. Tavsiye ederim . Çok güzel bir film.

15 Ocak 2009 Perşembe

Wong Kar Wai ve Aşk Zamanı

Şimdi anlatmak istediğimHong Kong'lu yönetmen Wong Kar Wai'nin In The Mood For Love- Aşk Zamanı - adlı filmi. Son zamanlarda seyrettiğim en güzel aşk filmiydi.

Film müzikleri benim için çok önemlidir. Hele aşk filmlerini müziksiz düşünmem mümkün değildir. Aşk Zamanı'nın film müziği Yumeji's Theme insanı derinden etkileyen bir müzik. Zarif film uslubu, şahane görselliği ve etkileyici müzikleri ile bu film en sevdiğim on film arasına çoktan girdi bile...



Bir şirkette sekreter olarak çalışan Bayan Chun, sürekli iş gezilerine çıkan kocası sebebiyle genelde yalnız yaşamaktadır. Yeni bir eve taşınırlarken, karşı daireye de başka bir çift taşınmaktadır. Yeni komşuları Bay Chow bir gazetede editördür. Bay Chow'un da karısı genelde seyahattedir. Bu iki yalnız komşunun yollarını kader kesiştirmiştir.
Bayan Chun ve Bay Chow zamanla eşlerinin kendilerini aldattıklarını anlarlar. Ortak dertlerini birlikte zaman geçirirek paylaşırlar. Eşleri gibi sadakatsiz olmayacaklarına dair birbirlerine söz verirler. Lakin heyhat! Dünyanın her yerinde olduğu gibi Hong Kong da da aşka söz geçirmek mümkün olmayacaktır. Ve aşk bacayı sessizce saracaktır.



Ne yazık ki bu dile getirilemeyen bir aşktır. Onların birbirleriyle konuşması gereken yerlerde filmin olağanüstü müzikleri devreye girmektedir. Filmin müziğindeki keman, o muhteşem sesiyle, onların yerine ağlayarak sanki aşklarının itirafını yapmaktadır. Bu kendilerince seslendirilemeyen ve ten teması olmayan bir aşktır.
Film değişik bir kurguyla çekilmiş. Aşkı kadının ve erkeğin dünyasından ayrı ayrı yansıtıyor. Gelenekler, dedikodu korkusu, gene de birlikte olabilmek için sarfedilen gayretler, zaman ve mekan yansımalarının estetik görüntüntüler eşliğinde seyirciye aktarılması, filmin modu oldukça ağır olmasına rağmen, seyredeni filmden koparmıyor.




Bayan Chun'un hep aynı modelde ancak herbiri ayrı güzel desendeki elbiselerinden, zarafetinden,nahif ve hoş fiziğinden etkilenmemek mümkün değil. Hong Kong'lu yönetmenimiz Wong Kar Wai 'nin en güzel filmi olan Aşk Zamanı "Geçmişte kalmış bir döneme ve kaybolan aşka bir selam"diye nitelendirilmektedir.




Filmin bir sırrı olacaktır aslında... "Eğer birinin kimseyle paylaşmak istemediği bir sırrı varsa,bir dağa çıkar,bir ağaç bulur,ağaca bir delik açar ve sırrı o deliğe fısıldar.Ve onu çamurla kapar. Böylece sır orada sonsuza kadar kalır." Filmde ki sır da filmin sonunda Bay Chow tarafından bir deliğe fısıldanır ve üzerini otla kapatılır...

Bu filmi seyretmediyseniz, vakit geçirmeden seyretmelisiniz.


Şiddetle tavsiye ederim!