30 Temmuz 2013 Salı

Bizim Büyük Çaresizliğimiz Ve Oruç

Yalanım yok. İştahlı biriyim. Sadece yemeğe değil, şu fani dünyanın merak ettiğim her şeyine fena halde iştahlanabilirim. Hele kitaplar ve yemekler bir araya gelmişlerse... Veeee... Bir yemek kitabında değil, bir romanda, bir öyküde veya  bir şiirde yemekle ilgili cümleler geçiyorsa hele... Heyy! Deymeyin keyfime...  Sevinçten çıldırabilirim. O kitabı döne döne okuyabilirim. Bu akşam işten eve biraz erken döndüm. Yemek pişirecektim ama yemek pişirmeyi gene oyuna dönüştürdüm. Neden biliyor musun? Bugün bir arkadaşımla ofiste  konuşuyorduk. Bir ara söz döndü dolaştı  iftara ne pişirelim'e geldi. Arkadaşım dudağını sarkıttı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Gözlerini devirdi... "Yemek pişirirken geçen zamanıma acıyorum." dedi. Nasıl üzüldüm anlatamam. Cemal Süreya'nın iki dizelik bir şiiri vardır ya hani... "Yemek için ne düşünürsünüz bilmem. Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." der. Bilirsin, şair sözünü her daim hakikat bellerim.  

Hakikaten kahvaltının  mutlulukla bir ilgisi olmalı. Sadece kahvaltının mı peki? Yoo... Tüm yemeklerin mutlulukla bir ilgisi olmalı. Arkadaşıma "Sen hiç Barış Bıçakçı kitabı okudun mu? diye sordum.  "Sorulur mu?" dedi. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i bir solukta bitirdim yuttum."  "Ne iyi!... O halde Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in  bir yemek kitabı ayarında olduğunu farketmişsindir." dedim. Yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Yemek kitabı mı? Şaşırdın mı sen... O kitap hüzünlü aşk öyküsüdür." dedi.  Güldüm. "Bu akşam bize gelsene. Sana Barış Bıçakçı usulü yemek yapmayı göstereceğim." dedim. Kaşlarını devirdi. "Bu akşam seyredeceğim dizilerim var. Kaçıramam." dedi. Gelmedi. Televizyonda dizi seyrederken geçirdiği zamana değil, yemek pişirirken geçirdiği zamana üzüle üzüle evine gitti.


İşten dönüşte kapıdan girdiğim gibi ayakkabılarımı  evin girişindeki hole fırlattım. Sonra koşar adım kitapların yanına vardım.  Barış Bıçakçı'nın aklımdaki kitabını rafından kaptım. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yemek geçen cümlelerin yanına kocaman bir Y harfi yazdığım için, gördüğüm tüm Y harfli paragrafları aceleyle taradım.  Buldum.  46. sayfa... İşte bu sayfada yazan "Barış Bıçakçı usulü fırında patates" yaptım. Şöyle:  

"Halka halka doğranmış patatesler ve soğanlar tepsiye, bir sıra patates bir sıra soğan olacak biçimde dizilir, üzerlerine tuz, kimyon, karabiber, kekik ve kırmızıbiber katılmış salçalı su dökülür, ince tereyağ dilimleri yerleştirilir ve fırına verilir. Pişirilince afiyetle yenilir." 

İşte bu tarifin tıpkısını yaptım. Tepsiyi fırından çıkardığımda, kitabın 100. sayfasında dediği gibi... Hımmm... Nasıl güzel bir koku kaplamıştı mutfağı anlatamam.  Hemen  beyaz porselen bir tabağa Barış Bıcakçı Usulü pişirdiğim yemekten  üç kaşık koydum. Tam o anda ezan okundu. Mutfaktaki masanın başındaki sandalyeye oturdum. Önce bir bardak suyu üç yudumda hüplettim. Sonra gözlerimi yumup inandığım Tanrı'ya şükrettim. Çatalımı tabağa iştahla daldırdım. Tam ağzıma atacaktım ki, hemencik duruverdim. Acele etmek yoook... Her lokmasından haz ala ala yemeğe niyetliyim. Düşünsene tüm gün bu anı beklemişim. Burnumun ucuna getirip, yemeği hevesle kokladım. Hımmm... Miss! Usulca ağzıma attım... Heyy! Nefis!.. Biliyoruz ki yaşam sonsuz değil. Ölümlüyüz hepimiz. Bir gün her şey sona erecek. Kitabın adı gibi bu durum bizim en büyük çaresizliğimiz elbet... İşte bu çaresizlik içinde filmler, kitaplar, inanarak tekrarladığımız ritüeller bir illüzyon geçirirler. Hayatı eşsiz kılmayı becerirler.  

Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanından öğrenerek, severek pişirdiğim yemeği iftarda yedim ya... Bir kez daha anlamıştım... Hayatta bütün tatlar ekşi ya da acı değildi. Hayat tekrarlanan küçük keyiflerin bileşkesiydi.  "Yemek güzel olmuş mu?" sorusunun keyfiydi...  Yahut "Eline sağlık" demenin harikuladeliği... Oruçluyken "İftar vakti geldi mi?" demenin şahaneliği... Lezzetli bir yemek yemenin o tarifsiz hazzıydı belki... Hayatın rutuninde  farkına pek varamadığımız, masada geçirilen saatlerin o muhteşem güzelliğiydi sanki. 

Bizim tüm çaresizliklerimize rağmen, hayat ne acayip güzellikte  bir şeydi!..

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Şşşth! Kimse Duymasın!.. - 10 -


Öyle hissediyorum ki,
O'nu çocukluğumdan beri, nasıl büyük bir aşkla sevdiğimi itiraf etme vaktim geldi.
Nasıl anlatsam bilmiyorum. 
Çünkü, bu, izahı kolay olmayan bir kara sevda vaziyeti. 



Ah!.. Bir bilsen... 
O aslında çok uzaklarda yaşıyor.
Sadece yılın bir ayı, iş gereği buralara geliyor.
Onun geleceği günü,  nasıl sabırsızlıkla bekliyorum anlatamam. 
Yüreğim heyecandan,
uçmayı yeni öğrenen bir kuşun kanadı gibi çırpınıyor.

Hele bizim köye geldiği zaman var ya...
Ah!.. Hiç sorma...
Gün boyu yemekten içmekten kesiliyorum da...
Gecem gündüzüm birbirine iyice  karışıyor.
 Ayrıcaa...
Anadilimde konuşmayı  unutarak... 
Yepyeni diller öğrenmek,

Sessizce bilmek, 
Usulca bilmek, 
Masumca bilmek istiyorum, mesela...


Eeee....
Aç... Susuz... Uykusuz kalıp... Üstüne bir de susunca...
 Heyy!
İnanmayacaksın belki bana ama...
Yüreğimde bir sır kapısı aralanıyor...
Yine yeni yeniden o esrarengiz his beliriyor.
Her vesileyle iman ediyorum inandığım Tanrı'ya.


Ah! Az kaldı. 
Biliyorum, o gene gidecek. 
Hatta gidişinin ardından,  memlekette  resmi bayram ilan edilecek.
Ben ise zifiri geceler gibi karalar bağlayacağım.
Arkasından sesleneceğim:

"Sevgili Ramazan, 
Lütfen,
geç kalma, 
seneye bari on gün erken gel.
Çünkü seni  çok seviyorum.


Gerçekten..."



28 Temmuz 2013 Pazar

Bir Film Ve Oruç - "Bütün Kutsal Ruhlar, Oruç Tutanları Takdir Eder."


- Seni öldüren beyaz adamı öldürdün mü?
- Ben ölü değilim ki.





"Pencereden dışarı bak! Bu sana sandalda olduğun zamanı hatırlatmıyor mu? Ve sonra o gece geç vakitte uzanıp tavana bakıyordun ve kafandaki su çevrendeki manzaradan pek farklı değilken, kendi kendine şöyle demiştin: 



"Sandal yerinde durduğu halde, nasıl oluyor da manzara akıp gidiyor?"






- Kimle yolculuk ediyorsun?
- Hiç kimseyle.
- Ne tarafa gidiyorsun?
- Bilmiyorum.






"Mistik düşlerin peşinde koşmak ulvi bir lütuftur Mr. Blake. 
Bunu becerebilmek için insan aç ve susuz yol almalıdır. 
Bütün kutsal ruhlar, oruç tutanları takdir eder. 
Yolculuğa bu şekilde hazırlanmak gayet iyidir."




 "Her Gece ve her Sabah
Doğar bazıları Acı’ya.
Her Sabah ve her Gece
Doğar bazıları tatlı Hazza.
Doğar bazıları tatlı Hazza,
Doğar bazıları Sonsuz Gece’ye.
Yönlediriliriz bir Yalan’a inanmaya
Göz’ün içinden görmediğimizde,
Ki bir Gece doğmuştur, can vermek için bir Gece’de,
Ruh uyurken Işık Huzmelerinde.
Tanrı belirir, ve Işıktır Tanrı
Gecenin içinde barınan o zavallı Ruhlara;
Ama bir İnsan Biçimi’ni sergiler
Gün’ün Diyarları’nda yaşayanlara."
William Blake



Not: Dead Man'a bayılırım. Müziklerine, oyuncularına, siyah beyaz oluşuna, içinden şiir ve tren geçen bir film oluşuna... Ve elbette  o güzelim muhabbetlerine biterim inan ki...  Ağır akan bir film gibi görünse de asla öyle bir tat bırakmaz bünyemde... Eee... İçinde oruçla ilgili muhabbetler de varsa hele... Ramazan ayındayız ya... Tam izlemenin vakti dedim. Aldım film kareleriyle, sevdiğim muhabbetleri işte burada eşleştirdim.  

Az önce, inandığım Tanrı ve  bütün kutsal ruhlar beni takdir etsin diye oruç tutmaya niyetlendim. Şimdi anne sözü dinler gibi masum uyumaya gideceğim. Du bi... İyisi mi, önce Dead Man'in müziğini dinleyeyim.

2012

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Ve Kitap Ve Mektup Ve Şiir Ve Oruç Veee Tabii Ki Aşk!


Bu sabah, çok erken,  sahur için kalktığımda, uyumadan önce okuduğum kitap  hakkında bir şeyler karalamak istedim.  İlginç bir öyküsü vardı bu kitabın. Mektup türündeydi. Ve Cemal Süreya ile ilgiliydi. Cemal Süreya ilk eşi Seniha Hanım'dan ayrılmış. İlk eşinden Ayçe adında bir kızı varmış. 1967 yılı ilkbaharında, Beyoğlu'nda, Çiçek Pasajı'nda, bir açılışta,  Zuhal Akkanat'la karşılaşmış. İlk görüşte aşk olmalı...  Bir süre izledikten sonra genç kadının yanına yaklaşmış ve "Benimle evlenir misin?" demiş. Genç kadın kimbilir nasıl şaşırmıştır? Zuhal Hanım bir süre kaçmış Cemal Süreya'dan... Sonundaaa...  Kapalıçarşı'da bir çayhanede nişan yüzüklerini takmışlar. Çok geçmemiş, altı ay sonra yıldırım nikahı yapmışlar. Zuhal Hanım'ın da ikinci evliliğiymiş ve tıpkı Cemal Süreya gibi ilk eşinden bir kızı varmış.  Cemal Süreya Ankara'da Maliye Tetkik Kurulu'nda görevliymiş. Zuhal Hanım ise İstanbul'da Sosyal Sigortalar Kurumu'nda, muhasebe bölümünde çalışmaktaymış.  Cemal - Zuhal evliliğinden Memo Emrah adında bir oğul dünyaya gelmiş. Aradan üç yıl geçmiş. Zuhal hanım'ın ağır bir ameliyat geçirmesi gerekince, Cemal Süreya İstanbul'a gelmiş. Oğlu Memo'yla ilgilenmiş. Zuhal Hanım, sonu belki de felçle bitecek o ağır ameliyatını başarıyla atlatmış. İyileşmiş. Hastaneden çıkmış. 

Zuhal Hanım tam onüç gün hastanede kalmış. Bu onüç gün boyunca Cemal Süreya, bulduğu her fırsatta, karısına mektup yazmış. Ziyaret günü, genç kadını görmeye gittiğinde, yazdığı mektupları ona bırakmış. Cemal Süreya'nın Onüç Günün Mektupları adlı kitabının, Erdal Öz tarafından yazılan, Sevda Sözleri'yle Dolu Mektuplar başlıklı ön sözünde okudum bu mektupların hikayesini.... Çok özel mektuplardı. Bir kişiye yazılmışlardı. Mektupların en güzeli Cemal Süreya'nınkiler gibi olsa gerekti. Çünkü aşk mektubuydu her biri... Üstelik yazarın kendi el yazısıyla yazılmışlardı. Türk Edebiyatı'nın en büyük ustalarından biri olan Cemal Süreya'nın bu mahrem mektuplarını, ölümünden bir yıl sonra yayımlamanın doğru olup olmayacağını epey düşünmüş Erdal Öz... Sonra mektupların tamamını okuyunca ve bu mektuplar Zuhal Hanım tarafından Erdal Öz'e verilmiş olunca, sevenleri tarafından okunması gerektiğine karar vermiş. Ne iyi etmiş! Etkili şiirleriyle başımı döndüren Cemal Süreya'nın, düz yazının mektup türünde de şahane örnekler verdiğini söylemeliyim.  Bu çok özel mektupları okumamıza  vesile olan Zuhal Hanım'a ve Erdal Öz'e ne kadar teşekkür etsem azdır diye düşünüyorum. Mektuplardaki altını çizdiğim cümlelerden bazı örnekler vermek istiyorum:


"Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkide. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde bir kısım galiba. Ötesinde, aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum ve senin için her şeyim. Beni seviyorsun ve benim için her şeysin. Bir insan için şu kısa hayatta bundan daha büyük ne olabilir ki? Acaba Mecnun Leylâ'yı elde edip onunla evlenseydi, Ferhat Şirin'e kavuşsaydı, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bizim birbirimize olduğumuz gibi tutkun olabilir miydi? Sen ne dersin buna?" 

"......Sen ne can kadınsındır sen. Kirpiklerinin ucuyla şarkı söylersin. Buram buram tütersin Cemal Süreya'nın yüreğinde. Sen yanımda ol, gam kasavet çeker gider. Türkülenirim. Mutluluk gelir ılım ılım. Sevda sözlerinin bini bir para..... Zuhal, arkadaşım. Bencileyin garip kişi seni seviyor. Ama sen verilen yemekleri yemiyorsun yine. Yersen, "ben sana teşekkür ederim." Başka nasılsın?"

"Özlem, özlem! Sen de olacaktın ki şimdi... Sensiz hiçbir şey olmuyor. Her tasarım, her projem seninle. Bir su akıyorsa, bir bulut geçiyorsa, hep seninle. Seviyorum seni.... Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok seviyorum. "

".......Sıcak su vardı. Sabahleyin banyo yaptım. Seni sevmek ne güzel! Kadınım. Yarim. İpekböceği sesli sevgilim!"

"......... Sevmek ne uzun kelime! Derin deniz mavisi. Ne zaman geleceksin?...... Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte sen düşünmekteyim. Elimde uçuk mavi bir kalem, cebimde iki paket cigara. Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden. Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz....... Masada tabaklar neşesiz. Koridor ıssız. Banyoda havlular yalnız. Mutfak dersen derbeder ve pis. Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş. Vantilatör soluksuz. Halılar tozlu...... Kapı diyor ki açın beni kapayın beni. Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi. Radyo desen sessiz. Tabure sandalyelerden çekiniyor.Küçük oda karanlık ve ıssız. Herşey seni bekliyor her şey gelmeni. İçeri girmeni. Senin etinin değmesini. Gözünün dokunmasını, ve her şey tekrarlıyor... Seni nice sevdiğimi." 

"...... Her şey biliyor her şey. Sen biliyor musun bakalım. Seni nice sevdiğimi? Üstüne titrediğimi? Geldiğimi? Gittiğimi? Hadi! "


Ne hoş sözler öyle değil mi? Sahiden etkileyici...  Hafıza tuhaf kutu tabii. Durdurak bilir mi? Hele benimkisi!.. Bu mektupları okuyup bitirdikten sonra, Cemal Süreya'nın Tomris Uyar'a parlak sıfatlar kullanmak yerine, insanın iliklerine işleyen alçakgönüllülükle, kendi el yazısıyla yazığı o kısacık not aklıma geldi...



Şair sözü yalan mıydı peki? Yooo....  Sanırım  aynen Nâzım Hikmet'in aşık olduğu her kadına şiir yazdığı gibi yahut nebileyim Özdemir Asaf'ın Sana Okuyorum adlı kitabında okuduğum, Sabahat Hanım'a yazdığı "Bütün düşüncem Sabahatim" diye başlayan asker mektubundan yıllar sonra başka bir kadına "Sana gitme demiyeceğim, Ama gitme Lavinia... Adını gizleyeceğim... Sen de bilme Lavinia" dediği  gibi, Cemal Süreya'da aşık olduğu kadınlar için hoş şiirler, mektuplar, notlar yazmıştı demek ki...  Pekiii... Gerçek aşk acaba hangisiydi diye düşünmeli miyim? Ya da  böyle aşk olur mu diye düşünmeme gerek var mı?  

Şimdi ise Murathan Mungan'ın Aşkın Cep Defteri adlı kitabında hoş bir tespiti aklıma geldi. Hani "İnsan hayatında bir kere aşık olur."  denir ya... Yukardaki örnekler akla gelir de "Ya diğerleri" diye düşünüldüğünde...  "Gerçek aşk bir kere olunur. Onlar gerçek aşk değildir." denir hani... Murathan Mungan böyle genellemeler yapmaya kalkmamamızı öneriyor. Çünkü bu tartışmaların sonunun gelmeyeceğini söylüyor. 

"Bazı insanlar, kendilerini korumak için kendi hayat yollarına kazdıkları savunma kalelerine, siperlere, hendeklere başkalarını inandırmakla geçirirler bütün ömürlerini.  Kimsenin sabrı onlarınki kadar çok değildir. Bu yüzden söyleyeceğiniz her söz, onların hayatına karşı alınmış tavır gibidir. Kimseye yarar sağlamayan bu tartışmaların sonu gelmez, ucunu bırakmanız gerekir." diyor. Ne güzel söylüyor. Ben  tartışmasız, Cemal Süreya'nın da, diğer şairlerin de tüm aşklarına inanıyorum.

Murathan Mungan "Bütün kutsal kitaplar aşktır. Kendine inandırmak için yazıyı kullanır." diyor. Kutsal kitabımın içindeki yazılara  sahiden aynı aşk mektubuymuş gibi tüm yüreğimle inanıyorum. Hey, vakit geçiyor...  Du bi... Hemen aşkla oruç tutmaya niyetleniyorum:)



2012

25 Temmuz 2013 Perşembe

Hayali Bilmeceler...


- 1 -
 

Yukarıda soldaki siyah beyaz fotoğraftaki kişi  1840 yılında Rusya'da, sağdaki ise 1969 yılında Amerika'da doğmuş. Biri Kuğu Gölü'nün bestecisi, diğeri ise Siyah Kuğu adlı filmin yönetmeni. Şimdi durup dururken bunları neden yazıyorum değil mi? Neden biliyor musun? 

1840 yılında Rusya'da doğan Kuğu Gölü'nün bestecisinin soyadı TCHAIKOVSKY... 1969 yılında Amerika'da doğan Siyah Kuğu'nun yönetmeninin soyadı ise ARONOFSKY... Ne bileyim? Bu soyad benzerliği komiğime gitti. Baksana tipleri de benziyor sanki. Sonu benzemesin ama acaba Aronofski, Çaykovski'nin 21.yüzyıl versiyonu olabilir mi? Of! "Neler aklına geliyor!" diye gülüyorsun bana gene  değil mi? Sen boşver beni... Bilirsin tuhafımdır. Durup dururken hayal ederim işte böyle şeyleri...



- 2 -


Şeeyy... Bir şey daha soracağım. Şu bilmecenin cevabını bulamadım ne yazık ki. Acaba Einstein ile Frankestein kardeş olabilirler mi? Peki, büyüyünce ünlü bir bilim adamı olan Einstein, "Hayal kurmak, bilgiden daha önemlidir," demiş mi sahi? Einstein (1879) kendisinden önce doğan abisi Frankestein'in (1818) hayal ürünü olması sebebiyle bu sözü söylemiş olabilir mi?


- 3 -

Pekiii... Nizamettin Amcam'ın dört oğlu var. Kemalettin, Şemsettin, Nurettin ve Bahattin. Nizamettin Amcam askerliğini Amerika Tennessee'deki Nato üssünde yapmış. Yoksa ünlü yönetmen Quentin bizimkilerin üvey kardeşi mi? Aman Allahım! Quentin Tarantino benim Amerika'daki kuzenim olabilir mi?

İnanmıyorum ya... Bütün bunlar gerçek mi? Peki, hayali şeyler yazan biri, kendi yazdığı hayallere, kendi inanabilir mi? Yani... Of! Anlarsın ya, aynen benim gibi...
2011

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Ve Yıldız Savaşları Ve Üşüme Hissi Ve Yankı Vadisi


 
İnan bana çok çaba sarfediyorum yaz mevsimini sevmek için. Beceremiyorum. Ne yapayım yani... Kendimi bildim bileli güneşle mesafeliyim. Bak şimdi... Elimin altında Metin Üstündağ'ın Yankı Vadisi adlı kitabı var. Bir ara ne çok aramıştım Metin Üstündağ'ın kitaplarını biliyor musun? O kitapçı senin bu sahaf benim dolanmıştım. Kadıköy'deki sahafçılarla ahbap olmuştum. Ne ahbap olması, yalvar yakar olmuştum da resmen el açan dilenciye dönmüştüm. Dokunsalar, ha ağladı ha ağlayacaktı  vaziyetim. Kitapları kime sorsam "Yok!" diyordu çünkü... "Yok!"...  Yok kelimesini iyice bellemiştim. Sonunda bir sahaf acımıştı halime, "Ben mutlaka bulup göndereceğim size." demişti. Telefonumu vermiştim. Sonra hiç unutmam her telefon çalışında o sahaf aradı zannetmiştim de yerimde zıp zıp tepinmiştim. Günler asır gibi gelmişti. O sahaf... Tuttu sözünü biliyor musun? Heyyy... Harbiden buldu kitapları... Metin Üstündağ küllüyatını toparladım diye, hazine bulmuş gibi günlerce sevinmiştim. 

İşte o kıymetli kitaplarından biri şu anda elimdeki. Yankı Vadisi. Ne hoş kitap ismi değil mi? Hava nasıl sıcak anlatamam. Temmuz ayı ya serin olacak hali yok... Güneş kavuracak ortalığı elbette...  İyi ama, söyler misin yüreğim neden sürekli üşümekte?  Elimde Yankı Vadisi. Gözümü  kapadım. Bahtıma ne çıkarsa diye bir sayfa araladım. O ne? Başlık şu: "üşümek üzerine bir kompozisyon." Hımm! Şahane bir okuma parçası bu. İlaç mı ne?


"yedi iklimi dört mevsimi doyasıya yaşayan yurdum insanı, niçin hep acılı şarkılar, türküler besteleme, söyleme, dinleme merakındadır.. altı ay gece, altı ay gündüz yaşanan bir iskandinavya ülkesinde yaşasaydık da böyle mi olurdu ya.. veya eskimo olsaydık, buzdan evlerde yaşasaydık.. o vakit ne yapardık.. nereden geliyor bu müzmin ruh üşümesi.. niye ısıtmıyor bizi, doğanın gel-gitleri ve tüm nimetleri.. mevsimlerin bir suçu yok, zihniyetimiz mutedil dalgalı"




"kış ne güzeldir oysa, manzara olarak.. sımsıcak bir evin buğulu penceresinden bakıyorsanız hele.. ama ne acımasızdır, ne küstahdır kış.. o manzaranın içinde yaşayan bir figür canlıysanız eğer.. kış, tabiyatın özeleştiri, hesap-kitap vakti sanki"



"üşümek aslında fena bir dünyada yaşadığımızı işaret eder.. yeteri kadar bilgi ve tecrübeyle yaşandığında insanda algı sıçraması yapar.. mesela naçizane bendeniz ne zaman elime bir dostoyevski kitabı alsam, yaz-kış üşürüm.. dostoyevski okurken hep üşüyordum, üşümüştüm çünkü eskiden.. belki de bu nedenle iki üç kez etkisi altında kaldım.. boyum göğe erdi.. kış hesap-kitap mevsimi.. kadir, kıymet, vefa bilme vakti.." 





Sabah kitaplığımdan bir Dostoyevski kitabı bulmalıyım..  Acaba Karamazof Kardeşler nerelerde? Şimdi sen diyeceksin ki bu yazıyla Star Wars'un ilgisi ne? Of... Cevaplayamayacağım. Geç oldu. Yatmalıyım. Kusuruma bakma e mi? Fena halde uykum geldi de....
 

23 Temmuz 2013 Salı

Başım Kendimle Fena Halde Belada...


 "Devran olalım. 
Seyran olalım. 
 Hayran olalım."


Annem, anneannem ve dayım birer sene ara ile bu dünyadan göçtüler. Dayımın kızı Jale, Ankara'dan İzmit'e gelince, birlikte, İzmit'in sırtlarındaki Bağçeşme Kabristanı'na, göçen yakınlarımızı ziyarete gideriz. Dün ofiste sıkı çalıştım.  Sonra sözleştiğimiz saatte, Jale'yi aldığım gibi kabristana doğru yola çıktım. Annem anneannemin  değil, babannemin yanında yatıyor. Sırayla büyükbabam, Şükrü amcam, Cevriye yengem, amcamın oğlu Niyazi abi,  büyükbabamın kızkardeşi Lukiye hala,  küçükken trafik kazasında ölen kardeşim Cemal, hepsi bir aradalar. 


Arabadan indik. Başörtülerimizi başımıza geçirdik. Nasıl şahane yaz ikindisi vaktiydi anlatamam. Rüzgâr hafif hafif esiyor... Rüzgâr hafif hafif  estikçe, kabristandaki haşmetli ağaçların dalları usulca salınarak raks ediyor. Etrafıma baktım.  Burası, kasvetli, iç daraltıcı bir his geçirmiyor. Sadece hüzünlü bir ürperti yüreğimi titretiyor. Çocukluğumuzdan beri, kabristanlara gidip gelmeye alışkın olduğumuz için, adeta büyüklerimiz tarafından davet edilmişiz de, hasbihal etmeye gelmiş  gibiyiz. Korku duymuyoruz. Olduğumuz gibiyiz. Selam vererek yanlarına doğru yürüdük. Gülüşerek, ilkin anneme "Merhaba... Biz geldikkk!" diye seslendik. Annem, Jale'nin halası. Özellikle halasını ziyaret etmek istedi. Bu arada, annemin iki yanında uzanmakta olan diğer akrabalarıma hasretle selam verdik. Arabamın arkasından katlanır tabureyi çıkardım. Annemin yancağızına kurup, bıraktım. Jale oturdu. Diğer yana, toprağa, elimdeki naylon torbayı serdim. Eteklerimi toplayarak oturdum. Önce içimizden  dualarımızı ettik.  Sadece bizimkilere değil, tüm ölmüşlere rahmet gönderdik. Sonra Jale'yle annem, dayım, anneannemle ilgili muhabbet ettik. Kâh güldük, kâh hüzünlendik. Öleceğini bilerek yaşayan insanın, ölüm karşısındaki çaresizliğini bir kez daha hissedip kabullendik.

İstemeden doğmuştuk, gene istemeden ölecektik. Hayatın iki gerçeği doğum ve ölüm değil miydi? İkisinin arasını ise kendimiz doldurabilir, kendimiz anlam kazandırabilirdik. İşte... Bu kooocaaa kabristanda yatan binlerce insan, dün varlardı. Bugün yoklar. Kimbilir nelere üzüldüler, kimlere kızdılar yahut kırıldılar, dünya gailesi için kimbilir ne çok uğraştılar. Para... Mal... Araba... Eş... Evlat... Dost... Akraba... Koştur babam koştur... Ya dünyada olup bitenler? Bir yandan ölümsüzlüğü arayan insan... Düşünsene... Uzun yaşamak için biteviye  mücade vermek... Diğer yandan insanı, hayvanları, doğayı, dünyayı katletmek... Anlaşılacak gibi değil. Dünyada bilim, teknoloji gelişiyor. Tekrar tekrar kitaplar yazılıyor. Tecrübeler kazanılıyor. İyi ama insanın zalimliği acaba neden bitmiyor? O kadar eğitim alıyoruz, üniversiteler okuyor, masterlar, doktoralar yapıyoruz. İyi ama, insanı insan yapan özelliklerden, nasıl bu denli uzaklaşıyoruz? Vicdan, merhamet, şefkat duygularımız gün be gün neden azalıyor? Bilim neden savaşları, eziyetleri, cinayetleri bitirmiyor? Yunus Emre, "İlim, ilim bilmektir." diye başlayan sözlerine... Neden "İlim kendin bilmektir." diyen sözlerle devam ediyor? Bu sözleri öğrendiğimden beri başımın kendimle fena halde belada olduğunu söylemeliyim. Şimdi çıkmalıyım. Kısmetse, sonra devam edeceğim.
2012