30 Eylül 2010 Perşembe

Sanat Her Zaman İnsanca Yaşamaya Yönelik Bir Eylemdir.


Evet, Sonbahar'la birlikte yaz uykusundan uyanıyorum artık. Önce spora başladım. Şimdi ise bağlama kursundan haber bekliyorum. Geçen yıl azıcık öğrenmeye giriş yaptığım bağlamayla bir kaç türküyü iyice  çalayım istiyorum. Sadece türkü öğrenmiyorum ki türkülerin menzilinde dolandıkça memleketimin büyük sanatçılarını, memleketimin  gerçek kültürünü öğreniyorum. Öğrenmenin yaşı da yok, sonu da yok... O kadar bilgi kirliliği içinde yaşıyoruz ki neyi öğrenmemiz gerektiğini unutuyoruz diye düşünüyorum. Hep denir ya ak koyun kara koyun birbirine karışıyor diye, inan şu devir o devir işte... Televizyonda izlediğimiz klipleri, radyoda dinlediğimiz müzikleri düşünsene... Eğer türkülere ilgim olmasa Neşet Ertaş’ın kendi tarzıyla "Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca, Akar can özümde sel gizlı gizli." diyerek bağlaması eşliğinde söylediği türküyü nereden bilecektim de  dinleyecektim? Türkü sözlerinin güzelliğinin nasıl farkına varmaya başlayacaktım? Bırak bilmediklerimi öğrenmeyi, bildiğimiz gerçek değerlerimizi bile unutur olduk öyle değil mi?



Misal türkülerle ilgim olmasa, çağdaş halk ozanı Ruhi Su'nun 25 yıl önce gene böyle bir Eylül gününde öldüğünü bilebilir miydim? Ruhi Su sesini korumaya o kadar hassasiyet gösterirmiş ki, kuruyemiş ve çamaşır suyundan özellikle uzak durur, sesini korumadaki bu hassasiyetinin sanata ve dinleyenlere saygısından kaynaklandığını söylermiş. Merak ediyorum... Hiç dinedin mi Ruhi Su'nun sesinin ve sazının renklendirdiği bir türküyü? Dinlemediysen eğer inan bana büyük kayıp... Bak şimdi... Üstadın çok etkileyici bir hayat hikayesi var. 1912 de Van'da bir Ermeni ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Kendi deyimiyle "1. Dünya savaşı'nın ortada bıraktığı" bir çocukmuş ve annesini babasını hiç tanımamış. 10 yaşına kadar ona sahip çıkan yoksul bir ailenin yanında yaşamış. Sonra kimsesizler yurdunda müzikle ve memleketin ezgileriyle tanışmış. Müzik en iyi ilaç değil midir kırık ruhlara ve kalplere? Şahane bir deva bulmuş kendine ve takılmış türkülerin peşine... Önce Müzik öğretmen okulu, sonra Devlet Konservatuvarı'nda eğitim gördükten sonra, opera sanatçısı olarak çalışmaya başlamış. Kendine has sesi ve müzik tarzıyla Pir Sultanlar’ı, Karacoğlanlar’ı ve daha nice halk ozanını günümüze taşımış. Ayrıca Ruhi Su'nun Nazım Hikmet'in şiirlerini ilk besteleyen kişilerden biri olduğunu kaç kişi biliyor günümüzde acaba merak ediyorum.  Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular sebebiyle beş yıl kadar cezaevinde yatmış. Türkülerinde sevdanın olduğu kadar isyanın da sesi olmuş. Güzel, özgür ve eşit bir gelecek niyetiyle vurmuş bağlamasının tellerine, hep ezilen taraf için türküler söylemiş. Şöyle dermiş Ruhi Su: "Hangi türü olursa olsun sanat bir eylemdir. Sanatçının düşüncesi de, sevgisi de sanatında belli olur. Devrim sözcüğünden, uygarlığa, özgürlüğe ve insanca yaşama yönelik çabaları anlıyorum. İster hazırlayıcısı, ister yansıtıcısı olsun, sanatın da sanatçının da hem bu çabaların içinde, hem de bu çabaların sonucu olarak var olması gerekir."
Ölümünün 25.yılında ve bu son Eylül gününde, rahmetle anıyoruz büyük halk ozanımızı. Sevgi ve saygı ile.

Bağlamanın Sesi Gizlenenleri Ortaya Çıkarır Mı Sahiden?


İtiraf etmeliyim ki geçen yıl merak sarıp türkülerin menzilinde dolandıkça yakın takibe almıştım Neşet Ertaş'ı... Hele bir ara Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı" şarkısını  sürekli arka arkaya dinlemeye başlayınca, Neşet Ertaş'ın babasıyla ilgili okuduğum  bir hikaye aklıma gelmişti. Hikaye 20. yüzyılın başlarında geçiyor. Ve biliyoruz ki "Dünyalılar hiçbir yüzyılda 20.yüzyılda çektiği kadar acı çekmedi." 20. yüzyılın ilk yarısı tamamen savaşlarla geçmişti. İşte gene o savaş yıllarını hayalimizde canlandıracağız şimdi.  Memleketimizdeyiz. Anadolu'dayız. Savaşın bin bir türlü hallerinden biri olan, savaştan kaçan, savaş cephelerinden dağların karanlıklarına gizlenen asker kaçaklarının durumunu hayal edeceğiz. Kendilerini aramaya çıkan askeri birliklere yakalanmamak için oldukları yerde sessizce bekliyorlar. Neşet Ertaş’ın ailesi Kırşehir'liymiş. Bu bölgedeki dağlarda asker kaçakları olduğu duyulmuşsa, askeri birlikler dosdoğru Neşet Ertaş'ın babasının dayısı olan Bulduk Usta'ya giderlermiş. "Haydi bakalım, al bağlamanı gel bizimle," derlermiş. Dağda görünmez bir köşeye otuttururlarmış Bulduk Usta'yı. Otutturduktan sonra da, vurup sazın tellerine türkü söylemesini isterlermiş. Bulduk Usta'nın öyle olağanüstü, öyle yürek titreten bir sesi varmış ki, sazını çalıp türkü söylemeye başladığında, dağ taş türkü olurmuş. Bu sesin güzelliğine kimse dayanamazmış. Bu sesin güzelliğine dayanamayan asker kaçakları da adeta hipnotize olmuşcasına yerlerinden çıkar, gizlenmeyi unutur, birer birer Bulduk Usta'nın bulunduğu yere doğru yürümeye başlarlarmış. Eee... Yürümeye başlayınca da tek tek yakalanırlarmış.

Bulduk Usta, Neşet Ertaş'ın babasının dayısı. Neşet Ertaş memleketimizin en değerli bağlama ustası, türkü derleyicisi ve kendine has türkü söyleyen sanatçılarından biri. Ben  o günlerde, özellikle Gönül Dağı'nı dinliyordum ya Neşet Ertaş'tan döne döne... Gönül Dağı'nı döne döne dinledikçe, yüreğimi titretiyordu bağlamanın sesi. Bu durumda içimdeki kuytuda gizli kalmış, yıllardır saklanmış bağlama çalma hevesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamadı mı? Eyvah!.. Evet, Eyvah, ne olacak benim sonum diye düşünmüştüm önce... Sonra Kocaeli Belediyesi'nin bağlama kursu duyurusu, bu hevesimin ortaya çıktığı  günlere tam denk gelince... Haftada bir gün iki saat bağlama kursuna devam etmiştim. Ara vermiştim yaz gelince. Şimdi haber bekliyorum.  Kurs açılır açılmaz başlayacağım gene kısmetse...

Günün En Çok Yapılan Geyik Muhabbetleri

 -Denizcilik işletmelerini'nin arması var ya.. hani simetrik iki çapraz çıpa.. işte onu tüm dünya milletleri  çuval dolusu para verip satın almak istemişlerde bizimkiler satmamış

 
- ünlü karateci bruce lee'yi, wang yu öldürtmüş be.. para vermiş arazi mafyası tutmuş.. bruce lee 10 kurşun yemiş yine de uzun süre ölmemiş.. çhuck norris'in hakkında söylediği bir lafa üzülmüş de ondan ölmüş.. dokunmuş tabi adama.. ne de olsa deleekanlı

 
- iyi ki venedik'te değiliz ha.. ben gondol'a binemem.. midem bulanır, kusarım


-ikimizde deli gibi seviyorduk.. babası onu bırakmam için para teklif etti.. ama döviz değil diye kabul etmedim

METİN ÜSTÜNDAĞ- Denemeyenler

29 Eylül 2010 Çarşamba

Şiir Çarpması Diye Bir Şey Duymuş Muydun?


Düşünsene, hiç şiir çarpar mı seni? Hiç "şiir çarpması"na uğradın mı yani? Duymadın mı yoksa? O zaman anlatayım başıma gelenleri... Hafta sonu nasıl olduysa Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun Sevgi Üstüne adlı şiirinine denk gelmiştim.. Okumaya tövbeliydim üstelik. Kendime sözüm vardı, o şiiri  gördüğüm anda yüz çevirecektim. Evet, tövbeliydim ne var ki? Bazı şiirler efsunludur, bilirsin… Okuyunca insanın içini dışına çıkarırlar sanki. “Bütün kitapları yakmalı...  Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır” diye devam edince şiir… Her okuduğumda olduğu gibi önce şöyle bir salladı silkeledi… Gene yaptı yapacağını.. Sonra duvardan duvara çarptı beni… Ardından “Şiir denen o kalleş” diye başlayan, Aşkın Güngör'ün "Kakafona Silsilesi"ni arka arkaya okuyunca, artık benden hayır beklemesin kimse yani… Hey gidi şiir! “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın”... Hay Allahım! Siz de mi Ümit Yaşar Oğuzcan, siz de mi? Ne sözler yazmışsınız böyle damardan, anlarsınız ya hisli hisli? Ben ordan nereye gittiysem artık, bensiz kalakaldım bir süre… “Sanki ben... Öylece kalakaldım... Hepimiz kalakaldık... Elimizde tetiği çekilmeyen... Namlusu yönsüz bir tabanca gibi” Aynen böyle kalakaldım yeminle… İyi de bu bir Edip Cansever şiiri değil miydi? Yoo… Hafızamın içinde bir şiire mi çarptım gene? Gene mi şiir? Sonra kafamı çevirmemle, gözüm denk gelmesin mi bir Metin Altınok şiirine? “Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden... Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden” diye… Yok artık.. Yok mu kurtaran? Yok mu kurtaran? İmdat! İmdat, yani? Tamam.. Dedim ki en iyisi ben içimden tekrar edeyim kerat cetvelini… Unutayım aklımın kuytularındaki tüm şiir dizelerini… İki kere iki dört.. İki kere üç altı….... İki kere on yirmi …. Üç kere bir üç… Üç kere iki altı.. “Üç kere üç dokuz eder... Bilirsin... Birin karesi birdir... Karekökü de... Bilirsin... Mutlu aşk yoktur... Bilirsin” Yooo… Bu kerat cetveli değil ki… Bu Turgut Uyar’ın bir şiiri… Yooo…. Yooo… Ağlıyor muyum? Daha neler? Dışarıya baksana… Bak… Bak… Dışarda dolu mu yağıyor ne? Of!.. Tamam... İtiraf ediyorum... "Şiir Çarpması"na uğradım gene! (13.04.2010)

28 Eylül 2010 Salı

Doğuştan Kör Biri Rüya Görür Mü?


Bazan  “Ben var ya tam manasıyla bakar kör olduğumu düşününüyorum.” diye bir laf sarfederim. Niye böyle derim ki? Körlük hakkında sanki ne biliyorum? Doğuştan kör birine körlüğü tarif etmesini istemişler. Şöyle tarif etmiş “Siyah renkte hızlıca akan bir ırmak düşünün sonunda bir çağlayanla birlikte derin karanlık bir göle dökülür." Ne kadar düşsel bir tarif, öyle değil mi? Körlere en çok sorulan soru neymiş biliyor musun? Acaba körler rüya görebilir mi? Görebilirler mi sahi? Doğuştan görme özürlüler rüya göremezlermiş. Görmedikleri için rüyalarını da göremezlermiş. Sesi duyarlarmış. Yani normal yaşantılarında olduğu gibi rüyalarını sesle algılarlarmış. Doğuştan kör olan kişilerin rüyalarında görsel figürler yer almazmış. Rüyaları yürüme duygusu, mutluluk hissi gibi günlük hayatta deneyimledikleri duygu ve duyulardan oluşuyormuş. Ama doğuştan görme duyusu hiç olmayan insanlarda diğer duyular daha fazla gelişiyor ya, eğer toplum içindeki yaşam şartları daha kaliteli hale getirilip, hayattan daha kolay keyif almaları sağlanırsa, belki körler rüya görmeseler bile kolaylıkla rüya duyabilir, rüya koklayabilir, rüya dokunabilirler öyle değil mi? Asıl körlük, insanın yaşamdan ümidini kesip, düşlerini yitirmesi demek değil mi?

"Altı Nokta Körler Dernegi, ülkemizde görme engellilerin ekonomik, toplumsal, eğitsel, kültürel ve mesleki sorunlarina çözüm yollari üretmek amaciyla 1950 yilinda kurulmus bu alandaki en eski ve en büyük dernektir. Kurucu baskani, kendisi de görmeyen Doç. Dr. Mithat ENÇ'tir. Görme özürlü kişi, himayeye muhtaç, acınacak ve çaresiz bir insan değildir. Sadece farklı metotlar kullanarak öğrenir. Gören insanların görmeyenlerin hayatını kolaylaştırmak için elinden geleni yapması gerekir. İzmit'teki Altı Nokta Körler Derneği'nin telefonu 0 262 321 35 00-322 94 39 Telefon edilip nasıl destek olunacağı öğrenilebilir.

İkinci Körlük Diye Bir Şey Duymuş Muydun?


Acaba görmeye, bakmaya, izlemeye, seyretmeye, hayal etmeye, rüya görmeye meraklı biri olduğum için körlerin durumunu çok önemsiyor olabilir miyim?


Bir önceki yazımda doğuştan görme duyusu olamayan kişiler, normal hayatlarında göremedikleri için rüyalarını da göremiyorlarmış da rüyalarını hissedebiliyorlarmış diye yazmıştım ya, bu körlüğün bir çeşidiyle ilgili. Yani doğuştan itibaren kör olanların rüyaları böyle. Bir de “İkinci Körlük” diye bir durum varmış. Nasıl bir şey biliyor musun? Önceden görüp sonradan kör olanlar, eskisi gibi rüya görmeye devam ediyorlarmış. Annesi, sevgilisi, doğa, renkler yani gördüğü zamanlarda hafızasında kalan her şeyi rüyalarında görebiliyorlarmış. Bu nedenle de geceyi iple çekiyorlarmış. Rüyalarında bari görebildiklerden fazlasıyla mutluluk duyuyorlarmış. Ancak tıp da nedeni çözememiş, gün geliyor rüya göremez oluyorlarmış. Rüyalar körleri yavaş yavaş terk ediyorlarmış. Her sabah daha yıkık ve karamsar uyanıyorlarmış bu durumda tabii. Körlükten önce hafızalarında saklanan bütün görüntüler, teker teker siliniyormuş çünkü. Ne sevgili, ne uçsuz bucaksız deniz, ne mehtaplı gece, ne o masmavi gökyüzü ne de renklerin tümü ... Zifiri oluyormuş her şey. Rüyalarda da ebedi karanlık durumu yani. İşte bunun adına “İkinci Körlük” deniyormuş. Ne desem ki şimdi? 


Buraya kadar üzücü ama bu konularda okudukça hoş gelişmeler tespit ettim. Bak şimdi… İkinci körlüğün ıstırabını dindirmek için şöyle bir çözüm bulmaya çalışmışlar. Sonradan kör olan kişileri, daha yeni kör olduklarında rüya görebiliyor ya, bu rüyalarını her sabah görmeyen kişilere anlatmalarını istemişler.. Bir nevi rüya anlatma terapisi yani. Körler ikinci körlüklerini yaşamadan önce sık sık rüya görmeye, ne gördüklerini hatırlamaya, anlatmaya, hatta dikkatini çekerim istediği rüyayı görmeye özellikle teşvik edilmişler. Sen istediğin rüyayı görebilir misin mesela? İkinci körlük yaşamamak için, rüyalarındaki görüntüler gitmesin diye her sabah rüyalarını iştahla anlatmaya devam etmişler. Böylelikle anlattıkça gelişiyormuş rüyaları. Kokular, sesler ve lezzetler de dahil oluyormuş bu rüyalara hatta. Görmedikleri için diğer duyuları daha da gelişiyormuş. Görüntüler hafızalarından silinmemeye başlıyormuş. Harika bir şey bu! Doğuştan kör olanlar da bu rüyaları dinledikçe büyük bir haz duyuyor, rüya göremeseler de onların da rüyalarındaki hisler çeşitleniyormuş böylece… Keşke bu uygulamalar memleketimizde de yapılabilse. Mesela aynı şehirde yaşayan görme özürlüler arasında yapılamaz mı acaba böyle bir rüya anlatma terapisi? Ne şahane olur öyle değil mi?

2.Resim- Ömer Uysal'ın resim arşivinden alınmıştır.

Edebi Bilmeceler


1- "Yorgun ve alımlı bir kadın. Onca hor kullanılmış olmasına karşın güzel kalmayı başarmış, kalbi yaralı bir yosma... Kolay ele geçirilen ama hiç ulaşılamayan, mağrur, benzersiz kadın." Bu nedir?


3- Dış dünyaya olabilecek en küçük yüzeyi göstermek için kurşuni gövdesini küre biçimine sokan, dışarıya bir şey sızdırmamak, kendinden bir damla ter bile yitirmemek için derisini dümdüz, kaskatı yapan küçük, çirkin şey. Bu nedir?

 
3- İnsan kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür. Hani pembe akide şekerleri vardır bilir misiniz,onların bir baygın pembesi, insanın içine yayılan bir kokusu vardır. Öyle bir şey işte. Anlatılan nedir sizce?


4- Yalnız sen varsın. Yalnızlığımın, ihtiyarlığımın, sevimliliğimin, egoizmimin, ortasında daha dün şehvetle sarıldığım, kokusundan haz ettiğim, yıldızları, yandan çarklıyı, derin suları,heykelleri, gotik binaları, ağaçlık tenha yolları, pek sevdiğim yeşil yeşil, kırmızı kırmızı, turuncu turuncu yanan işaret fenerlerini geride bırakıp, sana, yalnız sana aşığım. Yazar kime aşıktır?

 
5- "Su değil, mevsimin havası akan. Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir. Suda yıldızların parıltısıdır. Bu karanlıkta bazı bazı çakan." Bu nedir?



1.Cevap:İstanbul- Aslı Erdoğan- Mucizevi Mandarin-125.sayfa
2.Cevap:Kene- Patrick Süskind- Koku-Bir Katilin Öyküsü 25.sayfa
3.Cevap:Aşk- Nezihe Meriç- Bozbulanık- Sayfa 106
4.Cevap:İnsana- Sait Faik Abasıyanık-Son Kuşlar-79.sayfa
5.Cevap:Orman- Ahmet Haşim - Piyale-30. sayfa

27 Eylül 2010 Pazartesi

Ejderha Dövmeli Kız Adlı Filminin Panzehiri Nedir Biliyor musun? Tulpan!

Film Festivallerinin en hoş tarafı yıl içinde seyredilen Hollywood filmlerine doygun bünyelere, farklı ülkelerin filmlerini seyretme fırsatı vermesi olmalı.  Ben var ya  daha önce hayatımda hiç Kazak filmi seyretmemiştim. Festival filmi olmasa, bu filme gider miydim? Sanırım hiç düşünemezdim. Zaten bizim şehrin sinemalarına gelmezdi ki bu film. Adını bile duymayabilirdim. Şimdi geçen yıl, bilet almakta geç kalınca, bir de çalıştığım için en az yoğun olduğum günlere denk gelen filmlerin biletlerini satın almak durumunda kalınca, biraz kısmetime ne denk geldiyse onu seyrettiğimi söyleyebilirim. Hoş hiç birinden pişman değilim. Sanırım bende "acemi çaylak festival seyircisi"  kısmeti var.  Hepsi birbirinden güzeldi.

İstanbul Film Festivali'nde seyrettiğim filmlerden birinin adı Tulpan'dı. Pek çok ödül sahibi ünlü Kazak belgeselci Sergey Dvortsevoy’un ilk kurmaca filmiymiş. Vallahi kendisini tanımam. İlk kez filmini seyrettim. Ben festival kitapçığının yalancısıyım. Film için ayrıca"derinlikli karakterleri ve inanılmaz hayvanlarıyla harikulade bir komedi" diye yorum vardı. Bu filmi seyretmiş biri  olarak yazılanları aynen onaylıyorum. Ayrıca unuttuğum hatta düşünmediğim bir dünyayı önüme seren bir film olduğunu da ekleyebilirim. Nasıl mı? Anlatacağım... Şöyle:


Bazen derim ki, padişahlarda bile yok bizim saltanatımız. Düşün şimdi koskoca Fatih Sultan Mehmet, misal... Bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan büyük padişah! Ömrü savaşlarda geçmiş. Ne zaman? 15. yüzyıl... Elektrik var mıydı onun devrinde? Nerdee? Elektriğin günlük yaşamda kullanılmasına 19. yüzyılda başlanmış. Düşünür müsün lütfen? Ne feci bir durum değil mi?
O güzelim görkemli padişahların televizyonu var mıydı izleyecek? Yok! Ya telefon, cep telefonu, internet? Yok! Sinema var  mıydı peki gidecek? Yok! İstanbul’u fetheden yüce Sultan, İstanbul’da yaşamış da bir gün olsun İstanbul Film Festival’ine gitmis mi? Yoookk! Savaş için bir yerden bir yere  nasıl gidecek? Arkada ordusu yürüyerek ya da atla… Nerede otobüs, otomobil, uçak, jet? Yok! Sarayda musluklardan su akar mı? Yok! Eee! Tamam vardır kendi çapında eğlenceleri, haremi, ne bileyim av partileri belki, hokkabazlar, sihirbazlar, canbazlar, meddah kukla gösterileri, köçekleri ya da musikileri vardır tabii ki…   Ama elektriksiz, susuz, internetsiz bir hayatta sultan olacağıma, şu hayatta vildan olayım daha iyi vallahi! Öyle alışmışım elektriğime, suyuma, telefonuma, bilgisayarıma, internetime yani… Ya Hayal Kahvem ne olacak peki? Yooo... Başka türlü bir hayat düşünmem mümkün değil... Oysa ben on yaşındayken belki televizyon eve girdi. Kaç yıl olmuştur internet hayatımıza gireli? Çok yeni.. Allah alıştığından mahrum etmesin insanı, insan çabuk alışıyor teknolojiye ne yapayım yani…


Şimdi…Tulpan adlı bu film Kazakistan’ın uçsuz bucaksız steplerinde, birbirlerine arabayla ya da deveyle gidecek mesafelerde, siz deyin üç ben diyeyim dört tane yörük çadırlarında yaşayan, hayvancılık yapan, (şimdi geliyorum sadede) elektrik, su, internet, televizyon, telefon vesaire olmayan, tek göz çadırda hep birlikte yaşayan Kazak’ların hayatını gözlerimizin önüne seriyor. Tulpan o bölgedeki evlenecek çağa gelmiş tek kız. Film boyunca asla yüzünü görmüyoruz. Ama harbi Kazak bir abla yani… Denizci olarak askerliğini yapmış Asa, bu bölgedeki çadırlardan birinde, kızkardeşi, kocası ve üç yeğeni ile birlikte yaşamaktadır. Hiç yüzünü görmediği Tulpan’la evlenmeyi arzulamaktadır. Zaten o bölgede başka evlenebileceği kız yoktur ki... 


Tulpan adlı kızımız, perde arkasından  Asa'yı görür ve beğenmez. Kazak ailelere bayıldım inan ki. Teknoloji uğramamış bu bölgeye ama insanlar çok ama çok medeni. Kızın babası Asa’nın suratına tüm samimiyetiyle ve dürüstçe:” Tulpan kulakların çok büyük diye beğenmedi seni, evlenmek istemiyor.“ diye söyler. Kazak annesi de kızı destekler. Demem o ki, Kazakistan’ın  o kuş uçmaz kervan geçmez steplerinde, kızın fikrine öyle bir hürmet var ki, anlatamam sana... Kızın evleneceği başka aday bile yokken, belki ömür boyu bekar kalacağını bile bile, kızı "illa evleneceksin!" diye bırak zorlamayı, ısrar bile etmiyorlar inan ki... Kız kulakları büyük diye beğenmedi mi çocuğu? Tamam! Konu kapanmıştır yani! Bu şimdi şahane bir şey değil mi? Filmin devamı mı? Bence filmin gerisini boşver! Bu kadarı yetmez mi?
Diyorum ya vallahi Tulpan  şahane bir filmdi. Hayır, bir kaç gün önce Ejderha Dövmeli Kız adlı filmi seyrettim. Hani şu sıralar hem kitabı hem filmi çok popüler...  Film İsveç'te geçiyor. Bu film daha yeni vizyona girdi. Tam anlatmayayım konusunu... Seyreden yoktur belki... Aman Allahım... Görmelisin vaziyeti... Her bakımdan dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç'te, bırak Kazaklar gibi kız çocuğunun sözüne hürmet etmeyi,  aileleri tarafından kızlara akla gelmedik ne işkenceler ediliyor. Hayır, "şimdi durup dururken aklına nerden geldi Tulpan?" diye düşündüysen eğer, inan Ejderha Dövmeli Kız yüzünden...  İyi ki İstanbul Film Festivali'nde Tulpan'a gitmişim de, dünyanın ilkel bir bölgesi diye düşündüğümüz bir yerinde, bari Kazaklar'ın kızlarına ne kadar hürmet ettiğini görmüşüm. Ejderha Dövmeli Kız adlı filmden sonra, bırak Tulpan'ı tekrar seyretmeyi, Tulpan'ı düşünmek bile inan bana ilaç gibi geldi.

26 Eylül 2010 Pazar

Portakal Şurubu Tadında Film


Bazı filmleri seyredince, sanki içinize portakal şurubu gibi bir şey akıtılıyor sanırsınız. Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni tekrar tekrar izleyip bu duyguyu hissedince, her defasında yeniden kendinize şaşarsınız. Hele Yüzbaşı Corelli'nin mandolin çaldığı sahnelere gelince, aynı karşısındaki Penelope Cruz'un canlandırdığı Pelegia gibi tam kalkıp gidecekken, sandalyede öylece oturur kalırsınız. Güzelikte yekta bir resmi seyreder gibi, filme uzun uzun dalarsınız. Peki müzik? Mandolinden çıkan ezgilere ne demeli? Mandolinin ezgilerini işitince, zamanla tıp oynarsınız da kendinizi öncesiz ve sonrasız sanırsınız.

Okurla Yazarın Yolu Nasıl Kesişir?



Günlerden bir gün sanıyorum iş arasında biraz vaktim vardı. Bu kez kitapçıda değildim. Bizim köydeki büyük alışveriş merkezinin gazete ve dergi satılan reyonunun önündeydim. Dergilere bakıyordum. Muhtelif içerikte dergiler varsa da beni daha çok  edebiyat dergileri ilgilendiriyordu tabii..  Gene de tüm dergilere göz atmak istiyordum. Kimini karşıdan seyrediyordum. Kimini elime alıyordum. Dergi çeşitlerinin çoğaldığını farkettikçe  nedense  yüreğimdeki sevinç kuşunun her seferinde  daha hızlı kanat çırptığını hissediyorum. Her dergiyi satın almam mümkün değil. Sana yalan söyleyecek halim yok.  Doğruya doğru... Kimi dergileri kitapçılarda okuyorum. Kimine ayakta sayfalarını dalgalandırarak göz gezdiriyorum. İlgimi çekecek bir yazı varsa ayaküstü okuyorum. Kimi dergileri de kitapçılardaki puflara oturarak okuyorum. Satın aldığım ve abonesi olduğum dergiler yok mu? Olmaz mı? Var tabii. Neyse... O gün ayaküstü baktığım dergi Esquier'di.  Sloganı "adamakıllı dergi"dir ya hani... Yani sanıyorum erkekler bu derginin potansiyel müşterisi... Hiç aldırmam vallahi... Bu dergiye denk geldiğimde illa bakmak isterim. Çünkü Ege Görgün'ün derginin ilk sayfalarında sinema ve müzik üzerine yazdığı yazıları okumak hoşuma gider. Gene tam Ege Görgün'ün yazılarına göz atmış dergiyi poşetine koyacaktım ki "Gidenler değil kalanlar yaralar insanı" başlıklı Altay Öktem'in bir yazısı dikkatimi çekti. Şöyle baktım etrafıma... Dergiyi poşetinden çıkarıp okumaya başladığım için görevli ikaz eder mi acaba diye aklımdan geçirdim. Etrafta görünen kimse yoktu. Kolumu dayadım dergi standının rafına... Bir sağ ayağımın bir sol ayağımın üzerine yüklenerek ayakta yazıyı okumaya başladım.



Dünyada yazılmamış konu kalmış mıdır sence? Doğrusu ben bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum. Aynı konu hakkında yazılan yüzlerce yazı var. Şimdi Altay Öktem'in yazısının başlık konusu hiç öyle yeni  ve bilinmedik bir konu değil yani... Gidenler değil, kalanlar yaralar insanı...  Ayaküstü bu yazıyı okumaya niyetlendiğim gibi gene ayaküstü bu konuyla ilgili  bir çırpıda  pek çok şiir sıralayabilirim. Yusuf Hayaloğlu'nun  "Aşk dediğin, zavallı bir kapıyı duvara çarpıp-Çıkıncaya kadarmış........ Asıl sancı, uyandığında-Bütün odaları boş görünce koyarmış." sözgelimi... Ya Murathan Mungan'ın Bir Yalnız Operası peki? Hayatımın destanıdır o şiir... Hayatta en sevdiğim şiirlerden biridir.  Neyse... Gene de  o anda nedense bu yazıyı illa okumak istedim.  Altan Öktem'i tanımıyordum. Sanırım bir okur olarak bilmediğim bir köşe yazarının kaleminden bildiğim bir konuyu okumak ilgimi çekti. Daha doğrusu içimden yeni bir okuru olarak tanımadığım bu yazarın yazısından  farklı bir tat almayı diledim ne yalan söyleyeyim. Üstelik büyük bir olasılıkla bu yazı erkekler için yazıya dökülmüştü. Daha hoş! Benim için değişik bir bakış açısı olabilirdi... Yeni bir yazı lezzeti yani... Altay Öktem'in konuyu görme biçimi,  kaleme alış uslübu, diğer yazarlardan ayıran parmak izi, ne bileyim çok bilindik bir meseleyi yeni bir heyecanla okutacak mı diye merak ettim... Böyleyim işte... Durduk yerde kimsenin aklına gelmeyecek bir durumdan, kendime telaşlı bir hayrete düşme, özel bir tad alma hali çıkarmak isterim. Böyle kendi kendime oynadığım oyunlarım vardır benim. Aynen böyle...



Giden bir kadının ardından erkeğin durumunu yazıyor Altan Öktem. İstese de istemese de gidenin kendinden mutlaka iz bıraktığını anlatıyor. Geride bıraktığı eşyaları, parmak veya dudak izleri, diş fırçası, küpesinin teki değildir önemli olan diyor... İlk şu cümlesini seviyorum: "İz silinen değil, kazınan bir şeydir; beyne kazınan." Onu hatırlatacak her şeyi ortadan kaldırabilirsin, el, dudak izlerini silebilirsin öyle değil mi? Tamam... Yazar hiç kimsenin gidenin arkasından üzülmediğini, eğer üzülüyorsa, eğer ağlıyorsa  "onsuz" kalan  haline ağladığını, çünkü sevginin çabuk bağımlılık yaptığını söylüyor. Zaman en iyi ilaçtır denir ya yazar bunun düpedüz yanlış olduğunu düşünüyor.  Hatta gece yaşanan acıyla gündüz yaşanan acının farkından söz ediyor. Giden gitmiştir. Kalanda ise yıllar geçse de kazınan bir iz kalacaktır, diyor. Beyinden kazıma henüz gerçekleşmediğine göre... Peki yazar çok iyi bilir gibi  bunları yazıyor ya acaba yaşadığı için mi biliyor bu halleri?  Belki çok eskiden yaşamış olabileceğini  ama zaman konusunu terk eden bir kadınla bütünleştirmek için çok fazla tecrübeye gerek olmadığını, düşünerek de insanın  aynı sonuca varabileceğini söylüyor. Haa, yazar düşünmektense yaşamayı tercih ettiğini belirtmişti son cümlelerden birinde belirtmişti ama... Bu cümleleri okuyuca gülümsemiştim. Yazar bu durumları yaşayıp yaşamadığını yazısında açıkça itiraf edemiyordu ya nedense ürkek bir hal sezmiştim.  Dergideki fotoğrafına baktım. Öyle çekingen birine asla benzemiyordu.  Bilakis  bıçkın bir hali vardı diyebilirim. İşte bir erkek dergisinde böyle ürkek bir bir duygu geçiriyor ya okura hoşuma gitti.  Özellikle böyle yazdığını düşünmüyorum. Bence farkında bile değil. Bu bir kadın okurun o anki hissiydi. Yani ancak yazar ile okur arasında bir anda gerçekleşebilecek, dinleyene ise anlamsız gelebilecek ilk kontak... Böyle oldu işte... Ve sonrasında ben Altay Öktem'in izini epeyce sürdüm. Hem röportajlarını ve denk geldikçe dergideki yazılarını okudum. Hem de iki kitabını satın aldım. Biri "İçimde Bir Boşluk Var" diğeri "Yaram Yanlış Yerde"... Diğer kitapları ise sırada... Okuyacağım mutlaka... Tıp doktoru aslında Altay Öktem... Veee... Şimdi bu yazıyı neden yazdım biliyor musun?  Kimi zaman bazı yazarları okumaya neden niyetleniriz, diye düşünürüz ya.... Bilirsin yüzlerce yazar ve kitap vardır. Kimi yazarlar kör noktamızda kalırlar. Ömrümüz boyunca onları bilmeyiz. Kimi yazarlarlarla ise tesadüfen bir yerde denk geliriz. Altay Öktem'le tanışmam işte bu yazısı sebebiyledir.  Bir erkek dergisinde, erkeklere yazılan bir yazısında, bildiğim bir konuyu, bence farkında olmadan, gene bana göre sevimli bir çekimserlikle dile getirmişti ya...  Ne bileyim açıkca itiraf edemiyordu işte...  Gülmüştüm... İyi hisler geçirmişti bu hali bana... Ve bu yazarın kitaplarının peşine işte bu sebeple düşmüştüm. İyi ki düşmüşüm. Hımm... İnsan hallerinin ezberini bozmaya ya da alışılagelmiş durumları çapariz yöntemlerle göstermeye niyet etmiş, tıp eğitimi almış  memleketimin bu yazarının birbirinden enteresan kitaplarını anlatırım bir ara... Diğer iki kitabı da elimin altında. Şiirleri mesela. Hepsini okuyayım. Üzerinde konuşuruz mutlaka.

Şövalye İlan Edip Zararsız Tatlı Yapmak...


Şimdi benim canım var ya, nasıl tatlı çekti anlatamam sana...  Hımm... O halde, bugün seninle birlikte şöyle şahanesinden  bir sütlü tatlı yapalım mı, ne dersin? Tavuk Göğsü mesela. Hakikisi değil, çakma tavuk göğsü olacak ama... Hem yapımı çok kolay, hem de malzemesi her evde vardır mutlaka. Zararlı mıdır? Kilo mu aldırır? Yoo.. Dur bakalım orada! Benim yaptığım yemeklerin zararlı olması ve kilo aldırması mümkün değil ki! Sırlarımı vereceğim. Dinle şimdi...


1 kilo süt ile 1 paket vanilyayı tut bir kenarda. Başka? 2 parmak tereyağ, 1 bardak un, 1.5 bardak toz şeker. Yağ, un, şeker. Bu üç malzeme için doktorlar  "Çok zararlıdır, aman ha yemeyin!" derler. Derler de ayıp ederler.  İnan ki haksızlık gibi gelir bana. Hiç kıyamam ben onlara. Hiiçç!  Bu nedenle ne zaman yağ, un, şekeri aynı yemekte kullanmaya kalksam, başlamadan evvel, bir tören düzenlerim mutlaka. Nasıl mı? Bak, şöyle: Önce geniş metal tası takarım başıma. Kendimi mutfağın kraliçesi farzederim. Sonra yağ, un ve şekeri alırım karşıma, herbirini önümde diz çökmüş asilzadeymiş gibi hayal ederim.  Sonra uzun bıçağı alırım avucuma, - atalarımdan miras kalan kutsal bir kılıçmış bu bıçak güya - her üç asilzadenin, üç defa dokunarak omuzlarına: "Mutfağımın kraliçesi olarak, sizi şövalye ilan ediyorum! Bundan sonra insanlığa zararlı mikroplarla ve kötü duygularla savaşacaksınız!" derim. 

Şimdi söyler misin lütfen, şövalye ilan edilen 3 silahşörler, yani yağ, un ve şeker artık zarar verebilir mi insana? Veremezler! Çünkü şövalyeler kötülük edemezler. Bilakis vücuttaki zararlı mikroplar ve hastalıklarla mücadele ederler. Hatta gerekirse emir veririm , fazla kilolarını bile eritirler! Savaşçıdır onlar, savaşçı! Dinleyip de söylenenleri, zararlı yiyecekler deseydim her üçüne birden, baştan kaybedecektim. Bense kutsayıp, yüceltince, üstüne bir de şövalye ilan edince yağ, un ve şekeri, kötülüklerle mücadele edecek 3 savaşçı kazandım. İşte doğrusu da bu zaten! Tamam, şimdi gönül rahatlığı ile tavuk göğsünü yapacağım. Bak şimdi...


Önce yağı erittim bir tencerede, 1 bardak un ekledim. Olsa, bir kaşık nişasta koyacaktım. Yoktu 1 kaşık daha un ekledim. Unu biraz çevirdim yağın içinde, 1.5 bardak toz şekerini ekledim. Tamam 3 silahşörlerin işi bitti. Bir dördüncü kişi daha var aslında bu hikayede. Bilirsin canım, Dartanyan! Haydi  sütü de Dartanyan yaptım. Dartanyan'ı da 3 silahşörlerin yanına kattım. Bir paket vanilya ekledim. Karıştıra karıştıra, muhallebi olana kadar pişirdim. Ocağı kapattım.


Muhallebi kıvamına gelen karışımı, 5 dakika kadar mikserle çırptım. Çırparken hamurun üzerinde oluşan helozonlara baktım. Bu arada hayal dünyama dalmışım: 3 Silahşörler hikayesinin başında, Artos, Portos ve Aramis kızgındırlar ya Dartanyana. Düelloya davet ederler Dartanyan'ı hani... Tam düelloya başlayacakken, Kardinal'in adamlarının saldırısına uğrarlar da, Dartanyan da 3 silahşörler tarafı olur ve düşmanlara karşı bizim silahşörleri korur ya, hatırladın mı? İşte bu olaydan sonra, düşmanlıklarını unuturlar, dördü can ciğer arkadaş olurlar. Ben bunları hayal ederken bir baktım, süre dolmuş. Hemen çırpmayı kestim. Bir cam tepsiyi ıslattım önce, sonra muhallebimi içine döktüm. Bir kenara soğumaya bıraktım ki, kulaklarıma inanamadım şöyle bir ses duydum: "Birimiz hepmiz için, hepimiz birimiz için! " Aman, ne mutlu oldum. Soğuyunca, üzerine o leziz kokulu tarçından döktüm! Tamam! Bitti işte! 

Bak, ayıplama beni lütfen, olur mu? "Yok artık, kendi pişirdiğini kendi methediyor"  deme... Ama  ne yapabilirim, şahane oldu pişirdiğim tavuk gögsü gene. Of, bu tatlıyı özellikle maç akşamları yaparsam eğer, bizim evin trübünlerindeki misafirlere ikram ederken, emir veriririm bizim şövalyelere: "Lütfen, sükünet verin yenilenlere!" derim. Hemen, özellikle yenilen takımın taraftarlarının ellerine bir parça tavuk göğsü veririm. Bu tatlıyı yiyenler, takımı yenilmesine rağmen ne derler biliyor musun? "Birimiz hepimiz için! Hepimiz birirmiz için! Yenilmek nedir ki? Maksat spor olsun, sizin takıma da, bizim takıma da helal olsun!" derler! Yaa! Emir verirsem eğer 3 silahşörlere, fanatikleri bile olmayacak yerde mutlu ederler!... Afiyet olsun!

25 Eylül 2010 Cumartesi

Edebiyat AŞK Değil de Ne?




İki saat boş vaktim vardı. Ne yapacaktım? Kardeşimi ayarttım. Gene iki saat evinden kaçırdım. Kimi zaman böyle dar zamanlarda buluşuveririz. Birlikte hasbihal ederiz. Kardeşim öğretmendir. Uzmanlığı da Türkçe olunca, deymeyin edebiyat muhabbetine… Edebiyata meraklı bu öğretmen bir de balık burcuysa eğer, ohhh şahane aşk sohbeti yapabilirsiniz böyle biriyle. Balık burcu bilirmisiniz ki, en romantik, en gizemli, en duygusal, en hayalperest ve depresyona en meyilli kadın tipidir. İki hafta çocukları hasta oldu diye döküntü oldu vücudu sıkıntıdan vallahi. Ama hastalığının adı da pek yakışmış haspaya; Rose! O kadar romantiktir ki, döküntüleri bile gül şeklinde!. Neyse iyileşti şimdi çok şükür!... Gene bir kaçamak yaptık kardeşimle. Önce bir kafeye gittik. Kahvelerimizi sipariş ettik. Şöyle koltuklarımıza rahatça yerleştik. Yaslandık arkamıza. "Bu gün konumuz edebiyatımızda aşk olsun! Ne dersin?” dedik göz kırparak birbirimize. Kahvelerimiz geldi. Şöyle bir kahveleri kokladık çektik içimize. Sonra fincanların uçlarını birbirine değdirdik “Aşk olsun!” diye bağırdık çevreyi umursamadan gene... Vee.. Başladık muhabbetimize…


Önce ben Atilla Atalay'ın çok sevdiğim Ebekulak adlı öyküsünden bahsettim. Benim kardeş de çok sever Ebekulak'ı. Her öyküseverin ayrıcalıklı öyküleri vardır. Ebekulak benim için öyledir. Zaman zaman kitabını açar okurum. Tekrar tekrar okumaktan bıkmam. Bilakis öyküyü bildiğim için yüreğimde hissederim. Haa.. Bir de mutlaka sesli okurum. Gözümün görmesi yetmez, kulaklarım da duysun isterim. Çok severim.

Ama asıl benim kardeş, Nezihe Meriç’in "Keklik Türküsü" öyküsünü o  kadar güzel anlatır ki doyamazsınız tadına. Dinlerken kardeşimi, kendinizi bir kaptırırsınız konunun akışına... Öykü bir kara tren olup, tünelden geçer gibi gönlünüzü delip geçer. Öyyyle bakakalırsınız ardından . Çok güzel anlatır gerçekten. "Keklik Türküsü’nü anlatsana bana kardeş"dedim. " Tamam!” dedi. Hiç itiraz etmedi… Canım benim ya… Bu bildiğim hikayeyi kaç kez dinledim kardeşimden. Neden yeni duymuşum gibi geliyor bana her seferinde? Neden gözlerim doluyor ve zor tutuyorum ağlamamak için kendimi… Bu akşam da müthişti anlatımı! Sakın bilmeyenler adında keklik var diye fabl gibi bir şey sanmasınlar. Yoo! Bu bir genç kızın İstanbul'da her gün bindiği vapurda karşıdan aşık olduğu bir çocukla ilgili... Şehir hikayesi yani.. Ama daha eski yıllarda geçer... Gene içten içe çekilen, dile dökülmeyen aşklardan. Eski aşklardan! Yazarın Bozbulanık adlı kitabında yer alan öykülerinden...


Sonra nedense birden Huzur’a atladık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arkasından rahmet okuduk… Bir çocuklu dul bir kadın kahraman ile genç sevgilisinin aşkını hatırlamaya çalıştık. A.H.Tanpınar'ın, Orhan Pamuk‘un en etkilendiği romancı olabileceğini konuştuk. Biz aslında öyküleri konuşacaktık. Nerden geçtik acaba şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’a? Konu konuyu açıyor işte. Huzur'dan, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne atladık. Nasıl saplantılı bir aşktı değil mi Kemal'in Füsün’una duyduğu aşk? Ya Kemal’in sevgilisinin her kullandığı eşyaya hastalık şeklinde düşkünlüğü… Sekiz yıl içinde kaç taneydi, sevgilisinin 4.213 tane miydi sigara izmaritini biriktiren aşık… Böyle sapkın bir aşık olabilir miydi gerçek hayatta acaba? Konuştuk da konuştuk… Konu edebiyatımızda aşk olunca ve iki kadın bir araya gelince kimi çekiştireceğiz konu komşuyu mu? Tabii ki edebiyatçılarımızı öyle değil mi?



Uykusuz haftalık mizah dergisinde sürekli takip ettiğim Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’den bahsetmeye başladım. Bir keresinde anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama çarpması ile başlıyordu. İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken çok eğlenmiştim. Tam onu anlatırken kardeşime, bende ilgi dağınıklığı vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses duyarsın ve sinir olursun ya " diye söze başladım şimdide. “Hişt” ne kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt”e atladık. Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa , bir hişt diyenim bile olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?


İlk olarak nedense Sezai Karakoç geldi aklımıza… Mona Rosa şiiri… Hani üniversitede okurken platonik aşık olduğu kız için yazmış bu şiiri de kızın haberi yokmuş… Kızın ceplerine gizli gizli aşk şiirleri koyarmış. Kız, bu şiirleri erkek arkadaşı yazıyor sanırmış. Oysa Sezai Karakoç yazarmış. Mona Rosa'yı okuduğunuzda kızın adı çıkar ya şiirden sahiden. Kızın adı da aramızda kalsın Muazzez Akkaya. “Mona Roza siyah güller akgüller” diye başlayan uzun şiiri. Kız yıllar sonra bu şiir ortaya çıkınca sevildiğini öğrenmiş. Bunu duyduğunda evliymiş tabii ki! Yoksa kızı, Muazzez Akkaya benim annem diyerek ortaya mı çıkmış? Muhtelif söylentiler var ama bildiğimiz kadarıyla şair hiç evlenmemiş. Ne aşklar var! Aaa biraz dedikodu yapalım artık bu kadar da öyle değil mi? Hemen büyük şairimiz Attila İlhan'a geçtik ki kardeşimin telefonu çaldı..


Tam Attila İlhan’a geçtik... Pia… Yağmur kaçağı ve Üçüncü Şahsın Şiiri ile sohbetimize devam edecektik ki... Devam edemedik… Bitirdik… Çünkü küçük yeğen evde “Anne..Anne!” diye tutturmuş. Hemen hesabı ödedik. Arabaya bindik. Birbirimize baktık.. Bir ağızdan: “Gözlerin gözlerime değince Felaketim olurdu ağlardım. Beni sevmiyordun, bilirdim. Bir sevdiğin vardı, duyardım. Çöp gibi bir oğlan, ipince, Hayırsızın biriydi fikrimce. Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım. Felaketim olurdu, ağlardım!" Üçüncü Şahsın Şiiri adlı muhteşem şiirin ezberimizdeki ilk dizelerini aşkla seslendirdik… Kardeşimi bıraktım evine... Araba kullanırken devam ettim şiire: "Ne vakit Maçka'dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi öterdi. Bir rüzgar aklımı alırdı. Sessizce bir cigara yakardın. Kirpiklerini eğerdin bakardın. Üşürdüm içim ürperirdi. Felaketim olurdu, ağlardım!" Bu kadarı kalmış ezberimde... Edebiyat AŞK değil de ne?