Bu yıl İstanbul Film Festivali sebebiyle, iki hafta süren festival süresince, dört gün İzmit'ten İstanbul'a gittim. Günde üç filmden toplam oniki film seyrettim. Film biletleri normal zamanlardan ucuz olsa bile, on iki film olunca ehh epeyce bir yekûn tutmuştu. Dört günlük yol masraflarımı üzerine ekleyince... Festival için kendime bir bütçe ayırmıştım. Hakveririsin ki bu durumda yeme içme faslında idare etmeye gayret ettim. İstiklal Caddesinin hemen girişinde, heykelin olduğu yerde, hani Fransız Konsolosluğu'na doğru inerken, önünde arabasıyla duran bir simitçi vardır, bilmem farkında mısın? İşte her Beyoğlu'na gittiğimde o simitçiden iki simit alıp çantamam atıyordum. Bir şey itiraf edeyim mi? Bana... "Hayatta sana haz veren neler vardır?" diye bir soru soracak olsan, inan benim için simit yemek en baş sıralarda gelir. Simit yemek o kadar mutlu eder ki beni anlatamam. Ya sinema? Ya İstanbul? Düşünsene. İstanbul'dayım. Hem de başkalarını bilmem ama benim için buram buram tarih kokan İstiklal Caddesi'ndeyim. Sinemaya giriyorum. Hey! Film festivalindeyim üstelik... Sinema çıkışında iki film arasında az zamanım oluyor. Allahım! Nisan yağmuru nasıl da çisil çisil yağıyor! Ben çocukluğumda olduğu gibi ayaklarım ıslanacak diye hiç korkmadan, cup cup sulara basa basa bir sinemadan diğerine koşturuyorum. Film çıkışında acıkıyorum tabii. Midem filmin başlayacağını haber verircesine "fena halde açım!" diye zırıl zırıl çalıyor. Hemen Beyoğlu'nun ara sokaklarına dalıyorum. Salaş tahta masalı sandalyeli bir yer bulup telaşla oturuyorum. "Usta bir şekersiz çay, benim ki demli olsun lütfen.." diye sesleniyorum.. Kız belli bardakta çayım geliyor. Bir avucumla kavrıyorum bardağı. Tabağına asla koymuyorum. Düşünsene diğer elimde simit. Hımm... Her ikisini ayrı ayrı kokluyorum. Çayın ve simidin kokusu her defasında aklımı alıyor... Sonra önce çaydan bir yudum içiyorum. Immmh, nefis... Sonra bir parça simitten koparıp yiyiyorum... Immmh, leziz... Mutluluk nedir ki? O anda "Şu dünyanın en zengin, en güçlü, en mutlu kişisi kimdir?" diye bana sorsan... İnan başım yukarda "Benim!" derdim. Hani bazan sorarlar ya "Mutluluk nedir?" diye... Mutluluk aynen böyle bir şey işte!
30 Nisan 2011 Cumartesi
29 Nisan 2011 Cuma
Boğazın Suları Çekildiği Zaman
Kara Kitap’ın 2. Bölümündeki, Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman başlıklı yazısı, “Boğaz’ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi?”cümlesi ile başlar. Sonra “Sanmıyorum.” diyerek devam eder. Yazının devamı "Hangimiz bir şeyleri doğru dürüst okuyup da dünyadan haberdar oluyoruz ki?" diye kendimizi eleştirir. Yazar bu haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okumuştur. Kara Kitap bir roman. Ama etkileniyorum işte. Düşünüyorum durmadan. Bu bölüm kurgu muydu, yoksa acaba gerçekten Fransız jeoloji dergisinde bunlar yazıyor muydu?
Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre, Karadeniz ısınmaktadır, Akdeniz soğumaktadır. Bu yüzden deniz esneyerek yayılmaktadır. Deniz dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaktadır. Aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu Çanakkale, İstanbul boğazlarının tabanı yukarıya çıkmaya başlamıştır. Mesela balıkçılardan biri eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söylemektedir. Ben Kara Kitap’ın bu bölümünü okuduğumda kalakalmıştım. Acaba anlatılanlar gerçekten oluyor muydu?
Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre yakın zamanda, bir zamanlar Boğaz dediğimiz cennet yer, zifiri bir bataklığa dönüşecek. Hele sıcak bir yaz sonunda bu bataklık, yer yer kuruyup çamurlaşacak. Hatta binlerce geniş borulardan şelaleler gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda, belki otlar ve papatyalar yeşerecek. Aman Allah’ım! Ya Kız Kulesi? Peki, benim sevgili Kız Kulem ne olacak? Kız Kulesi ise, bu derin ve vahşi vadide, bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükselecek! Olabilir mi bütün bunlar?
Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre, buralarda yeni mahalleler kurulmaya başlayacak. Gecekondular, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerleri, lunaparklar, kumarhaneler, camiler, tekkeler,naylon çorap imalathaneleri falan… Gemi leşleri, gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, bin yıllık şarap fıçıları, gazoz şişeleri ve kadırga leşleri arasında bir medeniyet yükselecek. Gözümde canlanıyor kitabı okudukça. Zaten okumak Orhan Pamuk’un dediği gibi yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki? Duruyorum gene bir an. Gerçekleşecek mi bütün bu anlatılan?
Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre İstanbul’un koyu yeşil lağım şelaleleri ile sulanacak olan bu lanet çukurda, zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan, kılıç leşleri ve cennetlerini keşfeden fare orduları içerisinde, yepyeni bir salgın hastalığın türeyecek olmasına hazırlıklı olmalıydık. Yazar biliyor ve uyarıyordu romanın bu bölümünde işte bizi…O gün dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup bitenler hepimizin içine işleyecek çünkü. Ne feci! Böyle bir durumun gerçekleşmesi mümkün mü?
Bilmiyorum.. Bildiğim yazarın dediğine göre, bir zamanlar mehtabı seyrettiğimiz Boğaz’da, gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Bir zamanlar Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliği yerine, genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerde yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerken yosun kokusu duymak için otobüs pencerelerini açarlarken, şimdi çürümüş ölü ve çamur kokusu sızmasın diye pencerelerin camlarını gazete ve kumaş parçaları ile kapatacaklar. Eskiden sahil yolu denilen yer, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyecek. Aşağıya baktığımızda bileklerine gülle bağlı iskeletlere rastlayacağız. Zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğiz. Kara Kitap’ı okumasaydım eğer bütün bu anlatılanlar hiç aklıma gelmezdi. Okudukça şaşırıyorum. Olacak mı bütün bunlar acaba?
Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, İbn Zerhani şöyle bir söz sarfetmiş. “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” Bildiğim bir şey var. Yazarların hayal gücüne inanıyorum.
28 Nisan 2011 Perşembe
Benim Muhtelif Ben Hallerim.. Gene Değişmedim..
Sana bir şey söyleyeyim mi? Büyük lokma ye, büyük söz söyleme derler ya! Haklılar valla! Ben bu yaştan sonra iyice inanır oldum bu lafa. Bak şimdi… Hani bazı insanlar vardır. Hep çocuk kalmak isterler. İki lafın birinde “içimdeki çocuk” der, büyümek istemezler. Hiç hoşlanmam biliyor musun böyle muhabbet edenlerden. İnsan neden çocuk kalsın ki, yaşının insanı olmalı derim. Daha önce yazmışım. İşte bu yazıda. Demiştim ki, son zamanlarda resmen içimde iki tane ben taşıdığımı düşünüyorum. Bu kez hangi örnekle anlatsam sana? Bridges Jones’un Günlüğü adlı filmi bilirsin. Hani İngiliz yazar Helen Fielding’in romanından sinemaya uyarlanan film. Bu filmde, (Renee Zellweger) Bridges Jones'un karasız kaldığı iki ayrı tip vardır. Biri Mark Darcy (Colin Firth)’dir. Diğeri de Daniel Clever (Hugh Grant). Tamamiyle zıt iki tip. İşte film boyunca, Bridges Jones bu ikisi arasında sıkışıp kalır. Ne yapacağını bilemez. İnan ki içimdeki iki ben aynı bu filmdeki sıkışmışlık duygusunu bana hissettiriyor. Benlerden biriyle çok iyi geçiniyorum. Uyumlu mu uyumlu, aklı başında, yaşının insanı, tatlı biri. Onunla birlikte olmayı seviyorum. İçimdeki diğer ben var ya… Olamaz böyle bir şey yaa! Öteki benin aksine, geçimsiz mi geçimsiz… Hatta kimi zaman fazlasıyla münasebetsiz… Hırçın mı hırçın… Hatta feci şekilde kavgacı… İnanılacak şey değil! Adeta şımarık bir çocuk. İşte içimdeki o çocuğa var ya, bazan hiç denk gelmek istemiyorum. İyi de insanın kendinden kaçması mümkün olmuyor ki. Ben nereye ben oraya... Filmde Bridges Jones için iki erkeğin dövüştükleri sahneleri aklına getirsene. İki İngiliz. O kadar alem dövüşürler ki hayatımda seyrettiğim en komik dövüştür diyebilirim. İşte benim içindeki o iki ben bir denk gelirlerse birbirlerine, aynı Mark ve Daniel gibi komik bir vaziyette dövüşüyorlar birbirleriyle, iyi mi?.. İyi de… Ne kadar komik olursa olsun… Bir sağ kroşe ben… Bir sol kroşe ben… Mideme… Mideme… Olan bana oluyor tabii gene. Yaa, böyleyken böyle işte. Akıllanmıyorum da biliyor musun? Canımı acıtacağını bile bile... farkediyorum... aslında için için, ben bu iki benin içimde var olmalarını istiyorum. Alışkanlık mı oldu ne?
İnsanın "kendisiyle barışık" olması gerekiyorsa... İtiraf ediyorum... Ben genelde kavgalıyım kendimle... Sadece kendimle değil, neredeyse bütün dünya ile kavgalı oluyorum kendi içimde. Ne çok düzeltmem gereken, değiştirmem gereken, törpülemem gereken kusurlarım var bir bilsen. Sürekli iç hesaplaşma... Sürekli mücadele... Sende de oluyor mu böyle?
Bazı insanlar "hayatımda pişmanlık duymadım" derler ya hani, bu sözü benim söylemem mümkün değil. Pişmanlık duyarım ne yalan söyleyeyim. Kendi kendime kalır, içimdeki iki benin kavgalarını kimi zaman yatak döşek izlerim. İki ben dövüştükçe kıvrılır kalırım iki büklüm. Netice itibariyle... Nasıl teşekkür etmeyi seviyorsa bir ben'im... Öbür ben'ime gerekirse özür diletebilmek vazifelerimden biridir.
Hayret eder mi insan kendine? Ben hayret ediyorum kimi zaman kendime yeminle! Bazan yetişkin, bazan çocuk... Üstelik bazan küs, bazan barışık... Bazan umursamaz, bazan pişman.. Ne yapayım? Melek değilim ya insanım insan... Şimdi beni ancak bir şiir kurtarır bu yazının çıkmazından... İşte... Bir dakika... Aklıma ne geldi? İçimdeki hangi ben yazdırıyor acaba bu yazıyı ve şiiri? Yazıyı yazdıktan sonra pişman olacak mıyım ki? Boşşverrr! İşte buyrun... Bu da umursamaz ben!.. Şiirin adı Kırılgan... Bak şöyle.... "Kırılgan bir çocuğum ben - Yüreğim cam kırığı -Bütün duygulardan önce - Öğrendim ayrılığı - Saldırgan diyorlar bana - Oysa kırılganım ben - Gözyaşlarım mücevher - Saklıyorum herkesten - Ürküyorlar gözümdeki ateşten - Ürküyorlar dilimdeki zehirden - Ürküyorlar o dur durak bilmeyen gözükara cesaretimden - Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum, - Bir yanı çılgın dağ doruğu. - Oysa böyle yapmasam ben - Nasıl korurum içimdeki çocuğu? - Bir yanım çılgın nar ağacı - Bir yanım buz sarayı" Şiiri yazan Murathan Mungan.
NOT: Bu yazıyı geçen sene bu zamanlar yazmışım. Eee... Değişiklik var mı sanıyorsun... Yooo.. Gene ben ve o öbür ben... Ben nereye ben oraya... Eyvahh!
27 Nisan 2011 Çarşamba
Kahve Molası- Bir Yazarın Dünyama Kattıkları
Kahve molası verdim. Ofisteyim. Yan tarafımdaki dolabın üzerinde intizamsız duran kitaplara oturduğum yerden şöylee bir göz attım. "Karanlık Çökerken Neredeydiniz?"... Bu Mario Levi'nin bir kitabı. Kalktım. Kitabı elime aldım. Yok okumayacağım. Mario Levi'nin hatırlattıklarını yazmaya çalışacağım.
Mario Levi'nin okuduğum ilk kitabı Bir Yalnız Adam-Jacques Brel'di. Daha önce tanımaz, bilmezdim Jack Brel'i. Kitap kaplarına bakmayı hep sevdim. Belki ilkin bu kitabın kabıydı beni çeken... Kim bilir? Kara bir kap içinde sırtını dönmüş bir adam veya kitabın adındaki "yalnız" kelimesi belki... Kitabın arka yüzünde "Dostluğu, şefkati, sevgiyi ölesiye arayan bir ses. Yüceltilmiş her duyguya biraz hüzünlü, biraz umutsuzca, özlem duyan bir haykırış. Ölümü her an hissedip yaşamaktan asla vazgeçmeyen yalnız bir şarkıcı/şair" diye yazıyordu. Kitabı alıp eve geldiğimde hemen müziklerini arayıp, dinlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Anlamadığım şarkı sözlerinin ve hüzünlü sesinin eşliğinde, Yalnız Adam'ın hayatını, Mario Levi'nin etkili cümleleriyle okumuştum. Sesler, sözler, hayaller dünyasında gezinmiştim bir süre... Müthiş bir serüvendi benim için. Tüm yaşananları, tüm çaresizlikleri, tüm yalnızlıkları, aşkları, kavgaları, çılgınlıkları, yenilgileri, başarıları, tutkuları... Sanki şefkat duygusuna vardırmıştı beni. Unutmuşum. Şimdi öyle anımsıyorum.
.
Peki... Tezer Özlü... Hiç duymamıştım daha önce adını. Yol, yolculuğa çıkmak, gitmeye meraklı bünyeme tam denk gelmişti bu kadın. Mario Levi'nin yazılarında okuyup peşi sıra gitmiştim. Hani "Pazar günleri... Şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlanmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep" diye yazar Tezer Özlü. Şimdi kitaplarını bulmalı ve tekrar dolaşmalı cümleleri arasında... Veya bir İstanbul coğrafyasında azınlık olmak nasıl bir duygudur, Mario Levi'yi okuyarak tekrar hatırlamalı. Zaman o zaman işte. Okumalı. İlla ki Kavafis'in Şehir adlı şiiri tekrar okunmalı. Belki bu kez Jack Brel'in ezgileriyle değil, gene Mario Levi'den öğrendiğim Leo Ferre'nin o anarşist müzikleriyle okunmalı. "Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın... Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda- dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın... aynı evlerde kır düşecek saçlarına... Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda... Başka hiç bir şey umma.... Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte.... Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de" Hani bilirsin Cevat Çapan çevirisiyle. Önce biraz Jack Brel dinlemeliyim. Biraz Leo Ferre... İlla ne me quitte pas'ı dinlemeliyim. Sonra çıkmalıyım. Çevrimdışı olmalıyım. Çevrimdışı... Oh! Kahve molam bitti.
26 Nisan 2011 Salı
"Bizim Yavuklumuz Burda Babanne... Feysbuk'ta..."
Haftalık mizah dergisi Leman geçen ay Bayan Yanı adlı bir mizah dergisi çıkarmıştı. Önce neden sadece bayanlara bir mizah dergisi çıkarılıyor ki diye aklımdan geçirip hayıflandığımı itiraf etmeliyim. Üzerine afiyet azbiraz kompleksliyim. Sanki ayırımcılık gibi geldi anlatabiliyor muyum? Saçmalamışım resmen. Ben var ya bayıldım Bayan Yanı'na... Zaten çizgi roman konusunda arada dertlenirim. Haftalık mizah dergileri, Zagor veya nebileyim Ken Parker maceraları hakkında, şöyle kadın kadına muhabbet edebilsem derim. Çevremdeki kadınlar çizgi roman ve haftalık mizah dergisi okumadığı için içimde kalıyor bu tip muhabbetler ne yalan söyleyeyim. İşte buyrun. Bayan Yanı var ya ilaç gibi geldi bana. Alıyorum elime... Aman da aman... Üstelik nasıl güzel, rengarenk bir dergi... Şahane... Bugün satın aldım. Kitapçıda dayanamadım birkaç karikatürüne baktım. Bazılarında için için güldüm. Bazılarında ise tutamadım kendimi kıkır kıkır güldüm. Oh! Kadın halleri konusunda bu kadar karikatürü ve bu kadar kadın çizeri, yazarı bir arada hayatımda görmedim. Ne tatlı, ne komik karikatürler... Ve ne muhteşem tespitler. Sonra dikkatini çekerim. Sadece memleketin değil "Dünyanın Tek Kadın Karikatür Dergisi." Gerçekten koltuklarım kabardı. Gurur duydum memleketim kadın yazar ve çizerleriyle. Yürekten tebrik ederim. Bir şey daha söylemeden edemeyeceğim. Sadece kadın yazar ve çizerlerin yer aldığı Bayan Yanı'nda tek erkek yazar var. Kim bil bakalım? Atilla Atalay. Dergide Sıdıka öykülerinden biri var. Negzel değil mi? Bak Hayal Kahvem'e Bayan Yanı'ndan bir kaç karikatür ekleyeceğim. Bu kez Feyhan Güver'in karikatürlerinden seçtim. Mutlaka almalısın bu dergiyi... Bilmiyorum yani... Ben bu ayki Bayan Yanı'nı gene çok sevdim. Bak kimler var?
Ramize Erer, Feyhan Güver, İpek Özsüslü, Aslı Erdoğan, Betül Yılmaz, Gülay Batur, Fatoş Bozoğuz, Elif Nurşad, Melda Onur, Raziye İçoğlu, Aslı Yazıcıoğlu, Ceylan Usman, Duygu Sarı, Ezgi Aksoy, Nilgün Oya Özsüslü, Duygu Yavuz, Yıldız Ertan veee Sıdıka.
Ramize Erer, Feyhan Güver, İpek Özsüslü, Aslı Erdoğan, Betül Yılmaz, Gülay Batur, Fatoş Bozoğuz, Elif Nurşad, Melda Onur, Raziye İçoğlu, Aslı Yazıcıoğlu, Ceylan Usman, Duygu Sarı, Ezgi Aksoy, Nilgün Oya Özsüslü, Duygu Yavuz, Yıldız Ertan veee Sıdıka.
25 Nisan 2011 Pazartesi
Bağlamanın Sesi Gizlenenleri Ortaya Çıkarır Mı Sahiden?
İtiraf etmeliyim ki geçen yıl merak sarıp türkülerin menzilinde dolandıkça yakın takibe almıştım Neşet Ertaş'ı... Hele bir ara Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı" şarkısını sürekli arka arkaya dinlemeye başlayınca, Neşet Ertaş'ın babasıyla ilgili okuduğum bir hikaye aklıma gelmişti. Hikaye 20. yüzyılın başlarında geçiyor. Ve biliyoruz ki "Dünyalılar hiçbir yüzyılda 20.yüzyılda çektiği kadar acı çekmedi. " 20. yüzyılın ilk yarısı tamamen savaşlarla geçmişti ya işte gene o savaş yıllarını hayalimizde canlandıracağız şimdi.
Memleketimizdeyiz. Anadolu'dayız. Savaşın bin bir türlü hallerinden biri olan, savaştan kaçan, savaş cephelerinden dağların karanlıklarına gizlenen asker kaçaklarının durumunu hayal edeceğiz. Bu kaçak askerlerin kendilerini aramaya çıkan askeri birliklere yakalanmamak için oldukları yerde sessizce beklediklerini düşünelim. Neşet Ertaş’ın ailesi Kırşehir'liymiş. Bu bölgedeki dağlarda asker kaçakları olduğu duyulmuşsa, askeri birlikler dosdoğru Neşet Ertaş'ın babasının dayısı olan Bulduk Usta'ya giderlermiş. "Haydi bakalım, al bağlamanı gel bizimle," derlermiş. Dağda görünmez bir köşeye otuttururlarmış Bulduk Usta'yı. Otutturduktan sonra vurup bağlamanın tellerine türkü söylemesini isterlermiş. Bulduk Usta'nın öyle olağanüstü, öyle yürek titreten bir sesi varmış ki, bağlamasını çalıp türkü söylemeye başladığında, dağ taş türkü olurmuş. Bu sesin güzelliğine kimse dayanamazmış. Bu sesin güzelliğine dayanamayan asker kaçakları adeta hipnotize olmuşcasına yerlerinden çıkar, gizlenmeyi unutur, birer birer Bulduk Usta'nın bulunduğu yere doğru yürümeye başlarlarmış. Eee... Yürümeye başlayınca da tek tek yakalanırlarmış.
Bulduk Usta, Neşet Ertaş'ın babasının dayısı. Neşet Ertaş memleketimizin en değerli bağlama ustası, türkü derleyicisi ve kendine has türkü söyleyen sanatçılarından biri. Ben o günlerde, döne döne Neşet Ertaş'tan özellikle Gönül Dağı'nı dinliyordum. Gönül Dağı'nı döne döne dinledikçe, yüreğimi titretiyordu bağlamanın sesi. Bu durumda içimdeki kuytuda gizli kalmış, yıllardır saklanmış bağlama çalma hevesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı iyi mı? Eyvah!.. Evet, Eyvah, ne olacak benim sonum diye düşünmüştüm önce... Bu gönül gene bir şeyi daha öğrenmeye heves ediyordu işte. Sonra Kocaeli Belediyesi'nin bağlama kursu duyurusu, bu hevesimin ortaya çıktığı günlere tam denk gelince... Haftada bir gün iki saat bağlama kursuna devam etmiştim.
Bugün duydum ki İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı değerli sanatçımız Neşet Ertaş'a fahri doktora ünvanı vermiş. Ne hoş bir sanatçının yaşarken milletinden değer görmesi... Çok sevindim. Peki ben artık bağlama çalabiliyor muyum? Nerdee? Zorlarsam kendimi bir türkü çalabilirim tabii. Gitarla da bir şarkı. O kadar. Bundan sonra aklımda kemençe var. Karadenizlilik var da serde... Anlatabildim mi yani kemençe öğrenme istemem tamamen bu sebeple... Fakat... Ben sanatın her dalına heves eden ama hiçbir sanata kabiliyeti olmayan biriyim. Olsun. Deniyorum kendimi. Elbet bir gün neye yeteneğim olduğunu öğreneceğim. Misal yarın fotoğrafçılık kursuna başlıyorum. Fotoğraf sanatının hastasıyım. Bazı fotoğraflara nasıl ilgiyle bakarım. Öyküler anlatır bazı fotoğraflar bana... Keşke ben de öykü anlatabilen fotoğraflar çekebilsem... Keşke... Neyse anlatırım zaten fotoğraf kursu maceralarımı... Şu kursa bir gideyim de.
Bugün duydum ki İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı değerli sanatçımız Neşet Ertaş'a fahri doktora ünvanı vermiş. Ne hoş bir sanatçının yaşarken milletinden değer görmesi... Çok sevindim. Peki ben artık bağlama çalabiliyor muyum? Nerdee? Zorlarsam kendimi bir türkü çalabilirim tabii. Gitarla da bir şarkı. O kadar. Bundan sonra aklımda kemençe var. Karadenizlilik var da serde... Anlatabildim mi yani kemençe öğrenme istemem tamamen bu sebeple... Fakat... Ben sanatın her dalına heves eden ama hiçbir sanata kabiliyeti olmayan biriyim. Olsun. Deniyorum kendimi. Elbet bir gün neye yeteneğim olduğunu öğreneceğim. Misal yarın fotoğrafçılık kursuna başlıyorum. Fotoğraf sanatının hastasıyım. Bazı fotoğraflara nasıl ilgiyle bakarım. Öyküler anlatır bazı fotoğraflar bana... Keşke ben de öykü anlatabilen fotoğraflar çekebilsem... Keşke... Neyse anlatırım zaten fotoğraf kursu maceralarımı... Şu kursa bir gideyim de.
Kahve Molası - Stairway To Heaven'lı Bir Öykü Başlangıcı
Kalabalıktık. Hayat, memat, paralel ve kesişen yollar, kadınlar, erkekler, çaylar, kahveler üzerine hasbihal ediyorduk. Kimse kimseyi dinlemiyordu esasında. Şimdi düşünüyorum da gençliğin verdiği vurdumduymazlıkla her ağızdan neşeli sesler çıkıyor, havada rengarenk kelimeler uçuşuyordu. Şahane bir ilkbahar ikindisiydi. Gökyüzündeki beyaz bulutlar bizi merakla izliyorlardı sanki. Ziya Osman Saba'nın dizleri vardır ya hani... "Bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle... Bir melek ordan bize uzatacak elini... Beni bırakma kalbim sen bana söyle... Ümitlerin en güzelini." dizelerini tekrarlıyordum içimden. Havada aşk kokusu mu vardı ne? Ben biraz dalgındım. Gözüm yerde salladığım ayaklarıma bakmaktaydım. Bir an kulağıma hafiften Led Zeppelin müziği geldi. Oturduğum yerde derhal kulak kesildim. Aramızdan biri “Stairway to heaven... Çok güzel parça...” dedi. Ben ise sadece “bir şarkı” ya da “çok güzel bir parça” deyip geçilmeyecek kadar müptelasıydım bu şarkının. Her dinlediğimde önümü ilikleyip saygı duruşuna geçebilirdim. Arka taraftan tanımadığım bir ses “ Stairway to heaven yerküre'de yazılabilmiş ve kulaklarımıza ulaşabilmiş en iyi müzik eseridir.” diye ortalığı çınlattı. Aynı erkek sesi “Müzik ötesi musiki, ilahi ötesi ilahidir” diyerek sözlerine devam etti. Bunun üzerine her yer derin bir sessizliğe dönüşüverdi. Biri “tıp” demişti de “tıp” oynamaya başlanmıştı sanki. Bu şarkıya çok özel bir ilgim olmasına rağmen, herkes sus pus olunca, içimden gülmek, hatta sadece içimden değil dışımdan da gülmek geldi ne yalan söyleyeyim. Tutamadım kendimi. Hafifçe kahkaha attım. Aynı ses “Bu konuda çok ciddiyimdir, kesinlikle şaka yapmam ve de yaptırmam.” dedi. “Dinlemeye başlamadan önce kendimi ona hazırlamam gerekir; öyle her yerde, her zaman dinleyemem, arkada fon müziği gibi çalınmasına da çok kızarım, ona yapılacak her türlü saygısızlığı ise hiç affetmem, kızdırmayın kafamı valla oyarım.. “ deyince sessizlik kahkahalara dönüştü. Benim gülüşüm ise dudağımda anında dondu kaldı. Kimdi bu konuşan Allahaşkına? O suspusun arasında sesli güldüm diye bana mı ediyordu bu lakırdıları şimdi? Çok sinirlenmiştim. Sinirlenmek ne demek hırsımdan küplere bindiğimi tüm samimiyetimle söyleyebilirim. Sol kaşımı kaldırarak hışımla arkama döndüm. Gözlerimi çakmak çakmak çakarak gözlerinin içine tüm öfkemle baktım. Tanımadığım biriydi. Onu bizim gurupta ilk kez görüyordum. Kumraldı. Yani kumraldı sanki. Ortadan uzun boyluydu. Ya da ortadan uzun değildi. Ne bileyim? İnceydi ama.. Evet, evet… Kesinlikle ince biriydi. Muzip muzip gülümseyerek baktı öfkeyle alevlenen gözlerimin içine… O an… Gözlerinden bir eros oku çıktı sanki... Geldi... Geldi… “Swacch efektiyle aniden yüreğime saplanıverdi. Şaşırdım. Sağ elimi can havliyle çırpınan yüreğimin üzerine iyice bastırdım. Sonraaa.... Sonra mı?
Aslında bu öyküyü şimdi kahve molasında öyleesine karalamaya başladım. Bazı cümleleri alıntıladım. Bir öykü başlangıcı olabilir mi böyle? Öncesi de olabilir devamı da belki, ne dersin? Şimdi düşündüm de şöyle devam etmeye karar verdim. Önce kızla çocuğu birbirlerine aşık edeceğim. İkisi de sanat sever olacak. Perşembe günleri İstanbul Modern'e müze gezmeye göndereceğim. Böyle hayal ediyorum. Hayat ve sanat üzerine şahane muhabbet edebilirler misal. Öyküdeki herbir cümleyi tane tane oya işler gibi işleyeceğim. Kararlıyım. Birbirinden lezzetli paragraflar yazacağım. Sonra küstüreceğim birbirlerine... Aralara geniş sessizlikler katacağım. Okuduğum öykülerde öğrendiğim "kavuşamayınca aşk olur" prensibi gereğince, iki sevgiliyi çatır çatır ayıracağım öykünün ortasında. Bir yere Numan Serteli'nin "ahmakıslatan değilim dedi.. inandım o yağmura.. ve ıslandım bir ahmak gibi" haiku dizelerini ekleyeceğim. Biliyorum dayanamam. Çektikleri acıları yazarken sanki ben yaşıyormuşum gibi yüreğimin resmen acıdığını hissedeceğim. Belki o dönem bir süre yazmaya ara verebilirim. Sonra bilirim sabredemem... Yıllar sonra ikisini rastlaştıracağım öykünün bir yerinde. Çocuğa illa ki Atilla Atalay'ın "Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyaya boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben... Hele baharda öyle güzel gözüküyordu ki... İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi." makamındaki sözlerinin benzerlerini ettireceğim. Hatta yıllardan sonra tekrar İstanbul Modern'de buluşmaya karar bile verdirebilirim. Şuna kesin kararlıyım ama... Murathan Mungan'ın "Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını... Takvim tutmazlığını... Aramızda bir düşman gibi duran... Zamanı... Daha o gün anlamalıydım... Benim sana erken... Senin bana geç kaldığını..." dizeleriyle kıza bir elektronik mektup yazdıracağım. Çocuğa telaşla "Müzedeyim." diye kızın telefonuna mesaj attıracağım. Sonra mı? Sonrası... Şimdi telefon geldi. Müşterim. İş saati ya. Kahve molam bitti. Özür dilerim ama müşterimle ilgilenmeliyim. Du bakalım... Belki sonra öyküyü nasıl yazacağımı anlatmaya devam ederim. “Aloo... Efendim, buyurun benim…”
Aslında bu öyküyü şimdi kahve molasında öyleesine karalamaya başladım. Bazı cümleleri alıntıladım. Bir öykü başlangıcı olabilir mi böyle? Öncesi de olabilir devamı da belki, ne dersin? Şimdi düşündüm de şöyle devam etmeye karar verdim. Önce kızla çocuğu birbirlerine aşık edeceğim. İkisi de sanat sever olacak. Perşembe günleri İstanbul Modern'e müze gezmeye göndereceğim. Böyle hayal ediyorum. Hayat ve sanat üzerine şahane muhabbet edebilirler misal. Öyküdeki herbir cümleyi tane tane oya işler gibi işleyeceğim. Kararlıyım. Birbirinden lezzetli paragraflar yazacağım. Sonra küstüreceğim birbirlerine... Aralara geniş sessizlikler katacağım. Okuduğum öykülerde öğrendiğim "kavuşamayınca aşk olur" prensibi gereğince, iki sevgiliyi çatır çatır ayıracağım öykünün ortasında. Bir yere Numan Serteli'nin "ahmakıslatan değilim dedi.. inandım o yağmura.. ve ıslandım bir ahmak gibi" haiku dizelerini ekleyeceğim. Biliyorum dayanamam. Çektikleri acıları yazarken sanki ben yaşıyormuşum gibi yüreğimin resmen acıdığını hissedeceğim. Belki o dönem bir süre yazmaya ara verebilirim. Sonra bilirim sabredemem... Yıllar sonra ikisini rastlaştıracağım öykünün bir yerinde. Çocuğa illa ki Atilla Atalay'ın "Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyaya boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben... Hele baharda öyle güzel gözüküyordu ki... İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi." makamındaki sözlerinin benzerlerini ettireceğim. Hatta yıllardan sonra tekrar İstanbul Modern'de buluşmaya karar bile verdirebilirim. Şuna kesin kararlıyım ama... Murathan Mungan'ın "Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını... Takvim tutmazlığını... Aramızda bir düşman gibi duran... Zamanı... Daha o gün anlamalıydım... Benim sana erken... Senin bana geç kaldığını..." dizeleriyle kıza bir elektronik mektup yazdıracağım. Çocuğa telaşla "Müzedeyim." diye kızın telefonuna mesaj attıracağım. Sonra mı? Sonrası... Şimdi telefon geldi. Müşterim. İş saati ya. Kahve molam bitti. Özür dilerim ama müşterimle ilgilenmeliyim. Du bakalım... Belki sonra öyküyü nasıl yazacağımı anlatmaya devam ederim. “Aloo... Efendim, buyurun benim…”
Narla Çörekotuna Gazel!
Çocukluğumda hatırlarım, annem evin bereketini arttırmak niyetiyle, odaların muhtelif yerlerine çöre otu serperdi. Özellikle kapı girişlerine. Daha sonraları, kimi zaman bize gelince de yapardı bunu. İstemezdim yapmasını aslında, ama sesimi çıkarmazdım. Annem bizden gidince, yerlere serptiklerini hemen süpürür silerdim. Fare pisliği sanılır zannederdim. Gençlik işte. Öyle Uzakdoğu felsefesi Feng Shui’ye göre, mor renk mum evde zenginlik ve bereketi artırır diyenlerden değilim. Pek ilgilenmem Uzakdoğu felsefeleriyle. Düşünüyorum da şimdi, annemin serptiği çöreotları serpildikleri yerde kalsalardı keşke. Ne olacaktı ki? Şimdi çöreotları nereden mi aklıma geldi? Bilge Karasu’nun “Narla İncile Gazel” kitabını okuyordum. Yazar annesinin narla evin bereketini artırma törenini şöyle anlatıyordu:
“Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine… Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra,narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi.Topladıktan sonra söylerdim anneme,sevinsin diye.”
Şimdi anneme ve annemle aynı yıl öte dünyaya giden Bilge Karasu'ya bir rahmet göndereceğim önce, sonra çöreotu sepeceğim evimin en mütena köşelerine. Kış gelince de eve girerken bir gün nar atacağım yere, bütün gücümle, parçalanıp iyice dağılsın diye... Her ikisini de yapacağım anneleri sevindirmek niyetiyle. Kaç kere tecrübe ettim biliyor musun, bereket gelir eve, anneler sevinince. 24.04.2010
24 Nisan 2011 Pazar
Tuhaf Bir Öykü Denemesi
İstanbul'da üniversitede okurken, derslerimden kalan zamanlarımda muhtelif organizasyon işlerinde çalışmıştım. Bu bana hem az da olsa para kazanma, hem de iş tecrübesi edinme fırsatı sağlamıştı. Okulumu bitirdikten sonra doğduğum şehre geri döndüm. Şehrin en büyük ajansı beni havada kaptı tabii. Şirketlere her türlü organizasyon ve eğitim konularında hizmet veren bir ajanstı. Sahibi diyebilirim ki doğduğumdan beri beni tanırdı. İlk iş görüşmesine gittiğimde, iyi bir üniversiteden başarıyla mezun olmuş bir kızın, İstanbul'dan geri dönüp, doğduğu taşra şehrinde çalışmak istemesine bir türlü kafası basmamıştı. Kararlı olduğumu görünce beni memnuniyetle işe kabul etti. Maaşı da düşündüğümden iyiydi. Yaşadığımız yer taşra da olsa, büyük ve donanımlı otelleri sayesinde, pek çok turistik ya da bilimsel toplantılar, konferanslar ve paneller şehrimizde fazlasıyla yapılmaktaydı. İşlerimiz yoğundu. Genelde başka ülke veya şehirlerden gelen misafirleri karşılama, otellerine yerleştirme, hazırlanmış iş ve gezi programlarına uymasına yardımcı olmak benim görevlerimdendi. Keyifli bir işti. Her defasında değişik iş kollarından bir ya da birkaç insan tanıyordum. Okuldan sonra yeni hayata atılan biri olarak, farklı şirketleri ve çalışanlarını gözlemleme şansı buluyordum. Zaten insanları seven, olumlu ve uyar kafa biriyimdir. Esprili ve eğlenceli olduğumu söylerler. İlgilendiğim misafirlerin çoğu , ajansa memnuniyetlerini bildirir teşekkür yazısı göndermişlerdir. Patron kıvrak zekama güvendiği için zor olduğunu düşündüğü misafirlerle ilgilenmeye genelde beni gönderirdi.
O gün şehrimize gelen bir yazarı havaalanında karşılamak, katılacağı konferansın gerçekleşeceği otele götürmek, kısa bir şehir turu yaptırıp, önce yemeğe sonra akşam uçağına vaktinde yetiştirmek görevini üstlenmiştim. Karşılamaya gitmek için neredeyse sabahın kör şafağında uyanmıştım. O kadar heyecanlıydım ki içim içime sığmıyordu.. Bu benim için çok özel bir işti.. Bu yazarı karşılamayı büyük bir sevinç ve istekle kabul etmiştim.. Havaalanına vardığımda uçağı henüz alana inmişti. Kendisini görünce tanıyacağıma yüzde yüz emindim. Çok meşhur bir mizah yazarı ve çizgi roman editörüydü.. Öykülerinin tam manasıyla hastasıydım.. Satışa çıkan tüm kitaplarını kimbilir kaç kez okumuştum.. Bununla yetinmemiş hakkında çıkan tüm yazıları da tek tek incelemiştim. İlginç biriydi. Çok ortalarda görünmezdi. İnternette tüm aramalarıma rağmen zar zor iki fotoğrafını elde etmiştim. Şehrimizdeki büyük otellerden birinde "Türkiye'de Mizah ve Çizgi Roman" konulu bir konferans vardı o gün. Kendisi konuşmacılardan biriydi. Gelen yolcular dışarıya çıkmaya başladığında ben de kapıya doğru seyirttim. Gördüm işte. Oydu. Hemen tanımıştım. Başında kep şeklindeki şapkasıyla bir beyzbol oyuncusunu andırıyordu. Cüsseliydi. Ama cüssesiyle korku uyandıran tiplerden değildi. Bilakis çocuksu bir hali vardı sanki. Yanına gittim. "Hoşgeldiniz! Ben Ezgi. Sizinle bugün ben ilgileneceğim!" dedim. "Merhaba!" dedi. Gülümsedi. Tuhaf! Öyle bir gülümsedi ki "Böylesine içten gülümseyen biri gerçek olabilir mi?" diye aklımdan geçirdim. Nedense bir an öylece kalakaldım.. Ve elimi uzattım.
Uzattığım elimi sıktığında, aniden kendime geldim. Gerçekti. Elimi sıkıyordu çünkü.... Kuzum neler düşünüyordum ben? Şaşırmıştım kendime... Gerçek olacaktı tabii... Böyle bir anda aklımdan geçen düşünceler tuhaflaştırmıştı sanki beni. Ne olmuştu ki bana? İyice acayipleştiğimi hissettim. Okuduğum hangi kitaptan ya da seyrettiğim hangi filmden hafızamın gizli arşivine kaydedilmişti bilmiyorum ama nedense o an "En iyi stad bizimki... Atmosfer de süper, varsın bestemiz olmasın!" demek geliyordu içimden... Bu yazarın futbolla ne ilgisi vardı ki? Aklımdan bir şeyler geçecekse, bari çizgi romanla ilgili olması gerekmez miydi? Neler saçmalıyordum Allahaşkına ? Ne acayip fikirler fink atıyordu beynimin içinde? Bu kez faka bastırmış gibi hınzırca gülümsediğini farkettim. Sanki aklımdan geçenleri sezmiş gibiydi. Kimdi bu adam ? İş mi almıştım başıma ne?
Tam bu esnada "Futbolla hiç işim olmaz!" dedi. Nasıl yani? Ben futbolla ilgili tek söz sarfetmemiştim ki! Sadece aklımdan geçirmiştim. Gözlerinde beynimin en ince dalgaboylarını gören bir röntgen cihazı mı vardı? Aklımdan geçenleri bu kadar kolay okuduğunu farketmek doğrusu sarsmıştı beni... Sanki kafamdan aşağıya bir kova kaynar su dökülmüştü. Öyle bir hafakanlar basmıştı ki bana anlatamam. Dişlerimi sıkıp söyleyeceklerimi boğazımda düğümledim. Harbi bir analiz yapmak amacıyla bir kez daha baktım sakallı suratına... Olanca şirinliğiyle sürdürüyordu gerçek olmayacak kadar içten tebessüm etmeyi. Abartılı bir nezaketle, adeta reverans yapar gibi, şaşkınlığımı belli etmemeye çalıştığımı zannettiğim şaşkın suratıma doğru eğilerek, sonuna ünlem koymadan şöyle bir cümle kuruverdi:
"İzninizle..."
dedi ve elimi sıkmak için ayaklarının dibine bıraktığı, olduğu yerde devrilince ayaklarımın üstündeymiş gibi bir manzara arzeden sırt çantasını yerden aldı. Adeta reveransını tamamlar gibi doğruldu. Utanmasam ben de hafifçe kırarak dizlerimi karşı reveransımı tamamlayacaktım... Amaa... Dansı değilll... Yooo... Resmen düelloyu başlatacaktım... Tabancamı çekecektim ve vuracaktım valla... Filmlerdeki gibi... Dan...Dan..Dan... Yarabbim bu ne rahat biriydi? Doğal alışkanlıkla, yerden aldığı çantasını bir hamlede sırtına atıverdi. Sanki hiç bir şey olmamış gibi "Çıkış bu tarafta galiba..." dedi ve arkasını dönüp gidiverdi. Saniyeler içinde oluyordu bu olanlar... Zaten görünürde olan pek bir şey yoktu esasında.. Konuştuğumuz sadece üç cümleydi, okadar. Benim kafam allak bullak olmuştu. Doğrusu dumura uğramıştım uğramasına ama bozuntuya vermek istemedim. Her şey normalmiş gibi davranmaya karar vermiştim. Ne diyebilirdim ki? Bir ihtimal, safettiği lakırtı tesadüfen kafamdan geçenlere denk gelmişti. Ya da yanlış duymuştum belki... Hani futbolla ne ilgisi var ki diye aklımdan geçirmiştim ya, onun da "futbolla işim olmaz" dediğini farzetmiştim filan... Mesela... Ne diye günahını alıyordum ki? Hatta kendimce düello yapıp çekip tabancamı onu öldürüyor, kendimi katil onu maktül yapıyordum durup dururken. Allah saklasın yaa! Hem de olduğum yerde son beş dakikada kafamın içinde becermiştim bunları. Ne bu? Tam Özerk Hayal Film Şirketine film mi çeviriyorduk ayak üstü? Hayret bir şey! İnsanın beyninden neler geçebiliyordu gerçekten. Takashi Miike’nin İzo adlı filminindeki o muhteşem repliği şimdi tam bana uygun değil miydi? “Lanet olsun Ezgi! Nasıl bu kadar acımasız olabilirsin? İnsan olduğun için mi acımasızsın? Yoksa acımasız olduğun için mi insansın?” Ben de cevap veriyordum misal bu ya.. “Acımasızlık hayatın kendinden öğrenilen bir derstir…” Offf! Neler düşünüyorum ben halen? Allahtan yürümeye başlamıştı yoksa sonsuza kadar öyylee dururdum ve hayali film çevirirdim ben ayakta ... Kendimi toparlamaya gayret ettim. Yürümeye başladım peşisıra.
Ortada elde tutulacak bir sebep olmamasına rağmen, hem keyfim hem hevesim kaçmıştı işte. "Topla kendini Ezgi!" dedim. Hissiyatımı bulandırmadan, işe odaklanmayı kendime telkin ettim. Ortalığı velveleye vermek hiç münasip değildi zira. Bu kadar yolcu karşılamıştım. İlk defa böyle bir durum yaşıyordum yaşamasına ama dikkat etmeliydim. Anlamadığım bir durum sözkonusu olsa da, halledebilirdim pekala.. Ardından baktım. İki eli pantolonun cebinde, ıslıkla Unchain my heart ı çalarak umarsızca yürümekteydi. Kimdi bu adam? İçimden an çeyn may hart öyle mi? Yerim seni hart hart.. Fakat etin çok kart.. Seni haşlamak şart demek geliyordu... Ne rahat bir adam! Sinir ya! Öfke katsayımı bastırarak, yetişmek için ona pergellerimi iyice açtım. Resmen koştum yani. Yanına vardığımda yüzüme güller açan bir gülücük kondurdum. En sevimli edamla şöyle bir soru sordum:
-Acıkmışsınızdır.. Sizi buranın en meşhur simitçisine götüreceğim. Seversiniz değil mi simit?
Nanananoomm!.. Film başlıyordu işte. İlk oltayı atmıştım. Taş yerine konsa ancak böyle konabilirdi. Bayıldığını biliyordum simide.. Hakkında pek çok yazı okumuştum. Emindim. O denli seviyordu ki simidiiii.. Aaaaa... Benim sorumu duyunca aniden durdu. Otomatikman ben de durdum tabii.. Üzerimde hissettim gözlerini. Usulca başımı kaldırdım. Ben de gözlerimi faltaşı gibi açılan gözlerine diktim. Ne demiştim ki ben şimdi? Simit! En sevdiği şeylerden biri değil miydi? Öyle bir bakıyordu ki, bakışlarındaki ürperti uyandıran kızıl parıtlılı ışık, önce göz çukurlarımda yer alan organımdan bir ok gibi içeriye girdi. Göz bebeğimi delerek gittti gitti, sanki kör noktamı buldu yok etti. Bir batmadır başladı göz kapaklarımın içinde. Kendimi alamadım başladım gözlerimi ovuşturmaya yumruk yaptığım ellerimle.. Gene abartılı bir nezaketle, gene adeta reverans yapar gibi, bu kez şaşkınlığımı belli etmemeye çalışamadığım şaşkın suratıma doğru , gene eğilerek şöyle bir cümle kuruverdi:
"Benim en büyük hayalim bütün kadınların Monica Bellucci olduğu bir dünya." dedi. Hoppalaa!.. Ne diyordu bu adam Allah aşkına? Nereden çıktı Monika Bellucci? Biz simitten bahsetmiyor muyduk şimdi?
Dayanamıyordum artık bu duruma. Nevrim dönmüştü. Bir an kanımın donduğunu hissettim. Havaalanında oksijen bitmişti kesin. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Derin derin nefes almaya gayret ettim. Mümkün değildi. Nefes boruma bir düğüm atılmıştı sanki. Çevremdeki her şey bir semazen gibi dönüyordu adeta. Ben ise adım atmak şöyle dursun kıpırdayamıyordum bile. Sanki yere çivilenmiştim. Aklım yetmiyordu söylediklerini algılamama. Bir an bu dünyayı bırakıp başka bir paralel evrene geçmeyi şiddetle arzu ettim. Eğer bu halde biraz daha kalırsam kesinlikle son nefesimi verecektim. Bunca yıllık fani geçmişim bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Şahadet getirmeye hazırlanıyordum. Takdiri ilahi bu ya benim sonum da böyle olacaktı demek ki! Ölüyordum… Resmen ölüyordum vallahi!..
Geri dönebilirdim. Vazgeçebilirdim. Bu işi o an bırakabilirdim. Son bir cesaret edip, suratına yeniden bakabildim. Bakışlarındaki ürkütücü kızıl ışık yok olmuştu. Gözlerinden insanın içini titreten masum pırıltılar saçıyordu. Toparlandım kendimi. Nefesim açıldı birden. Tam ağzımı açıp söylediklerine hayıflanacaktım ki, mutlu bir tebessümle beni gene şaşırtıverdi. O tebessüm eden çehresini görünce diye diye ne dedim biliyor musunuz? Vallahi inanamıyordum ağzımdan çıkan kelimelere...
- Konferansınız öğleden sonra...Bugün buranın büyük semt pazarı var. Halkımızın nabzını tutmak için sizi halk pazarına götürmemi ister misiniz? dedim. Ne demiştim ki ben şimdi? Ağzımdan dökülen bu cümleler neyin nesiydi?
O ise sakallarını bilgiç bilgiç sıvazlayıp şöyle bir cevap verdi.
"Uçakta içim geçti.. Uyudum.. Bir rüya gördüm.. Bizim mahallede, daha önce farkına varmadığım bir sinemaya varmış.. Bilinçsizce oraya giriyorum.. Etiketsiz şişenin içindeki gazozu film seyrederken yudum yudum içiyorum. Rüyamda uykumdan uyanıyorum.. Gördüğüm rüyanın etkisiyle bizim mahallede fellik fellik bu sinema salonunu arıyorum.. Yok.. Yok böyle bir sinema hiç bir yerde.. Birden uyandım.. Çevreme baktım.. Uçaktaydım.. Rüya gördüğümü anladım anlamasına fakat rüyada içtiğim gazozun dilimi karıncalaştıran keskinliğini halen şimdi bile hissedebiliyorum.. Bu ne demek ki sizce? deyiverdi..
Allahaşkına söyler misiniz ne demeliydim ben bu adama şimdi? Aslında anlattığı hiç yabancı gelmemişti bana.. Bir nevi Sadık Yemni öyküsü tadı aldım bu rüyada.. İyi de ne alaka? Yook.. Çıldırmış gibiydim.. Bu yazarı ekmek gibi dilimlesem ben mi suçlu olurdum şimdi? Bir zahmet ekmeğin dilimlenmesini gözünüzün önüne getirin. Bunun sorumlusu bıçak mıdır yoksa o bıçağı tutan el mi? Bu adam resmen doğra beni diyordu.. Yok ya ben kafayı çiziyordum ya da uyanıkken düş görüyordum.. Başka bir cevabı yoktu yani.. Bekliyordum.. Resmen daha ne söyleyecek diye öylee bekliyordum.. Abondene olmuştu tüm hislerim.. Suspus olmuş bekliyordum.
Bir anonsla kendime geldim.. "Sayın Ezgi Ezilmez! Lütfen danışmaya!" Sanki altıma çivi koymuşlar gibi fırladım oturduğum yerden.. Ter içindeydim. Danışmaya doğru seyirttim.. Gördüm işte. Oydu. Hemen tanımıştım. Başında kep şeklindeki şapkasıyla bir beyzbol oyuncusunu andırıyordu. Cüsseliydi. Ama cüssesiyle korku uyandıran tiplerden değildi. Bilakis çocuksu bir hali vardı sanki. Ne yani tüm yaşadığım bu tuhaf şeyler bir rüya mıydı? İnanamıyorum kendime... Gene mi ayaküstü rüya görmüştüm? İyice afalladım.. Yanına gittim. "Çok özür dilerim.. Hoşgeldiniz! Ben Ezgi. Sizinle bugün ben ilgileneceğim!" dedim. "Merhaba!" dedi. Gülümsedi. Tuhaf! Öyle bir gülümsedi ki "Böylesine içten gülümseyen biri gerçek olabilir mi?" diye aklımdan geçirdim. Nedense bir an öylece kalakaldım... Ve elimi uzattım...
Batman'i İstiyoruz...
Tepedeki çimenlikte
Yalınayak dolaşarak
Yemyeşille masmavinin
Ortasında uzanarak
Hayaller kurarak
Rüzgara savurarak
Vazgeçmek birdenbire
Herşeyden vazgeçmek
Yalınayak dolaşarak
Yemyeşille masmavinin
Ortasında uzanarak
Hayaller kurarak
Rüzgara savurarak
Vazgeçmek birdenbire
Herşeyden vazgeçmek
Tepedeki çimenlikten
Seyreylemek şu alemi
Küçülmüş ufacık olmuş
İnsanların alemi
Bir buluta tutunup
Bir kuşun kanadına takılmak
Vazgeçmek birdenbire
Herşeyden vazgeçmek
BATMAN VE BULUTSUZLUK ÖZLEMİ
23 Nisan 2011 Cumartesi
Mavra Zamanı - Çocukluğuma Rastladım!..
"Ümraniye'de çöp pösür içinde,
pisi pisine ölen,
tüm iki iri kara gözlere.. sevgiyle.."
"..... hadi beni mizah kurtardı. ya o çocuğun suçu ne.. sözcüklerim, cümlelerim haydi n'olursunuz sana yağlı, reçelli ekmek filan olun gidin o iki iri kara gözü bulun.. onu doyurun. onların çoğalmasına engel olun.. bizimle bitsin tüm acılar. haydi latin harflerim.. haydi canlarım benim.. yoksa, yoksa size de inancım kalmayacak artık. ve hayatın kıyısında yine iki iri kirli kara gözde ben olucam, tekrar.. haydi.. sizi seviyorum harflerim.. haydi.. lazerleri çalıştırın.. yeryüzünde, evrende son fakir ve hayat öksüzü çocuk kalana kadar.. haydi kaptan körk.."
Metin Üstündağ-1993
22 Nisan 2011 Cuma
Hayatları Film Olacak Yazarlar...
Şimdi elimdeki kitabı fena halde okuma arzusu duyuyorum. Hele bu kitap Avrupa'da, biri yazar-şair Ingeborg Bachmann ile diğeri şair Paul Celan'ın birbirlerine yazdıkları mektuplarla, aralarındaki sevgiyi, dostluğu, med cezirli bir ilişkiyi anlatıyorsa... Evet, İnsan çok hüzünlenir hüzünlenmesine ama okumadan durabilir mi? Kitap... Kalp Zamanı... Özel mektuplar... Bilmiyorum ki!
Paul Celan 1920 de Romanya'da doğmuş. Almanca konuşan Yahudi bir ailenin çocuğuymuş. Tıp eğitimi için Paris'e gitmiş. 2. Dünya Savaşı çıkınca ailesini bulmak için Romanya'ya dönmüş. Ailesini bulamamış. Çünkü babası nazi toplama kampında ölmüş. Annesi kurşuna dizilmiş. Kendisi de, Alman askerler tarafından tutuklanmış ve krematoryumda çalıştırılmış. Kurtulduktan sonra bulduğu her işde çalışmış. Çevirmenlik yapmaya başlamış. Savaş sonrası şiirleri ile ünlenmiş. Ama geçmişinden bir türlü kurtulamamış. Yahudi olduğu için kendini dışlanmış hissetmiş. İntihal iftiraları ile suçlanmış. Kendini yanlız ve desteksiz hissetmiş.
Ingeborg Bachmann, 1926 yılında doğmuş. Felsefe, Psikoloji ve Alman Flolojisi okumuş. Eğitimini bitirmiş. Artık ayakları üzerinde duran yazar, şair, akademisyen, dünya Edebiyatı'nın en ünlü Avusturyalı yazarlarlarından biri olmuş. Ben yazarın tek kitabını okumuştum. Malina. Malina'yı da, uzun zamandan sonra, geçen hafta kır evinin en ücra köşesinde buldum. Yapayalnız. Açtım sayfalarını. O kadar çok çizmişim ki cümlelerinin altını. Paul Celan ile olan aşkını daha yeni öğrendim. Mektuplaştığını. İkilinin Turkuvaz Yayıncılıktan çıkan bu kitapta su ve ateş olarak buluştuğunu...
1948'in baharında, savaş sonrası Viyana'sında, öğrenci Ingeborg Bachmann ile şair Paul Celan tanışmışlar. Paul Celan'ın Paris'e dönmesiyle mektuplaşmaya başlamışlar. İlişkileri boyunca birkaç haftayla sınırlı olan görüşmeleri, telefon görüşmeleri ile gelişmiş. Arada suskunlar, sessizlikler olmuş. Sevgi, dostlukla örülü med cezirli ilişkileri; asıl oya gibi işlenen mektuplarıyla 1967'e kadar sürmüş. İşte yıllar sonra kitap haline getirilen bu mektuplar, Kalp Zamanı olarak adlandırılarak, İlknur Özdemir tarafından Türkçeye çevrilmiş. "Hüzün ki en çok yakışan bize." der ya Hilmi Yavuz... Şair affetsin beni. Nerden duyduysam duydum işte... Bu dizesini "Hüzün ve merak ki en çok yakışandır bize," şeklinde söylemek bana daima iyi gelir. Hem özel yazışmaları okumak suçluluk hissettiriyor hem de merak duygusu içimi kemiriyor. Anlaşılacağı gibi, kitapla benim aramda da med cezirli bir ilişki var. Asıl vurucu olan ne biliyor musun? Önce aşkla başlayan, yıllar içinde mektuplaşarak hüzünlü bir dostluğa dönüşen bu ikilinin sonları inanılmaz trajik. Paul Celan 1970 baharında Senn Nehrine atlayıp intihar etmiş. İngeborg Bahmann ise bu olaydan üç yıl sonra 1973 de Roma'daki evinde çıkan bir yangın sonucunda yanarak hayata veda etmiş. Ölümlerinin sebebi, birinde su diğerinde ise ateş. Trajik ve bir o kadar da ironik. Film değil bu anlatılanlar. Gerçek hayatlar! Söyler misin bu iki yazarın, kendi hayatları da başlıbaşına birer roman ya da film konusu değil mi? Hayrete düşürücü.... Ölene kadar birbirlerine yazdıkları aşk, dostluk ve özlem dolu mektuplar, fotoğraflar, şiirler de onlardan kalan edebi eser işte. Mektuplar... Ki en özel yazışmalar... Aynı zamanda savaş sonrası Avrupası'nın kelimelerle çizilen resmi... Mektup... Kitap... Merak... Evet, merak ediyorum işte. Madem bu mektuplar kitap haline getirilmiş, ne yapabilirim ki başka? İlla okuyacağım ben de.11.10.2010
21 Nisan 2011 Perşembe
"Ben Festival Olmuşum!"
Çocukluğumda yaşadığım ev, açık hava sinemasının locası gibi bir balkona sahipti. O vakitler televizyon çok tazeydi tabii. Tek kanal... Siyah beyaz... Hepimiz için yepisyeni bir ilgiydi. Ama sinema var ya... Sinema... Sinema benim için bir sihirdi. Şimdi hatırladım. Sinema başlamadan önce gong çalardı. O gong sesini duyunca yüreğim heyecandan küt küt atardı. Peki ya şimdi? "4.salondaki film başlamak üzere" şeklinde anons var, öyle değil mi? Çünkü o vakitler tek sinema salonu vardı. Gong çalınca anladık nerede filmin başlayacağını.
Son günlerde, film festivali sebebiyle bazı defa, günde üç film seyredince... Bir de ofiste biriken işlerimi toparlamak için verdiğim insan üstü uğraşıları üzerine ekle... Bıkmadan usanmadan ve nerden geldiğini bilmediğim bir enerjiyle asla ihmal etmeden yazdığım, onlarca yazılar ve yorumlar... Tam bir seyirlik vaziyetteyim. Şakülüm mü şaştı, eksenim mi kaydı bilmiyorum. Son günlerde iyiden iyiye seyrini şaşırmış bir sarkaç gibi hareket ettiğimi düşünüyorum. Üzerine afiyet... Sanırım "ben festival olmuşum."
Bakar mısın halime? Gene geçtim bilgisayar başına. İlla yazacağım ya... Yazmazsam sanki dünyanın sonu gelecek... Yazmazsam sanki kıyamet kopacak... Yazmazsam sanki yer gök birbirine karışacak. Öyle ağır bir sorumluluk var üzerimde. Üstelik ne yazacağımı da bilmiyorum. Öylee başladım yazmaya işte... Bu yazının sonunda ne çıkacağını inan bana çok merak ediyorum. Şimdi... İçim sıkıldı inan ki... Anlatıyorum ya aklıma gelenleri böyleyken böyle diye... Bahar nedeniyle olmalı... İçimde hazin bir ses işitiyorum. Ben böyle düşünürken düşünürken... Gözümün önüne rahmetli Sami Hazinses'in görüntüsü geldi yerleşti iyi mi? Hani gülerken hüzünlendiren, ağlarken eğlendiren o kendine has ifade... Hafıza ne tuhaf bir kutu? Yıllar var ki seyretmedim. Sami Hazinses mi? Ruhuna rahmet... İnanamıyorum kendime... Şimdi nereden aklıma geldi?
Kahve Molası - Bir Rüya
Rüyamda, rüyam bir rüya değil bir aynaymış meğer. Aynaya bakar gibi bakıyormuşum rüyama. Dolayısıyla benim rüya görmem yahut rüyanın içinde olmam mümkün değilmiş. Çünkü zaten ona dışarıdan bakıyormuşum. Ayna olduğu halde orada gördüğüm kendi suretim değil, birtakım uçsuz, hiçbir yere bağlanmayan, kopuk, dağınık, üstelik hareket halinde olan sahipsiz hikâyelermiş. Benim o hikayedeki ben ile ben olmayanı bulup ayırt etmem, böylelikle kendime görünmem gerekiyormuş; harflerin olmadığı, yazının bulunmadığı bir âlemde bunu yapmanın olanaksız olduğunu, nasıl işlediğini bilmediğim bir kapana kıstırıldığımı, ama bir yerlerde mutlaka bir çıkış kapısı bulunması gerektiğini düşünerek sakinleşmeye, sağduyulu davranmaya çalışıyormuşum.
Uyku ile uyanıklık arasındaki-bana yüzyılmış gibi gelen- o birkaç saniyede tutulduğum görüntü bonbardımanı dinip gözlerimi açtığımda, gerçekten nerede ve kim olduğumu bilmediğimi hissettim. Bunun bir bilgiden çok çabuk geçiştirilmesi gereken bir his olduğu bilinciyle yitirdiğim bir şeyi bir an önce bulmak istercesine yataktan kalktım. Ayaklarımın altında yer karolarının serinliğini hissetmek beni kendi varlığıma inandırdı.
Sonra oturup bunu yazdım. Bundan sonrası sizin rüyanızdır artık, dilediğiniz gibi kendiniz çoğaltabilir, yeniden yazabilir, aynalayabilirsiniz onu. Ben size ancak buraya kadar eşlik edebilirim.
Murathan Mungan
"Zıbalawskar Torke!" Ne Demek Acaba?
30.İstanbul Film Festivali için film seçimi yapıyordum. İlla Beyoğlu'ndaki sinemalara gitmeye niyetliydim ya gösterimler hangi sinemalarda yapılıyor diye bakıyordum. Atlas, Fitaş, Beyoğlu, Rexx, Pera ve City's... Bu sinema isimlerini görünce dayanamadım. Kalktım oturduğum sandalyeden... Kitaplığa doğru yürüdüm. Marş marş Atilla Atalay kitapları. Uyur gezerler ellerini ileriye doğru uzatırlar da... Gözleri kapalı yürürler ya hani... Bir nevi illüzyona uğramışlar gibi... Aynı o hâlde... Hayaller Kâhyası adlı kitabını durduğu raftan aldım. Altı öykü vardır içinde. Okumak istediğim ikinci öyküsüydü. Öykünün adı ise Çiğdem Sineması. İsmi görüyor musun? Ne tatlı! Zaten Atilla Atalay öykünün daha ilk başında çocukluğunda yaşadığı mahalleden şöyle söz eder: "Yalnız, bi dakka durup isimlerin güzelliğine dikkatinizi çekmek istiyorum. Çiğdem Sineması, Yeşilyuva İlkokulu, Cennet Mahallesi, Florya, Menekşe İstasyonu..." der. Ne kadar düşsel mekan isimleri öyle değil mi? Yazarın öyküde dediği gibi "Şimdilerde "Parseller, İkitelli, Üçkuyular, Başıbüyük vb. gibi" zerafetten yoksun adları olan bir takım semtler var." Peki Cennet Mahallesi'nin tam göbeğinde, dut ağaçlarının arasında, yıldızların altında, geceleri ışıl ışıl bir açık hava sineması olan Serkan Sineması'nda film seyretmeye ne dersin? Of! Yazar seyretmiş işte. Gündüzden, mahalle içinde dolaşan oparlörlü araba o akşamki filmi ilan eder, hatta küçük bir özetini verirmiş: "Dikkat dikkat bu akşam Serkan Sineması'nda, tamamı renkli sinemaskop, avantür film: Şehir İntikamcısı. Baş Rollerde, Alen Delon, Pol Belmondo..." Bilmiyorum gözünde canlandı mı? Hele hele bir de lütfen şunu dinle... Böylesi bir filmin en heyecanlı sahnesinde bazen ne olurmuş biliyor musun? Dut ağaçlarından, birinin ensesine tırtıl düşermiş de adam sinema içinde dört dönüp tepinirmiş. Herkes gülermiş. Yazar öykünün devamında sinemada yaşadığı başka komik anılarını da anlatıyor. Sonnraa... Benim koşarak gittiğim gibi yazar'da mübarek diye nitelendirdiği Sinema Günleri'ne gitmiş. O salondan öbürüne benim gibi savrularak loş atmosferli birtakım filmler izlemiş. En son izlediği film üç saatlik bir Macar filmiymiş. "Birazdan film dağılacak, kışlada komut almış gibi, aynı anda cep telefonlarını açan bir öbek izleyicinin arasında aynı ufak adımlarla süzülüp, bir sonraki filmin kalabalığına karışacağız." diyor. Allahım, hiç yabancı değil. Aynı benim gözlemlediğim halleri anlatıyor. Bu filmde yazar'ın hiç kız arkadaşı yok mu peki? Yok! Ben dikkat etmedim yani. Aklımı mekan isimlerine vermiştim ya... O sebepten... Şeyy!.. O iri mavi gözlü kızın bu öyküde olacağını hiç tahmin etmiyorum zaten. Bu öyküde o kızın varlığı çok gereksiz!.. Hem kusura bakma ama şimdi o kızı hiiiç düşünemem. En son seyrettiğim filmde "Zıbalawskar torke!" dedi sevgilisine perdedeki adam. Öndeki topak kafalı adam yüzünden çevirisini okuyamadım. Aklım ona takıldı. Ne demekti acaba?
20 Nisan 2011 Çarşamba
Kahve Molası - su çok güsel, gelsene..
Yağmurluydu ya bugün hava.. Sabah evden çıktığımda minik bir yağmur damlayıverince burnuma... Binemedim de arabama... Yürüdüm... Anlıyorsun değil mi? O minik yağmur damlası seslendi sanki bana... "su çok güsel, gelsene.." dedi kulağıma... Dinledim. Minik patika yoldan ilerlerken, yeşermeye başlayan ağaçları farkettim. Daha dün bu yoldan geçmiştim. Böyle değillerdi ki. Eminim. Yeşillik almış başını gitmiş. İnanamadım olanlara.. Resmen büyülendim. Sahile inen merdivene yöneldim. Hoplaya zıplaya basamakları birer birer indim. Bizim köyün kütüphanesinin önünden, kitaplara uzaktan selam çakarak geçtim. Az ilerideydi ofisim. Tam ofise girecekken vazgeçtim. Kütüphaneye geri döndüm. Kaç gündür Borges'in Babil Kitaplığı adlı öyküsünü okumak istiyordum. Sordum. Kütüphaneci Borges'in iki kitabını çıkardı. Ölüm ve Pusula'ydı biri... Brodie Raporu ise diğeri. Metin Üstündağ'ın kitapları var mı peki? Veya Atilla Atalay söz gelimi. Şimdi ne ilgisi var değil mi? Bir kitapçı ya da kütüphaneye girdiğimde illa ikisini sormalıyım. Çok eski alışkanlığım. Metin Üstündağ'ın "heey!.. kımıl zararlısı olma.. kımılda biraz" adlı kitabı vardı. Üyesiyim ya kütüphanenin... Bulduğum bu üç kitabı hemen kapıverdim. Çok işim vardı bugün. Az önce kahvem geldi. Şimdi... Kahve molasında bu üç kitabı karıştıracağım. Elim ilkin Borges'in Brodie Raporu adlı kitabına gitti.. Niçin? Bilmiyorum. Kitabın rastgele bir sayfasını açtım. Okumaya başladım:
"Her zaman aynalardan korkmuşumdur. Çocukken, evde korkunç birşey vardı. Odama üç tane ayna konmuştu. Ayrıca, mobilyalar da maundandı ve bir çeşit karanlık ayna oluşturuyorlardı. Bütün bu aynalar beni ürkütüyordu, ama çocuk olduğumdan, ses çıkarmaya cesaret edemiyordum.
Yavaş yavaş kör olmaya başladığımın farkına vardım, belirli bir an değil yani. Ağır bir yaz günbatımı gibi geldi. Ulusal Kütüphane Müdürü idim ve kendimi harfsiz kitapların ortasında buldum. Sonra dostlarım yüzlerini kaybettiler. Sonra, aynalarda kimsenin yansımadığını gördüm. "
Jorge Louis BORGES
Brodie Raporu
İletişim Yayınları
Sayfa 13
19 Nisan 2011 Salı
İlişkileri Hemen Tüketmek Çok Kolay. Uzun Sürdürebilmek Marifet.
Ben bir kitap severim. Sadece okumak için değil, nesne olarak da kitabı beğenirim. Kitaplarımı ödünç almak isteyenlerden pek haz ettiğimi söyleyemem. Hâl böyleyken, kimi zaman gittiğim evlerde kitap görüp, kıymet bilinmediğini hissetmişsem, o kitabı hiç çekinmeden evsahibinden isteyebilirim. Verirse eğer, geri getirmeyeceğimi söylerim peşinen. Lamı cimi yok, o kitap artık ilelebet benimdir. Asla geri vermem. Böyle tezatlar barındırır benim bünyem. Kitap satın almayı çok severim. Ama kitapları alayım da başından sonuna bir solukta bitireyim diye edinmem. Yıllar önce satın aldığım, bir sayfasını bile henüz aralamadığım kitaplarım olduğu gibi, yıllardır ara ara elime alıp, bir şurasından iki burasından okuduğum kitaplarım vardır. Bazı kitapları okumak konusunda asla acele etmem. Herşeyin vakti saati vardır. Ne zaman yollarımızın kesişeceğini kim bilebilir? Kitap okumak tesadüfleri sever. Ayrıca azar azar okuduğum, tekrar tekrar elime almaktan büyük haz aldığım, bitireceğimden korktuğum kitaplarım vardır. Onların evimde var olduklarını bilmek içimi ısıtır. Hımm.... Güzel kaplı kitaplar her daim kışkırtır beni. Kitap kaplarını seyretmeye doyamam. Sonra... Her konuda olduğu gibi kitaplarım konusunda da perişan hallerim vardır. Tamam. Kitap sayfası kıvıranlardan değilim. Çünkü kitap ayracı kullanmayı severim. Üstelik gittiğim her yerden edindiğim kitap ayracı kolleksiyonum vardır. Amaa... Kitaplarımı çok rahat, hatta biraz hoyrat kullandığımı galiba şimdi yeri gelmişken itiraf etmeliyim. Kitabımı okurken ikiye katlayabilirim, kahvemi sıçratabilirim, sevdiğim cümlelerin altını elime ne geçtiyse, rengarenk ve çeşit çeşit kalemlerle çizebilirim, kimi paragraflara ünlem ya da soru işareti koyarak daha sonra baktığımda dikkatimi oralara toplamak arzusu duyabilirim. Muhtelif notlar düşebilirim. Ayrıca benim için kırılacak bir nesne gibi değildir ki kitap... Çantama sokabilirim, koltuk altımda taşıyabilirim. Şimdi bu yazıyı yazarken aklıma geldi. Kapıyı açmak için anahtarı elime almak amacıyla, dişlerimin arasına sıkıştırdığım kitaplarım bile olmuştur. Galiba bazı kitaplarım benden fazlasıyla izler taşıyor. O kitaplarımla aramızda geçenlerin bilinmesi mahçubiyet duygusu verebilir bana anlatabiliyor muyum? Bazı kitaplarım resmen sırlarımı gizliyor.
Aslında bambaşka bir durumumu anlatmak istiyordum. Yazı kendi halinde bu mecraya aktı. Doğrusunu söylemek gerekirse derdim çok farklı. Ben... Yeni bir kitap okuyacaksam... Ve okuyacağım kitap o kadim, güzeller güzeli anadilimle yazılmışsa eğer... Önceden tecrübeliysem o kitabın yazarı hakkında... Diyeceğim odur ki evvelce onlarca kitabını okumuşsam eğer... Dizelerinin kimi duvardan duvara çarpmışsa beni... Kimi iliklerime dek işleyen korkunç bir kedere batırmışsa... Cümleleri aziz Türkçemin lezzetini büyük bir ustalıkla lıkır lıkır içime akıtmışsa... Deneme yazılarıyla elimden tutup hayatımı zenginleştirdiğine inanmışsam hele.. Kitaplarını okumak dolu dolu edebiyat keyfi ve doyumu yaşatmışsa her seferinde... Uzatıyorum farkındayım. Gelemiyorum bir türlü sadede... Masada kaç gündür Murathan Mungan'ın kitabı duruyor da... Son kitabı... Şairin Romanı. Kitabı satın aldım. Henüz bir sayfasını bile aralamadım. Kitaplığın yanındaki masaya koydum. Aldığımdan beri usulca öylee duruyor. Elime almaya bile çekiniyorum. Arada karşıdan bakıp mahçubiyetle karışık bir kederle gülümsüyorum. İçim içimi yiyiyor aslında. Fena halde okumak istiyorum. Yooo... Yapamam. Biliyorum şimdi Şairin Romanı herkesin elinde. Okuyacaklar. Bir kenara kaldıracaklar. Sadece bunu düşündükçe bile içim fena oluyor. Yüreğim sıkılıyor. Yooo... Şimdi okuyamam yeminle. Zaten hissediyorum. O da henüz okunmak istemiyor. Sukûnetle buluşacağımız günü bekliyor. Şimdi... İkimize de heyecan duymak ve sabretmek düşüyor. Vakit gelecek elbet. İlişkileri hemen tüketmek çok kolay. Uzun sürdürebilmek marifet. Bekleyeceğim. Bekleyecek. Bekleyeceğiz. Sonra... Vakit geldiğinde... Kimsenin tadamadığı tuhaf bir sarhoşlukla dalacağım sayfalarının arasına... Dalacağım. Şimdi değil. Yoo.. Şimdi değil... Zamanı geldiğinde.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)