30 Haziran 2010 Çarşamba
Gerçekten Sinağrit Diye Bir balık Var Mı?
28 Haziran 2010 Pazartesi
Hafta Sonu Üniversiteye Giriş Sınavları Vardı. Haydi Girdin Diyelim. Ya Sonra?
adlı bir öyküsü vardır? Üç genç perdeleri çekmişler, mağara gibi bir eve sığınmışlar, hayatın dinmesini beklemektedirler. Çünkü üniversitelerini hayırlısı ile bitirmişlerdir bitirmesine fakat işsizdirler. Hayatın orasına burasına CV gönderip durmaktadırlar. Üç gençten Erdem daha önce ağzına sigara sürmemişken, şimdi milyon tane sigara içmektedir. Bir iş görüşmesinde İnsan Kaynakları Bölümündeki Birşey Hanım Erdem'in kravatındaki sigara deliğini farkedince, CV de yazdığı sigara içmediğine dair cevaba inanmaz. Kadını kravatı kardeşinden ödünç aldığına, hayatında hiç sigara içmediğine ikna edemeyince, görüşmeden çıkar çıkmaz Erdem sigara içmeye başlamıştır. Ve artık herşeye öfkeli biri olup çıkmıştır. Hatta hep sarhoştur.
Yalan değildir ki. Yedi yaşından itibaren sürekli sınavlara girilmiyor mu? Kolejler, Fen Liseleri, Anadolu Liseleri, Üniversite... At yarışı gibi sürekli koşturuluyordu. Askere gidip gelmeden iş olmaz diyenler vardı fakat Erdem askere gidip dönmüştü işte. Haniydi peki? Zamanla işi olanlardan, sevgilisi olanlardan, gözü üstünde kaşı olanlardan, herkesten, herşeyden nefret eder bulmaya başlar kendilerini.. Neyse.. Okunası bir hikayedir ve mutlaka okunmalıdır. Gençlerin durumunu bu kadar olduğu gibi ve damardan anlatan başka bir öykü var mıdır bilmiyorum. Şu bir gerçektir ki bu öyküyü okuduktan sonra, okul bitiren hiçbir gence "iş buldun mu?" diye sormamaya gayret ettim.
Eğer ne oldu bu öyküdeki gençlerin durumu diye, öğrenmek isteyen varsa... Erdem babasından kalan bakkal dükkanını işletmek üzere Bandırma'ya gider. Orhan ise askere. Peki Yazar ne yapar? O bir yere gidemez. Henüz biz okurları da yokuzdur ortalıkta.. Oturur devrik cümlelerle bu hikayeyi yazar işte.. Cümlelerden kimini kendisi devirir.. Öyle püskürdüğü gibi kalır.. Toplamaz.. Durmadan yazar böyle.. İşte bu öyküler Atilla Atalay'ın insan kalma çalışmalarıdır.. Bu öyküleri okumak isteyen okurları için de öyle... İnsan kalma çalışmaları... Böyleyken böyle..
27 Haziran 2010 Pazar
Ben Afrikalıyım...
Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hala eskisi gibi çizilir
Haritalarda.
Ya da Nazım Hikmet Asya-Afrika Yazarlarına adlı şiirinde Afrika'dan bahseder:
Futbolla uzaktan yakından ilgim olmadığını yazmıştım bir keresinde bir yazımda.. İşte burada.. Bu kez ufakcık bir alaka yaptım futbola.. Neden? Dünya Kupası Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yapılıyordu. İlk kez bir Afrika ülkesinde kupa heyecanının yaşanması hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Mandela ve Obama aynı memlekette yanyana anılacaktı yani mesela. Bir zamanlar Hollanda kolonisiydi Güney Afrika. Sonra Biritanya'nın eline geçiyordu. 1994 de ise bildiğin gibi Mandela sayesinde, demokrasiye adım atılıyordu. Günümüzde Güney Afrika'dakilerin %10 nun beyazlar olduğu ve halen ülkedeki tarım arazilerinin %80 nin beyazların ellerinde olduğu söyleniyor. Dünyanın en zengin ülkeleri arasında 32. sırada ve BM daimi üyesi olması için aday ülkelerden biri olarak görülüyor.
Nazım Hikmet Afrika ile ilgili şiiri 1962 yılında yazmış. O günden bu güne ne değişmiş acaba diye düşünmeden edemiyor insan.. Mesela ortalama yaşam süresi şairin şiirinde dediği gibiymiş halen.. 50 sine basmadan ölünüyormuş anlayacağın buralarda hala... Bizim memlekette ölüm yaşı 70 oldu çok şükür. Çocuklarda ölüm durumu ise feci.. Yüz çocuktan 45'i ölmekteymiş... Ne kötü... Bir vahim durum daha var elbet.. Güney Afrika'da 15-45 yaş arası insanların %20 si AIDS'li... Dünya Kupa'sının Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yapılması faydalı bir şey mi acaba? Güney Afrikaya ekonomik ve sosyal katkı sağlayacak mı? Yoksa başkalarının ekmeğine mi yağ sürecek? Güney Afrika ile birlikte, gene Afrika kıtasından Fildişi Sahilleri, Nijerya, Cezayir, Kamerun ve Gana Dünya Kupasına katılıyorken, şimdi bu yazıyı yazarken öğrendim ki elene elene Afrika kıtasından bir tek Gana kalmış. Zaten Dünya Kupasında şimdiye kadar, Brezilya dışında hiç bir ülke kendi kıtası dışında kupayı kazanamamış. Bu Dünya Kupasında evsahibi takım olan Güney Afrika, zaten ilk turda elenmiş. Şimdi ben bu yazıyı yazarken aklıma bir şey geldi.. Hani Güney Afrika Cumhuriyeti'ni sömüren iki ülke var ya. Biri Hollanda, diğeri İngiltere... Acaba ikisi Güney Afrika'da yapılan Dünya Kupasında karşı karşıya gelecekler mi? Dünya Kupası Afrika'da denince, futbolla uzaktan yakından ilgim olmadığı için böyle şeyler aklımdan geçiyor işte. "Hayat fena halde futbola benzer... Futbol şahsi beceri gerektirir... Aynı zamanda da toplu oynanan yani insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur... Sen ne kadar iyi oyuncu olursan ol, takımın kötüyse kaybetmeye mahkumsun" der ya hani Savaş Dinçel Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmde.. Futbol ve hayat... Benzerler mi sahiden? Nerden geldim ben şimdi bilmediğim bu konulara? Allah Allah... Sana bir şey söyleyeyim mi? Ben o kadar farklı bir yazı yazacaktım ki... İnanmayacaksın gene bana... Hayal Kahvem'e yazı yazmak için oturuyorum ya... İnanmıyorum ya... Haddimi aşarak neler neler yazıyorum... Yuf bana!
26 Haziran 2010 Cumartesi
Nereden Nereye?
Bize De Derler Çakıcı...
"BİZE DE DERLER ÇAKICI
Yanımda tebeşir gezdiriyorum devamlı
Bu mutena semtteki konakların bahçe kapılarına asılı
O (iki nokta üst üste)
BU EVDE
KÖPEK
VAR
Levhalarının altına selatin harflerle kocaman bir
DOĞRUDUR
Yazmak için"
Gördün mü? Gene bir şair yetişti imdadıma... Hangi söz, sinirlerime bu kadar hicivsel merhem sürer! Can Yücel, yattığın yerde nur ol e mi? Sevgiler!
Yüksek Merciye Mevsimsel Rica Dilekçesi...
Haydi Sarıkız Salatası Yapalım!
Ben yaşamın eşsiz bir süreç olduğuna inananlardanım. Yemek yemenin, hayatın en büyük keyiflerinden biri olduğu sözünün altına imzamı atarım! Yemek yapmak zor bir iş değildir. Hele severek yapıyorsanız, sevdiğiniz insanlar için yapıyorsanız, yemeğe sevginizi katıyorsanız yemeyiniz de yanında yatınız diyeceğim ama ben iştahlı biriyim. Yemeyip yanında yatanlardan değil, yemeği yiyen ve silip süpürenlerdenim! Bak şimdi, sen sarı kız salatası nedir bilir misin? Çok kolaydır!
25 Haziran 2010 Cuma
Hasbihal
Ah!” diyorum. “Ah, o güzelim şarkılar… Hepsi de nasıl da hafızama kazınmışlar. Şarkılarının her ritmi, adeta Michael Jackson’un vücudunun bir hareketi. Hatırlasana…” diyorum. “Ay yürüyüşünü nasıl denerdik ayna karşısında.. Ya da kemiksizmişcesine dalgalandırılan kollar mesela… Sen ne güzel becerirdin!.. Ben yapamazdım ne kadar çabalasam da…” diye sözlerime devam ediyorum. Sanki gözlerini kaçırıyorsun benden. Üstüne gelmiyorum. “Neden başını öne eğdin?” diye hiç sormuyorum. Sadece “Biz neden böyleyiz?” diyorum sana… “Neler yazdılar, söylediler Michael Jackson hakkında.. İnanamadık senle ben valla… Radyo çocuğuyduk ya kimseyi görmez, seslerden de şüphelenmezdik. Onun için mi böyle saftorik olduk… Ya da ne bileyim Kemalettin Tuğcu kitaplarıyla büyüdük. Bırak filmleri, okuduğumuz kitaplardaki kahramanlara ağlar, üzülürdük. Şimdi bu şahane şarkıları söyleyen adam için, denilenlere inanmak bir yana, arkasından yas tutuyoruz baksana !” diyorum biraz kıkırdayarak. Kendini toparlamanı istiyorum. Eğer konuşmama devam edersem bu hüzünlü makamda, biliyorum hüngürdeyebiliriz az sonra.. Kendi çapımızda nostaljik muhabbet yapıyor ve bizi etkileyen bir müzisyeni anıyoruz ya... Diyorum ki konuyu renklendirmek için “Biliyor musun, sinemada kimse yoktu. Yalnız ben… Sanki Michael Jackson benim için konser veriyordu… Nasıl kendimden geçmişim… Bir ara dayanamadım.. Baktım sağıma soluma.. Kimse yok ya nasılsa.. Fırladım ayağa.. Michael Jackson Billie Jean’i söylüyordu. En iyi sen bilirsin beni.. Billie Jean’ de oynamadan durabilir miyim Allahaşkına?
24 Haziran 2010 Perşembe
İki Yönetmen ve İki Film...İki Abi ve İki Kızkardeş
Her ikisi de, insanın sevgi, vicdan, merhamet duygularını kışkırtan çok güzel ve ödüllü filmler. Mutlaka seyredilmeliler.
21 Haziran 2010 Pazartesi
"Haiku Bir Görme Biçimidir."
sabah akşam mırıldandığımız yolda:
para git bizi çalış.. hayat git bizi yaşa!
"kendine dikkat et diyor baba
sokağa oynamaya çıkan çocuğa
"televizyona malzeme olma"
televizyon yoklama çekiyor her akşam
habersiz sözlüğe kaldırıyor
zaaflarımızı
şairler öldükten sonra büyük
aşk bittikten sonra değerli
acılar her dem taze
çocuklar internete düşmüş
erkekler meşin yuvarlak peşinde
kadınlar deterjan ve magazin kılıyor
fakat hırsız bilmiyor bir eşyayla birlikte anılarını da çaldığını
bazı kelimeler dilimizi yakıyor
kırk yıl düşünsek bile
bir fikir etmiyoruz
robin hood gibiyiz allaha şükür
neşeden çalıp
kedere veriyoruz
geride bizi hatırlayacak
birkaç evimiz kalsa
keşke
METİN ÜSTÜNDAĞ-apartman haikuları
19 Haziran 2010 Cumartesi
Ersin Karabulut ve Sandıkiçi
18 Haziran 2010 Cuma
Metin Üstündağ'ın Şiir Üzerine Kısa ve Hoş Yorumu
"Şiir fesleğen çiçeği gibi. Geçerken eliniz değer, müthiş bir koku; genziniz bayram eder. Şiirin az okunması değil mesele, hayatımızdan iyice çekilmesi acı. Şiir sadece sözcüklerle yazılmaz. Bazen bir jest, bir mimik, bir ince marifet de şiir olabilir. Katır kutur bir hayat yaşıyoruz. Mizah ve şiir bu hayatı biraz inceltmeye çalışıyor."
Nisan /TimeOut İstanbul- Ayşegül Tuna'nın Metin Üstündağ ile Ropörtajından alıntı
17 Haziran 2010 Perşembe
Bu Gece Hayal Etme Gecesi
Köpek Kalbi ve Mikhail Bulgakov
128 sayfalık küçük bir roman Köpek Kalbi. Yazarının doktor olduğuna şaşmamak gerekir, çünkü baş kahramanı Moskovalı bir cerrah. Ölü bir adamın testislerini ve hipofiz bezini bir sokak köpeğine naklediyor. İnsandan köpeğe organ nakli söz konusu yani. 1925 yılında yazılmış bir bilimkurgu kitaptan söz ediyorum. Okudukça sanki eğlenceli olacak gibi görünüyorsa da, resmen kara mizah tadında. Yıllarca korku filmi diye, 1818 de Mary Shelley'in yazdığı ve daha sonra sinemaya uyarlanan Frankenstein'i seyretmek istememiştim. Oysa Dr. Frankenstein tarafından hastalıkları yok edebilmek amacıyla, yeni bir insan yaratma ve ölümsüzlüğü arama çabalarının sonucu yaratılan bir ucubeydi Frankestein. Aslında nasıl yumuşak mizaçlıdır Frankeshtein, nasıl sevilmeye muhtaçtır her insan evladı gibi. Fakat insanlar görüntüsünün çirkinliği ve korkunçluğu sebebiyle ondan kaçmaktadırlar. O kendisinden kaçtıklarını da bilemez üstelik. Seyredince filmi, korkmuyor da acıyorsunuz Frankenstein'e. İşte Köpek Kalbi'nde ise bu kez karşımızda, gene hırslarının esiri profesör Philip Philippovic var. Ve sokak köpeği Sharik. Doktorun uyguladığı organ nakliyle insan - köpek görünümünde, konuşabilen, okuyabilen, hatta işe girip çalışabilen fakat öte yandan da hayvani duygularını gene bünyesinde barındıran ve köpek reflekslerini bastıramayınca aşağılanıp horlanan, doğal dengesi bozulmuş bir yaratıktan söz ediyor kitap. Köpeğin ameliyat öncesi ve sonrası yüreğinden geçenleri anlatan kitap tam bir ibret hali sergiliyor. Okuduktan sonra, kitapta profesörün asistanının dediği gibi " Artık caddede yürürken, köpeklere gizli bir dehşetle bakıyorum." diyorsunuz. Ve aynı Frankeshtein'in dediği gibi, "Madem sevmeyecektin neden yarattın?" sorusunu aklınıza getiriyor. Devrim sonrası geçmişten etkilenmemiş, yasakçı zihniyetle oluşturulmaya çalışılan Rus halkına bir gönderme olduğu düşünülen roman, her dönem ibret alınacak özellikler taşıyan, kolay okunabilen ve oldukça etkileyici bir kitap. Tavsiye ederim.
16 Haziran 2010 Çarşamba
Telepatik Bir Posta Bağlantısı
Gözlerime inanamadım... Yemin ederim inanamadım da, gözlerimi iyice ovuşturdum önce... Baktım. Halen duruyor tezgahın üstünde. Bu ne? Allahım bu ne? Ne yapmış Rabia Teyze böyle? En büyük boy fasulye turşusunu göndermemiş mi bizim eve? Allahım, ne yaptım da, ödüllendirdin beni bu sürprizle? Biliyorum. Rabia Teyze'yle aramızda telepatik bir posta bağlantısı var. Hem de sıradan hayatımı sırlayan bir sır büklümü halinde... Vay canına sayın seyirciler! Nerde okumuştum ki bu cümleyi? Nasıl hoş bir cümle oldu böyle!.. Ben var ya, bu turşu karşısında biraz daha durursam şair olurum da ne şiirler döktürürüm yeminle! Şeyyy!..Yok ama... Yok... Bakma böyle dediğime.. Yani diyeceğim o ki, sakın ha heves edip turşudan isteyeyim falan deme... Şey yani... Nasıl desem bilmiyorum ki... Veriririm vermesine de... Yani açık açık söylemeliyim... Rabia Teyze'nin beyaz fasulye turşusu çok sert olur bir kere... Sonra acayiipppp sarmısaklı... Of, daha kavanozu açınca evi bir sarmısak kokusu sarıyor... Hatta o koku geliyor bir gelin gibi eve yerleşiyor. 40 gün kokusu gitmiyor... Öyle böyle değil! Felaket! Yani ben bayılıyorum ama sana uymaaaazzz... İnan sana uymaz... Hatta yakışmaz... Anladın değil mi? İstemezsin değil mi böyle bir kokuyu evde? Bak en baştan söylüyorum. Dost acı söylemez mi? Söyler tabi... Söylüyorum sana işte... Sonra neden söylemedin deme... Bir de alışınca kötü oluyor biliyor musun? Alışkanlık oluyor da, her sene yiyeyim istiyorsun. Bir nevi bağımlılık yapıyor anlayacağın. Yazık değil mi sana... Her sene... Her sene... Tamam. Turşu konusu bu merkezde... Halen istiyorsan. Bir haber et... Küçük bir kavanoza koyup kargo yaparım... Gönderirim... Bak inan bana gönderirim. Kıyamam... Gönderirim yeminle!
NOT:Kışa hasretim sebebiyle eski bir kışlık yazımı tekrar yayınlıyorum:)
15 Haziran 2010 Salı
En Kısa Andır Mucize
EN KISA ANDIR MUCİZE
yalnız kalmaktan
daha kötü şeyler de vardır hayatta
ama genellikle
bir ömür alır bunun
farkına varmak
o zaman da
çok geçtir
ve çok geçten
daha kötü
bir şey yoktur hayatta.
Charles Bukowski
14 Haziran 2010 Pazartesi
Bazan İnsanın İçi Üşür Mü?
13 Haziran 2010 Pazar
İnsan Hangi Sesleri Duyabilir?
-Çığlık çığlığa dönen binlerce kuşu,
-Vedalaşmak için sallanan bir mendili,
-Rüzgarda savrulan kurumuş ağaçları,
-Bir gülümsemenin sesini duyabilir insan isterse,bir bakışın,bir yıldızın sesini,
-Kabuk bağlayışı bir yaranın,
-Mahçup mahçup uyanışını dalda çiçeklenen bir mevsimin,
-Bir zamanlar burada yaşamış,çoktan göçüp gitmiş herkesin öyküsünü anlatan yağmuru,
-Yitip gitmiş her şeyi sarıp sarmalayan sessizliğin sesini bile,
-Yüreğin dört bir yanında açılıp kapanan,çarpan kapıları,
-Sözcüklerin umutsuz suskunluğunda insan,hayatı boydan boya bir ağ gibi kuşatan o nabız atışını duyabilir.
-Adları,öyküleri,zamanı anlatan sesi...
-Saatlerce yağdığı halde,ancak kesildiğinde yağmuru farketmesi gibi, son bir kaç damlayla insan, sessizliği öğreten bütün sesleri duyabilir.
(Aslı Erdoğan'ın Hayatın Sessizliğinde kitabından)
12 Haziran 2010 Cumartesi
Ey Yaz!
Ey sıcak sevenler! Ey güneşseverler! Ey memleketime denk gelen en sıcak aylar ve günler! Ey Haziran! Ey Temmuz! Ey Ağustos! Ey beni bitiren mevsim! Ey yaz! Ey günebakan çiçekleri gibi enerjilerini güneşten alan insanlar! Bense bir yeldeğirmeni misali enerjimi rüzgardan alan biriysem eğer, güneşe, sıcağa, bu durgun, esintisiz havalara asla uygun değildir ki benim bünyem! Durma hakkımı kullanıyorum! Elimde değil zaten! Duracağım biraz!... Bu çok hazin bir bahis değil aslında. Bilakis herkesin sevdiği bir mevsimdir Yaz. Ama ben...Ben... Bu sıcak havalara dayanamam. Rüzgara ihtiyacım var. Yoksa eğer bir esinti yada biraz rüzgar! Ozaman Durma hakkımı kullanıyorum! Durmak da insan haklarından biri değil mi yoksa?Of...Of... Şu sonbaharın gelmesine daha çok var,değil mi? Daha çok var!
NOT: 14.05.2009 tarihinde yazdığım eski bir yazım. Her yaz tekrarlanacak görünüyor:)
11 Haziran 2010 Cuma
Edebi Bilmeceler
Zihinsel ağırlığı ne olursa olsun her düşen beyin, aynı hızda hızlanır.
3. "İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince
Bu aşk var ya bu aşk
Dikkat!
............ ilk kurtarılacak.
Şair'e göre aşk hangi afette ilk kurtarılması gerekendir?
1.Cevap- Erdemleri- Susan Sontag - Ben, vesaire - Sayfa 108
2.Cevap- Galileo - Hakan Günday - Azil - Sayfa 132
3.Cevap- Yangın - Metin Altıok - Bir Acıya Kiracı - Sayfa 91
4.Cevap- Gülümser - Mario Levi - Bir Yaz Yağmuruydu - Sayfa 131