30 Nisan 2010 Cuma

Rüyamı Sordum Hazreti Google'a...

Dün gece rüyamda. Hayırdır inşallah. Bir ardıç kuşu gördüm akasya ağacında. Hemen sordum "Ardıç kuşu görmek ne demek oluyor ki?" diye, hazreti google'a. Dedi ki “Çok müsrif ve obur bir topluluk içine düşeceksin, çok çalışıp gayret sarfedeceksin onları doyurmak hususunda.” Hoppala! İstanbul’da, The Marmara Oteli’nin isminin üzerinde görmüştüm ardıç kuşu amblemini bir defasında. Meraklıyım ya. Öğreneceğim illa. Telefon edip sormuştum işlerimin arasında. Otel sahiplerinden birinin adıymış Ardıç. Sonra eski bir Hitit tabağında görmüş ardıç kuşunun figürünü. Otelin amblemi yapmış o figürdeki ardıç kuşunu.

Bu defa, "Akasya ağacı görmek ne demek?"diye sordum, hazreti google’a. İyi haber alınacağına delaletmiş. Peki bir ardıç kuşu akasya ağacındaysa? Hey! Çözdüm ben bu rüyayı… Anladım.. Anladım şimdi. Cevat Çapan’ı anma vakti. Hem Cevat Çapan benim hemşehrim. Kocaelili.. Onun muhteşem şiiri… Ben neden kendi rüyamı kendim yorumlayamıyorum ki? Hayret vallahi!

BİR ARDIÇ KUŞU AKASYA AĞACINDA
O yaz,
bol bol roman okudum,
denize girdim kimsesiz kumsallarda;
rüzgârların, balıkların adlarını öğrendim.
Nice cümlelerin altlarını çizdim
kırmızı kalemimle.
Örneğin,“Asker dolu bir tren tarihi değiştirebilir.”
Sonra gene aynı kitaptan,
“Bir ardıçkuşu şakımaya başladı akasya ağacında.”
Geceleri,
sararan otların üzerine uzanıp
bir açıkhava sineması seyrettim
gökteki yıldızlardan
ve altını çizdiğim cümlelerle konuşturdum onları.
uzaktan bir çağlayanın sesi karışıyordu
yıldızların mırıltılarına.
Gene de duyabiliyordum Adil Nuşiran’ın huzurunda
hayat denilen bu acılar denizinde
en acımasız dalganın ne olduğu konusunu tartışan
üç bilge kişiyi.
Odama çekilip yatmadan önce,
tarihi değiştirebilecek asker dolu o trenin
hızla geçtiğini duydum, sonra da
akasya ağacında şakımaya başlayan ardıçkuşunu.
Karşıda Midilli,
denizin ötesinde, sessiz.
Bu sessizlik sankio sevdalı kadının
bin kulaklı geceye fırlattığı çığlık
binlerce yıl önce.
Cevat ÇAPAN

Depardieu Mu, Cyrano Mu Andı Beni Ne?

Bak şimdi ne anlatacağım sana! Durup dururken, aniden... Aklıma ne geldi biliyor musun birden? Cyrano de Bergerac... Doğrusu zorlandım ismini yazarken... Tamam itiraf ediyorum, doğru mu yazdım diye baktım sanal ansiklopediden... Yazılışında zorlandım ya okunuşunu kolay söylemem hiç mümkün değil. Zaten telaffuz konusunda özürlü birisiyimdir. Anlatacağım kişi ise, burnunun büyüklüğü, kılıcının gücü ama asıl önemlisi etkili konuşması ve büyülü yazılarıyla şöhretli birisi. Dedim ya Cyrano de Bergerac... Cyrano, kuzeni Roxane'ye aşık olan Christian'ın hem aşk mektuplarını yazar hem de buluştuklarında konuşmalarının suflörlüğünü yapar.

Ünlü Fransız oyun yazarı Edmond Rostand'ın, 1619-1655 yılları arasında yaşamış Fransız oyun yazarı ve silahşör Cyrano de Bergerac'ın gerçek hayat öyküsünden esinlenerek, 1897 de yazdığı bir oyundur. Benim seyrettiğim ise bir filmdi. Başrollerinde Gerard Depardieu vardı ve aktör bu filmiyle yüreğimin zirvesine yükselmişti. Sahi şimdi nerelerde bu aktör? Bu filmde mektupları yazan ve Christian yerine konuşan Cyrano'dur. Ama bilmez Roxanne... Christian yazıyor ve konuşuyor zanneder. Roxanne'nin aşık olduğu aslında Christian değil, yazılan mektuplar ve dinlediği aşk sözleridir. Gerard Depardieu bu filmdeki başarısıyla 1990 da Oscar'a aday olmuş. Cannes film festivalinde en iyi aktör ödülünü almış. Aktörün Asterix ve Green Card adlı filmlerini hatırladım şimdi de... Merak ettim doğrusu, durup dururken nerden bunlar aklıma geldi birden? Gecenin bu saatinde Depardieu mü yoksa Cyrano mu andı beni ne?

29 Nisan 2010 Perşembe

Benim Benle Kavgası...

Şimdi ben ömrü hayatımda ilk olarak bir öykü denemeye kalktım ya... Dün hani.. Adını da Ortodontik Kafesleme koydumdu... Bak şimdi... Bugün yazdığım öykücüğe şöyle bir göz gezdirdim. Off.. Bazan inan ki kendi yazdıklarımı okumaktan korkuyorum. Çünkü Allahım gene neler saçmalamışım vaziyetlerinde oluyorum. Böyle hissedince de... İnsan kendi kendine küser, kırılır mı? Ben kendime küsüp resmen darılıyorum. Konuşmuyorum kendimle bir süre... Böyle bir durum olur mu herkeste? Hatta... Daha tuhafını dinle... İçimde resmen iki tane ben taşıdığımı yeni yeni fark ediyorum. Biri nasıl tatlı, hayattan zevk alan, kafasına tokadan başka bir şey takmayan, adamsendeci, keyifli biri... Onunla şahane vakit geçiriyorum. Öteki... Allahım feci.. feci.. Aman ha, sakın denk gelme... Ben bile diğer benle karşılaşacağım diye korkuyorum. İnsanın kendinden kaçması mümkün olmuyor ki. Ben nereye ben oraya... İyi de kardeşim, bu ben diğer benin tersine karamsar, olumsuz, ruhsuz biri... Bu kadar mı eleştirecek yan bulur, yerden yere vurur her şeyi... Dedim ya feci... Şimdi ilk kez yazdığım öykücüğü okurken, tam ‘Bir bakış baktı… Kalbimi yaktı… Aşkın kemendini boynuma taktı’ bölümüne geldiğimde bir yanım nasıl hislendi nasıl duygulandı anlatamam... Hatta kendi kendimi tebrik etti. Diğer yanım ise resmen kahkalarla güldü. Kahkalarla gülse iyi, bir de ‘ Ne bu televole programında mıyız kızım! Konuyla ilgili bir şarkı yazmadan olmuyor mu? Bütün yazılarına ya türkü ya şarkı sözü konduruyorsun!’ dedi. Aşağıladı beni. Oldu mu şimdi? Küstük birbirimize... Surat asıp oturdum. Moralim öyle bozuldu ki, nerdeyse Hayal Kahvem’in kepenklerini kapatıyordum. Neyse, öbür ben bu kez galip geldi. ‘Belki şehre bir film gelir. İklim değişir. Akdeniz olur. Gülümse!’ dedi. Aaaa! Ben bana gülümsedi. Niye? İkimiz de sinemayı çok severiz çünkü... Anlaştığımız ender durumlardan biri. Peki, niye Dövüş Klubü filmine ait fotoğraf koydum bu yazımın üstüne? Chuck Palahniuk tarafından yazılmış, aynı isimle David Fincher tarafından sinemaya uyarlanan Dövüş Kulubü adlı filmi bilirsin değil mi? Hani Brad Pitt ve Edward Norton’un oynadığı kült film... Bazan öyle bir kavga ediyoruz ki benle... Allah seni inandırsın kan ter içinde kalıyorum aynen Dövüş Kulubü gibi... Bir sağ kroşe ben... Bir sol kroşe ben... Mideme... Mideme... Olan gene bana oluyor tabii.

Küçük Bir Öykü Denemesi...Ortodontik Kafesleme...

O’nu gördüğümde durakta okul servisini bekliyordum. Bir an gözüm değdi. Arabayı beklerken bakarsın da çevrene... Bir anda olur ya hani... Aynen öyle. Sırtımı yalayan bir rüzgar hissettim. Garip bir duyguyla kafamı arkaya çevirdim. Bir an denk geldi... Onu gördüm. Esasında özel bir tip değildi. Başka yerde rast gelsem dönüp bakmazdım yani. Bilmiyorum işte. Ne olduğunu anlatabilmem mümkün değil. Yaşanır anlatılmaz denen hadiselerden. Onu gördüğümde yüreğimde bir sevinç hissettim. Bu durumum acayipti. Hiç tanımadığı birini gördüğü için pır pır eder mi yürek? Pır pır etmek ne demek, iki elimi göğsüme bastırmasam sanki yüreğim kanatlanıverecekti. Akrep yelkovanı kovalamasın... Zaman o an dursun istedim... O anda... Tam o anda bakışlarımız denk geldi. Duam kabul edildi, zaman durdu sanki. Eskilerden... Bir bakış baktı… Kalbimi yaktı… Aşkın kemendini boynuma taktı diye bir şarkı vardır ya hani… Aynen öyle olmuştu inan ki. İçimde bir ürperti hissettim. Hipnotize olmuş gibiydim. Gözlerimi ondan ayırmak istiyor, beceremiyordum. Aklıma ve beş duyu organıma ok gibi saplanıvermişti. Birden boş bulundum. Güldüm. Bunu nasıl yaptım bilmiyorum. Gülünce ortodontik kafesine hapsedilen dişlerim göründü tabii. Şehirlerarası bir otobüs geldi. O… Otobüse bindi.... Gitti. Ben.. Ben… Dişlerimdeki ortodontik telleri söktüm. O'nu kalbime kafesledim yemin ederim!

28 Nisan 2010 Çarşamba

İki Edebi Bilmece

1- Ak mı ak; Şeffaf. Göz göze geliriz. Giriverir kanıma. Aklımı çeler. Kolarım kanat olur, birlikte uçarız, bulutlara. Bu nedir?


2- Gerçek anlamda hayvan değildir; tersine, yumuşaktır hatta şeker gibi bir şeydir; koşmaz, daha kesin konuşursak, yıllarca en mutlak ve özenli bir hareketsizlik içinde yaşayabilir; canlı hayvanların etleriyle beslenmez, ama sanki bunlardan daha önce yemiş gibi davranır; onda bir türlü tat belleği olduğu söylenir; bu belekte, öldürülüp parçalanarak yenmiş bir hayvan etinin anısı saklıdır; Oysa ağzı ve dişleri olmadığı için bir de kendine özgü şu tatlılıktan dolayı öldürülmüş hayvanların etlerini kesinlikle yiyemez. Bu nedir?

1.Cevap - Güvercin -Müjdat Gezen-Yok Olacakken Var Olmak-sayfa 37
2.Cevap - Amaryllis (Lilium)-Giorgio Manganelli- Yüz Küçük Irmak Roman-sayfa 99

27 Nisan 2010 Salı

Çizgi Romanla Şiirlerin Menzilinde Gezinmek...

Bugün o kadar yoğun bir programım vardı ki anlatamam. Yok, bütün gün arazide değil ofiste olacaktım olmasına da randevulu gelenim gidenim çok olacaktı aslında. Sabah duş alıp, aceleyle giyinip evden fırladım. Çıkmadan önce kitaplarıma şöyle bir göz attım. Bir süredir okumamı bekleyen Ken Parker'ın Şiir adlı çizgi romanını raftan kaptım. Çantama attım. Saçımı toparlamaya vaktim kalmayınca, bizim mahallenin köşesinde yeni açılan kuaföre uğradım. Benden başka müşterileri yoktu sabahın o saatinde tabii. "Hemen bir düz fön çekmenizi rica edeceğim. Mümkünse iki kişi çekseniz. On dakika içinde ofise gitmeliyim!" dedim. İki yanımda iki kişi saçımı öteye beriye çekiştirilirken, çantamdan Ken Parker'ı çıkardım. Önce ön kapağına baktım. Ne güzel olur çizgi roman kapakları!.. Maceranın adı Şiir öyle mi? Bakalım hangi şairden bahsediyor bu kez bizim entellektüel kovboy? Bu kez hangi şairin menzilinde Ken Parker'la dans edeceğiz görelim bakalım? diye aklımdan geçirdim. Şu yukarıda resmini gördüğün Ken Parker var ya ne yakışıklı bir çizgi roman kahramanıdır değil mi? Roberd Redford'un çizgi dünyasındaki hali. Bir de nasıl kitap okumayı sever aynen benim gibi. Gece ormanda ateş yakar, kahvesini koyar... Sonra ne yapar biliyor musun? Yıldızların altında, açık havada kitap okur. Oy! Oy!.. Tam benim istediğim hayat!

Memleketimizde Rodeo yayıncılıktan çıkan kitabın bu macerasının çevirisini Murat Mıhçıoğlu yapmış. Berardi & Milazzo ikilisinin yarattığı bu yakışıklı çizgi roman kahramanı doğayla iç içe olmayı, demin söylediğim gibi yıldızların altında uzanıp şiirler okumayı o kadar sever ki anlatamam... Ayrıca kimi maceralarında Marx’ın Kapital’inden pasajlar okuduğuna şahit olmuşluğum da vakidir. Çekici bir adamdır ne yalan söyleyeyim. Uzun bir tüfeği vardır lakin şiddet kullandığını pek gördüğümü söyleyemem. Tuhaf bir huyum vardır. Birini çok sevdiysem, kötü taraflarını nedense pek göremem. Ya da görmek istemem. Zaten son derece mantıklı ve soğukkanlı bir adamdır. Kibardır. Yardımseverdir. Maceraları insanı sürükler. Bitirmeden elimden bırakmak istemem. Neyse, saçıma fön çektirirken, Ken Parker'ın arka kapağını çevirdim bu kez. "Jack benden beterdir. Yine de şikayetçi değilim... Yanında gerçek bir erkek isteyen kadın, bedelini ödemek zorundadır!" diye, her macerasında olduğu gibi, gene kitabın içindeki cümlelerden bir alıntı vardı. Bayıldım. Hemen açtım ilk sayfasını. Okumaya başladım.

Bu macerada soygun olayları meydana geliyor. Ne gariplik var, olabilir diyebilirsin tabii. Dinle bak... Değişik bir soyguncu ile karşı karşıyayız bu kez. Çünkü soygunu yapan hırsız, her seferinde olay yerine bir şiir bırakıyor. Ne hoş! Yoo.. Hırsızlık yapması değil hoş olan tabii, şair ruhlu bir hırsızla karşı karşıyayız ya ilgimi cezbediyor. Bak şimdi... Maceradaki ilk soygundan sonra geriye bıraktığı şiir şöyle..

İşte size bir sürpriz!
Gülünüz doyasıya!
Faka bastırdım diye bozulmayın sakın ha!
Suç mahalini ardında bırakıp gitti işte
Tevazudan şaşmadan, naçizane kulunuz;
Beni mutlu kılmaya yeter de artar paranız!

Şahane değil mi? Peki imza ne biliyor musun? "Şair". Bayıldım valla Ken Parker'ın bu macerasına da gene! Ken Parker hırsızın peşine düşüyor her zaman olduğu gibi... İkinci soygunda bırakılan şiir ise şöyle:

Suç ortağım yoktur benim, çalışırım yalnız
Prensip sahibiyimdir lütfen emin olunuz!
Aldattım diye sizi samandan kuklalarla
Sanmayın başkasıyım, bu şiir kanıt ola!
Sabırla bekleyeceğim yeni arabaları!
İhmal etmeyin siz de, şairi aramayı!
Şair

Ken Parker işin içinde olur da mümkün mü hırsızın yakalanmaması? Mümkün değil tabi ki! Ama şimdi bu yazıda neler olup bittiğini açık etmemeliyim. Çünkü çok sürükleyci bir macera. Kitabın yarısına gelmiştim ki saçımın fön çekimi bitti. Kitabı bitiremedim ya içim içimi yedi. Ofise girdiğimde dedim ki "Kusura bakmayın. Ken Parker'ı bitirmeden kimseyi dinleyemem. Aklım macerada kaldı. Kitaptaki şair hırsızı çok merak ediyorum. Öğrenmeden işe mümkün değil girişemem!" Bizim ofisteki kızlar, anlam veremediler doğal olarak söylediklerime, aldırmadan daldım mutfağa... Kahvemi aldığım gibi gittim odama... Hemen oturup kitabı okumaya devam ettim.

Kitaptaki son şiir ise aynen şöyleydi:

Sordu çocuğun biri, ellerini açarak;
NEDİR ALTIN DEDİKLERİ?
Ne cevap verebilirdim?
Onun bildiğinden fazla değildi ki bildiğim!
Alamet-i farikamdı belki, zenginliğin sarı
kumaşıyla dokunulmuş
Ya da tebessümüydü göklerdeki Tanrı'nın
Belki de bir armağan, kaybolmuş bir anı
Bir köşesinde sahibinin ismi yazmalı!
Evet, işte asıl soru: ALTIN KİMDE KALMALI?
Düşündüm de şöyle bir, yeryüzünün tüm altını
olmalı benim; anlamını düşünmeden, çalmakla yetinmeliyim!
Şair

Bu son şiir farklıydı diğerlerinden... Ama neden? Aaa! Söyleyemem artık! Kitabı alıp okur cevabı merak eden? Sadece bu son şiirin meşhur Amerikalı şair Walt Whitman'ın bir şiirinin hırsızın şiirine uyarlanmış hali olduğunu söyleyebilirim. Böyleyken böyle işte.. Demek ki bu maceradaki şairimiz Walt Whitman öyle mi? Kimdir Walt Whitman peki? Ken Parker'ın en sevdiği şair... 1819-1892 yılları arasında yaşamış. Amerikan Edebiyatı'nın gerçek manada uluslararası üne kavuşmuş ilk şairi. İşte yukarıya fotoğrafını koydum. Ne tonton bir hali var değil mi? Resmi olarak eğitimine devam edemese de matbaacılık, gezici okul öğretmenliği ve gazete dergi editörlüğü yapmış. Nerden mi öğrendim bu bilgileri? Sanal ansiklopediden tabii... Sonra politikaya atılmış. Yurtsever biri. İnsanı, dostluğu, sevgiyi yücelten, düzeni eleştiren büyük bir şair. Çimen Yaprakları adlı eserindeki şiirleri o dönemden bu güne etkisini yitirmeden gelmiş. Haydi o zaman Ken Parker'ın sevdiği şairden bir ağıt yazayım. Şöyle:
Ön Bahçede Leylaklar Son Açtığında
Öt, öt, boz benekli kahverengi kuş,
Bataklıklardan, ıssızlıklardan, çalılıklardan söyle şarkını,
Alacakaranlıklardan, sedir ağaçlarından, çam ağaçlarından.
Söyle sevgili kardeş, tiz ötüşünle söyle,
İnsanın şarkısını, sonsuz üzüntülü bir sesle.
Ey akıcı, özgür, ince olan!
Ey ruhunu yıpratıp dağıtan
— Ey olağanüstü şarkıcı Yalnız seni duyuyorum —
gene de yıldız tutuyor beni (ama nerdeyse bırakıp gidecek),
Gene de leylak kavrayıcı kokusuyla tutuyor beni.
Walt Whitman
Çeviri: Memet Fuat
İşte bir çizgi roman okudum. Ve şahane resimler, sözler, dizeler arasında dans ettim durdum. Ben Ken Parker'ı çok seviyorum. Yokk... Tek macerası kesmedi beni... Eve gidince mutlaka bir tane daha okurum! Evet, evet... Mesela Evim Güzel Evim adlı macerasını tekrar okurum! Heyy! Bayılırım bu macerasına da.. Ken Parker ailesinin yanına döner. Anne ve babasını, çocukluk arkadaşlarını tanırız böylelikle... Haybeye yetişmiyor böyle erdemli biri. Çizgi romanlarda bile yani... Bu macerasını her ebeveynin okuması gerekir. Kesinlikle!

26 Nisan 2010 Pazartesi

"SÖZ" lü Kelime Ve Deyimlerle Bir Deneme Yazısı

Ah, keşke derdimi döksem sana... Sözümü kesmeden dinler misin? Söz veriyorum, çabuk çabuk anlatacağım, böylelikle anlatacaklarım hemen biter. Yok... Ama bak sözlerimi ağzıma tıkarsan, her bir şeyi anlatmadan gidemem, sözüm gece yarısına kadar sürer. Bak şimdi... Sözüm meclisten dışarı tuhaf biriyle tanıştım geçenlerde. Bu hafta buluştuk birkaç kere. Görmeden inanamazsın, hayatımda ben böyle birini tanımadım daha önce. Ay, nasıl söz ebesi biri anlatamam. Ne vakit bir araya gelsek ha babam de babam bir şeyler anlatıyor. Ben ise karşısında sus pus oturuyorum.. Ağzımdan tek söz çıkmıyor. Aslında ben de bir şeylerden söz etmek istiyorum söz etmesine fakat onun sözünün sonu bir türlü gelmiyor. Ayy, dayanamayacağım artık, zor tahammül ediyordum vallahi. Bu akşam pastanede buluşmak için sözleştik. Son olarak sözümü tutacağım... Sözleştiğimiz yere zamanında gideceğim. Kararlıyım ama bu kez sözümü esirgemeyeceğim. Gerekirse sözünü balla, olmazsa baldıranla keseceğim. Yoksa delireceğim valla! Of, nedir bu ya! Ben konuşacağım artık. Yeter! Boğazıma kadar geldi. Bak şimdi. Bir araya geldiğimizde hep o konuşuyor, ben tek bir şeyden söz edemiyorum dedim ya... Tuhaf biri sahiden, daha önce söz etmiştim onun tuhaflığından ayrıca... Ben anlatmadığım halde kendi özelimle ilgili her şeyi olduğu gibi biliyor. İyi de nereden bilebilir ki? Sürekli şaşırtıyor beni. Şaşırtmakla kalsa iyi ondan korktuğumdan bile söz edebilirim. Dostoyevski’nin ecinnilerine mi karışmış nedir? Ben kendime mahsus bir hayatım var derdim sözümona. Saklı gizli hiçbir şeyim kalmamış yaa... Nerden girdi ki hayatıma? Şimdi geçeceğim ayna karşısına, müsamereye hazırlanıyormuş gibi, ona nelerden söz edeceğimi teker teker prova edeceğim. Sözümü esirgememeye niyetliyim niyetli olmasına ama ya heyecanlanıp söyleyeceklerimi unutursam?.. Aslında bilirsin söz ebesi biriyim. Bıcır bıcır konuşurum şimdi olduğu gibi. Bu tip durumlarda aklımdaki fitnelerle fücürleri dans bile ettirebilirim sözgelimi. Kararlıyım. Söz verdiğim gibi gideceğim pastaneye. Önce şekersiz zehir gibi bir kahve içeceğim. Şekersiz, zehir gibi kahve içince zihnim açılır nasılsa. Zihnim açılınca dilim de açılacaktır dolayısıyla. Tüm hiddetimle, şiddetimle, şerrimle sözümü esirgemeyeceğim. Evet... Kararlıyım. Ne derse desin sözünü dinlemeyeceğim. Hep ben konuşacağım artık heep beenn!.. Yok, beni alt eder de sözü ele geçirirse gene… Sözümü tutacağım. Adını anmayacağım bundan böyle!…
NOT.... Ben ne yazıyorum deminden beri kuzum? Deneme yazısı yazacağım diye kendimi heba ettim. O kadar komik geldi ki yazdıklarım içimdeki kahkaha efektinin düğmesine basılmış gibi hissettim. Yok ben burada bu deneme yazısını keseyim. Gidip kendime portakallı bir çay demleyeyim. Çünkü.. Çünkü… Bu kadar saçmalanmaz artık. Haklısın. Senin yerine ben söyleyeyim. Biliyorum işte tam burada... Burada... Sözün bittiği yerdeyim.

Sevdiğim Şairin Hayatındaki Kadınlar ve Şiirleri

"Aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir!" diyen bir şairdir Nazım Hikmet. "... Ve çok şükür aşığım. Bu aşk mistik manada felan değil. Platonik aşk değil. Her birine ayrı ayrı pratik tezahirleriyle faal bir aşk... Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarla insana, her tek ağaca, bütün ormana, tek bir düşünceye, fikre, birçok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir." Bu sözlerin sahibi bir şair, doğal olarak yaşamı boyunca pek çok kadına aşık olmuştur. Üstelik kimi kez sadece kendisinin aşık olması yetmiştir Şair'e. "... Yani sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı? / Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık /yahut hiç sevmeseydi /Tahir ne kaybederdi Tahirliginden? /Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da / hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil." diyen sevmeye sevdalı bir şairin hayatına giren kadınlar kimler? Bildiklerime birlikte bakalım mı?

Nüzhet - (İlk büyük aşkı ve ilk eşi)

Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeliaçan bir ev.

Piraye ( 2. eşi )

KARIMA MEKTUP
Bir tanem! Son mektubunda:
"Başım sızlıyor yüreğim sersem!"diyorsun.
"Seni asarlarsa seni kaybedersem"diyorsun"
yaşayamam!"
Yaşarsın karıcığım
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlardaölüm acısı.
Ölüm bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlürazı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili
zavallı bir çingenenin
kıllı siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklarNazım’a!

Münevver (3. eşi)- (Tek çocuğu Mehmet'in annesi)

Sen
sen esirliğim ve hürriyetimsin,
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
sen büyük, güzel ve muzaffer
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...

Galina (Hem doktoru hem sevgilisi hakkında şiir yazmadığı tek kadın.)

Vera'dan önceki sevgilisi doktor Galina büyük samimiyetle "Nazım beni terk etmese 20 yıl daha uzun yaşardı" demiş ve şu cümleyi eklemiş: "...ama şiir yazamazdı..."


Vera (4. ve son eşi)

Saman Sarısı
Seher vaktı habersizce girdi
gara ekspres kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı


Nazım Hikmet'in gene bir kadına yazdığı tahmin edilen, Bir Ayrılış Hikayesi adlı şiiriyle yazıya son vereyim istedim:
BİR AYRILIŞ HİKAYESİ
Erkek kadına dedi ki:/-Seni seviyorum, / ama nasıl, / avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp / parmaklarımı kanatarak/kırasıya/çıldırasıya.../Erkek kadına dedi ki:/-Seni seviyorum,/
ama nasıl,/ kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,/yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,/yüzde hudutsuz kere yüz.../Kadın erkeğe dedi ki:/-Baktım /dudağımla, yüreğimle, kafamla;/severek, korkarak, eğilerek,/dudağına, yüreğine, kafana./Şimdi ne söylüyorsam/karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana../Ve ben artıkbiliyorum:/Toprağın -yüzü güneşli bir ana gibi/ -en son en güzel çocuğunu emzirdiğini../Fakat neyleyim/saçlarım dolanmış/ölmekte olan parmaklarına/başımı kurtarmam kabil değil! / Senyürümelisin, yeni doğan çocuğun /gözlerine bakarak.. / Sen/
yürümelisin, / beni bırakarak.../Kadın sustu./SARILDILAR/Bir kitap düştü yere.../Kapandı bir pencere.../AYRILDILAR...

25 Nisan 2010 Pazar

1. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri 2010

Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) yakından takip ettiğim bloglardan biridir. 23 Nisan 2006'da memleketimizde çizgi roman adına yeni ve kalıcı işler yapmak niyeti ile bir araya gelerek kurulan Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP), 4. yaşlarını çizgi roman dünyasında kalıcı olacak bir hediyeyle kutlamak istiyorlar. Bu yıldan itibaren gelenekselleştirmek istedikleri bir ödül başlatmak niyetindeler. 1. TÜRK ÇİZGİ ROMAN OKURLARI ÖDÜLLERİ . Beykoz Doğa Koleji'nin plaket ve ulaşım giderlerine sponsor olduğu bu ödüllere yoğun bir katkı bekliyorlar. Çizgi roman seven biri olarak ÇROP'u daima okur, çizgi roman ve gençlik için yaptıklarını gıptayla izlerim. Şimdi çizgi roman okuru olan herkesi bu oylamaya davet ediyorlar. Ve geçmişte kalan bir sloganlarını güncelleştirerek şöyle diyorlar: "Çizgi Roman Sanatına Sahip Çık!" 1. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri 2010'a katılmak için BU LİNKİ kullanabilirsiniz.

Narla Çörekotuna Gazel!

Çocukluğumda hatırlarım, annem evin bereketini arttırmak niyetiyle, odaların muhtelif yerlerine çöre otu serperdi. Özellikle kapı girişlerine. Daha sonraları, kimi zaman bize gelince de yapardı bunu. İstemezdim yapmasını aslında, ama sesimi çıkarmazdım. Annem bizden gidince, yerlere serptiklerini hemen süpürür silerdim. Fare pisliği sanılır zannederdim. Gençlik işte. Öyle Uzakdoğu felsefesi Feng Shui’ye göre, mor renk mum evde zenginlik ve bereketi artırır diyenlerden değilim. Pek ilgilenmem Uzakdoğu felsefeleri ile. Ama düşünüyorum da şimdi, annemin serptiği çöreotları serpildikleri yerde kalsalardı keşke. Ne olacaktı ki öyle değil mi? Şimdi çöreotları nereden mi aklıma geldi? Bilge Karasu’nun “Narla İncile Gazel” kitabını okuyordum. Yazar annesinin narla evin bereketini artırma törenini şöyle anlatıyordu:

“Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine… Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra,narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi.Topladıktan sonra söylerdim anneme,sevinsin diye.”

Şimdi anneme ve annemle aynı yıl öte dünyaya giden Bilge Karasu'ya bir rahmet göndereceğim önce, sonra çöreotu sepeceğim evimin en mütena köşelerine. Kış gelince de eve girerken bir gün nar atacağım yere, bütün gücümle, parçalanıp iyice dağılsın diye... Her ikisini de yapacağım anneleri sevindirmek niyetiyle. Kaç kere tecrübe ettim biliyor musun, bereket gelir eve, anneler sevinince.

23 Nisan 2010 Cuma

Tablolardan Çıkarılan Film Gibi Hayatlar

Müzeleri veya sanat galerilerini dolaşmayı sevenlerle keşke bir araya gelebilsek! Otursak şöyle karşı karşıya. Duygularımızı birbirimize anlatabilsek. Resmedilen insanların hayat hikayelerini, acaba benim gibi merak ederler mi? Kimdir bu resimleri yapılan insanlar? Herbiri gerçekler mi? Sahiden bizden önce hayat vardı öyle mi? Yoksa resmedilip anlatılanlar hep varsayımlar ve hayaller mi? Bizden sonra halen olacak mı yaşam? "Olacak tabii" diyorsun biliyorum ama daha nereye kadar? Tablolara bakarak dolaşırken o kadar çok hayallere dalarım ki, bazan tablolarda resmedilen kişiler, Kara Kitap'taki Galip'in gölgesi gibi sanki beni takip ederler. Neyse. Devam edersem eğer bu minvalde, bu yazı uzar uzar gider.

Diğeceğim o ki... Bugün gene kitaplarıma göz atıyordum. Uzun zamandır elime almadığım Nedim Gürsel'in Resimli Dünya adlı romanını farkettim. Çöktüm koltuğa... Başladım kitabın satır aralarında dolanmaya... Yazar ilk sayfalarda "Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro" dan bahseder. Daha doğrusu romanın kahramanı sanat tarihçisi ve manzara ressamı Kamil Uzman'ın ağzından olayları nakleder. Venedik'tedir... Sevdiği bir ressamın izini sürmektedir. Bu arada gördüğü bir tablo, ona Kraliçe'nin tablosunu anımsatır. Tabloyu şöyle tasvir eder: "Ressam siyah fonun üzerinde kahverenginin bütün tonlarını denemişti. Sarı ve kahverenginin. Kraliçenin kahverengi giysisi, göğüslerin hemen altından beli sıkan siyah kordonuyla bir zırhı andırmaktaydı. Tehlikedeymiş gibi. Sanki canına kastetmişler, onu hançerlemek için tuzak kurmuşlardı. O da, zırha bürünmüştü işte, inci kolyesi, küpeleri, tacı ve beyaz tenin üzerinde parıldayıp duran mücevherleriyle hala bir kraliçeyi andırsa da." Saraya gecenin sessizliğinde giren hainler, kraliçe dairesinin önündeki silahlı nöbetçileri etkisiz hale getirirler. İçeri dalarlar. Onaltısındaki dul kalan kraliçenin üzerine çullanırlar. Kraliçe hamiledir. Kraliçenin yeğenini ve doktorunu oracıkta, Caterina'nın gözü önünde doğrarlar. Bir anda kan gölüne döner ortalık. Şimdi bakar mısın, şu yukarıdaki tabloyu gören birinin aklından, bu tabloda resmedilen kadının hayatı hakkında böyle bir hikaye geçebilir mi? Zannetmem. Daha evliliğinin bir yılı dolmadan kocasını kaybedip hamileyken dul kalan kraliçe 500 yıl önce gerçekten yaşamış bütün bu olanları... Düşünsene... Yani bu tablo tam 500 yıllık. 500 yıl önce yaşamış ve çok hazin bir öyküsü olan kraliçenin bu tablosunun önünden şimdiye kadar milyonlarca kişi gelip geçmiştir. Mümkündür ki pek çoğu şöyle bir göz atmışlar, belki pek çoğunun ilgisini bile çekmemiştir. 500 yıl önce yaşamış ve hazin bir öyküsü olan "Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro"nun öyküsü işte böyleymiş. Peki kraliçeyi sanatıyla ölümsüzleştiren ise kimmiş biliyor musun? İstanbul'a dek gelip Fatih Sultan Mehmet'in portresini yapan, Gentile Bellini. Ne yaşamlar var değil mi? Aynen bir film gibi...

Türkülerin Menziline İlk Giriş

Hani anlatıyordum ya... Evet, bu yaştan sonra heves edip bağlama kursuna gitmeye niyetlenmiştim. Bir önceki yazımda benim onu değil, bağlamamın beni nasıl seçtiğinden uzun uzun bahsetmiştim. Tamam… Sonra… Adına Gönül koyduğum bağlamamı attım omuzuma… Düştüm yola… Nereye mi? Sorulur mu? Tabi ki bağlama kursuna. Koşturdum. Koşturdum. Sınıfın tam kapısına vardığımda nefes nefese kalmıştım. Çok geç kalmıştım çook. Herkes sınıfa girmiş, sınıfın kapısı çoktan kapatılmıştı. Bir süre kapının önünde beklemiştim. Orada.. O kapının önünde… Vazgeçip vazgeçmeme konusunda kendimle epeyce mücadele vermiştim. Aslında çok utanıyordum biliyor musun? Hem bu yaştan sonra bağlama çalmaya heves etmek utandırıyordu beni. Hem de düşününce, Karacaoğlan’dan Aşık Veysel’e, Özay Gönlüm’den Neşet Ertaş’a veya Musa Eroğlu’na kadar pek çok bağlama çalan erkek geliyordu gelmesine aklıma ama bir tane bile bağlama çalan kadını gözümün önüne getiremiyordum. Ayrıca daha ilk dersten çok geç kalmıştım. Kendimi o kadar mahcup hissediyordum ki anlatamam. Çok! Bazen içimde iki tane ben taşıdığımı düşünüyorum biliyor musun? Bir tarafım “Utanma, aç kapıyı, gir içeri!” diyordu. Diğer tarafım ise “Ne işin var bağlama kursunda kadın? Dön git işine!”diyordu. Ben birini dinledim. Cesaretimi toplayıp içeriye girdim. O ne? Gözlerime inanamadım. Tamam. Sınıfta kızlı erkekli kursiyerler vardı ama… Asıl güzel olan neydi biliyor musun? Bağlama öğretmeni bir kadındı. Mehtap Hoca! Heyy! Ben sınıfa girdiğimde bağlamayla bir türkü çalıp söylüyordu. Ellerimi amen yapar gibi göğsümün önünde birleştirdim. Sessizce “özür dilerim.” dedim. “Dert etme” der gibi başını salladı. Yerime geçtim. Oturdum. Allahım Mehtap Hoca nasıl güzel bir türküyü çalıp söylüyordu anlatamam! Dinledikçe tüylerim diken diken olmuştu. Hem bağlamanın sesi hem de türkünün nağmesi çok etkilemişti beni. "Lambada titreyen alev üşüyor... Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban... " Vay canına sayın seyirciler!.. Nasıl damardan bir türküydü bu böyle. Dinledikçe resmen içimi acıtıyordu. Aynı şeker kırığı gibi... "Tabiblerde ilaç yoktur yarama... Aşk deyince ötesini arama... Her nesnenin bir bitimi var ama... Aşka hudut çizilmiyor Mihriban..." Yeminle şeker kırığının dile batması gibi bu türkü yüreğime batıyordu. Acıtıyordu. Ama türküyü dinledikçe... dinledikçe... Şeker eriyor... eriyor... Türkünün bitimiyle acı sona eriyordu. Bu türkü insana aynen böyle bir his geçiriyordu. Eğildim elimdeki bağlamamın kulağına… Dedim ki usulca “İyi ki vazgeçip dönmemişiz gerisin geriye Gönül! İyi ki! Türkülerin meziline girelim bir hele… Bakalım ne hisler öğreneceğiz türkülerle!” Yaa, böyleyken böyle işte.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Dur, Bi Dinle!.. Anlatıyorum İşte...

Yukarıdaki fotoğrafta nazlı nazlı yatan kız kim biliyor musun? Benim "Gönül". Bağlamam. Adını Gönül koydum. Bak şimdi… Müzik evine bağlama alma niyetiyle gitmiştim. Envai çeşit bağlama vardı tabi. Kimini elime almıştım. Kimine uzaktan bakmıştım. Nedense hiç biri içime sinmemişti. Tam bağlama almaktan vazgeçip, dışarıya çıkıyordum ki, onu gördüm. Tüm bağlamaların arkasında, akça pakça ve kızıl saçlı bir güzel adeta bana bakıp muzipçe tebessüm etti. O, tebesüm edip gülümseyince bana, bir an elime almaktan korktum da, görevliye o bağlamayı işaret ettim. Görevli bana tebessüm ettiğini düşündüğüm bağlamayı, gizlendiği yerden çıkarıp verdi. Görevli bağlamayı gizlendiği yerden çıkarıp bana verince, inanmayacaksın biliyorum gene, bağlamanın sapından resmen elime bir enerji geçti. O enerji sanki gitti gitti gitti de, gönlüme çöreklendi.. Evet.. Evet.. Sahiden çöktü kaldı gönlümde... Diyebilirim ki hatta, olduğu yere bağdaş kurup oturdu ve yerleşti. Bağlamanın sapından elime geçen enerji, gönlüme çöküp yerleşince, bu bağlamadan vazgeçemedim işte. Dedim ki görevliye :" Ben bu bağlamayı alacağım!" Bağlama almak amacıyla gittiğim müzik evinde, çok sayıda bağlamaya bakıp bakıp bırakmıştım yerine. Sahiden hiç biri içime sinmemişti. Hatta bağlama almaktan nerdeyse vazgeçmiştim. Bu bağlamayı ise inan ki ben seçmedim. Adeta o beni seçti. Yemin ediyorum resmen karşıdan bana bakıp gülümsedi. Bana gülümseyen bağlama, bağdaş kurup yerleşince gönlüme, kulağına eğilip, sessizce "Gönüül" diye seslendim. Tam kulağına eğilip, nedense "Gönüül!" diye seslenince, parmağım değmedi mi bağlamanın tellerine? Parmağım değince bağlamanın tellerine, bağlamanın tellerinden bir ses çıktı tabi ki... Bağlamanın tellerinden ses çıkacaktı elbette. Ama bu ses farklıydı diğerlerinden. Nasıl anlatsam sana? Biliyorum gene inanmayacaksın bana. "Bağlama canlı mı?" diyeceksin hatta... İster inan, ister inanma... Çıkan ses resmen "Al beni!" dedi. Dayanamadım aldım ve bağlamamın adını Gönül koydum. Sonra mı? Dur, bi dinle!… Anlatıyorum işte…

Şövalye İlan Edip, Zararsız Tatlı Yapmak



Bak ne diyeceğim sana. Bugün senle şöyle şahane bir sütlü tatlı yapalım mı, ne dersin? Tavuk göğsü mesela. Hakikisi değil, çakma tavuk göğsü olacak ama... Hem yapımı çok kolay, hem de malzemesi her evde vardır mutlaka. Zararlı mıdır? Kilo mu aldırır? Benim yaptığım yemeklerin zararlı olması ve kilo aldırması mümkün değil! Bak şimdi...

1 kilo süt ile 1 paket vanilyayı tut bir kenarda. Başka? 2 parmak tereyağ, 1 bardak un, 1.5 bardak toz şeker. Yağ, un, şeker. Bu üç malzeme için doktorlar "Çok zararlıdır, aman ha uzak durun, yemeyin!" derler. Derler de ayıp ederler! Haksızlık gibi gelir bana. Hiç kıyamam ki ben onlara. Bu nedenle ne zaman yağ, un, şekeri aynı yemekte kullanmaya kalksam, başlamadan evvel, bir tören düzenlerim mutlaka. Nasıl mı? Bak, şöyle: Önce geniş metal tası takarım başıma. Kendimi mutfağın kraliçesi farzederim. Sonra yağ, un ve şeker'i alırım karşıma, herbirini önümde diz çökmüş asilzadeymiş gibi hayal ederim. Uzun bıçağı alırım avucuma, - atalarımdan miras kalan kutsal bir kılıçmış güya - her üç asilzadenin, üç defa dokunarak omuzlarına: "Mutfağımın kraliçesi olarak, sizi şövalye ilan ediyorum! Bundan sonra insanlığa zararlı mikroplarla ve kötü duygularla savaşacaksınız!" derim.

Şimdi söyler misin lütfen, şövalye ilan edilen 3 silahşörler, yani yağ, un ve şeker, artık zarar verebilir mi insana? Veremezler! Çünkü şövalyeler kötülük edemezler. Bilakis vücuttaki zararlı mikroplar ve hastalıklarla mücadele ederler. Hatta gerekirse emir veririm , fazla kilolarını bile eritebilirler! Savaşçıdır onlar, savaşçı! Dinleyip de söylenenleri, zararlı yiyecekler deseydim her üçüne birden, baştan kaybedecektim. Bense kutsayıp, yüceltince, üstüne bir de şövalye ilan edince yağ, un ve şekeri, kötülüklerle mücadele edecek 3 savaşçı kazandım. İşte doğrusu da bu zaten! Tamam, şimdi gönül rahatlığı ile tavuk göğsünü yapacağım. Bak şimdi...

Önce yağı erittim bir tencerede, 1 bardak un ekledim. Olsa, bir kaşık nişasta koyacaktım. Yoktu 1 kaşık daha un ekledim. Unu biraz çevirdim yağın içinde, 1.5 bardak toz şekerini ekledim. Tamam 3 silahşörlerin işi bitti. Bir dördüncü kişi daha var aslında bu hikayede. Bilirsin canım, Dartanyan! Haydi Dartanyan yaptım sütü de. Dartanyan'ı da 3 silahşörlerin yanına kattım. Bir paket vanilya ekledim. Karıştıra karıştıra, muhallebi olana kadar pişirdim. Ocağı kapattım.

Muhallebi kıvamına gelen karışımı, 5 dakika kadar mikserle çırptım. Çırparken hamurun üzerinde oluşan helozonlara baktım. Bu arada hayal dünyama dalmışım: 3 Silahşörler hikayesinin başında, Artos, Portos ve Aramis kızgındırlar ya Dartanyana. Düelloya davet ederler. Tam düelloya başlayacakken, Kardinal'in adamlarının saldırısına uğrarlar. Dartanyan da 3 silahşörler tarafı olur ve düşmanlara karşı bizim silahşörleri korur. Bu olaydan sonra, düşmanlıklarını unuturlar, dördü can ciğer arkadaş olurlar! Ben bunları hayal ederken bir baktım, süre dolmuş. Hemen çırpmayı kestim. Bir cam tepsiyi ıslattım önce, sonra muhallebimi içine döktüm. Bir kenara soğumaya bıraktım ki, kulaklarıma inanamadım şöyle bir ses duydum: "Birimiz hepmiz için, hepimiz birimiz için! " Aman, ne mutlu oldum. Soğuyunca, üzerine o leziz kokulu tarçından döktüm! Tamam! Bitti işte!

Bak ayıplama beni kendi pişirdiğini kendi methediyor diye ama şahane oldu tavuk gögsüm gene. Bu tatlıyı özellikle maç akşamları yaparsam eğer, bizim evin trübünlerindeki misafirlere ikram ederken, emir veriririm bizim şövalyelere: "Lütfen, sükünet ver yenilenlere! derim. Hemen, özellikle yenilen takımın taraftarlarının ellerine bir parça tavuk göğsü veririm. Bu tatlıyı yiyenler, takımı yenilmesine rağmen ne derler biliyor musun? "Birimiz hepimiz için! Hepimiz birirmiz için! Yenilmek nedir ki? Maksat spor olsun, sizin takıma da, bizim takıma da helal olsun!" derler! Yaa! Emir verirsem eğer 3 silahşörlere, fanatikleri bile olmayacak durumda mutlu ederler!... Yazdığım tam ölçüsüyledir ha! Sakın sadece nağme yazıyorum sanma! Afiyet olsun!

20 Nisan 2010 Salı

Wall Street Journal'den Dede Korkut'a

Gazetede “ABD'de çocuklara ünlü markaların isim olarak verilmesi akımı başladı.” diye bir haber okudum. "Yok artık, daha neler?!.." deyip, şaşkınlıkla okumaya devam ettim. Wall Street Journal gazetesinin Amerikan Sosyal Güvenlik İdaresi verilerine dayanarak hazırlanan habere göre diye devam eden yazıda, kızlar için en gözde isimler arasında, lüks Japon otomobilleri Lexus ve İnfiniti, İtalyan moda markası Armani, Fransız modaevi Chanel, Amerikan lüks mallar zinciri Tiffany ve Fransız kozmetik firması Loreal önde geliyormuş. Erkek çocuklara verilen isimler neymiş biliyor musun? Fransız mücevherci Cartier, Fransız modaevi Dior, Amerikan ayakkabı firması Timberland ve İrlandalı bira üreticisi Guiness veriliyormuş. Vallahi şaka yazmıyorum. Tamamen sahi… Peki neymiş bunun sebebi? Aileler çocuklarına taktıkları ilginç isimlerin statü sembolü olacağını düşündüklerini ya da onlara güç vereceğine inandıklarını söylemişler. İnanlılır şey değil!.. Hayret edilecek şey vallahi!

Şimdi, "ne alaka?" demezsen bana, aklıma ne geldi biliyor musun? Hani eski Türkler zamanında, aileler fikrine itibar ettikleri, hürmet ettikleri büyüklerden isim isterlermiş ya!. Nasıl mı? Dede Korkut Hikayeleri’nden biri olan Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikayesini duymadığını sakın söyleme... Hep okuturlar ya Edebiyat derslerinde… Hani hayalimizde canlandırdığımız en davudi sesleriyle, “Dede Korkut gelsin, boy boylasın, soy soylasın bu çocuğa bir ad koysun!” demezler mi? O zamanlar aynı kızılderililerde olduğu gibi, çocuğa isim konması için, çocuğun bir kahramanlık yapması yada bir fark yaratması beklenirmiş. Bayındır Han’ın oğlu, diğer arkadaşları kaçarken, meydan okuyup, boğayı alt edince, Dede Korkut gelmiş meydana... 'Ak Meydanı'nda bu oğlan savaş etmiş, bir boğa öldürmüş. Oğlunun adı Boğaç olsun. Adını ben verdim, yaşını Allah versin.' diyerek, isim koyma merasimini bitirmiş. Keşke şimdi de isimler böyle verilse! Peki ben şimdi durup dururken, Amerika'daki çocuk isimlerinden, nasıl ışınlandım taaaaa Dede Korkut devrine kendi kendime! Ne bileyim? Olduğum yerde birden ışınlanıverdim işte!