Fakir mahallelerden, güveli hayatlardan, arnavut kaldırımlı sokakların yanlarında misket yuvarlayan, golden sakızından çıkan artiz resimleri biriktiren çocukluktan, pencerelere tünemiş vita yağı kutulara özenle ekilmiş pencereönü çiçeklerden sözediyor Metin Üstündağ.. Atarabasında satılan karpuzlardan, günaşırı erkin koray'ın, acda'nın, barış manço'nun, fikret kızılok'un, şenay'ın, beyaz kelebekler'in moğollar'ın, ayla dikmen'in ve bir sürü diğer şarkıcının şarkılarından söz ederken geçmiş zamanlar ve çocukluk, tekrarı no mümkün olduğu için mi güzeldir acaba diye soruyor.. Yazlık sinemalar tahta sandalyeli olurdu ya hani.. Çekidek çitlemeler, meşrubat sesi tıngırgamaları, genç kız ve oğlan fingirdemeleri eşliğinde, serin yaz rüzgarı ve yıldızları altında seyredilen yerli-yersiz yüzde bin yerli filmler seyredilirdi hani.. Hisli duygulu.. Vurdulu kırdılı.. Murat 124 ve Anadol arabalı.. Kocaman deve gibi şevroler ve tek tük mercedes arabalar dolmuşluk yapardı hani.. Metin Üstündağ'ın dediği gibi film bitince sinemalardan toprak yollarda yürüyerek ve yeşil bir şeyler koklayarak, dallara elleyerek eve giderdik hatırladın mı? Oturup soluklanacak mis gibi çimenler vardı daha.. Yeşil kalmak mı medeniyet, beton olmak mı? Metin Üstündağ'ın dediği gibi hiç dengeli olmaz mı bu ikisi aynı zaman diliminde? Bu yazdıklarımı Metin Üstündağ'ın Denemeyenler adlı kitabından okuyorum.. Mizah yazarlarının veya çizerlerinin kitaplarını çok seviyorum.. Oğuz Aral'ın dediği gibi okudukca bütün güldürücü, sevindirici, coşkulu bileşenleri aldıktan sonra, ağır, yerinden oynatılmaz, gözyaşı dahil bilinen herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenemez bir tortu kalıp birikiyor insanın yüreğinde.. Geriye irisinden bir taş, "çeki taşı" kalıyor.. Böyle işte.. Devam ediyorum okumaya..
Tek kanallı siyah beyaz TRT deki programlardan söz ediyor.. Kimsesiz çocuk jack'e neler olacak diye her hafta üzüm üzüm üzülmekten, uzay yolu, küçük ev, vadideki hayat, görevimiz tehlike, marco, çarlinin melekleri, operadaki hayalet, halit kıvanç, uğur dündar, kele bakış, reklamlar, heidi ve daha bir sürü diziler vardı sahiden aklına getirsene.. Hele kaçak dr. kimbıl ve zengin ve yoksul oynadığı akşamlar sokakta kimse kalır mıydı? Kalmazdı.. Hayat siyah beyaz bir felç, fakir ve yoğun bir mania yaşardı ya az mı kuşatılmıştık, çok mu kendimizdeydik, bilemiyorum diyor Metin Üstündağ.. En mühimi her meyvanın bir mevsimi yok muydu sahiden.. Karpuz çıktı mı anlamaz mıydık kabuğu denize düşünce denize girileceğini.. Ama pırıl pırıl, tertemiz, cam gibi denizler.. va fakat sahillerinden orası burası kesilmiş kadın cesetleri de çıkan o denizlere heryerden girilmez miydi? Haklı Metin Üstündağ.. O vakitler no kolibasili, no hormaon, no silikondu tabii.. Nedense uzun zamandır hatırlamadığım bir şeyi hatırlattı bu yazı.. Torna ve marangoz atölyeleri vardı hatırladın mı? Yazar talaş ve demir tozları arasında çıraklık yapan çocuklardan söz ediyor ama ben neden hatırladım o talaş tozlarını bilemedim şimdi? Annelere, aplalara alel acel yalvarmayla yaptırılan sana yağlı nevaleler, mahallece yapılan piknikler, gizli gizli aşık olmalar, lap diye intiharlar, her mahallenin imrenilen bir abisi ve mutlaka körkütük aşık olunan ablası vardı elbette.. O zamanlar bütün çocuklar sanki biraz daha mı eşitti.. Bütün çocukların dizleri yara bere içinde olurdu ya illa ki.. Çocukluk daha mı güzeldi o vakitler.. Belki de biz çocuktuk diye o vakitler bizim için çok güseldi diyor yazar..
Metin Üstündağ daha pek çok örnekler vermiş bu yazısında.. Bir sürü, bir sürü belleğimize kazınmış fakir ve güveli hayat tatlarından, tonlarından, dokularından söz etmiş.. Uzun saçlardan, favorilerden, mini etekler ve ispanyol paça pantolonlardan, şweeps ve ankara gazozlarından, çizgi filmli tişörtlerden, nesli sonra tükenen garip oyuncaklar ve fakir işi ahşap naylon oyuncaklardan söz etmiş.. Sonra bu duyarlıkların gırgır dergisine taşınmasından, ertem eğilmez ve yılmaz güney sinemasında bis yapmasından, sonra da bu hayatların yeni dünya düzeniyle birlikte aşağılanmasından, hor görülmesinden bahsetmiş.. İçerisine feci dozda cıvıklık ve köylülük boca edilince, bu yeni zamanlara ayak uyduramayanlardan, bunalanlardan ve karaya vuranlardan söz etmiş.. Çok şeyler yazmış geçmişe değin aslında ama sonunda ne diyor biliyor musun? Bak aynen yazıyorum.. Şunları söylemiş.. " Neyse.. Diyeceğim şu: gelin iki ucu içten içe yanık olan bu hayatlarımızı yazarak, çizerek, anlatarak yakalım.. Bizden sonraki çocuklar, son kalan fakir mahalleler ve güveli hayatlar, okulda tarih derslerinde ilginç şeyler okusunlar.. Ya unutmak en iyisi bu fakir, bu ahşap, bu şarabi eşkiya sarhoş çocukları.. Ve bir daha hiç kaşımamak.. Bunak durumuna düşememek.. Ve fakat o mahur beste çaldığında müjganla biz gizli gizli ağlamak.." Kitabın bu bölümünü okumayı bitirdim.. Eğlenceli gibi sanılan yazının sonunda gözyaşıyla bile silinmeyecek bir tortu kalıp birikti gene yüreğime.. Geriye irisinden bir "çeki taşı" kaldı işte.. Ben tüm bunlar yazılsın, çizilsin, okunsun, tavsiye edilsin ve bir taraflarımız herşeye rağmen insan kalsın istiyorum.. O mahur beste çaldığında müjganla ağlaşmayı seviyorum.. Yaaa.. Bugün bende durumlar bu merkezde.. Böyleyken böyle işte.
21.08.2010