31 Temmuz 2010 Cumartesi

Hangi Kitabı Çeksem Şiirler Çıkıyor Arasından!

İlhan Berk'in Kült Kitap'ını okuyasım geldi. Hani "Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek" başlıklı bölümü var ya.. Özellikle o bölümünü nedense.. Dinle..


Behçet Necatigil ölmüştür. İlhan Berk Halikarnassos'tadır. Cenazesine gidemez. İlhan Berk'in "yazdıkları en çok üstüne başına benzeyen ozan dediği, o sevgili ozanlardandır Behçet Necatigil. Hiç kimseye yapmamıştır. Ona da yapmaz. Baş sağlığı dilemez. Aslında Necatigiller'in evi, İlhan Berk'in girip çıktığı birkaç sevdiği evlerden biridir. Nihayet ölümünden bir süre sonra, bir yaz öğle sonu, cenazesi kalkmamış gibi üstelik, büyük bir ıssızlık içindeki apartmanın merdivenlerini çıkar. Kapıyı çalar. Issızlığın içinde açılan kapı, şairi daha büyük bir ıssızlığa atar, bırakır. Salonda her zaman oturduğu yerde oturur. Elindeki üç beyaz gülü masaya bırakır. Evi inceler. Hiçbir eşya sanki yerinden kıpırdamamış gibidir. Kedileri ezikçe gelip İlhan Berk'e sürünürler. Behçet Necatigil'in her daim yaşam dolu sevgili karısı Huriye hanım yanına geldiğinde, birden ölümü görür İlhan Berk. Necatigil'in her zaman gördüğü odasını ölümünden sonra da görmek ister. Odaya girer. O yoktur. Huriye Hanım, İlhan Berk'i çivileyen cümleyi söyler: "İşte, der, hangi kitabı çeksem şiirler çıkıyor arasından!" İlhan Berk'e göre, bir ozanın karısı, geride başka neler bulabilirdi ki? Şiirler olacaktı tabii.. Çıkar odadan.. Necatigil'i ve ölümü aşan bir şay kalır İlhan Berk'in üzerinde.. Sonra her şey silinir gider. Yeniden Halikarnassos'a döndüğünde, birden Behçet Necatigil'in karısının sözleri gelip vurur İlhan Berk'i: "İşte, hangi kitabı çeksem içinden şiirler çıkıyordu!". Sonra "Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısı'nı Görmeye Gitmek" adlı şiirini yazar.


ÖLÜ BİR OZANIN SEVGİLİ KARISINIGÖRMEYE GİTMEK
'Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde.
Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'
Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
İlhan BERK

Ve Hemen Gidemedim...

Bir keresinde bir kitapta okumuştum. Hangi kitaptı şimdi hatırlamıyorum. Bir soruydu? Keşke sevdiğim cümleleri bir klasörde arşivleyebilsem. Hep niyetlendiğim, ama gerçekleştiremediğim hayallerimden biridir. Nedense düşünürüm, yapmam. Üstelik yapanlara nasıl da imrenirim. Neyse.. Hafıza arşivimin gizli bir köşesinde kalıvermiş işte. Galiba şöyle bir şeydi.. Para harcanmazsa birikir.. Peki, hayat harcanmazsa birikir mi? Olabilir mi? Böyle bir soruydu işte.. Yoo.. Hayat zamanla ölçülen bir değerdir. Zamanı durdurabilmek mümkün değilse, arada hayatı istediğin gibi harcaman gerekmez mi? Hep olması gereken mi yapılmalı yani.. Kime göre olması gereken, sana göre mi, diğerlerine mi? İyi çocuk, iyi öğrenci, iyi eş, iyi anne ya da baba, iyi çalışan, iyi arkadaş, iyi komşu, vesaire.. Nereye kadar? İyi olmanın ölçüsü ne? Sen kendin gibi olmayı becerebildin mi? Böyle gelmiş böyle gidecek mi demeli? Hayatını yaşadın.. Yaşıyorsun.. Tamam.. Yapmak istediğin şeyler vardı misal.. Biriktirdin hepsini.. Belki yapmaya kalksan yadırganacağından korktun ya da sırası değil diye erteledin durdun.. Harcayamadığın o hayatları bir kumbarada biriktirebilseydin keşke, kullanabilirdin canın istediğinde.. Yok ama böyle bir şey.. Zaman akıp gidiyor.. Kullandığın kadarını kullanıyorsun.. harcamadığın hayat maalesef birikmiyor.. O halde harcanmayan hayat neye yarar ki? Üstelik nereye kadar? Bu konunun üzerinde düşünmeli bence.. İnce fikirler bunlar.. Çookk ince.. Kimine tehlikeli ya da korkutucu gelebilir.. Çoğu "Dur bakalım, arkasından ne söyleyecek?" diyebilir. Ne diyorum biliyor musun? Hayat biriktirilmediğine göre, insan diğerlerine saçma geleceğini bilse bile, hayalindekileri yapmalı denk geldiğinde.. Zaten hangi hayatlar öykü olmuşlar diye bakacak olursan anlıyorsun ki, anlatılanlar biriktirilmeyen hayatlar.. Günü gününe harcanmışlar.. Harcanıp biriktirilmeyen hayatların hikayeleri var.


"Ve hemen gidemedim
Ve artık gidemedim
Ve sonra hiç gidemedim.
Kurtuluş'ta bir durakta bir tramvay ölüsü
Öylece kalakaldım
Hepimiz kalakaldık
Elimizde tetiği çekilmeyen

Namlusu yönsüz bir tabanca gibi."
EDİP CANSEVER


30 Temmuz 2010 Cuma

Godard'ın Filminde Rol Verdiği Kitapların Peşine Bir Dedektif Gibi Düşünce...

Fransız yönetmen, Jean Luc Godard'ın çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde kitaplara oyuncu muamelesi yaptığını öğrendiğimde çok merak etmiştim. Filmi seyrettim. Doğruydu. Filmde oyuncuların elinde, masada, sehpada hep kitaplar vardı. "Ne var bunda?" denebilir. Kitapların bolca yer aldığı kütüphanede, kitapçıda çevrilen filmler yok mudur? Vardır. Ama bu filmde durum farklıydı. Kamera kitapların kapaklarına bir oyuncunun yüzüne yaklaşır gibi odaklanıyordu. Adeta her kitap bir oyuncu yüzü gibiydi. Bu durum çok hoşuma gitti. Çünkü ben kitap kapaklarına meraklı biriyim. Beğendiğim kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Ayrıca filmde oyuncular da kitap gibi konuşuyorlardı. Sanki Godard kitap yazmak istemiş, kitap yazacağına kitap gibi bir film çekmiş. Filmi seyrederken, kameranın odaklandığı kitapların yazarlarının adlarını not ettim. Acaba Godard niye bu yazarların kitaplarını seçmişti? Merak ettim. Şimdi bu yazarları ve kitaplarını tek tek incelemeye karar verdim. Jean Luc Godard'ın Aşka Övgü adlı filminde, uzun uzun gösterilen kitaplardan birinin yazarı Peter Cheyney'di. Sanal ansiklopedide yazarın kitaplarını buldukça kapaklarına bayıldım. Bakınız işte aşağıya ve yukarıya ekledim.



İngiliz polisiye yazarı Peter Cheyney, bugün adı pek bilinen bir yazar değil. Yazarın kitapları Çağlayan yayınlarının değişik kapak tasarımlarıyla 1954 yılında bizim memlekette yayımlanmaya başlamış. Ve zamanında oldukça fazla satmış. Tükçe'ye çevrilen 25 civarında kitabı varmış. Öykülerinin konuları Avrupa'da geçiyormuş ve türdeşlerinden daha az şiddet içeriyormuş. Malum, İngiltere'de polis bile tabanca taşımaz. Bu nedenle İngiliz yazar Peter Cheyney'in dedektifi, sıkıştığında 45 liğine davranan ünlü dedektif Mayk Hammer tiplemesi gibi değilmiş. Peter Cheyney'in kitaplarındaki dedektif iş kavgaya geldi mi, sanıyorum bizim şimdi Ju do diye bildiğimiz, o dönemin tabiriyle Jui Jutsu ile düşmanlarını alt edermiş. Ama çapkınlıkta ABD'li meslektaşlarını aratmazmış. Şimdi ilginç bir tespit yapacağım. Romanlarının edebi değeri tartışılan Peter Cheyney'in Türkçe metinlerde Lemi Kovşun olarak adlandırılan, orijinalinde ismi Lemmy Caution biçiminde geçen ünlü dedektif karakteri var ki, bu dedektif sinemada da tanınmış biri değil mi? Hatırlasana Jean Luc Godard'ın Alphaville(1965) adlı filmini.. Bu filmde Alphaville adlı ilginç bir şehre gelen özel dedektifin adı nedir? Lemmy Caution.

Çok tuhaf bir filmdir Alphaville. Alpha 60 adında bir bilgisayar şehri yönetmektedir. Şehirde aşk, vicdan gibi kelimeler yokedilmiştir. İnsanlara ağladıkları için ölüm cezası verilebilmektedir. İnsanları her an gözlemekte ve denetim altında tutmakta olan bilgisayarı tasarlayan bilimadamının kızına aşık olur bu ünlü dedektif Lemmy Caution... Neyse.. Şimdi anlatmak istediğim film konuları değil. Jean Luc Godard'ın, yazar Peter Cheyney'in bir kitabına, 2001 yılında çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde rol vermesi haybeye değil demek ki. Çünkü Godard yıllar önce, taa 1965 de çevirdiği Alphaville adlı filminde yazarın kitaplarının ünlü kahramanı dedektif Lemmy Caution'un adını kullanmış. Bundan yıllar sonra Godard, çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde Peter Cheyney'in kitabına rol vermekle, kendi tarzında yazara teşekkür ediyordur belki, kim bilir? Bakar mısın sen şu işe? Neler öğreniyor insan... Seyirci olarak yönetmenin filmindeki kitapların peşine dedektif gibi düşünce...



İçinden İstanbul Geçen Şarkılar

Ne yazık ki sesim pek güzel değildir. Güzel şarkı söyleyen insanlara bir bilsen nasıl imrenirim. Kimi zaman araba kullanırken içimden şarkı söylemek gelir. Söylerim. Özellikle yalnızken tabii. Aslında şöyle billur gibi sesim olsa... Ah! Durur muydum acaba? Mütemadiyen şarkı söylerdim. Hem de nasıl abartırdım kim bilir? Abartma sanatında usta olduğum bilinir. O nedenle demek ki bana güzel ses bahşedilmemiş. Araba kullanmayı da severim. Eğer gidiyorsam uzak bir yere... Önce ususl usul başlarım şarkı söylemeye... Sonra... Sonra... Abartırım dedim ya... Kaptırırım kendimi bildiğim şarkıların ezgilerine ve dizelerin büyüsüne.. Şarkıları bir zincir gibi birbirine ekleyerek söylerim. Pek çok şarkı söylerim söylemesine de en çok sevdiklerim, içinde İstanbul geçen şarkılardır. Ve harikulade İstanbul şarkılarımız vardır. Bak dinle...


Önce Münir Nurettin Selçuk'un bestelediği Yahya Kemal'in o güzelim şiiri "Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer." ile başlarım İstanbul şarkılarına. Büyük bir saygıyla... Bu söylediğim işin başında, toptan bir bakıştır İstanbul şarkılarına. Sonra Hicaz makamından Yesari Asım Arsoy'un sözleri ve bestesi olan "Sazlar çalınır Çamlıca'nın bahçelerinde, Bülbül sesi var şarkıların nağmelerinde" şakısına geçmek yakışır. Gene bir Münir Nurettin Selçuk şarkısıyla devam ederim ağırdan ağırdan... "Yok başka yerin lütfü ne yazdan ne de kıştan Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamıştan, Ah Kalamıştan , Istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar, Düşsün suya yer yer erisin eski zemanlar, Sarsın bizi akşamda şarap rengi dumanlar, Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan Ah kalamıştan " Bu şarkıyı söyledikten sonra da "Ah! Münir Nurettin Selçuk'dan dinlemek vardı"diye rahmetle anarım ünlü sanatçıyı arkasından.

Artık günümüze gelinmelidir. Cilveli cilveli "Kız sen İstanbul'un neresindensin?" şarkısı söylemelidir. "Duruşun andırır asil soyunu, Hisar, Kuruçeşme, sahil boylu mu? Arnavutköylü mü Ortaköylü mü? Kız sen İstanbul'un neresindensin? Bilmem sözlü müsün, ya nişanlı mı? Sevgilin yaşlı mı, delikanlı mı?Emirgan, Bebekli, Aşiyanlı mı?Kız sen İstanbul'un neresindensin?" şarkısıyla tüm İstanbul semtlerini dolaşırım bir bir.. Hey! Haydi Ajda Pekkan 45 liklerine geçeyim!... Fecri Ebcioğlu'nun sözleriyle Türk pop müziğinin resmi açılış şarkısı olarak kabul edilen şarkıyı söyleyemeliyim... "Bak bir varmış bir yokmuş, eski günlerde, Tatlı bir kız yaşarmış, Boğaziçi'nde. İşte bir sabah erken, masal böyle başlamış Delikanlı genç kıza, iskelede rastlamış Bakışmışlar göz göze, gören kimse olmamış Fakat denizde dalga, oynamaya başlamış!" Ne şahane şarkılardır! Bu şarkıları söylüyorken, unutulur günlük dertler kasavetler birer birer... Peki şu şarkıya ne diyeceksiniz? "Ay beyaz deniz mavi eylenin kızlar Yarinden ayrılanın yüreği sızlar Sandalimiz sanki ucan bir kuştur Hayat dalgalar gibi bazen yokuştur Emirgan'dan Marmara'ya Kınalı Büyükada'ya, Aşkımızı mavi suya gizleyelim yah yah!"


Şimdi sıra artık köprülü şarkılara gelir. "Boğaz köprüsü, İnci gerdanlık, Altından geçtik, Kahkaha attık. Çek kayıkçı kürekleri Gezdir seven şu kalpleri Mavi deniz martılardan Ayırma sevenleri" diye bağıra bağıra söylerim bu şarkıyı şimdi de. Peki içinde ada geçen İstanbul şarkılarımız yok mu? Olmaz mı? Tabi ki var. Melih Cevdet Anday'ın o şahane şiiri, Sezen Aksu'nun Şinanay adlı şarkısının sözleridir. "Ada vapuru yandan çarklı Bayraklar donanmış cafcaflı Simitçi, kahveci, gazozcu Şinanay da şinanay. Müslümanı, yahudisi, urumu İsporcusu, ihtiyarı, veremi, Kiminin saçı uçar, kiminin eteği, Şinanay da şinanay. Estirir de ada yeli estirir Seni sevindirir beni küstürür Lüküs kamarada kimler oturur Şinanay da şinanay."


Ahh! Ya Mazhar Fuat Özkan'ın o en güzel İstanbul'lu şarkısı.. Ah! Hem de şarkının sözleri içinde yağmur varsa... Ağlatmaz mı bu şarkı insanı... "Bu sabah yağmur var İstanbul’da, Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmezliğe, Anne sözü dinler gibi masum, Ağladım bu sabah" Peki gene bir hüzünlü şarkı ile devam etmelidir. Demelidir ki: "Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa, Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar’a doğru, Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti, Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti, Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık, Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı, Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp, Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı, Ah İstanbul İstanbul olalı, Hiç görmedi böyle keder, Geberiyorum aşkından, Kalmadı bende gururdan eser"


Şimdi bir Edip Akbayram şarkısına geçmek "Salkım salkım tan yelleri estiğinde, Mavi patiskaları yırtan gemilerinle uzaktan seni düşünür düşünürüm İstanbul "demek lazım... Bir Levet Yüksel şarkısıyla sonuna gelmeliyiz artık İstanbul seyahatimizin... Demeliyim ki : "Saçlarını dağıtır rüzgar, Yeditepe üzerinden, Hatıralar tarihin küllerini savurur, Kadın gibi, kısrak gibi sarılayım gel ince beline, Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından" Heyy! Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından!" Yollar biter, içinde İstanbul olan şarkılar bitmez! Hele bir de Türkülerimiz vardır İstanbul'a ilişkin. Başlamayayım... Bu yazı uzar da uzar.. Bitmek bilmez! Böyle işte. Bugün de durumlar bu merkezde! Aaa! Ben mehtaba çıkmaz mıydım Heybeli'de?! Yok yok, Heybelide değil! Bizim köyde... Değirmendere'de... Ama... Bekle beni İstanbul!.. Sana geleyim hele!

Kitap Kapaklarını Seyretmeyi Severim.

Kitapları tabi ki kapakları için almam!.. Ama güzel kapaklı kitaplara, ayrı bir ilgi duyduğumu itiraf etmeliyim. Çünkü kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Eğer günün birinde elindeki kitabın sayfalarını karıştırıp okuyacağına, kapağına uzun uzun bakan birini görürsen, anla ki o benim!.. Murathan Mungan benim için öncelikle sihirli dizeleri olan bir şairdir. Bana göre Türkçeyi en etkili kullanan şairlerden biridir. Sonra gene bana göre çok iyi bir öykücüdür. Ayrıca Murathan Mungan'ın kitaplarının kapaklarına da bayılırım. Şimdi Hayal Kahvem'i Murathan Mungan'ın sevdiğim bazı kitaplarının kapakları ile süsleyeceğim...



28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hafıza Ne Acayip Bir Kutu, Şaşırtıyor İnsanı!

Sabah sabah amcamın ben henüz yeni yetmeyken anlattığı kısa bir öykü aklıma geldi. Hafıza ne acayip bir kutu sahiden. Anıları dürüp kaldırıyor sanki birbirinden karanlık kuytu çekmecelerine.. Sonra hiç beklemediğin bir zamanda, şak diye sürebiliyor önüne işte böyle. Bak şimdi… Memleketimizin kuş konmaz kervan geçmez bir köyüne, elinde atama emri ile birlikte gelen genç imamın gözlerinin içine, köy halkı ilkin tatlı tatlı bakmışlar. Sonra en meraklı halleriyle adeta soru yağmuruna tutmuşlar. Köylülerden biri büyük bir misafirperverlikle, en çok hangi yemeği sevdiğini sormuş. İmam da tüm samimiyetiyle “Kabak yemeğini çok severim.” demiş. O günden sonra köylüler birbirlerinden habersiz, genç imama mütemadiyen kabak yemeği getirmişler. Günler günleri kovalamış, haftalar haftaları... Tamam genç imam çok seviyormuş kabak yemeğini sevmesine de bir, iki, üç, beş, on, derken hergün, her öğün kabak yemeği yer olunca, artık kabak yemeği sevdiği yemek olmaktan çıkmış da sanki hani derler ya kabak tadı vermeye başlamış.. Yediği lokmalar bogazına dizilir olmuş. Düşünsene iyi niyetli bir ikramın nasıl azaba dönüştüğünü… Ne feci! " Bazen izzet dayaktan beterdir" diye bir söz duyardım da, "olur mu öyle şey?" derdim.. Yemeği seviyorum ya bu söze hiç mi hiç anlam veremezdim. Demek bu söz bu haller için söylenmiş. Bir akşam gene imam boğazından zorla iteleye iteleye getirilen kabak yemeğini yemiş bitirmiş. Bir eli çenesinde, sıvazlaya sıvazlaya sakalını, düşüne düşüne ne yapacağını, yatsı ezanını okumak için minareye çıkıvermiş. Nasıl da kadife gibi bir geceymiş. Köylüler kulakları hoparlörde imamın ezanı okumasını beklemektelermiş. Beklemektelermiş ki namaz kılmak için camiye girsinler ya da evlerinde namaza durabilsinler. Biliyorlarmış ki namazın en kıymetlisi vaktinde eda edileniymiş. Hoca o en davudi sesiyle başlamış okumaya … Köylüler nasıl şaşırmışlar duyduklarına… İnanamamışlar kulaklarına… Gözlerini iri iri açmışlar da hayretle birbirlerine bakmışlar. Genç imam ezan makamında bir şey okumaktaymış okumasına ama ezan gibi değilmiş ki okuduğu, başka bir şeymiş… Artık canına tak eden genç imam, ezan niyetine şunu seslendirmekteymiş: “Sabah kabaaaaakkkk! Akşaaammm Kabakkkkk! Saaaabaaah kaaaabaaakk! Akkkşaaaam Kaaabaak”

Şimdi diyeceksin ki sabah sabah nerden ve neden icap etti de bu öykü hafızanın o karanlık ve kuytu çekmecesinden çıkıp önüne düşüverdi? Sabah radyoda Sezen Aksu’nun bir şarkısını dinleyince, bugün evdeki kitaplara baktım. İçinde Sezen Aksu’nun bir çoğu şarkı sözü olan şiirlerinin yer aldığı Eksik Şiir adlı kitabı elime geldi. Bir şiir kitabının içindeki şiirleri okurken insanın kulağında ezgilerin gezinmesi hatta ezberinde olan şarkıları birer birer mırıldanabiliyor olabilmesi bilsen ne kadar hoş! Kitabın 2006 yılında yazılmış ön yazısını tekrar okudum. Aynı yukarıda anlattığım genç imamın başına gelen durum, Sezen Aksu’nun da başına geliyormuş biliyor musun? Tabi ki başka bir biçimde. Gittiği herhangi bir yerde, birileri Sezen Aksu’yu görünce hemen bir albümünü çalmaya başlıyormuş. Bu aslında kendisine gösterilen bir nezaket, bir incelik durumu, öyle değil mi? Değil işte! Resmen azap durumuymuş! Dahası var. Sezen Aksu bu durumu bazen bütün hata ve kusurlarının yüzüne vurulduğu, sonsuza dek kendini dinlemeye mahkum edilip cezalandırıldığı fantazisine kadar götürebildiğini yazıyor. Feci bir şey!

Bu durum şarkıcı Sezen Aksu’nun başına gelenler. Oysa yazmak farklı bir mecra. Diyor ki ünlü sanatçı: “ Oysa şarkı, şiir, hikaye, roman her neyse yazma anı, yazanı da seyircisi yapan olağanüstü haldir." Sahiden yazmak işte böyle bir duygu veriyor insana. Yazarken yazdıklarının ilk seyircisi kendin oluyorsun. Bu da tuhaf bir his doğrusu. Sonra bunu paylaşmak istiyorsun ya birileriyle… Herkes kitap yazamayacağına göre... İşte galiba o nedenle bloglara yazılar yazılıyor. Böyle işte! Şimdi yazıma Sezen Aksu’nun ilk aklıma hangi şarkısı gelirse onunla son vereceğim diyordum ki, aklıma ne geldi biliyor musun? “Unut beni de her yalan gibi unut!" geldi ilkin. Ve sonra aklıma düşen şarkı sözü de şu: “Gülümse!" Bu şarkılar çok ortada olan değil, daha saklı hitleri değil mi Sezen Aksu'nun? Bunlar acaba hafızamın hangi karanlık ve kuytu çekmecelerinden çıkıp da pat diye klavyemin ucuna düşüyor? Kimbilir? Hafıza ne acayip bir kutu sahiden insanı şaşırtıyor. Yazı yazayım diye oturuyorsun ya bilgisayarının başına, her bastığın tuş harflere dönüşünce işte böyle hiç ummadığın bir yazı olup çıkıyor. Bilirsin yazı dediğin de eğer yazmayı bitirmezsen uzuyor da uzuyor!

27 Temmuz 2010 Salı

Kendini Kötü Hissetme Hali



Şimdi iki gündür bloğun kepenklerini indirdim ya, arayan arayana...Tuhaf bir durummuş bu yazarlık sahiden.. Neyim varmış, hasta mıymışım? Hayatımda ters giden bir şey mi varmış, falan... Bugün bir müşterim "Nasılsınız, sorun var mı?" diye sorunca, şaşırarak baktım suratına. "Allahım!" dedim, "Eyvah!" "Bloğumu mu okuyor yoksa?" Yoo! Neyse, öylesine soruyor belli... Hımm.. Belki kurgu yapıyorum.. Belki Hayal Kahvem'e ilgi çekmek için, böyle depresyondaymışım gibi bir manzara çiziyorum mesela.. Olamaz mı? Tamam.. Depresyonda değilim.. Ancak kendimi kötü hissetme halinde olabilirim, öyle değil mi?

Bu yaşıma geldim ve şunu öğrendim ben, her duygunun hakkını vereceksin. İyi hissediyorsan kendini, uç uçabildiğin kadar, kanatlan, sevin, hayatın tadını çıkar, keyiflen, mutlu ol, mutlu et! Amaaa... Eğer kötü hissediyorsan kendini, zorlama illa mutlu olacam, mutlu görünecem diye.. Kötüysen kötü olacaksın. Dibine kadar kötü hisset, hakkını ver yani... Az hareket et, kıpırdama hatta. "Neyin var?" diye soran meraklılara, iyi görünmeye çabalama.. Cevap bile verme hatta.. Hele mutlu görünen arkadaşlarının yanına hiç uğrama. Bir de akıl veren çok bilmişler olacaktır, avutmak isterler hani akılları sıra... Derler ki: "İyi, sen kendini topla biraz... Olur zaman zaman böyle... Yarına bişeyciğin kalmaz!" Hah ha! Çok iyi geldi şimdi bu konuşma. Hayret bir şey! Böyle konuşanlara uygulayacağın iki Zagor hareketi bile öğretebilirim valla.

İnsanın kendini iyi hissetmeye hakkı varsa, kendini kötü hissetmeye de hakkı olmalı öyle değil mi? Hatta saçmalamalı bazen. Evet saçma sapan hareketler yapabilmeli yada saçma sapan yazılar yazabilmeli.. Ne var yani, insan her zaman normal mi olmak zorunda? Kimi zaman fiyakalı hatalar yapmalı yaşamında.. Sonra "Ne yaptım ben?" diye kahkahalarla gülmeli dönüp geriye baktığında. Canı istediğinde kilitlemeli kendini kimi zaman kendi içine.. "Tıp" oynamalı kendinle.. Soru sorunca birileri, hastanelerdeki hemşire fotoğrafındaki gibi, sağ elinin işaret parmağını koymalı dudağının üstüne, "sus" diye.

Zorlamayacaksın! Kendini illaki iyi göstermeye çabalamayacaksın... Kötü hissediyorsan kendini, dibine kadar kötü olacaksın.. Takatin yoksa gülümsemeye, sakın gülme kimseye.. Boş ver, desinler "Kafayı mı yedi bu ne?" , hatta böyle düşüneceklerine emin olduğun kimselere, istemeye istemeye selam bile verme. Bırak kendini, kötü hissetme halinin kollarına... Halsiz, mutsuz, isteksiz, keyifsiz, hareketsiz, bedbaht olmalısın hatta... Gerekirse bloğunun kepengini kapamalısın... Hakkını vereceksin kötü hissetmenin... Ağlayacaksın hatta! Ağla, ağla! Ağlamak iyi gelir insana!

"BAŞ" lı Deyimlerle Bir Deneme


Bıçak kemiğe dayanmıştı a dostlar! Bıçak kemiğe dayanmıştı sahiden! Nedir bu çilem? Hergün sabah kalk, çocuğu, eşi besle; gönder derse, işe. Sonra yemeği koy ocağa. Ben de çalışıyorum ama kime ne? Başına vur, ağzından lokmasını al bir insan olunca ben, başlarına taç etmeyecekler ya beni, yerden yere vuracaklar işte böyle!.. Keşke baştan savma iş yapmayı becerebilsem... Nerdeee? İlla her gün evi baştan aşağıya silmem gerkiyor. Bu hep ablamın başının altından çıkıyor. Yoo! Ablamı severim, yanlış anlaşılmak istemem. Ablamın başımın üstünde yeri var. Ama beni küçükken alıştırmış bir kere. Kendisi temizlik hastasıdır da üzerinize afiyet! Korkuyorum bu temizlik koşturması bir gün benim başımı yiyecek. Temizlik ve yemek. Bitse. Sonra da doğruca işe. Gün boyunca inanın başımı kaşıyacak vakit bulamıyorum. Üstüne bir de ofise misafir gelmiyor mu? Yumuşak yüzlüyümdür, işim var deyip, başımdan savamıyorum kimseyi... Gelenlerin çoğu ev hanımları. Başlarında kavak yelleri esiyor. Bitirmişler ev işlerini, şimdi canları muhabbet istiyor. Başımla beraber, ne demek? Ben de severim kahve eşliğinde muhabbeti.. İyi ama işim bitmiyor ki! Ama bu hanımlar var ya başlarına devlet kuşu konmuş bilmiyorlar. Ohh! Ne güzel keyif yapabiliyorlar!.. Başlarına buyruk dolanıyorlar. Ben işten güçten baş alamıyorum ki! Hem ev, hem ofis, vallahi ne kafa kaldı ne beyin! Artık başedemeyeceğim. Kaderimin önünde boyun eğmek istemiyorum. Sanki bende bir isyankar ruh başgöstermeye başladı son günlerde. Alıp başımı gitmek istiyorum okyanus ötelere... Evet.. Evett! A dostlar! İsyan edeceğim kaderime ve başımı alıp gideceğim.. Ne? Başımdan büyük işlere mi kalkışıyorum? Böyle mi düşünüyorsunuz sahiden? Durduk yerde başımı belaya sokmayayım mı? Bu halim benim başımı mı yiyecek? Hangi düşünceler mi beni baştan çıkarıyor? Bu yaştan sonra başıma bir hal mi gelebilir? Hiç umrumda değilsiniz a dostlar, hiç umrumda değilsiniz! Arkamdan istediğiniz kadar başbaşa verin ve beni çekiştirin! Başımı alıp gidiyorum ! Hemen!...Şimdi... Haydi bana! Baş!.. Baş!..

NOT:Deyimler Sözlüğü'mden bu kez "BAŞ"ile ilgili deyimlerle bir deneme yazdım. Buradayım. Başımı alıp bir yere gitmedim. Hımm.. Diyeceksiniz ki ne ilgisi var o fotoğrafın bu yazıyla peki? Hani en üstteki.. Bu yazıyı yazarken aklıma nilüfer çiçeği geldi iyi mi? Nilüfer çiçeği gibi hissettim kendimi.. Hani yazarın dediği gibi... "Hep bir yerlere gidecekmiş gibi azade ve özgür oluyorlar ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden yaşıyorlar" Öylee.. Hanım hanım oturuyorum.. Merak Etmeyin! Böyleyken böyle...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Gırgır Çocuklarıydık Biz..

Bizim evde mizah dergilerini küçük büyük herkes okur. O kadar memnunum ki! Nasıl olmam? Bizler Gırgır Dergisinin müdavimi değil miydik gençliğimizde? Ne yazık ki biz gizli gizli okurduk ailelerimizden. En azından ben.. Nedense içinde fena şeyler yazıyor sanırdı annem ve "Kızlara göre değil" derdi ne demekse...

Gırgır Derginin kurucusu Oguz Aral'dı. Günümüzde eğer Mizah Dergiciliği varsa atasıdır kendisi. 1972 den 1989 yılına kadar süren yayın hayatında o kadar çok genç mizahçı çıkarmıştır ki günümüzde devam eden mizah dergilerinin çoğu Gırgır okulunun mürekkebini yalayan kişilerin bu işi devam ettirmeleri ile gelişip günümüze gelmiştir. En sevdiğim tipler Oğuz Aral'ın çizdiği "Avanak Avni", Bülent Arabacıoğlu'nun çizdiği "En Kahraman Rıdvan", Latif Demirci&Behiç Pek'in "Muhlis Bey ve Yavlum Mithat" ve tabii ki Özden Öğrük'ün çizdiği "Çılgın Bediş"ti. Hepsi birbirinden güzel karikatürler olurdu. Gırgır'ın şahane bir sloganı vardı. "Can sıkıntısını, aşk yarasını, karı koca kavgasını, şip şak keser. Her derde devadır, Gırgır da gırgır" diye. Böyle şahane bir şeydi işte! Şimdi her hafta evimize giren mizah dergilerini de çok seviyorum. Ailecek bayıla bayıla okuyoruz. Bize geldiğinde, eğer kıkır kıkır gülen birini görürsen, sakın şaşırma e mi? Gülmemiz mizah dergileri yüzündendir inan ki!

Oğuz Aral 26 Temmuz 2004 tarihinde kaybettik. Rahmetle anıyorum.

GIRGIR
sen gittin ya
vakitsiz bir vakitte
bende kalan fotoğraflarına
bıyık yaptım
beyoğlu'na çıktım
içtim
dayak yedim
tartıldım
nice zaman sonra
yoruldum
eve döndüm
eski sarı
mizah dergilerine
sarıldım sarıldım
ağladım
METİN ÜTÜNDAĞ

25 Temmuz 2010 Pazar

"Ben Mutluyum" Cümlesi Hangi Zaman Formundadır?

Niyetine girdim ya bir kere.. Bütün kitaplarını okuyacağım.. Apartman Haiku'ları ile Hasar Tespit Çalışmaları bütün kitapçılarda var.. Zaten bende de var.. Benim aradığım eski kitapları.. Artık baskısı olmayan kitaplar bunlar.. İnan bana, İzmit kazan ben kepçe dolaşmadığım eski - yeni kitapçı kalmadı.. Bir tane bile bulamadım. Bugün yolum Kadıköy'e düşünce Akmar Pasajı'na daldım.. Yok.. Yok.. Hiç bir yerde yok.. Hava sıcak mı sıcak.. "İnanamıyorum, şimdi ben elim boş mu döneceğim.. İzmit'ten geldim." deyince, kitapçıdaki adam "Bekleyin beni" dedi. Çıktı gitti.. Ben gene durur muyum? Yanında yöresindeki tüm kitapçılara soruyorum.. "Metin Üstündağ'ın kitapları var mı?" Yok... Kitapçıdaki adam geliyor.. Heyy! Elinde kitaplar var.. Heyecanla soruyorum.. "Yoksa, yoksa.. Buldunuz mu?" Müstehzi ifadeyle gülümsüyor.. "Üç kitabını buldum," diyor.. "Yaşasın!" diyorum... "Şahanesiniz!" Bakıyorum kitaplara.. Zemheri.. Kalk Gidelim Defteri ve Tentürdiyot.. Nasıl seviniyorum anlatamam.. Adeta uçuyorum mutluluktan.. Ne fenayım.. Bu güzellik yeterli gelmiyor biliyor musun? Dudağımı büküyorum.. "Peki, Denemeyenler, Ömür Törpüsü, Mavra Zamanı, Pablo Neruda'ya Cevaplar Kitabı, Orhan Velilemeler.. kitaplarını nasıl bulacağım?" diye soruyorum.. Adam kafasını kaşıyor.. Düşünüyor.. Ben merakla bekliyorum.. "Hımm.. Ben bulmaya çalışayım. Bulunca size haber vereyim, olur mu?" diyor.. Şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum.. "Yapar mısınız sahi?" diye soruyorum.. Kitap isimlerini yazıyor.. Telefonumu bırakıyorum.. Teşekkür edip çıkıyorum.. Eteklerim zil çalıyor.. Çok seviniyorum.. Dayanamayıp Tentürdiyot'un sayfalarını şöyle bir havalandırıyorum.. Görüyorum ki bazı şiirlerin yanına kurşunkalemle ince işaretler konmuş.. Benim okuduğum kitaplara yaptığım gibi fosforlu kalemle renklendirilmemiş ya da acımasızca cümle altları çizilmemiş.. Nazikçe, sanki acıtmamak niyetiyle usulca kalem dokundurulmuş.. Kimbilir kim okudu? Ben okuyayım.. Sonra önceki okurun hayalini kurarım kesin.. Bakalım hangi şiirleri işaretlemiş? Acaba hangi şiirler var, müşterek beğendiğimiz? Merak ederim.. Yürürken gözlerini kapar mı insan? Kapıyorum.. Şansıma bir sayfa açıyorum.. 63. sayfa.. Şiirin adı Serbest Okuma...
"ben mutluyum"
cümlesi
hangi zaman
formundadır
-"şimdiki zaman"
-hayır
-"gelecek zaman"
-hayır
-"geniş zaman"
-hayır
-"zaman zaman"
-belki
Gülümsüyorum.. "Zaman zaman"... Peki... O an... Şöyle hissediyorum.. O an "Ben mutluyum". Kitapları elimde sallaya sallaya yürüyorum.

Bir "Hayalci" nin "Hayali"ni Dinliyorum... "İmagine"


24 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir Şarkıdan Bir Öyküye Uzanan Yol...



Dün akşam iş çıkışı arabamla eve doğru gidiyorum... Oh! Hafta sonu gelmiş.. Yaşasın!.. Sıkı çalışmıştım bu hafta.. Hele bu sıcaklarda.. İki gün ayak uzatacağım ya.. Seviniyorum.. Müziğin sesini açıyorum.. Mazhar Alanson söylüyor.. Hüzünlü bir müzik.. Sözlerini dinlemiyorum.. Şarkının ezgisinin tınılarında hafif salınarak araba kullanıyorum.. Şarkı bitti.. Doyamadım galiba. Başka bir şarkı dinlemek istemedim.. Aynı şarkıyı tekrar başa aldım.. Bir daha dinliyorum.. Bu kez sözleri kulağıma değmeye başlıyor.. Sözleriyle şarkıyı daha çok seviyorum.. Uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı bu.. MFÖ'nün en popüler şarkılarından biri değil üstelik.. Hani bazı şarkılar vardır ya.. Ne zaman dinleseniz, üzerinize bir hüzün çöker.. Bir garip olursunuz.. İşte bu, o şarkılardan.. Diyor ki..

Bütün kabile kızar bana
Derler bu adam çalışmaz mı
Bu adam hep düşünür mü
Bir kuş ölmüş diye üzülür mü

Tam burada aklıma Sait Faik düşüyor iyi mi? Evet, bu şarkı Sait Faik'in bir öyküsünü anımsatıyor.. Bak şimdi.. Sait Faik'in 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar adlı kitabında, Sivriada Geceleri adlı bir öykü vardır. Bu öyküde yazar, balıkçı Kalafat ve yamağı Sotori ile birlikte, bir nisan akşamı balığa çıkar.. Deniz dümdüzdür.. Ebemkuşağı zaman zaman görünüp kaybolmaktadır.. Yazarın deyimi ile sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibidirler.. Adaya gelirler.. Güneş batmaktadır.. Martılar haykırmaktadır.. Karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını deli gibi çırpmaktadırlar.. Öyküde şahane betimlemeler vardır.. Uzatmak istemiyorum.. Sonunda balıkçılar ve yazar artık ateş yakıp, dinlenecekler.. Herkes çalı çırp toplamak için koşuştururken, yazar oturduğu yerden arkaüstü yatmış, kırmızı bacakları ile havayı dövmekte olan bir martıyı izlemektedir. Martının yanına gider.. Hayvanın gözleri açıktır.. O sırada Sotori elindekilerle yanına gelir.. Martının ölmekte olduğunu söyler.. Az sonra gerçekten ölür martı.. Balıkçılar için çok doğal bir durumdur martının ölmesi.. Ne olacak, insanlar da ölmüyorlar mı? Yazar ise martının ölmesinden çok etkilenir.. Ağlamaklı gibidir.. Diğerleri ateş üzerinde yemek pişirme gayetindeyken, yazar halen martının başındadır.. Hayale dalar.. Sanki dünyanın yaradılışındadır şimdi.. İnsanların ilk zamanlarını yaşamaktadırlar.. Onlar avlıyor ve ateş üstünde yakıyorlar.. Yazar ise bir martıya belki türkü yazmış, ateşin karşısında onlara okumak üzeredir.. Bütün kabile kızmıştır ona.. Çalışmıyor ya!.. Hep kayalara oturup düşünecek mi? Martı ölmüş diye üzülecek mi? İşte öykü böyle başlıyordu.. Şarkının sözleri gibi.. Devamı da aynı şarkıda olduğu gibi sürüyordu..


Gündüz böyle diyenler
Gece olunca
Ateşler yakılınca
Denizler coşunca
Ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara
Bakın bakın martılar uçar
Bakın bakın yıldızlar koşar
Bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda

Bir hüzün çöker bir garip olur insanlar
Yaklaşırlar birbirlerine
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde
Şarkım sürer sabaha kadar
Melekler uçar üstünüzde

Evet, gündüz çalışmadığı için yazara söylenenler, gece olup da çalı çırpı yanınca, rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar deli gibi bağrışırlarken, geceleyin yazardan martının ölümünün türküsünü dinlerler.. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi sarar.. İşte bu hal belki de işe yaramaz diye düşünülen adamın bir vazifesi olarak kabul edilir.. Bir kaç gün yazar gündüz ağ tamir eder, balık tutar, beceremez, bu durumda akşamları balıkçılara sevinme veya üzülme duyguları veren türkülerinden söyleyemez.. Hıımm.. Anlaşılır durum.. Ertesi gün balığa çıkarken, yazarı uyandırmazlar.. Onu kendi haline bırakırlar.. Şarkının devamı gibi..

Bu sabah uyandırmamışlar beni
Ava giden dostlar
Ava giden dostlar
Ne güzel

"Eee!" der Kalafat, anlat bakalım şu martının ölümünü..." Yazar şiirsel bir dille anlatmaya başlar hayalinden bir hikaye.. "..... Güneş yeni batmıştı. Doğudan mavi bir karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı." İşte böyle... Martının öyküsü de öyle dokunaklıdır ki anlatamam.. Doğa ile insan ilişkisini en güzel anlatan öykülerden biridir bu.. Mazhar Alanson'un müziği eşliğinde anlatabilsem keşke.. Hani o ölen martı var ya, balıkçı Tahir'in martısıdır yazarın hayali öyküsüne göre.. Balıkçı Tahir ile martı arasında garip bir ilişki vardır.. Martı, Tahir'in yemesi için attığı balıklardan başka bir şey yemez.. Kimi zaman Tahir, fırtına sebebi ile birkaç gün denize çıkıp balık tutmadığı zamanlarda bile, martı çöp karıştırıp yemez.. Tembel midir, şair midir acaba? Hep Tahir'in ona balık atmasını bekler.. Hatta zaman zaman martı ve Tahir aralarında konuşurlar.. Peki martı neden ölmüştür biliyor musun? Tahir ölmüştür de ondan.. Tahir'in ölümünden sonra, martı kimsenin elinden yemek yememiştir.. Aslında ne o Tahir'siz ne de Tahir onsuz yaşayabilirdi... Yaşayamamıştır.. İşte yazar, martının ölümünün ardından böyle bir öykü hayal eder.. İnsanlar yazarın öykülerini severler.. Anlarlar ki çalışmasa da, avlanmasa da, hayal gören, bir martının ardından hüzünlenen, öyküler yazan, şarkılar, türküler söyleyen bu insana ihtiyaçları vardır.. Bütün gün kendileri çalışırlar.. Sabah balığa giderken yazarı uyandırmazlar.. Bilirler ki akşam ateşin başına geçtiklerinde, onlara üzülme veya sevinme duyguları veren türküler, öyküler dinleyecekler.. Akşam işten eve dönerken, Mazhar Alanson'un şarkısı eşliğinde bunlar düştü aklıma işte.. Mazhar Alanson "Sanatçının Öyküsü" adlı şarkısından, Sait Faik'in bir öyküsüne gönderme... Böyleyken böyle.

23 Temmuz 2010 Cuma

Bir Güne Çok Şey Sığdırmak



İnsan bir günde neler yapabilir? Kaç mevsim yaşayabilir? Kaç kıta değiştirebilir? Kaç vasıtaya binebilir? Ruh durumu ne kadar değişebilir, sorarım sana..

Bir sabah uyandım ki şahane bir güneş var. “Hey, ne güzel bir gün!”dedim. Çok keyiflendim. Sonra baktım, bir mektup düşmüş sanal posta kutuma... Hiç kabahatim yokken nasıl sitemkar bir yazı bu, anlatamam sana... Çok kırıldım. Dur bir bekle değil mi, bir beşe kadar say bari. Yok yapamam. Hiç tutamam kendimi... Bir hışımla sarıldım klavyeye... Uzun bir cevap döşendim. Sabahki sevinçten eser kalır mı? Kalmadı tabii... Çok öfkelendim. Sonra bir müşterim aradıı. Benimle görüşmek istediğini söyledi. Üstelik “Onbeş dakikada burada olur musunuz, acil!” dedi. Çok telaşlandım. Hızla arabama bindim. O hafta araba kullanırken, Julio İglesias’ı dinliyordum. Müziğin sesini açtım. O kadife ses, nasıl merhem gibi geldi kırgın ruhuma... Birden kendimi toparladım... Müşterimle görüşmem bittiğinde, İstanbul’a başsağlığına gitmeliydim. Yetişemeyeceğim diye çok panikledim. İzmit'in merkezine geldiğimde, bir minübüs yolun ortasında durmuş, nasıl yolu işgal ediyor... Bir süre sabırsızca bekledim. Çok sinirlendim. Geç kalıyorum, tam beklemeyeyim geçeyim dedim ki, minübüs birden hareket etti. Sağ dikiz aynamı kırdı ve arkasına bakmadan gitti. Afalladım. O kadar canım sıkıldı ki, maçlardaki ağzı bozuk taraftarlar gibi arabamın içinden bağırdım durdum. Küplere bindim. Neyse ki öfkem sabun köpüğü gibidir hemencecik geçer. Açtım müziği, sinirlerimi yatıştırdım. Hanım hanım arabamı sürdüm.

İstanbul’a doğru yola koyuldum. İzmit’te hava yazdı. İstanbul ise tam bir ayaz. Arkadaşım babasını kaybetmişti. Başsağlığı diledim. Ateş düştüğü yeri yakıyordu tabii, elimden geldiğince acısına ortak olmaya gayret ettim. Sonra usulca veda ettim. Bir minübüsle Kadıköy’e gittim. "Hayat boş, gerisi hoş" dedim. Aylak, avare dolaşmaya heves ettim. Balıkları, sebzeleri seyreder mi insan? Evet, hem de nasıl seyreder... Hem de her birini teker teker… Şu Kadıköy’ün ara sokaklarındaki hengame ne kadar güzel! Peki aylak aylak gezer mi insan? Evet, hem de nasıl gezermiş. Vallahi öyyylee avare avare gezindim. Adamakıllı aylak, avare gezinmek ne şahane bir şeymiş! Şimdi buraya kadar gelmişken, Hacı Bekir’in fıstık ezmesini yemeden olmaazz! Yemek neredeyse, ben orada bittiğim için hemen yönümü Hacı Bekir’e doğru çevirdim. Dayanamadım bir de fındıklı akide şekeri aldım. Ohh! Önce badem ezmesi, arkasından fındıklı akide şekeri, ağzımı tatlandırdım. Bir enerji geldi bana.. Birden coştum.

Dedim ki “Şimdi şurdan atlasam vapura, köpükleri saça saça varsam Beşiktaş'a!” “Hey! Tamam!” dedim. Kendi fikrimin ince gülünü kendim çok beğendim. Niye Beşiktaş? Hem Kabalcı Kitapevi’ne hem de benim dvd’cime gideceğim… İkiside Beşiktaş’ta... Önce sahilde bir çay içtim ve vapurun gelmesini bekledim. Sonra atladım vapura... Bir baktım ki bir tarafta Kız Kulesi, bir tarafta Galata… Önce erkek tarafı oldum geçtim vapurun Kız Kulesi tarafına... Sonra kız tarafı oldum, geçtim Galata Kulesi tarafına… El salladım ve selam gönderdim iki sevgiliden birbirine sanki ben çöpçatan… Düşündüm ki… Belki duyarlar beni de sevinirler kavuşamayan sevgililer, olur a!!

Beşiktaş’a geçtim. Nasıl acıkmışım. Midem açlıktan gururlduyor resmen... Önce ilk hedef marş marş Sultan Ahmet Köftecisi. Köftelerimi yedim. Çayımı içtim. Ohh! Çok şükür... Şimdi rahat rahat kitaplara bakabilirim. Kendimi Kabalcı Kitapevi’ne attım. Ben gene kaybettim kendimi. Kitapçılar benim mabedim gibi. Bir dalmışım, o kitap senin bu kitap benim, nasıl dağıtmışım. Unutmuşum zamanı da neredeyse günü akşam yapmışım. Dedim ki "Biri tutsun çıkarsın beni buradan, lütfen! Ya da getireyim yatağı yorganı, tası tarağı hep burada kalırım vallahi ben!” Elimde kitaplar kendimi ite ite zor çıktım kitapçıdan. Şimdi filmlerim... Onları da hallettim… Tamam artık akşam olmakta, evli evine köylü köyüne gidecekken, ne dedim biliyor musun “Battı balık yan gider, Ortaköy’de bir kahve içsem! Atladım bir taksiye Ortaköy’e gittim. Şöyle yandan çarklı bir kahve istedim. İstanbul’u ve kahveyi koklaya koklaya içime çektim. Büyük bir keyifle kahvemi içtim. Dönüş yolunda bir baktım ki bir mum manolya ağacı çiçek açmamış mı? Allahım, harikuladeydiler! Sanki ilkbaharın müjdeleyicisiydiler! Sabah yaz gibiydi… Sonra çıktı ayaz... Adeta sonbahar oldu… Şimdi sanki İlkbahar… İzmit yolunda bir sağnak, bir fırtına yaşadım, oldu mu sana sanki kış! Aynı günde dört mevsim yaşanır mıymış? Vallahi yaşanırmış! Peki Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtim ya, al sana işte kıta değiştirdim. Bu kadar kolay mı oluyor Asya’dan Avrupa’ya geçmek, hem de vizesiz! Evet,oluyor işte… Otomobil, minübüs, vapur, taksi, hatta metroya aynı gün binilir mi peki, binilir! Peki aynı gün kırılmak, öfkelenmek, telaşlanmak, paniklemek, afallamak, sinirlenmek, küplere binmek, yatışmak, üzülmek, kederlenmek, keyiflenmek, mutlu olmak,… İnsan aynı günde kaç ruh hali değiştirebilir? Aynı gün ölüme üzülüp, manolya ağacının çiçeklerini görünce sevinebilmek, bir minübüs şöförüne öfkelenip, kadife sesle söylenen bir şarkıda keyiflenebilmek... Farklı farklı duygular, aynı günde, aynı bünyede nasıl barınabilir? Şair Birhan Keskin'in dediği gibi "Hayatın bir kıvamı var." Yoksa hep olumsuzlukları görsek, mümkün değil ki yaşamak!!