Eski       huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu    huyum    sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema     perdesine   bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim     olduklarını, neler   düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider.     Özellikle sinemaya   gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır.   Film   başlamadan önce,   sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları    koltuğa  rahatça bırakan   seyircileri belli etmeden seyrederim.    İnsanların  suretlerinde kitaplarda   okuyup hafızamın kuytu    çekmecelerine  kendiliğinden yerleşmiş irili   ufaklı roman    kahramanlarının izlerini   sürerim. Bu benim için anlatılmaz   heyecan    verici bir oyundur.  İnsanların görüntülerinden çok iç   dünyalarını    görmek, duygularına  erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu   loşluğunda    etrafıma bakınırım. Bu  insanların kim bilir ne sırları, ne    korkuları,   ne huzursuzlukları  vardır diye aklımdan geçiririm.  
İstanbul Film Festivali'nde aynı gün üç film seyredecektim. İlk film düşündüğümden geç bitmişti. İkinci filmi Emek Sineması'nda seyredeceğim için sevinçliydim.  Film başlamadan yerimi bulma koşuşturması içindeydim. Kendi kendime iyice abartarak hissettiğim festival havası, Emek Sineması'nın o kadim hüzünlü atmosferi resmen sarhoş etmişti beni. Film başlamadan yerimi bulma telaşım yüreğimi bir kırlangıç kanadı gibi titretmişti. Tatlı bir başdönmesiyle koltuğuma yerleşmiş, derin bir oh çekerek gözlerimi kapatmıştım. Daha kendime gelemeden önümden geçip yanımdaki koltuğa oturan birinin varlığını hissettim. Yüzümü ona doğru çevirdim.  Hakikatle hayali ayıracak durumda değildim.  Yaprak gibi bir kızdı. Beyaz, çiçekli bir elbise giymiş, sırtına yün bir hırka almıştı. Hafif bir rüzgâr esse uçacakmış gibi duruyordu. Gençti. Evet... Gösterişli bir güzelliği yoktu ama hayata yeni başlamış gibi bakıyordu; öyle gençti...  Elinde tuttuğu kitabı göğsüne sıkıca bastırıyordu. Bir anda onun Hüsnü Arkan'ın Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabındaki Münevver olduğunu farzettim. Münevver kız lisesini bitirmiş, İzmir'de üç yıl bir öğrenci yurdunda kalmıştı. Sonra üniversiteye gitmek istemiş ama hayalini gerçekleştirememişti. Niye? Çünkü abisi izin vermemişti. Ne kadar zeki bir kızdı kimbilir diye düşündüm. Kırılacakmış gibi duruşu, zerafetindeki parıltı başımı döndürmüştü.  Babası hastalanınca, abisini işin başına geçirmişti. İzmir'de erkek arkadaşıyla el ele görüldüğünü haber alınca, abisi küplere binmişti. İnsanlar neden başkalarını kolaylıkla yargılarlar, neden tecrit ederler, nasıl bu denli yıkıcı davranırlar, sonra nasıl hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederler hiç anlayamıyorum? Nasıl oluyor da başkalarının hayatlarına müdahale etmekten bir çeşit mutluluk duyuyorlar. Genç kız, abisine itiraz etmiş, "Benim bir hayatım var. Bunu nasıl yaşayacağıma ben karar veririm." demişti. Tüm direnmelerine rağmen abisi üniversiteye gitmesine razı gelmemiş, hasta yatağındaki babası da oğlunun her yaptığından emin olduğu için, duruma ses etmemişti. Ne kadar çirkin, değil mi? Ama memleketimde, kadınlar böyle büyürlerdi. Daha doğrusu, hiç büyüyemezler, kendi hayatlarına yön veremezler... Ya baba, ya abi, ya koca...  Her zaman bir sorumluları olmalı diye düşünülür. Bunlar aklıma gelince utanmadım. Döndüm genç kadının  gözlerinin içine baktım.  Gözlerinde ışık yoktu sanki. Biri ölümüne kırıldıysa ve bu tamir edilemeyecek bir şeyse, farkında olmasa da  aslında kıran kişi de orta yerinden kırılmış demektir.  Belki abisinin, bilinçsiz yaşadığı ölümden önceki son iki saatinde kızının ya da karısının ismini sayıklayacağına, kızkardeşinin adını sayıklaması bu sebepledi. Peki kızlarla erkeklerin arasındaki fark neydi? Galiba erkekleri sokağa salmışlardı. Biz kızları da esirgiyorlardı. Bu sözcüğün anlamı çok geç anlaşılıyordu. Esirgenmek, aslında alıkonmak demekti. Kadın gettosu da bu durumu toplantı yapmaya gerek bile görmeden kabulleniyordu. Böylece kızlar bütün yargılardan uzak tutulmuş oluyordu. Bir insan, yargılanmayı göze almadan kendisi olmayı nasıl başarabilir ki?
Genç kadın, oturduğu yerde kıpırdandı. Elinde sıkıca tuttuğu kitabı kucağına koydu. Baktım. Kabında Gülün Adı yazıyordu. Ortaçağ'da geçen, zamanın muktedirlerine karşı, tek başına fikirleriyle savaşan, kitaplık yanıp kül olduğunda, oradan sadece birkaç kitap kurtaran Peder William'ın hikayesi. Gözlerimizi aynı anda kitaptan kaldırdık. Birbirimize baktık. Sırtımızı dikleştirdik. Birbirimize gülümsedik. Bana doğru eğildi. Fısıldayarak "Biz kadınız, öyle değil mi; her şeyi yapabiliriz." dedi. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Münevver" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT:  Yazının çoğu cümlelerini  Hüsnü Arkan'nın  Mino'nun Siyah Gülü adlı kitabından alıntıladım. 




çOK HOŞ BİR YAZI .SEVEREK OKUDUM.
YanıtlaSilNe de güzel yazmışsınız. Hep öyledir değil mi, kadın "esirgenir". Ne kadar örtülü ve yerinde bir kelime. Bloglara bakarken yazınıza takıldım ve bir çırpıda okudum. Kısa bir süre önce okuduğum ve blogda paylaşamadığım bir kitap geldi aklıma.
YanıtlaSilSevgiler...
Ebru
kitapçılarda ilk yerini aldığı günden bir kaç gün sonra hediye etti kitabı sevgilim bana, hoş çok ima etmiştim bana hediye etsene diye:) e biliyor hüsnü arkan'ı ne kadar çok sevdiğimi, hem sevdiğim bir sanatçının kitabını en sevdiğim hediye etmeliydi değil mi? :)
YanıtlaSilhoş tesadüf oldu, hayal kahvem, her cümlesinin altını çizmek istiyorum okurken kitabın. ve biliyor musun, alıntı yaptığın yerlerin %80'nini ben de içimin bir yerlerine saklamıştım.
kitap bitmek üzere, bak en son ben hangi cümlenin altını çizmişim:
"... çok değil, yedi ay sonra kucağımda bir bebek olacak. o ve ben yağlı boya ve tiner kokacağız. işte benim gelecek planım bu..."
hayal kahvem, bir gün bir yerde karşılaşır isek, kitabı baştan sona konuşalım olur mu?
umutla kal.
not: sanıyorum, kitabı okur okumaz ben de cümlelerimi adayacağım bu güzelim kitaba.
www.denizinfotografgunlugu.blogspot.com
YanıtlaSilSelam VuslaT, beğenmenize sevindim:)
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
Selam Mor Baykuş, hangi kitap aklınıza geldi acaba? Merak ettim:)
YanıtlaSilSağolun.
Selam Kahvenin Seki Makbuldur:)
YanıtlaSilKahve ve kitap ortak zevkimiz demek ki... Elbet birgün den gelir karşılaşırsak, sek kahveleri içerken, kitapları konuşuruz tabii.
Memnuniyetle:))
Selam Deniz K. bloğunuza göz atacağım:)
YanıtlaSilbir pazar günü...
YanıtlaSilelimde kahvem ve yazın...
eyvallah.
Ben de Hüsnü Arkan'ın Menekşeler, Atlar ve Oburlar kitabını keyifle okumuştum ama asıl aklıma gelen belki alakasız olsa da :
YanıtlaSilKutsal Fahişe'den Bakire Meryem'e Toprak ve Kadın isimli Emre Caner'in kitabı.
Sevgiler
Selam Nar-ı Can, ne hoş yorum... Eğer böyle keyif veriyorsa yazım, offf mutluluktan uçarım:))
YanıtlaSilSelam Ebru, yazdığınız kitapları okumadım. Not aldım. Kitapçıya gidince bakacağım:) Sağolun.
YanıtlaSil