28 Nisan 2009 Salı

Şimdi Ben Neyleyeyim, Bu Şehri Ateşe mi Vereyim?

Dün okuduğum gazete haberinden sonra yemin ederim aynı şu hisler içindeydim: "Şimdi ben ne yapayım, kimlere derdimi yanayım? Şimdi ben neyleyim, bu şehri ateşe mi vereyim?" "Of!" dedim. "Of!Of!" Nasıl duymadım daha önce, neden gitmedim ben de?!..."Niye?"

Burcu Aktaş'ın Radikal'deki haberi şöyle başlıyordu: "Tarih kadar hayal, rüya kadar gerçek... Bu cümle önceki gün santralistanbul’da yapılan İhsan Oktay Anar sempozyumunun başlığıydı. Akın Tek mimarlığında İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü tarafından düzenlenen ve başlığıyla müsemma sempozyum birçok İhsan Oktay Anar müptelasını bir araya getirdi...........İhsan Oktay’ın ortalarda pek görünmeyen, söyleşilerine rastlamadığımız bir yazar olmasının, okurlarının onunla ya da edebiyatıyla ilgili en ufak bir bilgiye ulaşma merakının bundan etkisi olsa gerek. Yazdıkları kadar hayal ve gerçeğin birbirine karıştığı bir durum söz konusu İhsan Oktay Anar için de. ...............Dili, üslubu ve tarihe bakış açısıyla Türk edebiyatında farklı bir yer kaplıyor, romanları yayımlanır yayımlanmaz elden ele dolaşıyor fakat kendisi hakkında ufak bir bilgiye ulaşmak kitaplarına ulaşmak kadar kolay olmuyor. Sempozyuma gelenler için bir profil çizecek olsak, İhsan Oktay Anar’a dair bir şeyler öğrenmek isteyen, onun muhayyel olmadığını bir kez daha gözleriyle görmek için gelen müptelaların çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. Belki de bu yüzden her etkinlik çıt çıkmadan, katılımcıların dikkat kesildiği bir şekilde takip edildi. "

Ya haberin devamına ne demeli? "Sempozyumda en ilgi çeken şüphesiz sergiydi. Metin Üstündağ’ın küratörlüğünde, usta çizerler tarafından hazırlanan yirmi beş roman karakterinin insan boyutundaki kopyaları, serginin dikkat çekici işlerini bir araya getiriyordu..........Alibaz’dan Kalın Musa’ya, Arap İhsan’dan Neva’ya ve Tagut’a nevi şahsına münhasır Anar karakterleri can bulmuş. Selçuk Erdem, Can Barslan, Erdil Yaşaroğlu, Metin Üstündağ, Kenan Yarar, Galip Tekin, Latif Demirci gibi çizerler İhsan Oktay Anar karakterlerine can vermiş. Çizerlerin yarattığı karakterler Anar’ın ince mizah anlayışından da izler taşıdığı için oldukça başarılı. Çizerlere yol gösteren eskizler de sergide yer alıyor. Anar’ın çizimlerinin yanına yazdığı notlar yazarın kendi hayalindeki karakterleri açığa çıkarıyor. Kimi karakterini mistik kimisini içe dönük olarak tanımlamış, kimisinin de ne giydiğine kadar belirlemiş: başında namaz takkesi Anar’ın el yazısını gösteren bir diğer iş, yazarın Efrasiyâb’ın Hikâyeleri adlı öykü kitabının taslakları. Sarı sayfalara kurşunkalem ile yazılmış, bazı cümlelerin üzeri fosforlu kalemler ile çizilmiş"

İnanın çok kitap okunuyor ama lezzetli kitaplar az bulunuyor. İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarının fevkalade özel lezzeti vardır. Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın bazı kitapları da bana aynı lezzeti hissetirir. Benim okur dünyamda bu yazarların yeri çok önemlidir. Hele İhsan Oktar Anar ortalarda çok görünmeyen bir yazar olarak, kendisi de herdaim ilgimi celbeder. Bu sempozyum kesinlikle görülmeye değerdi. Ama kaçırmışım işte. Yazının sonunda serginin 29 Nisan'a kadar devam ettiğini görünce, kanatlanıp uçmak istedim. Şimdi Santralistanbul'un yerini tespit etmeliyim. Gidemezsem : "Şimdi ben ne yapayım, kimlere derdimi yanayım? Şimdi ben neyleyeyim,bu şehri ateşe mi vereyim?"

"Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: "Dünya bir düştür. Evet,dünya... Ah! Evet,dünya bir masaldır." Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar"

25 Nisan 2009 Cumartesi

Bu Hafta İçimde Kalan Mevzular

Önce şunu söylemeliyim. Bloğumda yazdığım "İntihar Bulaşıcı mı?" yazım, çok eleştiri alınca, yazıyı kaldırmak zorunda kaldım. Dediler ki " Yazın okadar etkili ki, okuyunca insanda artıyor itihar eğilimi!" Haydi bakalım, lütfen gelin burdan yakın! Şaşakaldım. İnanamadım. Yazılar bu kadar etki eder mi insana? Girdim bir yaşıma daha. Neyse, dedim ki kendi kendime, madem bir blog yazıyorum,yazılarım olumlu duygular yaratsın insanlarda. Allah saklasın, ya intihar eden biri, geriye bıraktığı mektubunda " Bir yazı okudum Hayal Kahvesinde ve bir intihar virüsü oradan bulaştı bana. Eminim! Kendimi tutamıyorum, intihar edeceğim!" dese ve üstüne vazife edinip bir de bunu gerçekleştirirse, ben ömür boyu vicdan azabı çekmez miyim? Çekerim. Bunu düşününce kaldırdım yazımı bloğumdan ne yapayım bende? Ne insanlar var şu dünyada,yazılar etkiliyebilir belki. Kimseye sebep olmak istemem ben. Hem de şimdi durup dururken! Sylvia Plath ile başlamış olduğum, "edebiyat dünyasında intihar eden yazarlar"ı, tabi ki yazmamaya karar verdim. Hatta intihar konusunu tamamen aklımdan sildim.
Ta ki bu hafta üyesi olduğum İl Kadın Kurulu Komitesi'nin proje tanıtımı yapılan toplantısında, bir yekili kriz nedeniyle dünyada intihar oranları arttığı halde, memleketim insanlarındaki intihar durumlarında bir artış olmadığını söyleyince, aklıma ilginç konular geldi. Elimi koydum gene çeneme. Dalmışım. Bakın şöyle... Finlandiya ile ilgili bir yazı okumuştum. Finlandiya'da iki resmi dil var. Fince ve İsveçce. Tüm sokak adları ve resmi yazılar, ilanlar falan iki dilde yazılıyor. Büyüklüğü Türkiye'nin yarısı kadar, nüfusu Türkiye nin onda biri. Ülkede yaklaşık 70.000 göl var. Bu nedenle kuzey bölümüne göller bölgesi deniyor. Tüm arazinin %70 i ormanla kaplı. Helsinki de güneş sabah 10 da doğuyor ve öğleden sonra 15.30 da batıyor. Kuzeyde kışın 50 gün güneşin doğmadığı ve yazın da aynı süre içinde batmadığı yerler var.
Finlandiya'da hemen hemen tüm sorunlar çözülmüş. Trafik sorunu yok. Yılda 1.5 kişi trafik kazasından ölüyor. Ulaşım sorunu diye bir şey bilinmiyor. Tramvay ve otobüsler vızır vızır işliyor. Bir telefonla taksi kapınızda bitiyor. Hava deseniz temiz. Temiz havaları turistik sebeplerle kavonozlarda satılıyor. Saunaları insanları rahatlatıyor. Gazetelerine baktığınızda ne terör, ne hırsızlık, ne cinayet haberleri var. Turistik broşürlerinde yazan slogan şöyle: "Helsinki'ye gel ve rahatla!" Şehirlerde yapılması gereken bir düzeltme kalmadığı gibi, 15 yıllık bir nazım planı bile yapılmış. Gelecekte nüfus artarsa diye, henüz üzerinde hiç bir yapı bulunmayan arazilerin bile, su merkezi ısıtma,elektrik vs. gibi alt yapısı tamamlanmış. 15 yaşın üstünde okuma yazma oranı %100. 15 yaşın altında %70'i okur yazar. Din konusunda tutucu değiller. Ülkede 60 gazete okunuyor. İki kişiye 1 gazete düşüyor.
Şimdi geleceğim sadede. Trafik kazası, terör,soygun,cinayet, kan davası, belediye çukuruna düşme gibi sebepler olmadığından çok uzun yaşayan Finlilerin, intihar açısından İsveç'ten sonra ikinci sırayı aldığı söyleniyor. Misal, kadınlar kocaları bilgisayara çok düşkün diye, ihmal edildiklerini düşünüyor ve kendilerini balkondan atabiliyor. Dünyanın en çok içki içilen 5. ülkesi olması sebebiyle, fazla içki içmenin ruhsal dengeyi bozmasının bu eğilimi artırması mümkün olduğu düşünülünce, her türlü zenginlik, refah,imkan olmasına rağmen, dünyadaki en fazla intihara meyilli insanlar bu bölgelerden çıkabiliyor. Şaşkınım bunları düşündükçe."Bu insanlar belelalarını mı arıyorlar durup dururken? Neden intihar ediyorlar ki basit sebeplerle?" diye düşünürken, arkadaşımın kolumu dürtmesiyle kendime geldim. Silkelendim....Yetkili şöyle diyordu: "Kriz mi var memleketimizde? Nerde arkadaşlar nerde? Kriz yaşayan memleketlerde intihar oranlarında feci artış var. Bizde ise bu oranlar düşmekte. Kriz bizi teğet geçmekte!" Kalakaldım! Yaa, demek ki böyle!...

NOT: Diyeceksiniz ki,Finlandiya ile ilgili fotoğraflar koymuşsun bloğuna anladık. Peki o en üstteki papatya niye? Valla hani gene yazımda intihar geçiyor diye, insanlar meyletmesin kendilerini öldürmeye, bu fotoğraflar iyi hisler uyandırsın okura dedim de! Böyle işte!...


Bir Fotoğraf

Fotoğraf - Eser Özkoçak

22 Nisan 2009 Çarşamba

Çok Bir Şey De Getirmez Ama Eli Boş Da Gelmez!

Her bayram öncesi annelerimiz, kardeşlerimiz için çam sakızı çoban armağanı hediyeler alırım. Herkes büyüklere çikolata veya tatlı alır bayramlarda yada ziyaretlerinde. Bense öyle bir şey almalıyım ki bitmemeli, kullanışlı olmalı, hep eline gelmeli, işine yaradıkça memnuniyetle adımı anmalı. Yenip bitirilecek yiyecek yada koklanıp atılacak çicek değil de, genelde mutfakta kullanılacak bir gereçtir aldıklarım. Elma şeklinde komik bir komposto takımı mesela, birbirine sarılan romantik bir tuzluk karabiberlik yada, bir cam sürahi veya salatalık kasesi ama pratik mi pratik, hiç olmadı süzgeç bile olabilir plastik... Hediyenin azına çoğuna bakılmaz. Bilinmelidir ki ama asla boş olmaz!

Bizde adet böyledir. Bu ailemin kadınlarından bana intikalen geçmiştir. Anneannem , annem ve şimdi de ben. Böyle gördüm, bu adet böyle gidecek. Çok küçükken yadırgardım annemi. Misal, yolda aklımıza geldi ve annemin bir arkadaşının evine gireceğiz ayaküstü. Boş gitmek olmaz ama. Mümkün değil! Etrafta bakkal varsa bir paket çay, bir paket kesme şeker belki yada bir kutu pötibör bisküvi, fırın varsa etrafta bir yada iki tane ekmek bile alıp götürürdü. Nasıl utanırdım! Böyle şeyler hediye diye götürülür mü? Annem götürürdü. Göğsünü gere gere girerdi eve, hiç aldırmazdı. Girdiğimiz evde de, nasıl hora geçerdi götürdüğümüz hediye inanamazdım. Hemen çay yapılırdı misal, "Çay yanına evde başka bir şey kalmamıştı vallahi !"deyip bizim bisküviler konurdu. Nasıl da yerdik iştahlı iştahlı, anneme hayretle bakardım. Ne rahattı!!

Bende de vardır aynı huy şimdi. Besbelli ki geçmiş genlerle. Bayramlar özel tabi, ama gene de çok büyütmem gözümde. Elime ne gelirse, ne uygunsa keseme, içime ne sinerse, karınca kararınca mutlaka alırım bir hediye. Boş gitmem kimseye... Mümkün değil! Bazen arkadaşıma giderken alırım bir paket kahve yada halama giderken ekmek bir yada iki tane, amcama uğrayacağım baktım misal, vitrinde saplı büyük bir bardak var, ne olacak rahatça su içsin diye; hiç aldırmam alırım ve götürürüm göğsümü gere gere... Eğer yeni tanıdığım birilerine, böyle bir hediyem denk geldiyse, gülerler götürdüğüm hediyelere önce, sonra şaşarlar nasıl da hora geçti diye, ayrıca gıpta ediyorlardır nasıl yapıyorum diye...Eminim, kesinlikle! Bilirim bazı arkadaşlarım, bebek yada ev nedeniyle,hayırlı olsun demeye gidemezler, ellerinde iyi bir hediye yok diye... Bebek büyür, ev eskir, bizimki halen bir hediye beğenememiştir. Ben bebek mi oldu? Yol üstünde varsa bir eczane, alırım bir paket çocuk bezi. Ne var? Komik mi şimdi? Kaç bebekli arkadaşıma denk gelmişimdir. Tam bezleri bitmiş, ne yapacaklarını bilemezken, ben elimde çocuk bezi paketiyle ile salına salına gelmişim. Hem çok şaşırmışlar hem de sevinçlerinden havalara uçmuşlar! Hala anlatırlar!
Bizim için şöyle derler : "Çok bir şey de getirmez ama eli boş da gelmez!" Bu geleneği bozamam ben! Üzgünüm arkadaşlar... Çok bir şey de getirmem ama eli boş da gelmem!!... Böyle işte!!

21 Nisan 2009 Salı

Sözümü Tutacağım,Adını Anmayacağım!

Genel Sigorta'nın Gala Gecesinde, Emel Sayın çıkınca sahneye, Türk Sanat Müziğini ne kadar özlediğimi farkettim. Emel Sayın, tam "Geçse de gençlik çağım / Boş kalsa da kucağım / Sözümü tutacağım / Adını anmayacağım" diye şarkı söylemeye başlayınca ben koptum, gene daldım gittim bambaşka dünyalara...İzmit'li olup, yaşı bana yakın olanlar hatırlayabilirler anca, şimdi Sanat Sokağı'nın olduğu yerde, eskiden Oğuz Bahçe Sineması vardı. "Açık hava sinemasıydı. Çekirdek kabuklarını yerlere attığınız, tahta sandalyeli, iki günde bir filmin değiştiği, bazen ‘iki film birden’ olan, yağmur yağdığında filmin yarıda kaldığı sinemalardan yani. Film aralarında Modern Talking çalardı hep. You’re my heart, you’re my soul… Comenchero, Live is Life çalardı sonra. Bazen de Türkçe şeyler… Ayağıma bastın çocuk, çok kötü bastın çocuk, çocuğum olur çocuk…" gibi anlatır ya bazı yazarlar, işte o sinemalardan... Ben ortaokula başlayacağım yıl bu sinamaya bitişik bir apartmana taşınmıştık. Birinci kattı. Evin sinemanın bahçesine doğru uzayan, sanki sinemanın locası gibi duran bir balkonu vardı. Bu kesinlikle bana bir armağandı. Sinemayı işte ben bu evde sevmiştim. Film seyretmeye bayılırdım. Gözlerim okadar bozuktu ki tam beş numara. Haftada iki film değişirdi. Her akşam aynı filmi seyretmekten bıkmazdım. Annem gözlerimin bozukluğunu her akşam film seyretmeme bağlardı. Çok kızardı. Gizli gizli seyrederdim ve anneden gizli yapılan her şey ne keyif verirdi insana...

Emel Sayın'a nasıl hayrandım. Hem şarkılarına hem de sinemadaki duruşuna. Engin Çağlar'la oynadığı Feride, Cüneyt Arkın'la Rüzgar şimdi aklıma gelenler bir anda... Ama en çok Tarık Akan'la çevirdiği filmlere hastaydım. Mavi Boncuk mesela. Altı arkadaş - Tarık Akan, Zeki Alasya, Metin Akpınar,Halit Akçatepe, Minür Özkul, Kemal Sunal- Emel Sayın'ın çalıştığı bir gazinoya giderler. Paraları yetmeyince hesabı ödemeye yemekten sonra,bir güzel dayak yerler.Bunun üzerine intikam almak için Emel Sayın'ı kaçırırlar. Emel Sayın ile bizim kafadarlar muhabbeti ilerletince, gazino patronu fidyeyi ödemesine rağmen, Emel Sayın bir türlü gitmek istemez falan... Böyle bir şeydi galiba. Bol şarkılı, komik, eğlenceli ve aşk dolu bir filmdi.
Eski aşklardan, misal bu ya!

Ya Tarık Akan'ın şımarık zengin fabrikatör çocuğu rolündeki fimi "Yalancı Yarim"... Ferdi ile fakir ve güzel kızımız Alev arasındaki önce yalanla başlayan sonra katmerlenen aşkları tam bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyorken, yanımda oturan arkadaşımın elimi tutmasıyla kendime geldim. Emel Sayın sahnede şarkı söylüyordu. Salonda yerlerinde oturan acenteler, elele tutşmuşlar ve sağa sola sallanarak şu şarkıyı söylüyorlardı... "Yok artık!" dedim. "Yok artık bu kadar da olmaz ki!"Yalancı dünya gibi / Yalancısın sevgilim / Sen mevsimler gibisiiinnn / Değişirsin sevgiiiiiliiiimmm!"

19 Nisan 2009 Pazar

Dostoyevski-Cinler-Orhan Pamuk



Gene kitapçıya yolum düşüpte, rafların birinde "Dostoyevski"'nin "Cinler" kitabının üzerinde, "Orhan Pamuk önsözüyle" diye bir ibare görünce, "Dostoyevski'"ye biliyorum ayıp ettim. Üzgünüm gerçekten. "Orhan Pamuk" adını görünce dayanamam, o kitabı mutlaka elime alırım ben. Yoksa şimdi durup dururken klasiklere sil baştan dönmek istemem. Üstelik okadar çok okunacak kitap varken. "Dostoyevski"’nin "Suç ve Ceza" adlı roman kahramanı "Raskalnikov" geldi aklıma. Hani Rusya da fakir bir üniversite öğrencisidir ya"Raskalnikov". Hani parasızlıktan okuyamamaktadır. Kendine göre bir senaryo kurar. Tefeci kadını öldürecek ve hem paralarını alıp okulunu bitirebilecektir, hem de dünyayı bir pislikten temizleyecektir. Kitabı okudukça suç nedir, ceza nedir, suçlu kimdir, kişi midir, toplum mudur, yoksa tefeci kadın mıdır, sürekli bir vicdan muhasebesi yaşatır yazar okuyucusuna. Üzgünüm ama şimdi hiiiç Dostoyevski almayayım dedim kendi kendime. İşim başımdan aşmış vaziyetteyken, her tarakta bezim olup, onları toparlama muhasebesi canımdan bezdirmişken, bir de vicdan muhasebesiyle hiiiç ama hiç uğraşamam. Off! Bana bu sıra huzur verecek kitaplar gerek. "Elif Şafak"'ın "Aşk"'ını okuyorum işte. Bir yandan Mevlana ile Şems'in dostluğu, diğer yandan günümüz dünyasında, internet üzerinden yaşanan bir aşk var kitapta. Her iki hikayede huzur veriyor insana. Ruh halime tam denk düştü, devam etmem gerek bu kitaba...

İyi de işte... Orhan Pamuk adını görünce, dayanamayıp kitabı aldım elime. Herzamanki gibi kokladım gene. Kitabın arka kapağında "Orhan Pamuk"un bir yazısı vardı. Okudum. Şöyle yazıyordu:

"Cinler,insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri,hiç şüphesiz,gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. İlk okuduğumda,yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak, hayret etmek,inanmak ve korkmak kelimeleriyle özetleyebilirim. O zamana kadar okuduğum hiç bir roman beni böylesine derinden sarsmamış,hiçbir hikaye insan ruhu ve şahsiyeti hakkında bana bu kadar sarsıcı bir bilgi vermemişti. "

Dayanamadım işte! Dayanamadım! Satınaldım! "Dostoyevski - Cinler " Dünya edebiyatının en büyük yazarı "Dostoyevski"nin kitabını, satın aldım almasına ama sadece "Orhan Pamuk"un giriş yazısına hürmeten...Yemin ederim bu sebepten... Kızabilirler bana edebiyatçılar... Ne yapabilirim kızsınlar! Bence "İletişim Yayınları" akıllıca bir pazarlama tekniği uygulamış. Eğer "Orhan Pamuk"un kitabın başında, o şahane dört sayfalık tanıtım yazısı olmasaydı, zor alırdım "Cinler"i ben!!.. Fena bir şey mi şimdi bu? Ben şimdi mesela, ya sıkılırsam diye korkuyorsam klasik bir kitap okumaktan, bir de okuyacak okadar güncel kitap dururken klasik kitapları okumak istemiyorsam misal, sonra Orhan Pamuk kitap hakkında yazdıklarıyla tavlıyorsa beni yada benim gibi düşünenleri! Bu şimdi fena bir şey mi? Amaç kitap okutmak değil mi? Okutuyor işte,daha ne diyeyim ki!!

18 Nisan 2009 Cumartesi

28.İstanbul Film Festivali Bitiyor!..


Bu yıl ilk olarak İstanbul Film Festivali seyircisi olup, köyden indim şehire vaziyetinde, acemiydim herşeyde. Bilet alacağım ya filmlere, bakmıştım listeye, sekiz sinema gösteri mekanı olarak seçilmiş. Bunlardan Pera Müzesi Salonu tamamen ve Nişantaşı Citylife'daki filmlerin hemen hemen pek çoğunun bilet satışları bitmiş. İki seçim yapacaktım. Beyoğlu'ndaki sinemalar veya Kadıköy'deki Rexx Sineması. Öncelikle Beyoğlu'ndaki sinemaları tercih etmek istedim. Sanki Film Festivali deyince, Beyoğlu'na gitmenin daha keyifli olacağını düşünmüştüm. Haklıymışım. Son üç filmi Rexx'de seyrettim. Hiç Festival havası hissetmedim. Rexx'de bir ara patlamış mısır alayım dedim. Fiyatının 5.-YTL olduğunu duyunca yutkundum. Dondum. İnanın bir süre sanki dilim tutuldu, sadece"Yoooo! Yoooo!" dedim durdum! Alamadım tabii ki. Zaten bunca film bileti, bir de kaç gün İstanbul'da git gel, festival filmlerini seyredeceğim diye. Para mı kaldı cepte?!..Patlamış mısır bizim şehirde 1 yada 2 lirayken, İstanbul'da, küçük boy 5, büyük boy 7 lira öyle mi? Afedersiniz ama yuh yani!! Veremedim parayı, kalakaldım anladınız beni di mi?
Nefsimi ve midemin isteğini bastırmaya çalışarak, homurdana homudana sinema salonuna girdim. Beyoğlu'ndaki Atlas sinemasında 16. ve 17. sıralar diye aldığım koltuklar, sinemanın en öndeki ilk ve ikinci koltuk sırasıydı. Rexx de ise 19. sıra diye girerken, eyvah gene mi en önden seyredecem diyordum ki, değilmiş. Rexx de 19. sıra en arkalarda. Demek ki sinema salonlarında bir standat olmuyor. Farklı farklı sıralar, bunu da öğrenmiş oldu bu acemi çaylak bünyem!

Üç film arka arkaya seyrettim. Son seyrettiğim film "Takipçi"ydi. İşte patlamış mısırın fiyatını duyunca, sinema yetkililerine yapmak istediğimi,bu filmde katil benim yerime yapıyordu. Ne mi yapıyordu? Kızdığı insanların kafasına takozla çivi çakıyordu:) Hong Jin Na'nın yönetmenliğini yaptığı bir Güney Kore filmiydi bu. Filmin dehşet sahnelerinde, bazı seyirciler dayanamayıp sinemayı terk edince, eski günlerim aklıma geldi. Belki eskiden olsa, ben de dayanamaz, bu filmi seyredemezdim. Ama bu yıl Ters Ninja' yı okudukça ve önerileriyle, gene Güney Koreli başka bir yönetmen Chan Wook Park'ın başta Old Boy olmak üzere tüm filmlerini seyretmiştim. Old Boy'u ilk seyrettiğimde şaşkına dönmüştüm. O kadar çarpmış, şaşırtmış,sarsmıştı beni. Resmen koltuğa çivilemişti yemin ederim. Kendime gelebilmek için, bu filmin arkasından, üç dört Friends bölümü seyrettiğimi hatırlıyorum. Öyle böyle değildi yani. Hayrete düşüren fimlerden!Şimdi artık "Takipçi" hiç etkilemedi beni. Hatta seyretiğim diğer festival filmlerinin üzerine iyi geldi bile diyebilirim. Şöyle kan, dehşet, kovalamaca, anlayacağınız nasıl derler hani, seyrettiğim filmlerin en sonuncusunda ekşın vardı yani... Oh,ya! Kendime geldim vallahi...

"Gülerseniz herkes sizinle güler, ağlarsanız tek başınıza ağlarsınız” Gene Old Boy'dan aklımda kalan bir söz!!

17 Nisan 2009 Cuma

İntihar Bulaşıcı mıdır?

İntihar nedir? Bir korkaklık mıdır? Bir kurtuluş mu? Bir kaçış mı? Yoksa yeniden doğuşa inanış mı? Bir eylem mi? Bir direniş mi? Bir çaresizlik durumu olabilir mi? Aklın baştan gitmesi veya bir cinnet vaziyeti mi? Yoksa bir kararlılık göstergesi mi? Bir özgürlük arayışı mı?

Velev ki bunların hepsi doğru, aslolan "Herşeye rağmen yaşama cesaretini göstermek" değil midir? İntihar tek kişilk bir edim olduğundan bilemiyoruz ki, intihar edenler neler düşündüler intihar ederlerken. İnsanın kendi canına kıyması hiç de kolay olamamalı,öyle değil mi?Ama şimdi asıl konumuz "İntihar bulaşıcıdır" derler. Gerçekten, intihar bulaşıcı mıdır? Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları" adlı romanını okuyan, özellikle soylu sınıftan birçok gencin intihar ettiği söylenir. Yada edebiyat dünyasından başka örnekler verilebilir.

1932 de Boston’da doğar Sylvia Plath. 10 yaşındayken babasının ölümü üzerine,psikolojisi bozulur ve on yılda bir intihara teşebbüs eder. On yaşından itibaren şiir yazmaya başlar. Lady Lazarus adlı şiirinde şöyle der:

Yine yaptım, yine yaptım işte On yılda bir kere, Beceririm bunu ben...

Kazandığı bir bursla Cambridge Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başladığında tanınmış bir şairdir artık.Daha sonra gene bir şair olan Ted Huges'la tanışır ve evlenir. Üç çocukları olur.
Çocuklu ev kadını durumu kendisinde bir sıkışmışlık psikolojisi doğurur. Kocasının başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenince, çocukları ile birlikte Londra’ya yerleşir. Kendini tamamen şiire verir. 1963 Şubat’ında, 31 yaşındayken intihar eder.

1958 İstanbul’da doğar Nilgün Marmara. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'ü bitirir.Lisans tezinin konusu “Sanatçı-İntihar ilişkisi”dir.Tezinin Başlık konularından biri şudur:”Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratır?”
Sylvia Plath’ın hayata bakışı, Nilgün Marmara’yı derinden etkiler. Nilgün Marmara’da şairdir. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ismiyle 1988 yılında şiir kitabı yayımlanır. Şair Plath’ın hayatının ve şiirlerinin araştırmacısı, şair Nigün Marmara 29 yaşında evinin balkonundan kendini atarak intihar eder.Nilgün Marmara’nın bir şiirinden mısralar şöyledir:

Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi
Aşk, bağlılık ve hiçbir tutkuyu düşünmeden
Kalıvermeliyim öylece kaskatı...

Sylvia Plath, “Ölmek bir sanattır” demiştir. Anlaşılan odur ki Nilgün Marmara, Plath’dan oldukça fazla etkilenmiştir.

23 Mart 2009 tarihli bir gazete haberi : "İntihar ederek yaşamına son veren ünlü Amerikalı yazar ve şair Sylvia Plath'ın, Ted Hughes'dan olma oğlu Nicholas Hughes'un intihar ettiği bildirildi. Merikan Polisi , ABD'nin Alaska eyaletinde yaşayan 47 yaşındaki bekar ve çocuksuz Nicholas Hughes'un, 16 Martta evinde kendisini asarak yaşamına son verdiğini açıkladı. "
Bu nasıl bir şeydir şimdi? İntihar bulaşıcı mıdır sahiden yoksa?

İntihar bulaşıysa , ben de intihar eden edebiyatçıları yazmaya niyetlendim ya; "AMAN!" demeliyim galiba... Okuyucuya da sirayet edebilir, dikkat edin, aman ha!! Günahtır intihar günah, cehenneme odun olursunuz valla!

16 Nisan 2009 Perşembe

İstanbul Film Festivali - Tulpan -

Film Festivallerinin en hoş tarafı yıl içinde seyredilen Hollywood filmlerine doygun bünyelere, farklı ülkelerin filmlerini seyretme fırsatı vermesi olmalı. Mesela, ben daha önce hayatımda hiç Kazak filmi seyretmemiştim. Festival filmi olmasa, bu filme gider miydim? Sanırım hiç düşünemezdim. Zaten bizim şehrin sinemalarına gelmezdi ki bu film. Adını bile duymayabilirdim. Şimdi bu yıl, bilet almakta geç kalınca, çalıştığım için en az yoğun olduğum günlere denk gelen filmlerin biletlerini satın almak durumunda kalınca, biraz kısmetime ne denk geldiyse onu seyrettim. Hoş hiç birinden pişman değilim. Her biri diğerinden keyifliydi. Kısmetliyim yani ne diyeyim! Bu acemi çaylak kısmeti olmalı, öyle değil mi?
Şimdi anlatacağım filmin adı Tulpan. Pek çok ödül sahibi ünlü Kazak belgeselci Sergey Dvortsevoy’un ilk kurmaca filmiymiş. Vallahi kendisini tanımam, ilk kez filmini
seyrettim. Ben Festival kitapçığının yalancısıyım. Film için ayrıca “derinlikli karakterleri ve inanılmaz hayvanlarıyla harikulade bir komedi” diye yorum vardı bu kitapta. Bu filmin
seyircisi olarak, aynen onaylıyorum. Unuttuğum hatta düşünmek istemediğim bir dünyayı önüme seren bir film oldu. Nasıl mı? Bakın anlatacağım şöyle…

Bazen derim ki, Padişahlarda bile yok bizim saltanatımız. Mesela elektrik yoktu ki eski
padişahlar zamanında. Düşünün şimdi koskoca Fatih Sultan Mehmet, misal. Bir çağ açıp bir
çağı kapatan büyük padişah! Ömrü savaşlarda geçmiş. 15.yüzyıl. Elektriğin günlük yaşantıda kullanılması ise 19.yüzyılda başlıyor. Ne acı!! Görkemli padişahların televizyonu var mıydı izleyecek? Yok! Ya telefon, cep telefonu, internet? Yok! Sinema peki gidecek? Yok! İstanbul’u fetheden yüce Sultan, İstanbul’da yaşamış da bir gün olsun İstanbul Film Festival’ine gitmis mi? Yoookk! Savaş için bir yerden bir yere gidecek… Arkada ordusu yürüyerek yada atla… Nerede otobüs, otomobil, uçak,jet? Yok! Evde su akar mı? Yok! Eee! Tamam vardır kendi çapında eğlenceleri, haremi, ne bileyim av partileri belki, hokkabazlar, sihirbazlar, canbazlar, meddah kukla gösterileri, köçekleri yada musikileri vardır tabii ki…Ama elektriksiz, internetsiz bir hayatta sultan olacağıma, şu hayatta Vildan olayım daha iyi vallahi! Öyle alışmışım telefonuma, bilgisayarıma, internetime yani… Başka türlü bir hayat düşünmem mümkün değil ki.. Oysa ben on yaşındayken belki televizyon eve girdi. Kaç yıl olmuştur internet hayatımıza gireli? Çok yeni.. Allah alıştığından mahrum etmesin insanı ne diyeyim, insan çabuk alışıyor teknolojiye ne yapayım yani…

Şimdi…Tulpan Kazakistan’ın uçsuz bucaksız steplerinde, birbirlerine arabayla yada deveyle gidecek mesafelerde, siz deyin üç ben diyeyim dört tane yörük çadırlarında yaşayan, hayvancılık yapan, (şimdi geliyorum sadede) elektrik, su, internet, televizyon, telefon vesaire olmayan, tek göz çadırda hep birlikte yaşayan Kazak’ların hayatını gözlerimizin önüne seriyor. Tulpan o bölgedeki evlenecek çağa gelmiş tek kız. Film boyunca asla yüzünü görmüyoruz. Ama harbi Kazak bir abla yani… Denizci olarak askerliğini yapmış Asa, bu bölgedeki çadırlardan birinde, kızkardeşi, kocası ve üç yeğeni ile birlikte yaşamaktadır. Hiç yüzünü görmediği Tulpan’la evlenmeyi arzulamaktadır. Zaten o bölgede başka evlenebileceği kız yoktur . Kazakistan’da denizci olarak askerlik yapmak mühim bir şey olmalı, zira Asa, kız istemeye giderken hemen üzerine, asker giysisini giyer. Dünyanın her yerinde denizci eri giysisi aynı demek ki… Aynı bizim denizci askerlerinkinden…

Tulpan perde arkasından görür Asa’yı ve beğenmez. Kazak ailelere bayıldım arkadaşlar. Teknoloji uğramamış bu bölgeye ama insanlar çok ama çok medeni. Kızın babası Asa’nın suratına tüm samimiyetiyle ve dürüstçe:” Tulpan kulakların çok büyük diye beğenmedi seni, evlenmek istemiyor. “diye söyler. Kazak annesi de kızı destekler. Anlayacağınız Kazakistan’ın steplerinde, öyle bir kızın fikrine hürmet var ki, kızın evleneceği başka aday bile yokken, belki ömür boyu bekar kalacağını bile bile, kızı illa evleneceksin diye bırakın zorlamayı, ısrar bile etmiyorlar. Beğenmedi mi çocuğu? Tamam! Konu kapanmıştır yani! Bu şimdi şahane bir şey değil mi?
Fimin devamı mı? Boşverin! Vallahi çok güzel bir filmdi. Bayıldım işte daha ne diyeyim?!...

14 Nisan 2009 Salı

Yolunuz İskoçya'ya düşerse...


Olaki eğer bir gün yolunuz İskoçya'ya düşerse, olur a! Siz siz olun , Dundee'ye gidin mutlaka! Niye mi? Eğer taaaa İskoçya'ya gidip, Zeki'nin dönerinden yemezseniz, dünya gözüyle Zeki'nin rengarenk dünyasına girmezseniz, çok yazık edersiniz de ondan!!

Zeki Ağacan Göcük'lü, bizim kasabamızın çocuğu. Yıllar önce İskoçya'ya yerleşti. Bir İskoç hanımla evlendi. Gürcü, İskoç karışımı çocukları var şimdi. Önce seyyar aracıyla döner işine başladı. Sonra işini büyüttü ve Ağacan Restorant'ı açtı. Zeki, sadece İskoçya'da değil, dünyada şöhretli biri. İnanmıyorsanız, girin google'a,yazın Zeki Ağacan yada Ağacan Restaurant diye... Bakın Zeki'nin dönerini yiyenler neler yazmışlar neler... Hem de dünyanın her yerinden!!


Hani olur a, bir gün yolunuz düşerse dedim ya yazımın başında... İşte böyle bir durum bizim başımıza geldi. Yolumuz Londra'ya düşmüştü. Bazen düşer yollar işte oraya buraya... Londra'ya kadar gelmişken, Zeki'yi görsek dedik. Hep kendisinden memlekete geldiğinde dinlerdik. Bir ziyaret edelim diye, telefonla geleceğimizi bildirdik. Şaşırdı tabi.. Türkiye nire, Dandee nire öyle değil mi? Şaşırtmayı severiz işte biz böyle. Atladık Londra'dan bir pır pır uçağa, uçak değil, sanki şehir içi minübüs mübarek, vardık yüreğimiz ağzımızda İskoçya'yaaa... Zeki havaalanında sevgiyle bizi karşıladı ve atladık arabasına, ver elini Dandee sonra!



Nasıl gri, ruhsuz, renksiz,insansız, hareketsiz bir bölgeye geldik. Köşeyi döndük ki, o ne? Karşıda gri binaların en başında, en köşesinde, en alt katında bir renk cümbüşü oluşmuş ve sanki dansetmekte renkler ,herbiri bir diğeriyle! Turkuaz zemin üzerine,kırmızlar, maviler, yeşiller, sarılar, o güzelim memleketimin renkleri ve bayrağı bir arada ya Allahım renkler bu grilikte daha da ortaya çıkmışlar ve şahane görünüyorlar. Ya girince lokantaya, bayıldım bayıldım, herbir objesine... Zeki sadece döneriyle şöhretli değil ki. Ayrıca harikulade resimler yapıyor. Tamamen kendine has hem de. Duvarlar gene rengarenk, tablolar, tesbihler,boncuklar, memleketten aklınıza gelecek tüm güzellikler burada. Nasıl otantik bir ortam oluşturmuş. İnsan burada açlığını unutur, sanatla karnını doyurur vallaha...


Zeki her sabah erkenden dükkanına geliyor ve özel etlerden dönerini kendisi hazırlıyor.  Mutlaka kendisi ama. Kimseye emanet edemiyor döner hazırlama işini. Sonrasında aşçısı, garsonu pişiriyor ve servisini yapıyor. Zeki de bu arada hem dinleniyor ,hem de misafirleriyle sohbet ediyor. Lokantada beş masa var sadece. Rezervasyon yapmadan müşteri kabul etmiyor. Kendisi sabah erkenden lokantaya gidip dönerini hazırlıyor ama yemek servisi öğleden sonra iki gibi başlıyor ve akşam on gibi de bitiyor. Öyle gece yarılarına kadar çalışmak yok! Ve tadını alan vazgeçemiyor, kulaktan kulağa yayılıyor, Ağacan Restaurant'ta yemek için, günlerce önceden rezervasyon yapmak gerekiyor.



Bize özel bir masa donattı arkadaşımız. Alahım dönerin lezzeti inanılacak ve unutulacak gibi değil. Nasıl leziz, nasıl tadı fevkaladenin fevkinde! Diyeceksiniz ki şimdi, tamam yolumuz düştü gittik diyelim Ağacan Restaurant'a, rezervasyonumuz yok ne yapacağız? Çok kolay arkadaşlar.. Diyeceksiniz ki Zeki'ye "Bizi Vildan gönderdi." Okadar. Benden söylemesi, para bile ödemeyin hatta. Deyin ki "Hesaplar Vildan'da!" Benden olsun!! Diyorum demesine de, düşünüyorum kendi kendime, İskoçya nire, İzmit nire? Kaç kişinin yolu düşer ki! Öyle değil mi? Aman ha, bir otobüs gidip de, sakın batırmayın beni:))


Film Festivali ve Kadına Bakışa Giriş

28. İstanbul Film Festivali hakkındaki düşündüklerimi ve seyrettiğim filmleri genel olarak yazmaya karar verdim.İlk kez Festival Filmleri takipçisi oldum ya, acemi ve hevesli bir festival takipçisi olarak neler yaşadım, hangi filmleri seyrettim, neler düşünüyorum,seneye nasıl hareket etmeye niyetliyim,güzel bir yazı hazırlayacağım.

Bu yıl, tamamen bilgimin dışında İl Kadın Girişimciler Kurulu
Üyeliğine seçilmiştim. Koordinatörümüz ve ilde bizi seçen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ydi.Ben ayırımcılık yapılmasın,kadın ve erkek diye ayırmadan sadece insan haklarının mücadelesini vermeliyiz diye düşünüyorken,şimdi kadınların durumlarını daha fazla önemsemeye başlamış bulunmaktayım.Çünkü önce kadınların durumlarını el birliği ile
iyileştirmemiz gerekiyor. Durum vahim zira... Memleketimizde 100 kadından sadece 7'si girişimci yani kendi işini yapıyor ve tarım dahil 100 kadından 24'ü çalışıyor. Türkiye’de her 3 kadından 1’inin şiddet mağduru ve her 5 kadından 1’inin okuma yazma bilmediğini öğrenmek, sizi de hem hayrete hem de dehşete düşürmüyor mu? Kadınların ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeleri ve daha eğitimli ve donanımlı olmalarına dönük diğer üye arkadaşlarımla birlikte güzel projeler ürettik ve gerçekleştirmeye çabalıyoruz. Projelerimize özellikle şehrimizin erkeklerinin destek vermesi çok sevindirici. Bunları bir ara ayrıca yazacağım.Şahane işler yapıyoruz.

Şimdi, Film Festivali ile kadınların durumu arasında ne ilişki var diyeceksiniz değil mi? Şöyle...Filmleri seyrederken, kadınların rollerine daha fazla dikkat etmeye başladığımı farkettim. Bu festivalde, farklı memleketlerinin filmlerini seyredince, değişik ülkelerdeki kadın durumlarını da gözlemlemiş oldum. Arjantin,İtalyan, Fransız,Kazak, Güney Kore,Yunan filmleriydi seyrettiklerim. Sinema, ilgili ülkenin kadına bakışının göstergesiymiş meğerse. Bu festivalde daha iyi anladım.

İşin komik tarafı nedir biliyor musunuz? Bir ara sinemadan ciktiğimda, Reks'in yanındaki bir mağaza vitrininde, bir tişört dikkatimi çekti. Erkeğin ve kadının evrimini anlatan ibretlik bir baskı... Adam maymundan insana dönüşüyor. Kadın ise hep dört ayak üstünde... Aslında başka zaman olsaydı belki farketmezdim bile,dediğim gibi son zamanlarda hep kadınların gözüyle bakınca dünyaya, sadece bakmıyorsunuz galiba, görüyorsunuz da ayrıca... Fotoğrafını çektim
tişörtün efendim, buyrun işte yukarıda!!...

11 Nisan 2009 Cumartesi

İstanbul Film Festivali ve Üstatlar Kahvesi


İstanbul Film Festivalinin ayların en zalimi kabul edilen Nisan ayının,benim doğum günümü içine alan haftasında başlamasını, kendime bir armağan atfedip bilet kuyruğuna girdiğimde,elimde gitmeyi arzuladığım filimlerin bir listesi vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, film listesi hiç umrumda değildi. Amacım birazcık da olsa 28. İstanbu Film Festivalinin atmosferinin içinde yer almak,festival havasını solumak ve yeni yaşımın yeni sürecine beyaz perde büyüsüyle başlamaktı. İki hafta sürecek olan festivalin, her iki haftasının aynı iki günü işim açısından daha sorunsuz görünüyordu. Bu günlere hangi filmler denk gelirse seyretmeye razıydım. Seçtiğim bazı filmlerin bilet satışının bitmiş olduğunu öğrenince, bu filmlere gidemiyeceğim diye hiç mi hiç hayıflanmadım.Bana uygun olan günlere denk gelen filmlerin biletlerini gönül rahatlığı ile aldım.

Kocaeli’nin bir köyünde yaşıyordum. İlk defa festival filmleri takipçisi olacaktım. Çevremde benden başka hevesli kimse yoktu. İki gün üst üste sabah erkenden çıkıp İstanbul’a, hem de Beyoğlu’na gitmem gerekecekti. Biletleri alırken, özellikle Beyoğlu’ndaki sinemaları tercih etmiştim. Çünkü Film Festival’nin kalbi sanki Beyoğlu’nda atıyordu. Öyle hissediyordum.



İstanbul Film Festivali'nde seyrettiğim filmler arasından ilk anlatmak istediğim
“Üstatlar Kahvesi”. Bilet almanın öncesinde, bu film hakkında bir şeyler okumuştum. Yazı “Tango bir dans değildir. Buenos Aires’teki Rio de la Plata boyunca tango bir yaşam biçimidir.” Diye başlıyordu. Müzik ve tango içeren bir film olduğuna göre, yazının geri kalanını okumaya gerek duymamıştım. Tango ve sinema deyince hemen hayalimde “Al Pacino” ve “Kadın Kokusu” filmindeki o harikulade dans sahnesi canlanmıştı. Gözleri görmeyen bir adamın, genç bir kadınla yaptığı büyüleyici bir Tango gösterisidir hem de... Tekrar tekrar seyretmeye doyamadığım enfes bir filmdir "Kadın Kokusu". “Üstatlar Kahvesi” de aynı keyfi izleyicisine geçirecek, müzik ve sinema beni gene baştan çıkaracaktı. Emindim. Yanılmamışım.

Arjantin-ABD-Brezilya ortak yapımı olan “Üstatlar Kahvesi”, şimdi yaşları yetmişin üzerine gelmiş, zamanında çok meşhur olmuş ve iyi para kazanmış müzisyenlerin; dostluklarını, müziğe ve tangoya tutkularını, bir vakitler Buenos Aires’deki kulüplerinde verdikleri konserlerle, tango altın çağını yaşarken bir döneme nasıl damga vurduklarını, sanatçıların yaş alsalar da, kalplerinden müzik ve tango çoşkusunun asla silinmeyeceğini, şahane müzikler eşliğinde beyaz perdenin ilizyonunda izleyicilere başarıyla geçirebilen bir film bence. Sinemanın en ön sıralarındaydım.Şöyle bir arkama dönüp baktım ki her yer tıklım tıklım doluydu. Gençler,yaşlılar,öğrenciler,sanatçılar yediden yetmişe herkes sanki sinemadaydı. Sinema seyretmek ve festival filmlerinin takipçisi olmak bir ayrıcalık verir mi insana? Bu nasıl bir merak durumudur ki,film seyretmek için köyden inip şehre gidiyorum sinemaya?Ah, zalim Nisan! Bütün kabahat sende!!

T.S. Eliot Çorak Ülke adlı şiirinde ne der? “Nisan, en zalim aydır.” Çünkü “ölü topraktan leylaklar çıkaran,anılarla arzuları aynı kapta yoğuran ve yağmurlarıyla uyuşuk kökleri uyaran” Nisan’dır.Aslında İstanbul Film Festivali'nin Nisan ayında yapılmasının etkisiyle,“Üstatlar Kahvesi” tango, müzik ve sinemaseven bünyemi büyülemiş olabilir mi? Bilmiyorum ama bayıldım ben bu filme!Sinemaya! İstanbul'a!! Sinemadan çıkarken yürümüyor, parmaklarımın ucunda dans ediyordum adeta!!


Tango Por Una Cabeza - Charles Gardel

10 Nisan 2009 Cuma

Kendini Kötü Hissetme Hali


Şimdi iki gündür karamsar yazılar yazıyorum ya, arayan arayana...Tuhaf bir durummuş bu yazarlık sahiden.İnsanlar yazılardan nasıl da etkileniyorlar? Neyim varmış, hasta mıymışım? Hayatımda ters giden bir şey mi varmış, falan... Bugün bir müşterim "İşleriniz nasıl, sorun var mı?" diye sorduğunda,şaşırarak baktım suratına. "Allahım!" dedim, "Eyvah!" "Bloğumu mu okuyor yoksa?" Yoo! Neyse,öylesine soruyor belli...Kriz var ya, bu soruyu şimdi herkes birbirine soruyor, sormak zorunda hissediyor kendini. Peki...Belki kurgu yapıyorum.. Belki yazımın konusunu pekiştirmek için, böyle depresyondaymışım gibi bir manzara çiziyorum.Olamaz mı? Sonra bu ekonomik krizde, kendim iyi olsamda -ki olmam mümkün değil-, teğet geçmiyor kimseyi, bir şekilde herkeste kriz kendini hissettiriyor. Tamam depresyonda değilim ancak kendimi kötü hissetme halinde olabilirim yani öyle değil mi?

Bu yaşıma geldim ve şunu öğrendim ben, her duygunun hakkını vereceksin. İyi hissediyorsan kendini, uç uçabildiğin kadar, kanatlan,sevin, hayatın tadını çıkar, keyiflen, mutlu ol, mutlu et! Eğer kötü hissediyorsan kendini, zorlama illa mutlu olacam diye. Kötüysen kötü olacaksın. Dibine kadar kötü hisset, hakkını ver yani.
Az hareket et, kıpırdama hatta."Neyin var?" diye soran meraklılara,iyi görünmeye çabalama, cevap bile verme hatta.Hele mutlu görünen arkadaşlarının yanına hiç uğrama. Bir de akıl veren çok bilmişler olacaktır, avutmak isterler hani akılları sıra...Derler ki:"İyi, sen kendini topla biraz... Olur zaman zaman böyle... Yarına bişeyciğin kalmaz!" Hah ha! Çok iyi geldi şimdi bu konuşma.Hayret bir şey! Böyle konuşanlara uygulayacağın iki ninja hareketi bile öğretebilirim valla.



İnsanın kendini iyi hissetmeye hakkı varsa, kendini kötü hissetmeye de hakkı olmalı öyle değil mi? Hatta saçmalamalı bazen. Evet saçma sapan hareketler yapabilmeli yada saçmasapan yazılar yazabilmeli. Ne var yani, her zaman normal mi olmak zorunda insan? Kimi zaman fiyakalı hatalar yapmalı yaşamında. Sonra "Ne yaptım ben?" diye kahkahalarla gülmeli dönüp geriye baktığında. Canı istediğinde kilitlemeli kendini kimi zaman kendi içine. "Tıp" oynamalı kendinle. Soru sorunca birileri, hastanelerdeki hemşire fotoğrafındaki gibi, sağ elinin işaret parmağını koymalı dudağının üstüne, "sus" diye.

Zorlamayacaksın! Kendini illaki iyi göstermeye çabalamayacaksın... Kötü hissediyorsan kendini,dibine kadar kötü olacaksın.Takatin yoksa gülümsemeye, sakın gülme zorla kimseye. Boş ver, desinler "Kafayı mı yedi bu ne?" , hatta böyle düşüneceklerine emin olduğun kimselere, istemeye istemeye selam bile verme. Bırak kendini, kötü hissetme halinin kollarına... Halsiz, mutsuz,isteksiz, keyifsiz, hareketsiz, bedbaht olmalısın hatta...Hakkını vereceksin kötü hissetmenin... Ağlayacaksın hatta! Ağla, ağla! Ağlamak iyi gelir insana!

İçinden Tren Geçen Şehir -di-!

Dün sabah oldukça keyifsiz uyandım. Sanki hastaydım.Ateşim çıkmıştı, titriyordu her yanım. Lakin işim vardı önemli, canlanmalıydım. Usulca kalktım yataktan. Ağır ağır hazırlandım. Yaramazlık yapmış bir çocuk mahçubiyetinde sessizce evden çıktım. İşimi nasıl hallettiğimi bir Allah biliyor bir ben! Neyse ki bitti! Ofise dönmek için İzmit'te arabamla yol alırken, tesadüfen denk geldim eski tren garına. Okadar zaman olmuş ki, gelmeyeli şehrin bu tarafına. Unutmuşum sanki, hem treni, hem de tren sesini! Oysa tren yolu çocuğuydum ben. Evimiz hemen tren yolu kenarındaki apartman dairelerinden biriydi. Gece gündüz geçen trenin gümbürtüsünden evimiz sallanırdı sürekli. Eğer ilk kez bize gelen bir misafir varsa, ilk tren geçişinde ev sallanınca, ürker ne yapacağını bilemezdi. Gülerdim için için misafirin bu durumuna, çocuktum ya!.. Annem korkacak bir şey olmadığını, tren geçince sallantının biteceğini tatlı tatlı anlatırdı onlara...

Tren istasyonu değil de, tren garı demek daha uygun geliyor bana. Gar kelimesi içinde gizli bir hüzün barındırmaz mı?. Tren yada tren garı niye kavuşmayı değil de, ayrılmayı çağrıştırır acaba? Filmlerde hep öyle değil midir, tren garında ağlanır ve vedalaşılır. Trenler insanları savaşa yada esir kamplarına taşır. Trenler hani o kara trenler, büyülü dumanlarını üfleyerek, oflaya poflaya giderler. Ya o çığlık misali sirenleri! Onlar da mı bilirler,neler çekiyor insanlar kompartmanlarda birer birer. El sallayınca ben evden tren penceresindeki kadına, göz göze gelmiştik bir keresinde, nasıl hüzünlü bakmıştı bana. Dondu elim, kalakaldım öylece. Kadın sanki bakmamış yüreğimi delmişti gizlice. Buzdan bir heykel kesilmiştim, giden trenin arkasından. Bu meçhul kadın,gecenin tekinsizliğinden, hayatın hangi belirsizliğine gidiyordu acaba? Nefesimi tutup bakmıştım peşisıra, yarı korku ve yarı tedirginlikle hiç unutmam. Bu nedenle hem varlığından rahatsız olur ürkerim trenlerin, hem de bu düşünceleri kovmak isterim zihnimden, trenler kavuşturur insanları derim. İzmit, içinden tren geçen şehirdi. Şimdi tren geçiyor doğduğum şehrin kıyı şeridinden! Tren...Trenler... Tren garı..Trenler... Elledim alnıma...Boncuk boncuktu terler... Ateşim nüksediyor tekrar galiba...Eve dönmeliyim ben... Allahım bütün bu düşündüklerim bir hayal miydi yoksa?!..

8 Nisan 2009 Çarşamba

Şiir



Bir tek senin mi hayallerin vardı sanıyorsun küçük kız?
Benim de bir sürü hayalim vardı,
Üstelik ne kadar çoğu gerçek olmadı.
Elindekilerle yetinmesini öğrenmelisin küçük kız.
Hayatın borsada inip çıkan menkul bir kıymet değil ki,
Bir tek sana bağlı belirlemek onun değerini.
Herkesi ama en çok kendini sevmelisin küçük kız
Mutluluğu kovalarsan hep, enerjini boşa harcarsın
Mutsuzluktan kaç sen, bırak mutluluk yerinde kalsın.
Sana her söyleneni yapma sakın küçük kız
Kimi zaman kendi doğrunu kendin belirlemelisin
Çünkü bu hayat senin ve onu yaşacak olan yine sensin

Ters Ninja'dan...

6 Nisan 2009 Pazartesi

Film Festivali Bana Armağan!

Bugün benim doğum günüm! İstanbul Film Festivalinin benim doğduğum hafta başlamasının bir tesadüf olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yanılıyorsunuz! İstanbul Film Festival'i bana bir armağan! Öyle düşündüm! Öyle düşünmek istedim! Bugün evin kapısını kilitler gibi, kilitledim kendimi kendime. Telefonlara cevap vermedim. Dedim ki içimden "Ben bugünlüğüne ben değilim. Kendimde tatildeyim!" Sabah erkenden Beyoğlu'na gittim. Benim için düzenlenen Film Şöleni'nde, iki filmi ardı ardına seyrettim. Sonra kendimi ağırladım. Şahane bir yemek ısmarladım. Hele sinemadan çıktığımda yağmur yağıyordu ya! "Yok artık!" dedim. Bayılırım yağmura. Hele bir de yağmurda yürüyebiliyorum ya, Allahım çok teşekkür ederim!!!

5 Nisan 2009 Pazar

Nick Hornby, Kitapları ve Filmleri



Gene son kitapçı ziyaretlerimden birinde, baktım ki Nick Hornby'ın "Düşerken" diye yeni bir kitabı çıkmış. Nick Hornby kitaplarını çok severim. Öncelikle eğlencelidir ve kolay okunur. Ayrıca yazdıkları kitaplar genellikle filme çevrilir. Okuduğum kitapları beyaz perdede seyretmek bana acayip keyif verir. Sabahtan beri ara ara okuduğum ve yarıladığım bu kitap için diyorum ki; öyküsü kesinlikle bir yönetmen tarafından sinemaya uyarlanacaktır. Hoş bir konu! Bir yılbaşı gecesi intihar etmek niyetinde olan dört kişinin, tesadüfen İngiltere'nin en yüksek binalarından biri olan Toppers Binası'nın çatısında dek gelmeleri. Hepsinin niyeti kendilerini çatıdan aşağıya atmak ve yaşamlarına son vermektir. Her birinin ayrı ayrı intihar nedenleri vardır. Konuşmaya ve tanışmaya başlarlar. Hikaye akıcılıkla devam eder gider...



Nick Hornby modern İngiliz Edebiyatı’nın en iyi yazarlarından biri. Kitapları dışında, müzikle ve futbolla da ilgili olması yazarı daha hayattan, daha sempatik kılıyor. İlk okuduğum kitabı “Ölümüne Sadakat”ti. Kitap bir plak dükkanı sahibi otuz yaşını süren kahramanın, kız arkadaşının kendisini terk etmesiyle geçmişteki ilişkilerini sorgulaması ve hatalarını bulmaya çalışması ile ilgiliydi. Kendisini terk eden sevgilerinin bir listesini yapar ve tek tek her birini aramaya başlar. Bu kitabın filmi de çevrildi. Kitapta olaylar Londra’da geçerken, filmde Chicago’da geçiyordu. Ama çok mühim bir değişiklik değildir ki bu. Aynı olaylar İstanbul yada İzmir’de de geçebilir. İnsana ait duygular sözkonusu olunca, coğrafyalar değişse de, hissi durumlar değişmeyebiliyor. Ayrıca filmin müzikle içli dışlı olması filmin keyfini arttırıyor.



Nick Hornby'ın bir de “Futbol Ateşi” adında bir kitabını okumuştum. Aslında erkeklerin futboldan ne anladıklarını çözmek için kadınların okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Küçükken babasıyla birlikte Arsenal maçlarına gitmeye başlayan kahramanımızın yaşamında futbol ve Arsenal maçları büyük bir yer tutmaya başlar.Yaşamının önceliği bu maçlardır. Yıllık planlarını bile Arsenal maçları üzerine kurar. Bu öyle tutkulu bir fanatiklik durumudur ki hiçbir kadınla ilişkisini devam ettirmesi mümkün olmaz. Sonunda bir öğretmenle tanışana kadar. Bu kitabın da sinemaya uyarlanan filmi şahanedir gerçekten. Benim tekrar tekrar seyrine doyamadığım filmlerden!


Son olarak “ About A Boy“ adlı filminden bahsetmeden geçemeyeceğim. Kitabını okumadım ama filmine bayılırım. Bu kez kahramanımız Londra’da yaşayan, zengin, mirasyedi, sorumsuz bir adamdır. Günlük ilişkiler peşinde koşmuş ve hayatında hiç çalışmamıştır.Çocuk sahibi, boşanmış bir baba durumundaymış gibi, kadınlarla tanışmak için boşanmış anne babaların katıldığı toplantılara gitmeye başlar. Burada boşanmış bir ailenin çocuğu ile tanışır. Çocukla kahramanımız arasında bir arkadaşlık başlar. Bu arkadaşlık yeni dünyalar ve duygular keşfetmesine neden olacaktır.Sıcacık bir romantik komedidir bu film. Bu tarz sevenler için kaçırılmaması gereken filmlerden!

Bu yazıma başlarken amacım, okuduğum kitapta intihar durumu sözkonusuydu ya, intihar ederek yaşamlarını sona erdiren ünlülerden bahsetmekti aslında... Virginia Woolf, Sylvia Plath, Kurt Cobain, Ernest Hemingway mesela... Ama kitaplar ve filmler derken, gene konu konuyu açtı. Yazamadım bu şöhretli intihar vakalarını... Bir dahaki sefere insallah:)