28 Şubat 2010 Pazar

Lezzetli Bir Aşk Hikayesi

Şimdi içimden şahane bir aşk hikayesi anlatmak geldi. Öyle bir hikaye ki, iki aşık yanyana geldiler mi, göze şenlik, dile lezzet, yaşama şevk veren cinsinden.. Harikulade bir ikili.. Bilmiyorum ki, başka iki şey bu denli birbirine yakışabilir mi? Düşünüyorum da eşleri benzerleri yok gibi!

Bak şimdi... Oğlan bizim buralardan... İzmit'li... Yağız mı yağız, yiğit mi yiğit bir delikanlı... Yusyuvarlak, tostoparlak bir beden... Yooo, sakın şişman zannetme... Değil, değil... Yakışıklı mı yakışıklı... Sadece tamam, biraz iri kıyım, kallavi... Olsun... Yakışır delikanlıya, öyle değil mi? Ah, nasıl gevrek gevrek güler... Eğer gevrek sıfatını bulmuşlarsa dilbilimciler, inanıyorum ki bizim delikanlıyı görüp karar vermişler... O kadar bizimkine uygun bir sıfat ki bu, o kadar olur yani! Ya o kirli sakalı! Of! Sanki suratına susam serpmişler... Böyle mi yakışır bir sakal delikanlıya? Az sakallıysa az susamlı, çok sakallıysa çok susamlı desen hata olmaz ki, haklısın, de vallahi... Eğer bana sorarsan, yakışanı çok susamlı derim ben! Adı mı ne? Tamam, söyleyeceğim.... Simit! İzmit'in meşhur yakışıklı jönü Simit elbette!




Kız ise Rize'li...Bir Karadeniz dilberi... Bir fizik var kızda, nasıl anlatsam? Hani denir ya 90-60-90 ölçülerinde... Bir etek giydi mi altına kırmızı beyaz çizgilisinden... Bir duruş, bir alım, bir eda... Yanar ona elini süren... İnanılmaz güzelliktedir haspa! Fizik harika tamam... Ya kimya? Esas kızımızın hüneri, Karadeniz usulü demlenmiş olmasıdır, dikkat etmeli... İhmal etme, önce alt kattaki suyu kaynat, kız üst katta dinlenirken... Bir gerilsin, bir serpilsin şöyle buhardan.. Ohh!.. Sonra korkmadan sıcak suyu boca ettimiydin kızımıza, bırak kalsın bir süre demlensin sıcak suda... O kadar güzelleşir! İşte o güzel fiziğe ruh katan, asıl bu kimyadır... Başka hiç bir şeyde olmaz onun lezzeti. Adı ne mi? Çay tabi ki, çay... İnce belli bardakta demli bir çay... Başka ne olacak ki?

İşte bu yazdığım dillere destan Çay ile Simit'in aşk hikayesidir. İkisinin birlikteliği şahane bir lezzet verir. Hele arada yanlarında, ikisinin de en yakın arkadaşı, memletimin gözde akça pakça dilberi Ezine'nin Beyaz Peynir'i varsa... Offf! Bu üçlünün nefasetinden çıldırırsınız valla!..

27 Şubat 2010 Cumartesi

Cemre Suya Düştü Suya...

Cemre bir hafta önce havaya düşmüştü ya. Hani derinden nefes alınca, içime kaçmışdı da, gitmiş çöreklenmiş, bağdaş kurup oturmuştu yüreğimin tam ortasına. Yedi gün sonra ikinci cemre suya düştü suya... Ne yaptım biliyor musun? Gittim deniz kenarına. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım sonra. Niye mi? Cemre suya düşünce ayaklarımı denize sokarım illa. Parmağımın ucu dokunur dokunmaz deniz suyuna. Bir cemre geçiverir deniz suyundan parmağımın ucuna. Cemre suya düşünce, yunus balığı gibi deryayı gezer gelir. Taa okyanuslarda olan biten herşeyden bana haber getirir. Eve gelirim sonra. Mutfaktaki musluğa ağzımı dayar kana kana içerim. Eee! Vücudumuzun dörtte üçü su değil midir? Sudur! Musluktan içtiğim sudaki cemre de damlamaz mı CUP diye içimdeki suya? Damlaaarr! Bak şimdi. Suya düşen cemre CUP diye damlayınca içimdeki suya, koşar koşar... Gönlümde bağdaş kuran cemrenin gider. Gidince gönlümde bağdaş kurup oturan cemrenin yanına, elinden tutar da kaş gözle işmar eder. İkisi bir araya gelince ne yaparlar bilir misin? Horon oynarlar, horon! Eee... Gönlümde iki cemre horon oynayınca, ben ne yapacağım peki bu durumda? Hani bazan beni şaşkın şaşkın koşuştururken görüyorsun ya! İşte bu cemreler yüzündendir, sakın ne oluyor diye korkma!

Cemal Nadir'i 63. Ölüm Yılında Analım mı?

17 Ağustos 1929 tarihli Akşam gazetesini okuyanlar, gazetenin üçüncü sayfasında, yeni bir karikatür kahramanıyla tanışırlar. Çağdaş Türk karikatürünün en ünlü isimlerinden Cemal Nadir'in Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Ömer Seyfettin'in hikayelerinden ilham alarak çizdiği Amca Bey'dir bu figür. Memleketimizde karikatürü sevdiren isimlerin öncüsüdür Cemal Nadir. Cemal Nadir'in karikatür konusundaki düşüncelerini ifade ettiği şu sözlerini çok severim: "Ben karikatürü bir güzel koku gibi insana bir an zevk verdikten sonra elde bir boş şişe veya sarı bir leke bırakıp havaya karışan bir marifet olmaktan başka türlü anlıyorum. O ne palyaçoluktur, ne de göbek attıran, çeneleri ağrıtan kahkahadır. Bence karikatür, insan beyninin muhtaç olduğu tebessüm ve tefekkürü (düşünceyi) temin eden bir güzel sanat olmalıdır." Ne hoş sözler değil mi?

Amca Bey, aynı zamanda insanların biblolarını satın aldığı ilk karikatür kahramanı olmuş. 1940 yılında Ressam Muhsin Rıfat tarafından bibloları yapılan Amca Bey'in bu başarısını, yıllar sonra Oguz Aral'ın efsanevi karikatür tiplemesi Avanak Avni tekrarlamıştı. Ayrıyeten Amca Bey adlı bir mizah dergisi 2.Dünya Savaşının ortalarında yayımlanmaya başlanmış ve 1944 yılına kadar da yayın hayatı devam etmiş.


Benim yazmak istediğim bir ilginç durum daha var. Ülkemizde ilk ve belki de tek mezar taşında bir karikatür varmış. Taşında karikatür olan mezar, 27 Şubat 1947 yılında, 45 yaşında, çok erken vefat eden Cemal Nadir'miş ve Zincirlikuyu Mezarlığı'nda, mezarının taşındaki karikatür de ünlü tiplemesi Amca Bey'den başkası değilmiş. Ortaköy'de bir sokağın adına "Amca Bey Sokağı" adı verilmiş. Acaba o sokakta oturanlar Amca Bey'i ve Cemal Nadir'in kim olduğunu biliyorlar mıdır? Biliyorlardır değil mi? Biliyorlardır... Umarım! Bu gün 27 Şubat ya Cemal Nadir'in 63. ölüm yılı. O halde rahmetle analım ünlü karikatüristimizi! Nur içinde yatsın daimi istirahathanesinde! Tabii en yakın dostu Amca Bey'le birlikte.


Cemal Nadir'in mezartaşı fotoğrafını, ÇROP'ta görünce, hemen kesip yazımın altına iliştirdim. Sahiden Amca Bey tiplemesi var işte... Mezar taşının üstünde.

Küsünce Pişman Olacağın Biri Var Mı Hayatında?

Baksana… Küsmek nedir bilir misin? Benim sormak istediğim aynalara küsmek, hayata küsmek hatta insanın kendine küsmesi değil ama. Bak şimdi. Sevdiğin biri var mesela. İnsan sevdiğine küser, öyle değil mi? Tamam. Oturuyorsunuz yan yana. O başka tarafa bakınca, komik şeyler yazıyorsun sayfasına. Okuyor. “yazma!” diyor, siliyor. Vazgeçmiyorsun, O bakmıyorken gene yazıyorsun. Komiksin ya aklın sıra. Görüyor yazdığını, gene siliyor. Gözlerini kısarak, biraz daha tehditkar bir edayla “yazma, istemiyorum!” diyor. Bir ki üç… Eee, sabrını taşırıyorsun sonunda… Dönüyor sana… Sesini yükseltiyor. Diyor ki: “yazma dedim ya!yazma!” Kalbin kırılıyor. Neden komikliklerini anlayamıyor? Kendince haklısın ya darılıyorsun ona. Bırak defterine yazı yazmayı, yüzünü bile görmek istemiyorsun. Kaale almak istemiyorsun varlığını bir süre… Yol değiştiriyorsun ya da suratını çeviriyorsun karşı karşıya geldiğinde. Böyle bir şey işte anlattığım durum…Çocukça! Kararlısın, ipleri koparacaksın artık onunla…

Düşünsene… Aman ne rahatlıyorsun küsünce! İlgini kesiyorsun ya o kişiyle. Sonra daha da rahatlıyorsun, bu selamsız sabahsızlığın sadece sana değil, küstüğün kişiye de haz verdiğini sezince. Oh,be! Ne keyifmiş küsmek! Hani orta parmağı işaret parmağının üstüne koyarsın ya, ayak ayak üstüne atar gibi. “Boz, küstüm!” dersin hani... Anlatmak istediğim, işte bu çeşit bir küsme vaziyeti.“Konuş onunla!” deme bana şimdi… Arkadaşım, maksat sevdiğin birine küsmek, sorun çözmek değil ki! Küsmek, anlasana beni! İnsan sadece sevdiğine gönül koyar, küser, öyle değil mi? Hani bir çocuk gibi. Aradan bir kaç gün geçer sonra, pişman olursun yaptığına. Özlersin onu. O da seni aslında. “Tamam, yapmayacağım bir daha!” dersin. Ayaklarına kapanmak istersin. O da pişmandır ama “yalvarma!” der sana, “akıllandın mı şimdi!” Önce sen küstüğün için yalvartır seni acımasızca! Bir sonrakinde sen yalvartacaksın nasılsa... Anlatmak istediğim böyle bir şey işte, çocukca… Düşünsene… En son ne zaman küstün birisine, aynı böyle eften püften bir sebeple? İnsanın küsüşünce pişman olacağı birileri olmalı hayatında, öyle değil mi? Değil mi? Ne yani inanmıyor musun şimdi yazdıklarıma? Gülüyor musun yoksa? Yazdıklarım saçma öyle mi? Yaa! Al işte… Elimi uzatıyorum… Boz, küstüm sana!

26 Şubat 2010 Cuma

Sigortalı Futbolculara Bakalım Mı?

Eee! Madem sigortacıyım. Arada Hayal Kahvem'e sigorta ile ilgili yazılar yazmaya karar verdim. İlk olarak memleketimin ve dünyanın ünlü futbolcularının herhangi bir kaza ya da sakatlanma durumlarına karşı nasıl sigortalandıklarına bir bakalım istedim.

Memleketimizdeki sağlık sigortaları içerisinde en pahalı sigorta ürünü olan spor sigortalarında Galatasaraylı Arda Turan 1 milyon euroluk poliçesiyle ilk sırada yer alıyor.

Türkiye'de 1 milyon dolarlık sigorta poliçesiyle 2. sıradaki futbolcu Fenerbahçeli Selçuk Şahin.



İngiltere milli futbol takım oyuncusu David Beckham'ın tüm vücüdu 100 milyon euroya, ayrıca sadece bacakları 70 milyon euroya sigortalı.

Real Madrid'in Portekizli oyuncusu Cristiano Ronaldo' nun bacakları 144 milyon dolara sigortalı.


BİLGİ- Sigortacı Gazetesi

Zorla Kitap Yazdırma Sanatı

Hani insan sevdiği yazarların tutkulu okuyucusuysa, sevdiği yazarlar da uzun zamandır kitap yazmamışlarsa, bazen "Misery" adlı film düşer aklıma. Derim ki kaçırsam şu yazarı bir kır evine, yazdırsam bir kitap söylene söylene. Öyle öfkelenirim ki bazen; marifet bende olsa yazacam, yoooook, sana verilmişse bu kabiliyet, neden yazmıyorsun sevgili yazar, lütfen yani, bir zahmet! Şimdi bugün elimdeki kitapları okumayı bitirince, kalakaldım öylece. Kitap yok mu okunacak? Çook! Ama ben yazılarını keyifle, özlemle okuduğum yazarların kitaplarını istiyorum. Yazmıyorlar? Niye ama niye? O zaman "Misery" filmini seyrettirmeli bu kişilere...Kesinlikle!

Sakın hafife almayın bu filmi. Film en iyi Stephen King uyarlamalarından biri. Ayrıca James Caan, hayranı tarafından rehin alınan yazar rolünde. Kathy Bates ise benim düşündüğüm rolde. Nasıl mı? Bakın şöyle: Çok popüler bir yazar, sekiz kitaptan oluşan, Misery adlı melankolik bir kadının maceralarını anlattığı kitapları ile iyice şöhret ve servet sahibi olmuştur. Ama artık bu seriden sıkılmıştır. Bu kitap serisine nihayet vermek amacıyla, serinin bu son romanında, Misery adlı kadın kahramanını öldürür. Bu son kitap henüz yayımlanmamıştır. Bir gün karlı havada araba kullanan yazar, trafik kazası geçirir. Neyse ki Annie adındaki kadın onu bulacak ve hayatını kurtaracaktır. Yazar gerçekten çok şanslıdır. -şanslı olduğunu sanmaktadır- Çünkü hayatını kurtaran kadın bir hemşiredir.

Ayrıca enteresan bir durum daha olur.Kadın yazarı tanır ve şöyle der: "Merak edecek bir şey yok. Sana çok iyi bakacağım. Bir numaralı hayranın benim!" Bu gerçektir. Öyle ki, şehir dışında insanlardan uzak bir yerde yalnız yaşayan Annie'in en büyük tutkusu Misery serileridir ve yazarın tutkulu hayrandır. Geçirdiği bu feci trafik kazası sonucu yazarın, kaburgaları ve bacakları kırılmıştır. Annie hemşiredir ya, hem ilk müdahaleyi yapmış, hem de ilaçlarla yazarın ağrılarını dindirmiştir. Annie hayranı olduğu yazara gereken her türlü hizmeti yapar. Karnını doyurur,ilaçlarını verir, tıraş eder. Şiddetli tipi yüzünden telefon hatları arızalıdır ve yollar kapalıdır. Bu nedenle yazar, bir süre Annie'in evinde kalmak durumundadır. Annie yazarın arabasında bulduğu çantadaki yeni romanı okumak amacıyla izin ister. Bir kaç gün içinde satışa çıkacak olan bu kitabı, hayatını kurtarmış, kendisini tedavi etmiş ve bakımını üstlenmiş olan hayranı okumayacakta kim okuyacaktır? Yazar tabi ki memnuniyetle kabul eder.

İşte asıl film bundan sonra başlayacaktır. Ertesi sabah, Annie sanki farklılaşmıştır. Konuşmadan yazara çorbasını içirir. Yazar ne olduğunu sorar. Annie romanın bir kısmını okumuştur. Bakışları sabitleşmiş, gözleri hissiz bakmaktadır. Elindeki çorba yatağa dökülünce bas bas bağırır. Artık yeni bir Annie başrollerdedir. Bir ruh hastası fanatik hayran! Kadın delinin tekidir. Son romanı okuyan Annie, yazarın serinin bu son kitabında Misery adlı kahramanını öldürdüğünü öğrenince, iyice çıldırmıştır. Annie'nin isteği ile bu kitap yakılacak ve yeni bir roman yazılacaktır. Yazar sorar:
‘’Benim ne yazacağımı sanıyorsun?’’ ‘’Oh, Paul! Sanmıyorum. Biliyorum!’’
Nanananom!.... Kitabın ismi ‘Misery’nin Dönüşü’ olacaktır.
Size bir şey söyleyeyim mi, öyle böyle değil, bu acayip bir gerilim filmi. Hem de içinde vampir, hortlak, zombi, ne bileyim doğa üstü şeyler yookk! Direk damardan gerilim enjekte edip, gerip gerip gergef eden bir film yani! Yaaa... Böyleyken böyle... Şimdi bazen gerekmiyor mu bazı yazarlara böyle bir vaziyet? Koskoca Stephen King boşuna yazmamış bu romanı. Bildiği bir şey vardır elbet!

Kathy Bates,bu filmdeki Annie performansıyla 1990’da hem Altın Küre’de hem de Oscar’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi oldu.
Yönetmen: Rob Reiner / Senaryo: Stephen King (Kitap)

25 Şubat 2010 Perşembe

Bu Gece Hayal Etme Gecesi

Bu gece iki cihanın sevgilisi Muhammed Peygamber'in doğum günü gecesi. Yani Mevlit Kandili. Bir de mubarek cuma gecesi. Her cuma gecesi kıymetlidir. Peygamberimizin doğum günü ve cuma gecesi bir araya gelince, iki kıymet birleşir. O halde bu gece hayal etme gecesidir! Ne güzel!Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... O halde bu gece dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, hem de en harikulade kelimeleri seçer öyle değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet lütfet! Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Dünyaya barış ve adalet! Günahlarımızı bu geceler hürmetine affet! Bir de ne olursun bolca hayal gücü lütfet!" Amin!

24 Şubat 2010 Çarşamba

Galiba Bugün Carlos Santana Beni Andı.

Sabah kendime gelemeyince, ne yapsam dedim. Biraz da canım sıkkındı. Birşeye ihtiyacım vardı. Ne? Ama ne? Ansızın sanki beni Carlos Santana andı. Beni canlandırsa canlandırsa Carlos Santana'nın Somewhere İn Heaven'ı belki silkeleyip sallardı. Tamam. O nasıl bir elektro gitar çalmaktır? Bu nasıl bir şarkıdır? Aman Yarabbim! Santana şöyle çarptı beni de kendime geldim. Dedim bari ardından da Corazon Espinado'sunu da bir dinleyeyim. Haydi birkaç defa da Maria Maria'yı döne döne dinledim. Tamam... Bir şey diyeceğim... Ben bağlamayı bırakayım da acaba elektro gitara mı geçeyim?

23 Şubat 2010 Salı

Mutluluk Neydi?

Bugün yolum düşünce çok küçükken yaşadığım mahalleye, bir zamanlar oturduğumuz eve doğru yürüdüm. Apartman aynen duruyordu. Yerinde olmayan sinema… Oğuz Bahçe Sineması. Sinema yıllardır yoktu yerinde. Her güzel şeyin sonu vardır diye, yıkmışlardı geçmiş zaman günlerinden birinde… Televizyon olmayan bir dönemdi benim çocukluğum. Kulak kesiyorduk her sese, radyoya, teybe… Düşünebiliyor musun? Çocukluğumda, taşınmak ne büyük bir kıyaktı bana, sinema bahçesine çıkıntısı olan bir eve! Çünkü balkon adeta bir locaydı. Her gece film seyrederdim. Ah bir bilsen, nasıl sabırsızlanır, yaz mevsiminin gelmesini beklerdim! Demek ki o zamanlar, yaz günlerinin kıymetini bildiğim dönemdeydim. Sanıyorum güneşi gene pek sevmezdim. Çünkü güneşin dağların arkasına gitmesini, havanın kararmasını dört gözle beklerdim. Of! Günler ne uzun olurdu! Güneş bir türlü uyumaya gitmezdi. Vakit geçmek bilmezdi. Ne zaman ki gün döner akşam olurdu, heyecandan adeta kalbim dururdu. Hep gece olsun, zaman dursun isterdim. Sonra da sandalyeler boş kalmasın, sinemanın tüm biletleri satılsın diye dua ederdim. Eğer bilet satılmazsa, film oynatılmazdı. Of! Ne fenaydı!... Bazen yağmur yağdığı akşamlar sinema hiç açılmazdı. İçimi çeke çeke ah ne ağlardım!.. Çocuktum… Her şey istediğim gibi olsun isterdim. Olmazdı. Ben de ağlardım… Bazen filmin ortasında bir yerde yağmur yağmaya başlardı birden… Hani ahmak ıslatan cinsten…Kaçışırdı insanlar… Şaşardım. Yağmurda ıslanmayı çocukluktan beri severdim. Neden kaçıyorlar, yağmur altında seyretmiyorlardı ki film? Hava zaten sıcaktı. Yağmur altında film seyretmek, şahane olmaz mıydı? Olurdu illa ki! Küçüktüm... Bu duruma anlam veremezdim… Onlar koşuştururken, ben olduğum yerde bir film sahnesi gibi donar kalırdım öyle... Annem beni fark eder “haydi yatağa!” derdi. Derinden bakınca gözlerime… Dökülen yaşları görmesin diye, başımı yere eğerdim… İçimi çeke çeke yatmaya giderdim.

Ama eğer o gece sinemada... Eğer biletler satılmışsa … Eğer o gece gökyüzü yıldızlarla doluysa... Hele göyüzünde bembeyaz bir mehtap varsa... Ah! Eğer o gece yağmur yağmamışsa... Film oynarken yağmazsa ya da… Eğer film kesintisiz oynamışsa o gece… Hani bilirsin ya, tastamam... Bütünüyle... Ah! Şu dünyanın en güçlü, en zengin kişisi ben olurdum! Hayat bayram olurdu… Mutluluk buydu işte! Mutlu olurdum!

22 Şubat 2010 Pazartesi

Bu Gelin ve Damata Bayıldım!

Öyyle sanal alemde dolanırken, bu fotoğrafa rastgeldim. Bir süre gözümü alamadım. Ne kadar tatlı görünüyorlar! Bilmiyorum gerçek mi yoksa mankenler mi? Hımm.. Düşündüm de... Profesyonel manken olabilirler mi? Bakar mısınız, şu yakışıklının bir ayağı duvarda... Ya nasıl çapkın bakış fırlatmış yanı başındaki güzel manken kıza. Birbirlerine ne kadar da yakışmışlar! Maşallah! Ne diyeyim? Eğer bu fotoğraf gerçekse, Allah tamamına erdirsin en kısa zamanda:)

21 Şubat 2010 Pazar

İyi Kötü Çirkin ve Kardeşim


Benim kardeş aradı. "Abla, geliyorsun akşama değil mi?" diye sordu. "Nereye?" dedim. "Bizee!" dedi. Niye gidecektim ki? Özel bir gece miydi? "Neden?" diye sordum. "Hatırlasana, hani Eskiden Kafe'de buluşmuştuk da, anlatmıştım ya!” "Hııııı!" dedim. Devam edemedim. Hafta içinde kardeşle Eskiden Kafe'de buluşmuştuk. Bu kafeye ilk kez gitmiştik. Şaşırmıştım. Kafedeki her şey 1980 li yıllara aitti. İçeriye girdiğimizde Modern Talking çalıyordu. Duvarlarda 1980 lı yıllarda yaşamakla ilgili cümleler, objeler, film afişleri yer alıyordu. Büyülenmiştim. 1980’li yıllarda yaşamak demek, fon müziği Laura Brannigan'dan Self Control olan günler demekti. Şehirlerarası yolculuğa çıkarken otobüsün 302S olması için dua etmek demekti. Çavuşesku ve karısının kurşuna dizilişini TV den seyretmek demekti. Gorbaçov'un kafasındaki lekenin ne olduğunu anlamaya çalışmak demekti. Videocudan American Ninja, Kan Sporu ve Karete Kid filmlerini kiralamak demekti. İcraatın İçinden izleyip, Özal'ın kalemine bakıp hipnotize olmak demekti. Ah! Ne günlerdi!..

Oturmuştuk. Kardeş çok şeyler anlatıyordu anlatmasına ama ben kafenin illizyonuna kapılmış, 1980’li yıllara çoktan ışınlanmıştım. Maalesef anlattıklarını hiç dinlemiyordum. Sadece kafeden çıkışta "Abla, iyi ki varsın. Ne tatlı dinliyorsun! Hem de anlattıklarıma hiç kızmıyorsun. Demek ki kabul ediyorsun. Yaşaaa!" dediğini ve son ünlemli kelimesiyle kendime iyice geldiğimi hatırlıyorum. Demek ki bu akşam kardeşlere gidecektim. Bu demektir ki bu gece yeğenlerime bakacaktım. Hımm! Benim balık burcu kardeşim, romantik filmler, romantik kitaplar sever. Sık sık bir araya gelir, muhabbet ederiz hayata dair herşeyden. Kardeşim diye söylemiyorum bayılırım ben ona, şahane biridir gerçekten. Tek anlaşamadığımız durum, çocukları konusunda aşırı pimpiriktir. Ama öyle böyle değil yani. Felaket bir şey! Ben de çocuk yetiştirmede rahatlığımla şöhret yapmış biriyken, böyle her şeyi gözünde büyüten, bana bıraktığı için sürekli tereddüt içinde telefon eden birinin çocuklarına nasıl bakabilirim? En son bana bıraktığında çocuklarını, iki saat içinde beş kez arayıp: "abla camları açmadın di mi?", "abla kapıları kilitledin di mi?", "abla yemek yedirdin mi?", "abla tuvaleti gelmiş olabilir, sordun mu?" diye her aradığında beni sorgu suale çekince, "Aaaaaa!" demişim artık sonunda... "Aklın bu kadar evde kalıyorsa, gitme bir yere, otur oturduğun yerde!" Bir daha tövbe demiştim ama kardeş işte, ne yaparsınız atsan atılmaz, satsan satılmaz ki! Aslında bakmayın kendince haklı tabi. Çocuklar benimleyken evi yıksalar bir şey demem. Canımı almasınlar da, ne yaparlarsa yapsınlar rahatlığında olduğumu bildiği için korkuyor biraz benden. Kardeşimin tereddütü bu yüzden.

Neyse, bu akşam çocukları bana bırakıp, eşiyle yemeğe giderlerken, baktım hiç tembih etmiyor bana birşeyler.. Ben dedim: "Camları ve kapıları açmayacağım, yemek yedireceğim, tuvaletini soracağım, oyuncaklarını ve evi dağıttırmayacağım, sakın merak etme, e mi?" Hüzünlü hüzünlü gülümsedi. Oysa bunları kendisi söylemeliydi. Yoksa içi rahat etmezdi. Neyse, cevapları duydu bari, öyle değil mi? Gittiler. Camları, kapıları kontrol ettim. Kapalı. Heyy! Yeğenlerime döndüm: "Serbestsiniz çocuklar! Anneniz gelene kadar gönlünüze göre takılın!" Ben bir film getirdim, onu seyredeceğim."dedim. Ben en son Bir Zamanlar Batı'da filmini hakkını vererek seyredememiştim. Üzgündüm. Şimdi gene bir kovboy filmi İyi, Kötü, Çirkin'i seyredeceğim. Hem de layıkıyla seyredeceğim. Başka birşeyle ilgilenmeden. Seyrettim gerçekten. Clint Eastwood (iyi), Lee Van Cleef (kötü) ve Eli Wallch (çirkin) in şahane oyun güçleri ve filmin müziği bitirdi beni. " niriniri niiii... niii niii niii " Bir zamanlar Batıda ve İyi, Kötü, Çirkin'in yönetmeni aynı kişi... Sergio Leone... Konusu, görüntüleri, oyuncuları, müziği hele müziği baştan çıkartır insanı. Şahane bir filmdi.

Artık filmin sonunda doğru, üçlünün düellosuna gelmişti ki sıra, bir araç sesiyle kendime geldim. Baktım küçük yeğen uyumuş kucağımda. Vallahi farkında değilim. Büyük yeğen deseniz, uyumuş televizyonun karşısında. Ev varya kardeş görse, beni kesin düelloya davet eder, altı üstüne gelmiş. Olamaz ya! Ne zaman yaptılar? Yerlere dökülmüş kolalar, dağıtılmış oyuncaklar, sandalyeler ters dönmüş, orta sehpa belli kamyon yapılmış, üstüne mutfak erzakları taşınmış. Of valla! Hemen küçük yeğeni attım yatağına. Üzerini örttüm. Büyük varsın kalsın koltukta. Mutfak erzaklarını doldurdum bir çöp poşetine, tıktım bir mutfak çekmecesine. Sehpayı düzelttim, sandalyeleri yerleştirdim yerine. Oyuncakları yerine kaldırmaya zamanım yok, koltukların altına ittim. Yere dökülen kolaları ıslak peçeteyle sildim. Şöyle bir baktım etrafa... Tamam işte, sorun yok! Gene filmimin başına çöktüm. Bizimkiler geldiler ki ev süt liman! "Aaa! çocuklar uyumuşlar, hem de yaramazlık da yapmamışlar!" dedi kardeşim. "Yokkk! Melek gibiydi ikisi, hemencik uyudular." dedim. "Abla sen niye öyle nefes nefesesin?" dedi kardeşim. Gerçekten ne heyecan yapmışım, nefes nefese kalmışım. "Şşşşşş! "dedim. "Çok heyecanlı film! Şu anda düello var!"
Oh! Atlattık bu akşamı da çok şükür. Neyse bu kez içim rahat, vallahi filmin hakkını verdim!Başka hiçbir şeyle ilgilenmedim! niriniri niiii... niii niii niii !!!! - İYİ Kİ DOĞDUN KARDEŞİM:)

Deli Eder İnsanı Bu Dünya!.. Ya Peki Salata!..

Şu yukarıdaki muhteşem "Kıvırcık Salata" var ya, altı ay hasretle beklediğim bir sevgili gibiydi. Sadece kışları çıkardı piyasaya benim çocukluğumda. Kendini acayip özletirdi. Okadar severdim ki anlatamam. O zamanlar mevsiminde gelmesini beklediğim bir sevgili gibiydi ya, ne zaman çıkarsa bizim pazardaki manavın tablasına, onu uzaktan görürdüm ve ahhh... içim giderdi. Kıvırcık salata, sanki eylül ayında geri gelen bir Alpay şarkısıydı. Ben mevsimi gelip kıvırcık salataları gördüğüm zaman aynen şöyle olurdum: Eylül'de gelirdi. Görenler dönmüş hem de mutlu derlerdi. Ağaçlar başıma konfeti gibi yaprak dökerlerdi...

Böyleydim işte. Salata için çıldırırdım. Halen de deli eder beni. Ne yani? Olamaz mı? Koskoca Orhan Veli Kanık söylememiş mi şu güzelim dizeleri: "Deli eder insanı bu dünya; Bu gece, bu yıldızlar, bu koku, Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç" İnsanın içinde sevgi olsun yeter... Herşey deli edebilir insanı herşey... Bazen deli etmek için insanı bir kıvırcık salata bile yeter.

Ya domates... ya maydanoz... ya yeşil biber... ya roka.... Hepsi benim için salatayı ifade ederdi. Şimdiki gibi değildi benim çocukluğumda. Her sebze ve meyve kendi mevsimine aitti. Okulda mevsimleri öğrendiğimiz zaman, durmadan sınıflandırırdık. Yaz sebzeleri... Kış sebzeleri... Yaz meyveleri... Kış meyveleri... Her birini sadece mevsiminde yiyebilirdik. Mevsimi geçerken özleyeceğimizi bilirdik ya, ardından seslenirdik. Misal, yaz geliyor ve artık lahana, karnabahar, ıspanak, marul, pazı, roka, pırasa gibi kış sebzeleri ve portakal, mandalina, elma, muz, nar, armut gibi kış meyvelerini artık göremeyeceğiz Eylül'e kadar... İnanın böyleydi. Şimdiki gibi her mevsim göremezdiniz bu sebze ve meyveleri, tiplerini bile unuturdunuz belki...
Ben de ayrılacağımı bildiğimden arkalarından şarkı söylerdim: "Tatil geldiği zaman Ağlarım ben inan Gidiyorsun işte Arkana bakmadan Nasıl geçer bu yaz Ne olur bana yaz Sen sen sen Sen bir ömre bedel Yok yok yok Gitme gitme gel Eylülde gel! "


Bu yazdıklarım saçma gelebilir yeni nesile.. Ben çok eskiyim.. Bizim zamanımızda her şey mevsiminde yenirdi. Özlenirdi... Kavuşunca koklanırdı... Hangi meyve yada sebze ise kendisine has bir kokusu vardı... Hiç aklınıza geliyor mu şimdi elinize aldığınızda limonu koklamak? Ya domatesi... Ya maydanozu.. Ya portakalı... Ya çileği... Ya kahveyi içerken koklayanlardan mısınız? Ben koklardım ama... Hala koklarım... Eski alışkanlık! Hem de yemeden önce koklamak, o nebata saygıdır... Koklarım mutlaka.


Şimdi , kendi usulüm olan salata tarifimle sözüme nihayet vereceğim...
İstediğiniz kadar kıvırcık , domates, biber, roka, maydanoz, tereotu, taze soğan ve arzu ettiğiniz tüm yeşillikleri itinayla doğrayıp bir derin kaseye doldurunuz. Herkes aynı şekilde yapar salatayı öyle değil mi? Benim salatamın sırrı şudur:
Eğer bir yeşil salata yapıyorsanız, mevsim sebzeleriyle renlendirilen salatanızın, limonunu eli bol'a, zeytinyağını cimri'ye koydurunuz. Ama asıl benim salatamın büyük sırrı şurdadır. Eğer benim salatam gibi fevkaladenin fevkinde bir salata yapmak istiyorsanız: "Lütfen salatanızı bir deliye karıştırınız yada bir deli gibi karıştırınız!" Eğer sadece üzerine döküp bırakırsanız yağını, limonunu ve tuzunu, onlar öylece havada kalırlar. Oysa bir deli çılgınca karıştırırsa, herbiri aşk ile birbiriyle hemhal olurlar. Eee sevgi ile yapılan bu işleme, bir tutam şefkat iki tutam da ilginizi katarsanız, muhteşem bir salata yaparsınız! Deneyin... Salatanın tadını alacaksınız!

20 Şubat 2010 Cumartesi

Kız Kulesi İle Galata Kulesi'nin Aşkı

Geçen hafta nereye gitsem, sevgililer günü sebebiyle, üzerime üzerime gelen bağırtılar arasında, işte ben de şimdi bloğumda, en hazin aşk diye yorumladığım iki sevgiliden bahsetmek istiyorum. Sevgili olmak için mutlaka insan olmak gerekmez ki . Ben cansız diye düşünülen obje, eşya ve mekanların da bir canı olduğuna inananlardanım. Mesela, İstanbul'un iki mucize simgesi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin yüzyıllardır süren aşklarına inanmaz mısın yoksa? Hiç mi duymadın onların imkansız aşklarını? İki ayrı uçta. Birbirlerini bilirler ve görürler. Varoldukları yerler farklıdır.Karşıdan karşıya sevdalanmak yok mu? Hele işin ucunda bir de kavuşamamak varsa. Zaten asıl aşk kavuşamamak değil midir? Leyla ile Mecnun misali. Ya da Kerem ile aslı. Veya Ferhat ile Şirin. Ya Tahir ile Zühre. Ya Yusuf ile Züleyha. Ya Arzu ile Kamber . Edebiyatımızda kavuşamayan aşkların hikayesi okadar çoktur ki. Anlat anlat bitmez bunları. Şimdi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin büyük aşklarını anlatmak istiyorum. Karşıdan karşıya bakıp, kimi zaman aşktan yanıp tutuşan, kimi zaman sadece kendilerine değil, başkalarına da zindan olan iki tarihi mekan. Masmavi denizin ortasında yapayalnız salırken, gizemli hikayeleri ile kimi zaman iki sevgilinin buluşma yeri olmuş, lakin o sevgililerin ölümü ile son bulmuş bir öykünün; kimi zaman lanetlenmiş bir babanın kızını korumak için uygun gördüğü bir korunak olmuş, ancak bir yılanın sepette gelip kızın canını almasına mekan olmuş bir acılar merkezidir Kız Kulesi. Hakkında anlatılan efsanelerin sonu hep hüzünle bitmektedir.Şahit olduğu okadar çok aşk vardır ki. Kendisi ise denizin ortasında tek başına edalı edalı salınmaktadır. Bir gün neredeyse kendi inşasından 1300 yıl sonra,Cenovalılar inşaatını bitirip de külahını takınca, İstanbul'un siluetinde dimdik yükselen, yakışıklı bir kule görür. Yüzyıllardır beklediği sevgilisi olacaktır bu kule. Hangi kule mi? Galata Kulesi tabii ki!

Cenovalı'lar İstanbul'a geldiklerinde surlarının başkulesi olarak kurarlar Galata Kulesi'ni. Bıçkın,yağız bir delikanlı gibidir. En son tepesine külahı da takılınca olanca görkemiyle okadar yakışıklı olmuştu ki herkes etrafında pervanedir. İnşaatı yükselirken görmüştür uzaktan Kız Kulesi'ni. Yapayalnız denizin ortasında bir hüzünler abidesi gibiydir Kız Kulesi. Galata Kulesi görür görmez aşık olur bu kıza. Lakin Kız Kulesi hem çok ulaşılmazdır, hem de yaşı kendinden çok büyüktür. Acaba bilse ona sevdalandığını karşılık verir mi? Ne yapacağını bilemez. Çaresizdir. Tarih içinde kimi zaman aşkından yanar kavrulur. Kimi zaman çaresizlikten yıkılır durur. Her seferinde söndürdüler yangınını. Tekrar tekrar inşa ederler. Her yükselişinde bir daha görür Kız Kulesi'ni, bir daha aşık olur hiç bıkıp usanmadan. Kız Kulesi de aslında ona nasıl aşık, nasıl sevdalıdır. Yangınlar çıktıkça, alevleri gördükçe uzaktan, taşımak ister denizin sularını ateşini dindirmek için Galata Kulesi'nin. Lakin mümkün değildir. İkisinin de eli ayağı bağlıdır. Uzaktan uzağa bir sevda bu. Kimsenin kimseye faydası yok. Oldukları yerde aşklarından yanarlar da yanarlar.

Sonunda artık canına tak eder Galata Kulesi'nin. Mutlaka bir haber göndermeli ve aşkını anlatmalıdır Kız Kulesi'ne. Karar verir. 17.yüzyıla geldik artık diye düşünür. İçinde en güzel sevgi sözcüklerini barındıran bir mektup yazar sevgilisine. Hazarfen Ahmet Çelebi'den rica eder. Hazarfen Ahmet Çelebi alır mektubu ve Galata Kulesi'den bırakır kendini Kız Kulesi'ne doğru. Ama okadar ağır gelir ki mektuptaki aşk sözcükleri, dayanamaz Kız Kulesi'ne kadar . Aşk mektubu ulaşamaz varmak istediği yere maalesef. Lakin Kız Kulesi anlar durumu. Akıllıdır. Neler görmüş geçirmiştir. Hazarfen Ahmet Çelebi'nin Galata Kulesi'nden uçması, memlekette hiç görülmemiş bir şeydir. Bir insanı uçuran tabi ki aşktır başka ne olabilir? Bu arabuluculuk Hazerfen Ahmet Çelebi için iyi olmayacaktır. Padişah duyar bu durumu ve çok kızar. Cezayir'e sürer. Hazarfen Ahmet Çelebi aşıklara inanmanın bedelini öder ve 31 yaşında Cezayir de ölür.

O günden sonra Galata Kulesi hem esirlere hem de kendine zindan olacaktır. Kız Kulesi de hem bazı devlet adamlarının hem de kendinin zindanı olacaktır. Kaderleri birdir artık. Usanmazlar bu durumdan. Onlar halen günümüzde bile birbirlerini karşıdan karşıya aşkla sevmeye devam ederler.

Zamanımızda haklarında yazılan en esprili şiir Bedri Rahmi Eyüpoğlu'na aittir. İstanbul Destanı adlı şiirinde şöyle der: "İstanbul deyince aklıma kuleler gelir. Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır. Ama şu Kız Kulesinin aklı olsa, Galata kulesine varır. Bir sürü çocukları olur"

Galata Kulesi'nin laneti meşhur şairimiz Ümit Yaşar Oğuzcan'a da değer. Oğlu Vedat Galata Kulesi'nden kendini atar ve intihar eder. Yıl 1973... "...Bir adam düştü Galata Kulesinden, Bu adam benim oğlumdu" der ve "Uyan oğlum, uyan Vedat" diyerek acısını dindirmeye çalışır.

Zaman zaman İstanbul'a gittiğimde, bir Kız Kulesi'ne ve bir de Galata Kulesi'ne bakarım. Kavuşamayan aşıkların simgeleridir onlar. İkisi de hüzünlü birer anıttır. İstanbul'dur. İçinde gizem, lanet, aşk ve özlem barındıran!

Pancarın Dansı Mı? Parfümün Dansı Mı?

Bugün gazetede "Pancar içen daha az yoruluyor." başlıklı bir yazı vardı. Britanya'daki Exeter Üniversitesi'nden bir grup bilim adamı, pancardaki nitratın, oksijen emiliminde azalma sağlayarak sporu daha az yorucu hale getirdiğini belirlemişler. Bu yazıyı okuyunca, aklıma ne geldi biliyor musun? Tom Robbins'in Parfümün Dansı adlı kitabı. Parfümün Dansı adlı kitabının giriş bölümü Günün Konusu diye başlar. Parfümün Dansı adlı bir kitabın, bu ilk bölümü pancar tanıtımına ayrılmıştır ve beni şaşırtmıştır. Yazarın bazı cümlelerini yazacağım. Bak göreceksin... Parfüm isimli bir kitapta neden pancar anlatılıyor ki diye düşüneceksin. Pancar sebzelerin en keskinidir..... Diğer sebzelere göre korkunç ciddidir.... Pancar aslında melankolik bir sebzedir. Istırap çekmeye onun kadar isteklisi yoktur. Örneğin insan şalgamı ne kadar sıksa kanatamaz. Pancar tıpkı suç yerine geri dönen bir katile benzer. Vişnenin havuçla işi bittiğinde ortaya çıkan şeydir pancar. Sonbahar mehtabının kuşaklar önceki, sakallı-bıyıklı, çoktan gömülmüş atasıdır. Fosilleşmesine ramak kalmıştır.... Rasputin'in en sevdiği sebzeydi pancar. Adamın gözlerinden belli zaten.... der Tom Robbins.

İşte Rasputin ve pancar sevdiği belli olan gözleri:) Bu arada Rasputin'i bilirsin, 1869 ile 1916 yılları arasında yaşadığı, doğa üstü güçlere sahip olduğu ve hipnozla insanları iyileştirdiği söyenilen, hakkında pek çok efsane anlatılan mistik Rus diye kısaca açıklamak mümkün sanırım. Masum masum manav tezgahlarında yatan pancar hakkında bu yazıları okudukça şaşırmıştım. Neymiş bu pancar böyle?

İşte Tom Robbins! Amerikalı roman ve kısa öykü yazarıdır kendisi. Parfümün Dansı adlı kitabının çevirisini Belkıs Çorakçı Dişbudak yapmış. Kitaptaki öykü ölümsüzlüğün sırrının arayışı içinde, zamanın ve mekanın ötesinde geçer. Bir zamanda ve bir yerde küçük bir site devletinin kralıdır Alobar. Bu küçük devletin, krallarını yaşlılığın ilk belirtisi ortaya çıkar çıkmaz öldürmek gibi bir gelenekleri vardır. Kralın yavaş yavaş yaşlanmasını ve ölmesini beklemek büyük felaketlere yol açabilir diye düşünürler. Yüzü kırışmaya yada saç ve sakalında beyaz çıkmaya başladığında öldürülmesi gerekir ki yerine genç biri kral olabilsin. Krallar da dahil tüm halk bu geleneğe gönülden inanırlar. Kralların idam töreni çok onurlu ve şık bir törendir. Kralın en gözde karısı, zehirli bir yumurtayı kralın ağzına verme sorumluluğunu üstlenir. Ve kral zehirli yumurtayı yiyerek ölür. Böyledir işte bu ülkedeki kralların sonu. Kralların yaşlanmasına ve ecelleriyle ölmelerine izin verilmez. Kahramanımız Kral Alobar ilk beyaz saçına düştüğünde, korkar ölmekten ve hemen koparır bu beyaz kılı. Çünkü diğer krallar gibi ölmek istememektedir. Gözde karısı sayesinde ilginç bir yöntemle ölmekten kurtulacak ve dünyayı dolaşarak yaşlanmamanın sırrını arayacaktır.

Parfümün dansı mı desem yoksa pancarın dansı mı desem bilmem ama gazetede okuduğum bir pancar yazısı aklıma bu kitabı getirdi işte. Eski bir Ukrayna atasözü varmış: "Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter!" diye... Bu yazıyı burada sona erdirmeliyim. Hele bir de yazının içinde Rasputin varsa... Kendi yazımdan kendim korktum vallaha! Aslına bu kitapta bir de Pan geçer. Hani Yunan mitolojisi'nde kır'ın ve çobanların tanrısı diye bilinir. Üstü insan altı keçi olarak tasvir edilir. Kırlarda aniden insanın karşısına çıkıp korkuttuğu için panik kelimesinin buradan üretildiği söylenir. Kral Alobar kitapta Pan'la karşılaşacak ve onun yarı keçi olmasından sebep kötü kokusunu giderecek pancarlı bir parfüm üretecektir belki de kimbilir?Şimdi Pan yarı insan yarı keçi olunca, ben diyeceğim ki sana, yafu taaa mitolojik zamanlarda genetik diye bir bilim mi vardı acaba? "İnsan ve keçi genlerini karıştırıp böyle bir yaratık nasıl oluşmuş ki? Allah Allah!" diyeceğim. Bu yazı uzayıp gidecek. Benim yazım bitmeyecek. Bitmeyecek. İyisi mi keseyim burada. İşte bir pancar yazısı beni gene getirdi nerelere? Böyleyken böyle işte...

19 Şubat 2010 Cuma

Bugün Bir Tuhaflık Hissettin mi Havada?

Sen bugün tuhaf bir durum sezdin mi havada? "Allah Allah, nedir bu?" deyip de baktım mı etrafına? Ben bir farklılık hissettim ne yalan söyleyeyim. Tam dışarıya çıkmıştım. Arabama binecektim. Şöyle kimseye farkettirmeden bakındım etrafıma. Her şey aynı gibiydi. Kafamı kaldırdım sonra. Gökyüzüne baktım. Gözlerim takıldı bembeyaz bulutlara. Şimdi gene ayakta hayal gördüğümü sanacaksın ama... Bilmiyorum ki... O bembeyaz bulutlar, resmen elele tutuşmuşlardı da hınzırca gülümsüyorlardı bana. Birden kafama dank etti. Hey! Hatırladım. İlk cemre düşmüyor mu bugün havaya! Evet. Evet.. Bugün ilk cemre havaya düşüyor. Bir hafta sonra suya... En sonunda toprağa... Bahar geliyor bahar! Baharın eli kulağında! Şimdi ben bu durumda arabama binemem. Mümkün değil binemem. Hemen arabamın kapılarını kilitledim. Ceketimi çıkartıp elime aldım. Benim bugün yürümem lazım. Yürüdüm... Evet... Saçlarımı attıra attıra yürüdüm. Sonra ellerimi iki yana açtım. Havayı kucakladım. Derin bir nefes aldım. Ohh! diye içime çektim. Sanki yüreğime ılık, hoş bir şeyin aktığını hissettim. Aaa! Bak ne diyeceğim sana... Havaya düşen cemre var ya... Yüreğime yerleşip, bağdaş kurdu galiba!

18 Şubat 2010 Perşembe

Bazı Filmleri Kimseyle Seyredemem!..

Her film herkesle seyredilir mi? Yoo! Seyredilmez! Bazı filmleri tadını çıkara çıkara, lezzetine vara vara tek başıma seyretmem gerekir. Misal, Juliette Binoche'un oynadığı Çikolata adlı film bunlardan biridir. Filmin adında çikolata varsa, seyrederken çikolata yemeden durabilir miyim? Yoo.. Duramam... Mümkün değil. Hatta birden çok çikolata yerim. Çok iyi biliyorum. Kaç kere denedim. Ben bu filmi kimseyle seyredemem. Yoo... Seyredemem. Gerçekten. Bilirim kendimi. Israr etmeyin lütfen! Bakın... Çikolatayı çok severim. Ayrıca ben bir çikolata cimrisiyim.Yanımda arkadaşım olursa, elimdeki çikolatayı onunla paylaşmam gerekir. Yapamam!.. "Bu yaşta da yapılır mı böyle şeyler?" demeyin! Ne var?

Sinemaya neden gidilir? Büyülenmek için... Hayran olmak için... Çocuk olmak için... Bu filmi kimseyle seyredemem! Çikolatamı da kimseye vermem! Bana ne! Vermem işte! Vermem!

17 Şubat 2010 Çarşamba

İçinden İstanbul Geçen Şarkılar...

Ne yazık ki sesim pek güzel değildir. Güzel şarkı söyleyen insanlara nasıl imrenirim. Kimi zaman araba kullanırken içimden şarkı söylemek gelir. Söylerim. Özellikle yalnızken tabii. Aslında şöyle billur gibi sesim olsa... Ah! Durur muydum acaba? Mütemadiyen şarkı söylerdim. Hem de nasıl abartırdım kim bilir? Abartma sanatında usta olduğum bilinir. O nedenle demek ki bana güzel ses bahşedilmemiş. Araba kullanmayı da severim. Eğer gidiyorsam uzak bir yere... Önce ususl usul başlarım şarkı söylemeye... Sonra... Sonra... Abartırım dedim ya... Kaptırırım kendimi bildiğim şarkıların ezgilerine ve dizelerin büyüsüne.. Şarkıları bir zincir gibi birbirine ekleyerek söylerim. Pek çok şarkı söylerim söylemesine de en çok sevdiklerim, içinde İstanbul geçen şarkılardır. Ve harikulade İstanbul şarkılarımız vardır. Bak dinle...

Önce Münir Nurettin Selçuk'un bestelediği Yahya Kemal'in o güzelim şiiri "Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer." ile başlarım İstanbul şarkılarına. Büyük bir saygıyla... Bu söylediğim işin başında, toptan bir bakıştır İstanbul şarkılarına. Sonra Hicaz makamından Yesari Asım Arsoy'un sözleri ve bestesi olan "Sazlar çalınır Çamlıca'nın bahçelerinde, Bülbül sesi var şarkıların nağmelerinde" şakısına geçmek yakışır. Gene bir Münir Nurettin Selçuk şarkısıyla devam ederim ağırdan ağırdan... "Yok başka yerin lütfü ne yazdan ne de kıştan Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamıştan, Ah Kalamıştan , Istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar, Düşsün suya yer yer erisin eski zemanlar, Sarsın bizi akşamda şarap rengi dumanlar, Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan Ah kalamıştan " Bu şarkıyı söyledikten sonra da "Ah! Münir Nurettin Selçuk'dan dinlemek vardı"diye rahmetle anarım ünlü sanatçıyı arkasından.

Artık günümüze gelinmelidir. Cilveli cilveli "Kız sen İstanbul'un neresindensin?" şarkısı söylemelidir. "Duruşun andırır asil soyunu, Hisar, Kuruçeşme, sahil boylu mu? Arnavutköylü mü Ortaköylü mü? Kız sen İstanbul'un neresindensin? Bilmem sözlü müsün, ya nişanlı mı? Sevgilin yaşlı mı, delikanlı mı?Emirgan, Bebekli, Aşiyanlı mı?Kız sen İstanbul'un neresindensin?" şarkısıyla tüm İstanbul semtlerini dolaşırım bir bir.. Hey! Haydi Ajda Pekkan 45 liklerine geçeyim!... Fecri Ebcioğlu'nun sözleriyle Türk pop müziğinin resmi açılış şarkısı olarak kabul edilen şarkıyı söyleyemeliyim... "Bak bir varmış bir yokmuş, eski günlerde, Tatlı bir kız yaşarmış, Boğaziçi'nde. İşte bir sabah erken, masal böyle başlamış Delikanlı genç kıza, iskelede rastlamış Bakışmışlar göz göze, gören kimse olmamış Fakat denizde dalga, oynamaya başlamış!" Ne şahane şarkılardır! Bu şarkıları söylüyorken, unutulur günlük dertler kasavetler birer birer... Peki şu şarkıya ne diyeceksiniz? "Ay beyaz deniz mavi eylenin kızlar Yarinden ayrılanın yüreği sızlar Sandalimiz sanki ucan bir kuştur Hayat dalgalar gibi bazen yokuştur Emirgan'dan Marmara'ya Kınalı Büyükada'ya, Aşkımızı mavi suya gizleyelim yah yah!"


Şimdi sıra artık köprülü şarkılara gelir. "Boğaz köprüsü, İnci gerdanlık, Altından geçtik, Kahkaha attık. Çek kayıkçı kürekleri Gezdir seven şu kalpleri Mavi deniz martılardan Ayırma sevenleri" diye bağıra bağıra söylerim bu şarkıyı şimdi de. Peki içinde ada geçen İstanbul şarkılarımız yok mu? Olmaz mı? Tabi ki var. Melih Cevdet Anday'ın o şahane şiiri, Sezen Aksu'nun Şinanay adlı şarkısının sözleridir. "Ada vapuru yandan çarklı Bayraklar donanmış cafcaflı Simitçi, kahveci, gazozcu Şinanay da şinanay. Müslümanı, yahudisi, urumu İsporcusu, ihtiyarı, veremi, Kiminin saçı uçar, kiminin eteği, Şinanay da şinanay. Estirir de ada yeli estirir Seni sevindirir beni küstürür Lüküs kamarada kimler oturur Şinanay da şinanay."


Ahh! Ya Mazhar Fuat Özkan'ın o en güzel İstanbul'lu şarkısı.. Ah! Hem de şarkının sözleri içinde yağmur varsa... Ağlatmaz mı bu şarkı insanı... "Bu sabah yağmur var İstanbul’da, Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmezliğe, Anne sözü dinler gibi masum, Ağladım bu sabah" Peki gene bir hüzünlü şarkı ile devam etmelidir. Demelidir ki: "Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa, Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar’a doğru, Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti, Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti, Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık, Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı, Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp, Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı, Ah İstanbul İstanbul olalı, Hiç görmedi böyle keder, Geberiyorum aşkından, Kalmadı bende gururdan eser"


Şimdi bir Edip Akbayram şarkısına geçmek "Salkım salkım tan yelleri estiğinde, Mavi patiskaları yırtan gemilerinle uzaktan seni düşünür düşünürüm İstanbul "demek lazım... Bir Levet Yüksel şarkısıyla sonuna gelmeliyiz artık İstanbul seyahatimizin... Demeliyim ki : "Saçlarını dağıtır rüzgar, Yeditepe üzerinden, Hatıralar tarihin küllerini savurur, Kadın gibi, kısrak gibi sarılayım gel ince beline, Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından" Heyy! Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından! Yollar biter, içinde İstanbul olan şarkılar bitmez! Hele bir de Türkülerimiz vardır İstanbul'a ilişkin. Başlamayayım... Bu yazı da bitmez! Böyle işte. Bugün de durumlar bu merkezde! Aaa! Ben mehtaba çıkmaz mıydım Heybeli'de?! Yok yok, Heybelide değil! Bizim köyde... Değirmendere'de... Ama... Bekle beni İstanbul!.. Yarın sana bir geleyim hele!