31 Ocak 2018 Çarşamba

Karikatür Betimleme 2-


Dün gece Şenol Bezci'nin karikatürünü betimleyip, görmeyen arkadaşlarıma mesaj atmış, anlaşılır olup olmadığını sormuştum. Sabah Mahmut'tan mesaj geldi. "Fiziksel durumlarını daha çok betimleyebilirsin. Mesela telaşlılar mı?" dedi. Arkadaşlarım yanımdayken betimlemenin daha kolay olduğunu anladım. Çünkü, bana sordukları sorulara göre anlatabiliyorum. Olsun, vazgeçmek yok.  Hemen  Mahmut'un direktifleri doğrultusunda betimlememe ilaveler yaptım.

"Bu karede, insanlar sağa sola yürüyorlar. Kiminin  başı eğik, kimi sırtını kamburlaştırmış. Hiç birinin yüzü gülmüyor. Mutsuz görünüyorlar. Tepkisizler. Telaşsızlar. Her birinin ya elinde ya boynunda denizde boğulmamak için  kullanılan can simitleri var. "

Mahmut'la sıkı bir mesajlaşmadan sonra, Şenol Bezci'nin yukarıdaki karikatürünün betimlemesini son duruma getirdik:

" Bu karikatürde konuşma baloncuğu yok. Sözsüz bir karikatür. A 4 büyüklüğünde bir zemin üzerinde farklı yönlere dönük insanlar var. Ayakları adım pozisyonunda, yüzlerinde dalgın bir ifade, kafalar öne eğik, kiminin elinde, kiminin boynunda can simitleri var."

Mahmut'a, görmeyen birine bir karikatürü betimlerken neye ihticım olduğunu sordum. 

"Göz ne görüyorsa, yorum ya da duygu katmadan anlatmak yeterli." dedi. "Baktığın gibi anlatırsan sanatsal betimleme, gördüğün gibi anlatırsan yalnızca betimleme olur. Ve sanatsal betimlemede mutlaka ama mutlaka kişisel izlenimlerin bulunduğu yorum vardır. O da ister istemez sinestezi mekanizmasını çoğu zaman olumsuz yönde etkiler" deyince, gene sineztezinin karşıma çıktığını anladım. Dedi ki Mahmut:

"O zaman sinestezi ile ilgili küçük bir tanım yapayım. Duyu organlarının işlevini duyudan algıya geçerken değiştirmek. Mesela kulakla görmek." 


(Nefise'nin kocası, Burak'ın babası.
Arkadaşım. Akıl hocam.
Boğaziçi Üniversitesi'nde Psikoloji okudu. 
Devlet Hastanesi'nde çalışıyor.
Deli Filozof
Çılgın öğretmen.
Beyaz baston eğitiminden tutun da, bilgisayar, kişisel gelişim, hukuk, psikoloji,
yabancı dil ve akla gelecek her konuda eğitim veriyor.)


Karikatür Betimlemeye Giriş



1- Görme engelli arkadaşlarıma sinemada film betimleme yaptığım gibi,  bazan bir arada olduğumuzda karikatür de betimliyorum. Bu kez yanımda değillerdi. Az önce Şenol Bezci'nin yukarıdaki karikatürünü  betimleyip, Pınar'a, Esra'ya, Bahar'a ve Mahmut'a  vatsaptan gönderdim. Yazdıklarımdan, karikatürün anlaşılır olup olmadığını sordum. Karikatür betimlemem şöyleydi:

"Bu karede, insanlar sağa sola yürüyorlar. Belli ki hayat gailesi içinde ömürlerini geçiriyorlar. Hiç birinin yüzü gülmüyor. Mutsuz görünüyorlar. Her birinin ya elinde ya boynunda denizde boğulmamak için  kullanılan can kurtaran simitleri var.  Can simitleriyle dolaşıyorlar."

Saat gece yarısını geçmişti. İlk yanıt Pınar'dan geldi:

"Ben Antalya'da Görme Engelliler Satranç Turnuvası'ndayım. Betimlediğin karikatürü anlayabildim. Lakin yanımda gören arkadaşlar var. Onlar görmeden bir şey  anlamıyorlar. Bana karikatürü gönderir misin? Görsünler de anlasınlar:) " diye  gülerek sesli  mesaj gönderdi. 

Çok sevindim. Hemen bu kara mizah tadındaki karikatürü Pınar'a gönderdim. Diğer yorum mesajlar da gelsin. Karikatür betimlemeye ara ara devam edeceğim. 

28 Ocak 2018 Pazar

Bale ve Övünme ve Nasıl Denirdi?


Ömrümde baleyi sahnede  hiç seyretmemiş biri olarak, ilk kez Bolşoy'da bale seyretmek kesinlikle feleğin koca bir kıyağı bana.  Çok tekkür ederim.

Aklı Kill Bill'le çalışan bencileyin birinin fikri baleye işlemezdi elbette... Lakin bakmayın, son zamanlarda baleyle ilgilendikçe döğüş sporlarının baleyle benzerliğini çakmış vaziyetteyim. Yoksa "kelebek gibi uçarım arı gibi sokarım"demezdi Mehmet Ali  Clay herhalde...
Benim baleyle ilgim bir telefonla başladı. Adının Bahar olduğunu, psikoloji bölümünde okuduğunu, okulda romantik müzik dersi aldığını, konu baleye gelince, her ne kadar hocası anlatmaya, hatta hareketletleri yaptırarak izah etmeye çalışsa bile kendisi gibi doğuştan körlerin betimlemeyle bale seyredip seyremeyeceklerini merak ettiğini, Esra'nın benden bahsettiğini, Esra'nın benimle nasıl sinemaya gittiğini, benim filmleri betimlediğimi, belki bale betimleme konusunda kendisine yardım edebileceğimi,  iknası leziz  tatlı mı tatlı bir ses tınısıyla bir çırpıda anlatınca, cahil cesaretiyle, aaaa olurrr, yaparız birlikte, deyivermiştim. Balenin besinden anlamam demek hiç aklıma gelmemişti.

Neler yaptık Bahar'la? Buluştuk önce... Sanırım anlatmıştım Hayal Kahvem'de. Dahasını da... Du bakalım...  Anlatırım bir ara.

Valla hemen yazmadan edemedim. Ben az önce Moskova'da, dünyanın en meşhur tiyatro salonu olan Bolşoy'da, ucuz olsun diye dördüncü kattaki balkonun yan koltuğunda (kalan üç biletten biriydi ayrıca:), Puşkin'in yazdığı, Çaykovski'nin müziklediği ünlü Onegin balesini seyrettim.

Havamı atarım arkadaşım. Ne yapayım yani? Baleyi ilk kez sahnede seyrettim. Evet. Kabul ediyorum. Şu anda gösteriş yapıyorum, övünme gibi yersiz davranışta bulunuyorum. Ne denirdi buna bizim dilde? Aaaa! Çok acayipmiş. Sonradan görme!

27 Ocak 2018 Cumartesi

Yalanım Yok, Hayalim Çok


Erhan abi, sigarasından derin bir nefes çekti, dumanını hohlaya hohlaya havaya savurunca, Zagor maceralarındaki kızılderililerin dumanla haberleşmesi gibi irili ufaklı halkacıklar rüzgarın ritmiyle uçuşuverdi. Tabağında duran bardağı ince belinden kavradım. Çayımı hüpletirken, son yıllarda pala bıyığıyla sakalı iyiden iyiye aklaşan Erhan abinin gözlerinin içine merakla baktım. Eee, sonra ne oldu abi, diye sordum. O zamanlar küçük şehirlerde kız arkadaşımla bir otele gidip kalamazdım, diye kaldığı yerden devam etti. Hele Anadolu'daki kasaba otellerinde falan hiç mümkün değildi. İyi ama bizim şantiyeler hep taşrada. Eee, İstanbul'dan kız arkadaşım geliyor. Gönül'le sonra evlendik lakin o zamanlar  bekarız. Her otelde evlilik cüzdanı soruyorlar.  Ne yapacaz?

Bıyıklarını burarak muzip muzip gülümsedi.  Kaçın kur'asıyız kızım biz. Bulmuştum bir numara elbette, diye sözlerine devam etti. Resepsiyona koltuğumun altında seccadeyle girip, önce kıblenin yönünü soruyordum. Vakit kaçmasın, hemen namazımı kılayım, sonra yengenle kalacağımız bir oda verirsin, diyordum. Resepsiyon görevlisi, abi kıble şu tarafta, isterseniz odanızın anahtarını vereyim, namazınızı odanızda kılarsınız, diyordu. Evlilik cüzdanını ya sormayı unuturlar ya da  böyle dini bütün insanlarda sahtekarlık olmaz diye düşünüyorlardı. Gönül'le arada yad ederiz o günleri... Hey gidi gençlik, deriz. Ne muhteşem günlerdi.

Moskova'da bir kurumsal müşterimin şantiyesindeydim. Erhan abi'yi yıllardır tanırım. Tatlı ve muzur bir abimizdir. Anılarını defalarca, ama her seferinde ilk kez duyuyormuşum gibi dinlemişimdir. Hele Gönül ablayla yaptıkları kaçamaklarla ilgili muhabbetine hiç doyamam.

Diyeceğim odur ki; bir ay önce bir müşterim Moskova'nın kuzeyinde  şantiye kurunca, mühendislik sigortalarının risk değerlendirmesini yapmak amacıyla şantiyeye gitmiş, ertesi gün dönmüştüm. Moskova'yı gezme fırsatı bulamamıştım. Cuma günü şantiyede makine kazası olduğu ve iki işçinin yaralandığı haber verilince ilk uçağa bilet aldım. Hemen valizime bir kaç eşya attım. Tam evden çıkarken, hayal kahvem'deki hayalim aklıma geldi. Yooo, dedim. Yok artık. Nasıl yani?

Biliyorum inanmayacaksınız bana. Lakin yalanım yok hayalim çok. Vallahi ben bugün Puşkin Müzesi'nde Vincent Van Gogh'un Hapishane Avlusu tablosundaki mahkumları ve o kasvetli dünyanın içinden göğe doğru yükselen iki beyaz kelebeği gördüm.

Not- Yazıyı hızlı hızlı telefonumdan yazdım. Memlekete dönünce güzelleştirip servise sunacağım. Şimdilik durum böyleyken böyle diye haber edeyim dedim.  Soranlara gurbetten mahsus selam ederim.




26 Ocak 2018 Cuma

Anlatınca İnanmayacak Kimse. Gene Yol Göründü Gurbete:)


Hayal Et Olur Elbet:)



Müşterim, yarın Bodrum'a gideceğim, Beyoğlu'ndaki tarihi evin restorasyonu bitti, sigorta poliçesini düzenlemeden önce gelip görmem gerekiyor demiştiniz, mümkünse bugün gelebilir misiniz, diye telefonda sorunca, kendimi tutamadım,  heyyy, yaşasın, diye bağırdım. Hayırdır, niye bu kadar sevindiniz, dedi. Yalan söyleyecek halim yok, Loving Vincent'ı seyretmek istiyordum. İstanbul'da bir kaç sinemada oynatılıyor. İstanbul'a gelmem için nedenim oldunuz. Teşekkür ederim, dedim. Güldü. Ben de sigorta  işi çıktı diye sevindiniz sandım, dedi. Az kalsın, bir taşla iki kuş vuracağım, diyecektim ki, vazgeçtim. İlla atalar söyledi diye, her söylediklerini beğenecek değilim. Misal, bu atasözünü hiç  sevmem. Dilimin ucuna gelen sözü arkaya ittim, hem evinizin sigortası,  hem film için sevindim dedim.

Çok şükür hayalim gene tuttu... Bugün İstanbul'a gittim. Müşterim tarihi bir evi, restore ederek İstanbul'a kazandırdı. Kendisine minnettarım. Evin fotoğraflarını çektim, yangın sistemini inceledim. Bilgileri çalıştığım sigorta şirketine ilettim. Sonraa... Uçarak Loving Vincent'i seyretmeye gittim. Gene başım döndü. Gene renklerden büyülendim. 37 yıllık ömrünün son on yılında, binin üzerinde resim yapan sanatçının tablolarının orijinallerinden bazılarını  Amsterdam'daki Van Gogh müzesinde  görmüştüm. Lakin Moskova'daki Puşkin Müzesi'nde Van Gogh'un çok bilinmeyen bir tablosu var. İşte hayal kahvem'e yazıyorum, Puşkin Müzesi'ne gidip, Hapishane Avlusu'nu görmeyi gerçekten çok istiyorum. Tanrım, lütfen  gerçek olsun hayalim:)

Vincent Van Gogh - Hapishane Avlusu- 1890 Puskin Müzesi


"Van Gogh'un en müstesna tablolarından birinin adı. Moskova'da Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi'nde karşımdaydı. Hayret içinde seyrettim. Hüzünle. Acıyla. Huşuyla. Önünden ayrılamadım. Şaşmış, şaşakalmıştım. Van Gogh'un hapisane deneyimi yoktur. Fakat bir duygu bu kadar mı yaşanmışcasına anlatılır, bu kadar mı içten, bu kadar mı sahici?

Esaret. Özgürlük duygusunun yitimi. Dört duvarla yolları kesilen adamların içine düştüğü o fasid daire. Bir türlü içinde çıkılamayan o lanet olası kısır döngü. İnsanı kuşatan çember. Nefesini daraltan paranga. Hapisane avlusu. Duvarlarla yolu biçilen, süngerlerle beyni içilen otuz yedi adam. Ve o kasvetli dünyanın içinden göğe yükselen iki beyaz kelebek. "

Dücane Cündioğlu

23 Ocak 2018 Salı

İnsanın Kullandığı İlk Alet De Başka Bir İnsandı.


Hakan Günday'ın, okuduğumda  beni silkeleyen, gerçeklerle yüz yüze getiren,  çarpan,  boğazımı düğümleyen, sert yumruk tadındaki romanlarından asla vazgeçmedim. Kinyas ve Kayra, Ziyan, Piç, Zargana, Azil, Malafa, Daha... Yazdığı kitapları pürdikkat okudum. Her defasında beni konforlu dünyamdan çekip çıkarmayı, rahatsız etmeyi tüm maharetiyle başardı. Kitaplarını okuduğumda, bazan oturduğum yerde ürkek bir serçe gibi titretti. Bazan başıma bir balyoz yemiş gibi allak bullak  etti. Hakan Günday'ın kitaplarını acı çekmekten hoşlanan biri olduğum için okumuyorum  elbette.... 

Daha, sanıyorum 2013 yılında yayımlanmıştı. Yasa dışı insan ticareti yani yasa dışı yollardan yurt dışına kaçmaya çalışan  göçmenlerin hikayelerini günümüzdeki kadar yoğun işitmiyordum. Arada televizyon ekranında, Kuşadası'nda yasa dışı yollardan yurt dışına kaçmaya çalışan toplam 36 kaçak göçmen sahil güvenlik ekiplerinin düzenlediği iki ayrı operasyonla yakalandı, deniyordu misal... Göçmenler gösteriliyordu... Öylece bakıyordum... Sıcacık evimde, karnım tok, sırtım pek seyrediyordum insanların hallerini... Kimdi bu insanlar? Memleketlerinden buralara getiren sebepler neydi? Kuşadası'na kadar nasıl ulaşabilmişlerdi? Neler yaşamışlardı? Bu insanları kaçıran insanlar kimlerdi? Neden insan ticareti yapıyorlardı? Haber esnasında zihnimde muhtelif sorular uçuşuyordu elbette, lakin sonra hooop bambaşka bir mecraya mesela bir spor müsabakasıyla ilgili habere akıyordu ekran... O göçmenlerle ilgili haberler sanki gerçek değildi. Başkalarının başına gelen trajideleri bir kurgu gibi seyrediyordum besbelli.

İşte o tarihlerde Daha'yı okuduğumda resmen vurgun yemiş gibi olmuştum. Hakan Günday, göçmenlere çektirilen bütün zulümleri  Daha'da romanlaştırmıştı sanki... Kitap hakkında fazla yazıp, romanı okumayanlar için nezaketsizlik etmek istemiyorum. Roman uykumdan uyandırmıştı beni. Rahatsız etmişti. İçine doğduğum coğrafyayı, ailemi, cinsiyetimi, adımı ben seçmemiştim. Savaşta lime lime edilmiş şehrinden kaçan o göçmenlerden biri ben olabilirdim. Yeni bir hayat kurmak için hayatımı feda etmeyi göze alabilecek kadar  çaresiz kalmayı, ancak has bir  edebiyat veya sanat eseri insana hissettirebilir. İnsan kaçakçılığı yapan katil bir babanın oğlu olmayı da...   Çaresizlik ne feci bir şeydi!  Aslında iyiyken  kötü olmak ne  kadar kolaydı... Ya da tam tersi. O şartlarda gene aynı ben olabilir miydim? 

Kitap, harbiden göçmenlerle ilgili okumalar yapmama, sempozyumlara katılmama, yazmama, düşünmeme, iyilik-kötülük kavramlarına kafa yormama sebep olmuştu.  Daha,  beni "daha" duyarlı olmaya yönlendirmişti.

Daha'nın  filme çekildiğini duymuştum. Üstelik Hakan Günday kendisi filme uyarlamış. Şahane bir haberdi bu. Şimdi Daha şehrime gelmiş.  Bazı filmler bir kaç salonda aynı anda oynatılırken, Daha, şehrimdeki sadece tek sinemada, sadece tek salonda, sadece günde iki seans oynatılıyor. Heyyy!  Kaçırmamalıyım. 

not- başlık hakan günday dan

21 Ocak 2018 Pazar

Vincent Totemi...


Bilirsiniz, bazı  sporcular yahut taraftarlar, maçta uğur getirsin diye tuhaf davranışlar sergilerler. Mesela kendi takımlarının maçını seyrederken hep aynı tişörtü giyerler, eğer o tişörtü giymezlerse maçı kaybedeceklerine inanırlar.  Maçı seyrederken, diyelim ayak ayak üstüne attığı ya da  ne bileyim alnını kaşıdığı anda takımı  atağa  kalkıp, karşı takımın kalesine doğru hücüma geçtiğinde, ayağını asla diğer ayağının üstünden indirmeyen, uğuru kaçmasın diye alnını kaşıma devam edenler, sadece uğurlu saydığı koltukta, hep aynı televizyon ekranında maç seyretmeyi totem belleyen insanlar... 

Her maç öncesi kalecinin kafasını öpen,

Her maç öncesi çoraplarının altını kesen,

Her maç öncesi tişörtünün altını kesen,

Her maç öncesi atletini tersten giyen,

Her maç öncesi ellerini dört kere yıkayan,

Her maç öncesi sahanın çimlerinden bir tutam koparıp yiyen,


İşte tuhaf totemleeri olanlardan biri de benim. 
Misal, Loving Vincent filmine nasıl gitmek istiyorum anlatamam. Van Gogh'un hastasıyım. (Allahım, Van Gogh'un adının Vincent olduğunu unutmuşum) Sadece tablolarının değil kendisinin de hastasıyım. Lakin benim yaşadığım şehirde bu film oynamıyor. İstanbul'a gidip seyretmem gerekiyor. Az önce iş programıma baktım.  İstanbul'a yolculuk görünmüyor. O halde, hemen uğur saydığım totemimi gerçekleştirmeliyim. 

Benim totemim şu... İstediğim bir şeyin hayalini Hayal Kahvem'e yazdığım an, gün dönüyor, harman oluyor, felek planlarımı aniden değiştiriveriyor. Bir de bakıyorum o ne? Hayal ettiğim gerçekleşiveriyor. 

Vincent'i sinema perdesinde seyretmek istiyorum. Hayal et, olur elbet diyorum:)
Du bakalım...

20 Ocak 2018 Cumartesi

Bazen Düşünür Müsün, Başka Bir Şeymiş Gibi Kendini?



Peşin peşin itiraf ediyorum, yine yeni yeniden, bir kitabın kapağına vuruldum. Kitabı elime aldım. Kapağını iki yana açtım.  Allahım yarabbim...  Kapaktaki fotoğraf,  Karacaoğlan'ın dediği gibi, "Kim var imiş biz orada  yoğ iken" hissi geçirmiyor mu? Heyy! Bakar mısınız? O vakitler biz yoktuk. Onlar ise orada yaşıyorlardı. Kim bilir ne tür hayalleri vardı? 

Bazan, tek ömürde tek hayat az geliyor bana biliyor musunuz? Zamanda yolculuk yapabilsem. Farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda, bazan kadın bazan erkek olabilsem, bambaşka hayatlar yaşasam...  Mesela  o  fotoğraftaki adamlardan biri ben olabilsem... Nasıl oturmuşlar görüyor musunuz? Fotoğraf çekiliyor ya... Nasıl tatlı poz vermişler...  (Arkadaşım Oya'nın kulakları çınlasın. Tek ömürde tek hayat bana az geliyor dediğimde, ayyy bana tek hayat fazla geliyor, başkasını almayayım, der:) Neyse... Ben bazan düşünürüm valla... Hayal benim değil mi? Düşündüğümü olurum icabında... Kimseciklerin ruhu duymaz:)

Kitabın adı, İstanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri. İlk yazı Osman Cemal Kaygılı'ya ait. Adını ömrümde işitmedim.  1890-1945 yılları arasında yaşayan yazarın  "Çingeneler", "Aygır Fatma", "Bekri Mustafa"adlı kitapları varmış. Feci merak ettim.  Yazar, hep eski İstanbul'un kenar mahalleriyle ilgilenmiş.  O kadar çok öyküsü var ki anlatamam. Hep yazmış. Çok yazmış. Argo Lügati adlı bir sözlük bile hazırlamış. 

Bu kitap, bir zamanlar  İstanbul'da, semai kahvesi yahut halk  değişiyle  çalgılı kahveler denilen  mekanlarıyla, isimleri unutulmuş  pek çok  saz şairleri, maniciler, semaiciler, destancıları anlatıyor.  Çalgılı kahvelerde, sazlar çalınıyor, marşlar, türküler, şarkılar söyleniyor, maniler, koşmalar okunuyor, destanlar anlatılıyor. İstanbul'da, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru hayatın edebiyata yansımasının bir şekli de buydu demek ki... Televizyon, bilgisayar, akıllı telefon, internetin olmadığı bir zamanda,  erkek dünyasının unutulan eğlencesi, çalgılı kahveleri... Du bakalım... Okumaya edeyim. Devamını yazarım belki...

başlık- metin altıok dizesi



17 Ocak 2018 Çarşamba

Bu Akşam Çıkar Giderim


     kalktım..  giyindim........... anahtarı su saatinin üstüne bıraktım.. 
ve vurdum aşkamdan kalma kendimi.. bir başka akşamdan kalma istanbul akşamına..
     kalabalık içine karıştım, gol oldum
          ismimi sormadı.. ismini sormadım


     metin üstündağ/denemeyenler 
başlık/ahmet kaya
film/ her


15 Ocak 2018 Pazartesi

Uyku Öncesi


Sabah iş var. Uyumalıyım. Bilgisayarı kapatırken,  bu videoya denk geldim. Allahım...  Ne çok olmuş bu şarkıyı dinlemeyeli... Sözleri kim yazmış acaba? Nasıl bir aşktır bu abicim? Hercayi bir kadına sevdalı belli...  Bağlamayı çalan ve söyleyen Ender Balkır. Hiç duymadım daha önce... Gözlerimi kapadım ve dinledim. Giriş ve ara nameler var ya... Oy oy oy... Hayal alemine uçurdu beni...  İyi ama... Söyler misiniz, rüya alemine nasıl geçeceğim şimdi. Yooo... Bence feleğin uyku öncesi  bir ikramı bu bana... Teşekkür ederim. Yeminle gönül telim titredi.

14 Ocak 2018 Pazar

Masal Masal Matitas


Ezop'un meşhur Altın Yumurtlayan Tavuk hikayesini bilirsiniz değil mi? 

Hani , adamın biri pazardan  tavuk satın almış. Bir bakmış ki o ne, her gün bir tane altın yumurta yumurtlamıyor mu? Ooo! Sevinçten havalara uçmuş. Çok talihli olduğunu düşünen adam,  altın yumurtayı her gün kuyumcuda paraya çevirmeye başlamış. Gün be gün zenginleştikçe zenginleşiyormuş.  Daha fazla altın yumurta sahibi olmak için  nasıl sabırsızlanıyormuş anlatamam.  Keseyim şu tavuğu, bütün altınlara hemen bugün sahip olayım, demiş. Dediğini de yapmış. Almış bıçağı... Kesmiş tavuğu... Bir de ne görsün? Tavuğun içinde altın maltın yok. Pişman olmuş. Lakin iş işten geçmiş.

Yunan hikayecisi Ezop  M.Ö 630 yıllarında yaşamış. Şimdi M.S 2018 yılının ilk günlerini yaşamaktayız. İnsan denen canlı ne yavaş evriliyor değil mi? Dile kolay,  iki bin altı yüz sene geçmiş. O günlerden bu günlere, Ezop'un  hikayesinde  misal gösterilen aç gözlü, sabırsız, olanla yetinemeyen, nankör, minnetsiz, doyumsuz, sömürürcesine almak isteyen insan tiplerine neden acaba  halen denk gelmekteyiz?

İlhan Selçuk'un bir köşe yazısı aklıma geldi. Yazısı  "Yaşamak nedir?" sorusuyla başlıyordu. 
"Balık için yüzmektir, yılan için sürünmektir, kuş için uçmaktır. Kimsenin aklına "Kuş neden uçuyor? diye soru gelmez; "Balık neden yüzüyor?" ya da "Yılan neden sürünüyor?" diye bir soru işareti çoğu kişinin aklını kurcalamaz. Aslanın geyik yavrusunu parçalaması, panterin karacayı kovalaması kimseyi şaşırtmaz; hayvanların hayvan gibi yaşaması doğanın yasası sayılır. Peki, insanın insan gibi yaşamak istemesi neden çoğu kişiyi şaşırtıyor?" diyordu.

"İnsan birdenbire insan olmadı ki!.. Yazılı tarihlerden önceki dönemleri bir yana bırakalım; geçmişin karanlıklarından aydınlığa dönüşümün insanlık serüvenini izlediğimizde, insanın insanlaşması için ne çabalar harcandığını, ne emekler verildiğini, ne güçlükler çekildiğini görmek kolaydır." diyordu.  İnsanın  insanlaşmasında,  emeğin sömürüsüyle kurulan uygarlıkların sonra sömürüsüz uygarlıklara nasıl yöneldiğini, savaşlar, talanlar, yıkımlar, başkaldırmalar, devrimler sürecine nasıl girildiğini, tarım devriminden sonra sanayi devriminin patlamasıyla insanın insanlaşması yolunda adım adım nasıl yürüdüğünü anlatan yazar, "Hiç durmadı insan, insanlaşma yolunda... Ve durmayacak. "diye sözlerine devam ediyordu.

"İnsanın insanlaşma dönüşümünde çaba göstermesi, varoluşun doğasındandır. İnsanoğlu özgürlüklerini genişletmek ister, demokrasiyi derinleştirmek için çabalar, tüm devrimlerin kazanımlarını savunmak ve sosyal adalete doğru yeni atılımlarla yürümek insanın öylesine doğasındadır ki bu tutum ve davranışlar, balığın yüzmesi, kuşun uçması, karıncanın çalışması, ipekböceğinin kozasını örmesiyle eşanlamlıdır. "İnsan gibi yaşama"ya yönelmek veya yönelmemek bizim elimizde değildir; bu yoldaki engelleri aşmaya çabalamak, varoluşumuzun bilinci ve mutluluğumuzun gerekçesidir.  

Ama insanın insanlaşmasına karşı çıkanlara ne diyelim? Tarihin hangi döneminde insanın insanlaşmasına karşı çıkanlar olmamış ki? Bu da doğaldır, evren diyalektiğinin gereğidir; keltenkelenin ya da yılanın niçin süründüğüne şaşıyor muyuz?"

13 Ocak 2018 Cumartesi

Acaba Ben De Mi İskandinavyalılaştırdıklarındanım?


Hikayesi Norveç coğrafyasının olağanüstü güzel karlı manzaraları eşliğinde ilerleyen Fortıtude adlı diziyi seyrediyorum. Şiir gibi görüntüler... Polisiye... Psikolojik gerilim... Her bölümü ilgiyle takip ediyorum. Bu bölüm de bitti. Az sonra bir diğerini seyredeceğim.    Mısır patlatmak için mutfağa gittim. Yürürken, son zamanlarda seyrettiğim dizilerin genelde İskandinav ülkelerinde geçtiğini düşündüm. Elbette benim seçimim. Hepsi polisiye, gerilim. Niye Kuzey Avrupa ülkelerinde polisiye bu kadar ilerde  acaba?

Derler ki İskandinav ülkelerinde dünyanın en mutlu halkları yaşar. Kaliteli eğitim ve sağlık, iş imkanları, refah düzeyleri,  işsizlik yardımları, özgürlük, adalet, demokrasi anlayışları, temiz hava, güvenli gıda, sakin huzurlu hayat falan...  Hay canına sayın seyirciler... Yani dediklerine göre bu İskandinavyalılar'da  her şey var...  Sadece... Dert yok... Tasa yok..  Heyacan yok...  Hiç  sorun yok.  Anladım... Ne hayal etsinler yani?  Hayatlarına biraz hareket gerek, öyle değil mi?  

Bir elimde patlamış mısır, bir elimde gazoz... Umrumda mı dünya? Oturacağım. Dizinin devamına akacağım. Aaa! Acaba ben de mi  İskandinavyalılaştırdıklarındanım:)



7 Ocak 2018 Pazar

Denesem Becerebilir Miyim Ki?


Bilinmeyenin Armağanı adlı bir kitap okumaya başladım.  Kitabı ne zaman, nereden aldığımı hatırlayamadım.  1998 basımı olduğuna göre gene bir sahaftan kapmışımdır. Bu kitabı sırf  kapağı için bile almış olabilirim.  Kapağı çok güzel ve özel çünkü.... Ayrıca  kitabın adının altında (doğa üstü güçler hakkında bir araştırma" diye yazıyor. Doğa üstü güçler her daim ilgimi çeker. Belki de bu cümleye tav olmuşumdur, kim bilir?


Kitabın henüz başlarındayım, Yeni bir kelime öğrendim. Sineztezi. Romanın kahramanı Tia, seslerin renklerini görebiliyor. Mesela sahildeki balıkçı kuşunun çıkardığı ses için:
- Yeşil bir şarkı söylüyor, diyor.
Neden  yeşil peki, diye sorunca:
- Bu onun rengi. Sesi, yeni çıkmış canlı bir yaprak ya da keskin bir diken gibidir.
Kahverengi değil mi yani, diye sorunca:
- Hayır, değil tabi. Kahverengi, kataktan çıkan sestir. (Katak, kurbağaya verilen yerel ad)
Siyah sesi?
- Bufalo ve gök gürlemesi
Beyaz?
- Kumlara değdiği yerde deniz.
Bayıldım ben buna. Kitabı bıraktım. Seslerden renkleri görmeyi denemeye başladım. Maalesef henüz başaramadım... Du bakalım:)

Dinler misiniz? Seslerin renklerini görebilir misiniz? Bunu yapabilsem keşke... Çok deneyince becerebilir miyim ki? Ne dersiniz?

balıkçıl kuşu sesi 



kurbağa sesi

kumlara değen denizin sesi


3 Ocak 2018 Çarşamba

Aşk İmiş Her Ne Var Alemde


Sahaflarda denk geldim.  15 Mayıs 1979 tarihli Sanat Emeği adlı dergi. Sararmış sayfalarından birini araladım. O ismi görünce, şaşırdım kaldım. Engin Ergönültaş, “Orhan Gencebay’dan  Ferdi Tayfur’a “Minibüs Müziği” başlıklı bir yazı yazmış. Ayaklarım kendiliğinden kasaya yöneldi. Elim çantama gitti. Dergi artık benimdi.

Engin Ergönültaş’ın fotoğrafını görsem tanımam. Lakin Gırgır zamanından, Pişmiş Kelle’den çizdiklerini bilirim. Çok severim. Ya romanına ne demeli? Rüyada kitap okuyormuşum tadı veren kitap… Minare Gölgesi…

Demek Engin Ergönültaş’ın dergilere yazdığı çok eski yazıları var. Ne hoş! Keşke bu yazıları bir araya getirilse… Ve bir kitap yapılabilse... Keşke.


Başlık-Fuzuli'den