hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2025 Pazar

İstanbul'da Bir Pazar Günü Karaköy Kaçamağı...

 

Bu benim Karaköy ritüelim. Önce Namlı'ya uğruyorum. İki  dilim pastırma istiyorum. "Hoppalaa! Olur mu iki dilim  pastırma?" demiyorlar. Yeminle, şık şıkıdım paket yapıp veriyorlar. Sonraa... 

Marş marş Karaköy'deki Tarihi Galata Simitçisi'ne dalıyorum. Mis gibi taze simit kokusu aklımı başımdan alıyor.  "Bir simit ile ince belli bardakta demli bir çay lütfen" diye sesleniyorum.  

Dışarıda... İstanbul'un şubat ayazı yüzümü ısırıyor. Hiç oralı olmuyorum. Tahta sandalyeye oturup heyecan içinde  bekliyorum. Demli çayım ve sıcacık simidim geliyor. Durur muyum?  Pastırma paketimi gizlice aralıyorum. İlk dilimin yarısını  koparıp simidime katık ediyorum. Off! Mis! Mis!  Çayımdan bir yudum alıyorum. Hımm! Leziz!.. O anda  dünyanın en zengin insanı benmişim gibi hissediyorum.  Gelene geçene bakıp en saftirik halimle gülümsüyorum.


20 Ocak 2024 Cumartesi

Vay Babasını Sayın Seyirciler!

 

Vay babasını sayın seyirciler!
Hiç bu kadar kocamanını görmemiştim.

Yürüyordum. 
Yağmur yağıyordu. 
Onu gördüm. 
Yolun tam ortasındaydı.
Önce kolaylık, iyilik olur diye düşündüm.
Alıp yol kenarına koymaya karar verdim.

Sonra durdum.
Bırak, karışma, 
dedim kendi kendime.
Kendi yolunda ilerliyor.
Nasip neyse bulacak.
Kader neyse olacak.

Olduğu yerde bıraktım.
Yürümeye başladım.
Doğru mu yaptım?
Belki de?
Acaba?
Ne bileyim?

Hepimiz yoldayız nihayetinde.💓

7 Nisan 2020 Salı

Hayat Böyle!


"Ne diyeyim  geçmiş olsun, kendini fazla hırpalama, ben öğretecek değilim: 
Neler görüp geçirmiyor ki insan! Hayat böyle!"

      Bazı boktan lafların bu kadar gerçek olması ne kadar kötü değil mi? 
Tıpkı "Hayat böyle" demek gibi. Ama ne yapalım ki hayat böyle! 


Murathan Mungan/Kibrit Çöpleri/S.21




25 Nisan 2016 Pazartesi

Ve Hayat Ve Babam Ve Ben



Bu sabah eksperle yaptığım telefon konuşmasında kendimi kaybettiğimi çok sonra fark ettim. Eksper, kurumsal bir müşterimin büyük bir hasarını, yaptığım tüm uyarılara rağmen iyi yönetememişti.  Eksperin sorunlu yaklaşımı halen devam etmekteydi. Öfkeliydim. Telefon görüşmemiz ilerledikçe öfke katsayım yükseldikçe yükseldi. Zerafeti elden bırakmamaya gayret ederek dakikalarca dil döktüm. Sonunda  nasıl gerildiysem, telefonu kapadığımda çenemin titrediğini hissettim. İki yanağımı  iki avucumun içine aldım.  Dirseklerimi masaya dayadım. Ağlamaya başladım. 

Öğlen yemeğini babamla yedim. Zihnim yorgundu. Babam tatlı tatlı bir şeyler anlatıyordu. Aklımsıra  tüm dikkatimle dinliyordum. Sıra kahveye gelince, babama kahveyi nasıl içmek istediğini sordum. Babam yüreğime ılık ılık baktı.  Bu kez orta ya da sade demedi. "Seninle içmek isterim." deyiverdi. Gülümsedi. "Bedenin burada, aklın kimbilir nerelerde?" diye sözüne devam etti. O anda kendime geldim. Neydi bu halim? Yıllardır sigortacılık yapıyordum.  Onlarca sorunla boğuşmuştum. Sorunlar halledilmek içindi.  Oysa şu an ne kadar kıymetliydi. Babamla birlikteydim. Aklımı meşgul eden konu buhar olup uçuverdi. Kahvemiz geldi. Babam benimle kahvesini hüplete hüplete içti. Ben ise hayatın gelmişine geçmişine boş verdim. İki yanağımı iki avucumun içine aldım. Dirseklerimi masaya dayadım.  Tüm kalbimle  babamı dinlemeye başladım.



19 Mart 2016 Cumartesi

Hayat


Detaylar üzerinde çok yoğun çalıştığında tamamının ne hakkında olduğunu unutuyorsun.



not
resim-trionfo della morte/ressamı belirsiz
cümle-palermo'da yüzleşme adlı filmden

9 Aralık 2015 Çarşamba

Boynu Bükük Duruyorsam Eğer, İçimden Öyle Geldiği İçin Değil



Üzerinde yaşadığım dünya hem  güneşin etrafında dönüyor hem kendi etrafında tur atıyor öyle mi? Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalıyor.  On ikinci aydayız. İki bin on beşinci yıl da bitiveriyor. Binlerce yıl geçmiş.  Ve... Buyrunuz... Acı, dünyadan elini ayağını çekip gidemiyor.

Barış Bıçakçı'nın cümlelerini tekrarlıyorum....  "Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?" 

Ense köküme sevdiğim şairin dizeleri bir balyoz gibi iniyor... "Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse. Çocuklar, kadınlar, erkekler. Trenler tıklım tıklım. Trenler cepheye giden trenler gibi."

Du bi... Şiir sona doğru nasıldı hatırlamalıyım...
"Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
  Gelse de
  Öyle sürekli değil
  Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
  O kadar çabuk
  O kadar kısa
  İşte o kadar"

  Öyle işte......


24 Eylül 2015 Perşembe

Yaban...


Kim bilir, başka yerlerde bahar ne güzeldir. Besbelli, başka yerler derken, İstanbul'u, İstanbul'un sayfiyelerini düşünüyorum. Feneryolu, Göztepe, Erenköy. Yüreğim bir karanlık odaya hapsedilmiş yaramaz bir çocuk gibi hopluyor.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu/Yaban

22 Eylül 2015 Salı

Adım Sonbahar

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
  gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
    adım sonbahar

attila ilhan/adım sonbahar

18 Eylül 2015 Cuma

Birisi Denizi De Alıp Götürsün Buralardan.

Sabahın erken saatlerini saymazsam diyebilirim ki tüm gün arazideydim. Yoo, öyle önemli görüşmeler, mühim toplantılar filan yoktu. Ne bileyim, eften püften koşturmalar. Hafta sonunun eli kulağında zaten... Nasıl denir? Yatcaz kalkcaz... Bi bakcaz gene hafta sonundayız... Eee... Öyle işte. Keyfim yok zaten.  Anlatmaya gerek yok. Memleket  durumları... Seferis'in dediği gibi "yaralı gövde, yaralı yurt, yaralı zaman." Bi de yaralı yürekleri eklemeliyim. Neyse... İşe gelmeden önce spora gittim. Son günlerde spor yapmak, hele müzik eşliğinde spor yapmak nasıl gücüme gidiyor anlatamam. Ofise gelince elim Atilla Atalay'ın  kitaplarına gitti. Dup Dup Çedene'yi çektim aralarından. Daldım arka sayfalarına...  Ciddi ve hisli öykülerinden birini okumaya başladım. Öykünün girişinde bir şiir var. Gülten Akın'dan...
......
Deniz uzaklaşıyor gitgide
Uçurumlar akan ırmak deli
Yok şimdi
Yalnızlığın damarını besliyor
Kirli yoğun kandırılmış suyla

Biz mi? Biz değiliz, önceki dün bugün başka
Dokumuzu değiştiriyorlar hızlı vuruşlarla
Tutunamıyoruz ilgilerimize, sevgilerimize
Ve aşka
Deniz uzaklaşıyor


Hatırladım öyküyü. Son sayfasına geçtim. Sadece son iki cümlesini okudum. O kadar. "Kendime göre, ben de seslendim birilerine: "Birisi deniz de alıp götürsün buralardan."" diye ben de seslendim. Öyle işte.  Canım bir sonraki öyküyü okumak istemedi. Normal Hayatlar adlı öyküsüne geçtim.  Durdum. Kapattım kitabı. Öykünün cümlelerini kendime göre kurdum. "Fen ilerledi artık." dedim. "Yürü, gidip aldırtalım duygularımızı. Kelebek'te okudum, beyinde bi yer bulunmuş,  lazer sıkıyolarmış adamlar oraya. Anında geçiyo herşey, ertesi gün denize bile girebiliyorsun." Böyle bişiydi sanıyorum. Sonra öyküdeki kahraman gibi Ahmet Kaya'nın "Yorgun Demokrat" bakışlarını takındım. Savaş Ay'ın şiir tonlamasıyla "Kafama lazer sıkar giderim " filan demeye başladım. Yooo, ben bön şimdi.... Ekrana bön bön bakıyorum... Pause... Durdum. Bu akşamlık benden  bu kadar. Neden derseniz? Ne bileyim? Öyle işte... Pause!

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Ve Hayat Ve Rüya Ve Ölüm


“Gel bu akşam misafirim ol. İki şiir atalım. Ben de ayıptır söylemesi klarnetle bir hicaz geçerim. Ah!.. Vapurlar iskeleye yanaşıp kalkar. Bööyle motör sesleri dinleyelim. Balıklar ağlarken bir of ülen offf çekelim.”

İster inanın ister inanmayın… Hiç duraksamadan… Ve takır takır… Bu Sadri Alışık tadında lakırtılar eden bendim. Yooo… Bakmayın böyle çatır çatır yazdığıma. Misal sizinle karşı karşıya gelsek var ya… İki lafı bir hizaya getiremeyeceğim gibi, mahcubiyetimden ya dilim tutulur ya da kekeleyebilirim. Öyle heyecanlı ve utangaç bir bünyeye sahibim.

İyi ama ne diyordum ben Allahaşkına? Mühimi kiminle muhabbet ediyor, kimi ikna etmeye debeleniyordum. Ortada sebebini bilmediğim bir matem havası vardı. Ben ise hüzünlü ama sakin görünüyordum. İyi de neler oluyordu? Vaziyetime anlam veremiyordum. Buraya üç soru yazdım ama… Ohooo… Kendimi onlarca gerekli gereksiz sorularla fiştekliyordum. Hayır, eğer bir Türk filmi çekimi varsa, kamera niye hep benim suratımı zumlamaktaydı ki? Arada ucunu döndüreydi ya etrafa… Kiminle konuştuğumu fena halde merak etmekteydim. Hey!.. Elbette ya… Demek ki sonuna gelmiştim. Az sonra filmin esrarengiz jönü görünecekti belki. Ne bileyim? Sanırım bu sürpriz dolu final bozulsun istemedim. Zihnimin içinde ters takla atan soruları bir hışımla susturuverdim. Akabinde içime hicranlı bir bakış sarkıtıverdim.

Yüzlerce film seyretmiştim. Hayat bir sahne demezler miydi? Demeki şimdi sıra bendeydi. Belki kendi kendime oynadığım oyunlardan birinin baş rolündeydim. Hal böyleyken, elbette bazı filmlerde gördüğüm, o cafcaflı kıptiyoz dümbeleklerin koftiden rol kesmeleri gibi hareket etmeyecektim. Madem matem vardı ortalıkta. Şakkadanak yerli yerine oturacak, en bi kral kasımpatı demeti tadında sinema repliklerinden söyleyecektim. İnanamıyordum kendime. Nasıl olduysa o replikleri hatırlamıştım işte.

“Madem ki hepimiz günün birinde çekip gideceğiz. O halde bunca matem, bunca kahır niçin? Hayat demek ölümü beklemek demektir. Az çok hepimiz denizi, yıldızları, ağaçları, işte falanları filanları göreceğiz. Bir çok şeyin tadına bakacağız. Sonra da ister istemez “gidiyorum elveda” şarkısını söyleyeceğiz. Öyleyse gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun.” deyiverdim.

Kamera halen benim suratımı zumlamaktaydı. Sanırım içimdeki diğer ben, lakırtılarımdan hoşlanmadı. Beni küçümser gibi bir bakış attı. Zoruma mı gitti ne? Şah damarımın tıkır tıkır attığını hissettim. Gene de ortalık iyice duman olmasın diye tebessüm etmeyi ihmal etmedim. Aklıma gelen ilk film repliğini, samimiyetle söyledim:

“Sen bakma fotoğrafımıza, içimize bak. Ama görebilirsen. Bizde yalan yok.” deyiverdim.

Gözlerimi açtım. Televizyonun karşısındaki koltukta, ana rahmindeki bebek gibi yatmaktaydım. Alt yazı geçiyordu. “Oktay Akbal vefat etti. Ailesinin, dostlarının, tüm sevenlerinin başı sağolsun.” diye yazıyordu. Doğrulup oturdum. Ruhuna rahmet gönderdim. Kitaplıktan Önce Ekmekler Bozuldu adlı hikaye kitabını buldum.

"Önce ekmekler bozuldu, sonra herşey. Çünkü dünyada savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı."

Vapurlar iskeleye yanaşıp kalktı. Motor sesleri kulağımda çınladı. Balıkların ağlamalarını işittim. Gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun dedim. Oktay Akbal'ın kitabında altını çizdiğim cümleleri teker teker okumaya başladım.

"Bu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zararı yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor... Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek."


not-
yazıda türk filmleri repliklerini kullandım.
çizim- şenol bezci

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Hayat Ve Bakmak


Müthiş bir şey bu!
Yeni bir gün birazdan bir kere daha başlayacak. Bir kere daha gerçekleşecek. Her günkü gibi. Ama bunun her gün her gün ve her gün bir kere daha olması onu basitleştirmiyor. Hatta bakmasını biliyorsan onu büyütüyor.

Bugün tabiat ne kadar güzel.  Kuşkusuz her gün böyle bu. Ama güzelliği görmek her zaman mümkün değil. Bakmasını bilmek gerek. Acılara, hastalığa ve yorgunluğa rağmen bakılabilir. O zaman güzelliğin içinde bütün bunlara da iyi gelen bir düşünce olduğu görülür. O "düşünce"yi bir kere ellerine geçirmiş olanlar başlarına gelen bütün sevinçlerin ve acıların külfetine daha kolay katlanabilirler: Mutluluk da tahammül ister. Onu da iyi anlamalı.


 cahit zarifoğlu/ serçekuşu

9 Temmuz 2015 Perşembe

Ramazan En Güzel Masaldır, İyi Anlatılırsa.

Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde,
deve tellal iken,
pire berber iken,
ben ninemin beşiğini,
tıngır mıngır sallar iken,
Hay canına sayın seyirciler!
Memleketimin içli pidesi var ya, 500 yıldır mutfaklarımızda pişiriliyormuş meğer... 

Bunu öğrendiğimden beri, sıcacık kokusuyla her daim başımı döndüren, emsalsiz lezzetiyle beni benden geçiren içli pideye saygımın  iyice katmerlendiğini söylemeliyim. Sözün özü, içli pideyi  hem sayar hem  severim. İnancıma göre mübarek bildiğim ramazan ayına hazır girmişken, iki arkadaşımı davet ettiğim iftar yemeği için içli pide yapmaya niyetlendim. Ofisten eve gelirken, fırına uğrayıp pide hamuru satın aldım. Çok kolaydı. Aşağıdaki gibi içli pideleri kolaylıkla hazırlayıverdim. Ezan okunur okunmaz masaya getirdim. "Nanananooom! Bakın gökten üç pide düştü," dedim. Birini Dilek'e, birini Nurgül'e ikram ettim. Sonuncuyu ise, sıcak mıcak demedim, ahlaya ohlaya, hamlaya humlaya kendim pişirdim kendim yedim:)


"insan çıtır ekmeği ısırdığında, kırıklar dolar kucağına, işte orası umudun tarlasıdır, ve orada başaklar ağırlaştığında, sayısız ah dökülür toprağa."



not- 
-başlığın orijinali, hilmi yavuz'un "akşam en güzel masaldır, iyi anlatılsa." dizesidir.
-sondakiler, didem madak'ın ah'lar ağacı şiirinin  dizeleridir.