14 Ocak 2013 Pazartesi

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunlarım

10 - Ece 

Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Filmekimi için İstanbul'a gittiğimde arabamı park etmiş, ansızın bastıran sağanağın altında telaşla sinemaya doğru yürüyordum. Bir BMW, yoldaki  suları üzerime sıçratarak ani bir frenle durdu. Otomobilden önce bir adam indi. Öfkeyle baktım suratına. Beni farketmedi. Üst dudağı bir bıçak kesiğini andırıyordu, dümdüzdü. Serçe parmağında altın bir yüzük vardı, parmakları kıllıydı. Arabanın arka kapısını açtı. Bir kadın indi.  Kadın  beklenmedik bir buyrukla adama "Bana bir kaç tane Samsun bırakın." dedi. İşte o anda bu kadını Tomris Uyar'ın Yaz Şarabı adlı öyküsündeki Ece olduğunu farzettim. Ece, öykücüsünün taktığı adla yaşamış ve bir öykü kişisinden bekleneceği gibi, yazarın saptadığı çizginin dışına taşmamaya özen göstermiştir diye hayal ettim. Yani sabahları kedisini beslemiştir. Çiçeklerini sulamayı aksatmamıştır. Koltuğa kurulup gazete okuyarak olan bitenlere akıl erdirmeye çalışmıştır. Gidilmesi gereken konserleri, sergileri, şenlikleri kaçırmamıştır. Okuması gereken kitapları okumuştur. Eve hep zamanında dönmüştür. Kızını bekletmemiştir. Hiç kimseye şımarmamıştır. İlişkilerde buyruğu alma görevini hep kendi üstlenmiştir. Aşkı cinselliğin vazgeçilmez koşulu saymıştır. Yaşamı süresince bağlandığı, bağlanması istenilen bütün değerlere uymaya çalışmıştır. İyi yetiştirilmiş, görgülü bir kadın olarak, yaşadığı ihtiyar kentte uygun olmayacağını düşündüğü hiç bir caddeye ayak basmamıştır. Yine de bir öykücünün uydurduğu bir öykü kişisinden öte biri olamamıştır: düz, yavan, uslu bir öykü kişisi. Yağmur hiç dinmeyecek gibiydi.  Ben durmuş bu hayalleri kurarken, epeyce ıslanmış olmalıyım ki fena halde üşüdüğümü hissettim. Gene de kaldırımlara vuran yağmur insanın içini coşturuyordu. Sokak ışıl ışıldı. Kadın şemsiyesini açtı. Yürümeye başladı.  Arkasından yürüdüm. Şaşırdım.  Emek Sineması'nın  pasajına  girdi. 

 
Filmin başlamak üzereydi.  Hemen sinemaya doğru koşturdum. Benim peşimden onun da aynı sinema salonuna girdiğini farkettim. Sevindim.  Biletçi yerlerimizi gösterdi. Kadın iki koltuk öteme geçti. Ceketini çıkardı. Koltuğuna yerleşti. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elinde tuttuğu karta  dikkatle baktı. Merakım iştahlandı. Kafamı uzattım.  Sosyal Sigortalar Durağı diye üç kelime okuyabildim.  Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Ece" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
   
NOT:  Tomris Uyar'ın Yaz Şarabı adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.
 

 9 - Raziye


O gün Filmekimi için İstanbul'a vardığımda filme geç kalacağım diye çok korkmuştum. Trafik yoğundu. Arabamı zor park edebilmiştim. Tüm telaşımla  pasaja dalacakken, bir kız dikkatimi çekti. Hava soğuktu. Kız, üzerindeki incecik entariyle Emek Sineması'nın girişindeki afişlere bakıyordu. Çorapları bile yoktu. Durdum. "Üşümüyor musunuz?" dedim. Bana gülümseyerek baktı. "Ben mi?" dedi. Evet dercesine kafamı salladım. "Ne bileyim." dedi. Bu cevabı işittiğimde onun Melih Cevdet Anday'ın Raziye adlı romanındaki kız olduğunu farzettim.  Saçları kara, uzun, gözleri yeşille kurşuni arası, yüzü buğdaysı, etine dolgun, uzun bacaklı bir kızdı. Öyle, güzelliği sonradan, tanıdıkça, yavaş yavaş anlaşılan kızlardan değildi. Gözümü alamıyordum. Deniz gibiydi, ne yandan bakarsan bak, deniz, öncesi sonrası olmayan. "Elimde fazla bir bilet var. Arkadaşım gelmedi. Film Roma tarihiyle ilgili. Seyretmek ister misiniz?" diye sordum. Önce gene "Ben mi?" dedi. Sonra "Bilmem." diye cevap verdi. "Roma tarihini kitaplardan okudum. Okudum okudum, çingene lafı geçmedi hiç. Ben de sıkıldım okumaktan. Hepsinden sıkıldım ya... Bütün derslerden..." dedi. Durdu. Bu kez gözlerime, ama bana baktı. İki eliyle saçlarını arkaya attı.  Boynuma sarıldı. Önce ağlıyor sandım, oysa gülüyordu, sevinçten deli gibi gülüyordu. Öpücüklere boğuyordu beni.  Doğallığı hoşuma gitti. Aynı kitaptaki kız gibi yalana gerek duymayan biriydi. Her davranışı, her sözü ile, her bakışı ile bir çingene, başka bir şey değil. Bir süre sonra beni de bir neşe sardı. Bir eliyle saçını kulağının arkasına itti.  Bileti uzattım. "Geç kalıyoruz filme. Haydi girelim mi?" dedim. Dünyada onu korkutan hiçbir şey yok gibiydi. Nerde olsa, ne durumda olsa, yaşayacağını yaşardı o.  Önce hiçbir zaman unutamayacağım o tatlı kayıtsızlığı ile: "Ne bileyim," dedi. Sonra bileti elimden aldı. Koşarak sinemaya girdi. 

 
Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra yürüdü. Kayıtsız gözlerle etrafına baktı. Biletçi yerimizi gösterdi. Yanyana oturduk. Koluna usulca dokundum. "Seni sevdim." dedim. Gözlerimin içine gözünü dikip bakakaldı. "Ben de seni," dedi. Cevabı öyle sıcak, öyle içtendi ki, düşüncelerimin, kuruntularımın, kaygılarımın tümünü sürüp  götürdü.  Elbisesinin yakasından elini göğsüne soktu. Beyaz bir mendil çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki  mendile dikkatle baktı. Sonra açıp kucağına yaydı. Mendile gözucuyla baktım. Bir köşesinde "Vedia" diğer köşesinde "Raziye" yazıyordu. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Raziye" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
   
NOT:  Melih Cevdet Anday'ın  Raziye adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.

  8 - Alev İpek


Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğimde, biletimi almak için Atlas Sinaması önünde sıramın gelmesini bekliyordum.  Bu arada etrafımdaki insanlara bakıp zaman geçiriyordum.  Pasajın dışında sigara içmekte olan frapan giysili bir kadın dikkatimi çekti.  Orta yaşın kıyısında olmalıydı. Boyu bir yetmişe yakındı. Uzun boyuna göre bacaklarının orantısız kısalığını farkettiğim an bu kadını, Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki, ağzı kötülüklerle dolu kahramanı, kara sinemacı Alev İpek olduğunu farzettim.  Kadına göz ucumla  baktım. Belki çocuk  yaşından beri hayali iki uzun bacağa sahip olmaktı, diye aklımdan geçirdim. Bacakları inceleceği ve uzayacağı yerde, boyları neredeyse çocuk yaşındakilerle aynı kalmıştı. Üstelik biraz da kalınlaşmaları onu  iyice çileden çıkarmıştır, diye hayal ettim. O nedenle belki pantolon fazla giymemişti de, frapan elbiseleri tercih etmişti. Bu tarz elbiseler içinde boğuluyor ve kıvranıyordu belki. Boyalı saçlar, topuklu ayakkabılar arasında sıkışıp kalmıştı. Gözlerimle değil yüreğimle baktım. Güzeldi aslında, hiç de çirkin değildi. Ama belli ki vücudundan hoşnut değildi. Bunu kadınlığının bir cezası olarak düşünüyordu. Çünkü ona göre kadınların en büyük arzusu güzellikti. Sanırım en çok ellerini beğeniyordu.  Parmakları ince ve narindi. Dışarıdan bakıldığında görülmeyen taraflarının görünenlerden daha güzel olduğunu düşünüyordu. Sinemacıydı. Genç yaşta kara filmler çekmişti. Şimdi ısrarla sadece iki dudağının ortasında soluk ve sıvı almasını sağlayacak küçük bir delik bıraktırarak, ağzının kalan kısmının dikilmesini arzu ediyordu. Acaba kadın geçmişte çok günahlar işlemişti de kendine "susma cezası" mı vermek istiyordu?  Aslında Tanrı konuşmak için değil susmak için mi vermişti ağzı insanlara? Sükûtun değeri belliydi: Altın. Yoksa konuşmak insana verilmiş en büyük ihtiras mıydı? İnsanın korkunç söz deneyimi, nasıl bir aşamaya gelmiş olmalı ki orada susmak değerli olsun ve altın katına çıksın?

 
Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra sinemaya yürüdü. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Dişleriyle dudaklarını çok sert bir biçimde ısırdı. Şaşırdım. Ardından elbisesinin yakasındaki toplu iğneyi ısırdığı dudağına batırdı. Usulca elini ceketinin sağ cebine soktu. Kanayan dudağını silmek için mendil çıkaracağını zannettim. Hayır. Bir beyaz kağıt çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki kağıda dikkatle baktı. Sonra iyice buruşturup yere attı. Yerden kağıdı aldım. Açtım. Kağıtta sadece iki kelime  yazıyordu. "Vadeli rüyalar"...  Biletçinin gösterdiği koltuğa oturdum. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Alev İpek" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
   
NOT:  Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.

   

 7 - Nesibe


Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğimde,  Emek Sineması'ının  girişindeki film afişlerine bakan kız gözüme ilişti. Onaltı - onyedi yaşlarındaydı. Güzel ütülenmiş ak bluzu, renkli karelerle bezeli eteği, sıkı taranıp atkuyruğu bağlanmış saçlarıyla, daha çok babasını ya da ağabeysini bekleyen iyi bir aile kızı  görünümü veriyordu. Yanağındaki kırmızılığı  eliyle kapatmaya çalıştığını anladığım an, onun Füruzan'ın Benim Sinemalarım adlı öyküsündeki Nesibe olduğunu farzettim. Ailesi yoksuldu. Okuyamamış, Beyoğlu'nda bir dükkanda çalışmaya başlamıştı. Sinemayı çok sevdiğini hayal ettim. Kendi yaşadığı mahalleyi, evi beğenmiyordu. Sinemada seyrettiği yerlere gitmek, filmlerdeki hayatları yaşamak istiyordu. Sevdiği genç denizciydi. Onunla birlikte Mısır'a, Afrika'ya gidebileceğini düşünmekten mutluluk duyuyordu. Filmlerdeki hayatları kendi hayatında  gerçekleştiremeyince öfkeli ve hırçın olmuştu. Ne yazık ki varoşlarda yaşayan kızları şehir hayatının cazibesi etkiliyordu. İstedikleri hayatı yaşamaya kalktıklarında bunu bedenleriyle ödemek durumunda kalabiliyorlardı. Nesibe annesi ve babasıyla yaşıyordu. Annesi namuslu görünse de iki yüzlü bir kadındı. Para gelecek diye kızın yaşlı erkeklerle gezindiğini bildiği halde ses çıkarmıyordu. Ama genç bir erkek arkadaşı olmasından rahatsızlık duyuyordu. Annesi kocasına  bu genç çocuğu söylecekti. Babası o gece kızı fena halde dövecekti. Acaba kızın örtmeye çalıştığı yanağındaki kırmızılık, babasından korunamadığı ilk tokatın kabarıklığı mıydı? 

 
Saçındaki gevşemeye yüz tutan tokasını sıkıladı.  Bakışlarıyla caddeyi taradı. Bakmasını direnerek sürdürdü. Filmin başlama saati gelmişti. Önümsıra sinemaya yürüdü. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Çantasından mendilini çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki mendile baktı. Tükürüp ıslattı, yanağında katılaştığını düşündüğüm acının üstüne bastırdı. Biletçinin gösterdiği koltuğa oturdum. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Nesibe" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
   
NOT:  Füruzan'ın Benim Sinemalarım adlı öyküsündeki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.

  

 6 - Hayalet Oğuz


Bu yıl Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğim ilk gün, Emek Sineması'na girdiğimde film başlamak üzereydi.  Daha yerimi bulamadan salonun ışıkları kararmaya başlamıştı ki, biletçi elindeki fenerle oturacağım koltuğu işaret etti. Gösterdiği yöne baktım. Sıranın ortalarıydı. Çoktan koltuklarına yerleşmiş seyircilerin önlerinden, mahcubiyet içerisinde, "Afedersiniz" diye diye oturacağım yere geçtim.  Ceketimi çıkarırken sol yan koltuktaki seyirciye baktım. İncecik, varla yok arasında, zayıflıktan ölecekmiş gibi duran bir adam oturuyordu. Koltuğuma iyice yerleştim. Ön koltukta oturan kadın başını arkaya çevirerek salona göz atmaya başladı. Bir an yanımdaki adamın bakışlarına takıldım. Göz ucuyla iyice baktım. Adam bu güzel kadına sanki annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi baktı. Kadın ise onu hiç fark etmedi. İşte o anda adamın Tezer Özlü'nün kitaplarında okuduğum Hayalet Oğuz olduğunu farzettim. Beş yaşında annesi terk etmişti. Hayat kendi mecrasında bir şekilde akıp gitmişti. 1970 yıllarına gelindiğinde Beyoğlu'nun müdavimlerindendi.  Evini sırtında gezdiren biri olmalı diye düşündüm. Hayatında hiç ev almayan, ev kiralamayan, eşya almayan, eşya tamir ettirmeyen, belki de bir tek mobilya mağazasına girmeyen, pasaport almayan, evlenmeyen, boşanmayan, kimseyi gebe bırakmayan, canlı ve cansız  hiçbir şeye malı gözüyle bakmayan, resmi dairelere girip çıkmayan, örgütçülüğe inanmayan, her türlü dayatmaya isyankar, tutunamayan değil bile isteye tutunmayan,  bireysel baş kaldırı örneği. Yaşamının  çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirecekti. Ama konukluğu bir kelebek gibiydi.  Kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiç bir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçek ve pasta getirirdi. Yaptığı çevirilerle, yazdıklarıyla kim bilir Türk edebiyatına kazandırdığı ne çok kitap vardı? Kim bilir  sinema dünyasına ne mühim katkılar yapmıştı? Birden Hayalet Oğuz'un kırk altı yaşında kırk altı kilo olarak öldüğü aklıma geldi. Ürktüm.

 
Adam oturduğu yerde  kıpırdandı. Kayıtsız gözlerle etrafına bakındı. Sağ elini montunun  cebine soktu.  Usulca cebinden çıkardığı elinde, İngilizce polise bir roman vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi o kitaba dikkatle  baktı.  Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Hayalet Oğuz" olduğunu farzettiğim adamı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
   
NOT:  Tezer Özlü'nün  Eski Bahçe - Eski Sevgi  adlı kitabındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.
 

5 - Sema




En son Emek Sineması'na  gittiğimde, filmin başlamasına on dakika kadar vardı. Film öncesi müzik yayını yapılıyordu. Şarkının melodisi hoşuma gitti. Arkama yaslandım. Koltuğuma iyice yerleştim.  Gene farzetme oyumu oynamaya niyetlenmiştim. Etrafıma göz gezdirdim. Salon tıklım tıklım doluydu. Ancak gördüğüm kimseyi henüz kimseye benzetememiştim. Yanımda oturan genç kız kucağındaki kalın kitaba usulca iki şaplak atınca şööle bi dönüp baktım. Kitabın üzerinde Ceza Hukuku yazıyordu. Kızla göz göze geldik. Güldüm.  "Vay! Ceza Hukuku ha?" dedim. Güldü. "Ceza Hukuku." dedi. Cesaretlendim. Eğilerek fısıltıyla "Bu kitap enteresanmış. Dediklerine göre, birinin gözünü çıkarırsan dört yıl... Ama gözlüğünü alıp kaçarsan onbeş yıl cezası varmış." dedim.  Elleri, gözleri, her yeriyle gülerek: "Doğru." dedi. Tam o anda kitabın üzerindeki sarı noktayı farkettim.  Aynı sarı noktadan sağ yüzük parmağının üzerinde de gördüm. Kendinden yapışkanlı bööle yuvarlak yuvarlak minik sarı noktalar.  İşte o anda onun Atilla Atalay'ın Sarı Noktalar adlı öyküsündeki Sema olduğunu farzettim. Sema da çalışma odasında gözünün değdiği her yere  bu sarı noktalardan yapıştırıyordu. Sevdiği erkek tarafından terkedildiği için bu sarı noktalar, bir nevi  unutuluşu ve terkedilişi simgeliyordu. Tadı filan yoktu. Hayır, bu sarı noktalar yenilip yutulmuyor, haricen kullanılıyordu. Fena anıların film gibi oynadığı satıhlara yapıştırılıyordu.  Sanırım en zalim günümdeydim. Kızı Atilla Atalay'ın  Sarı Noktalar öyküsündeki Sema olarak farzettiğim için oyunuma öyküdeki gibi devam ettim.  "Peki, ya birisinin kalbini çalıp kaçarsa biri? Böyle bir suçun cezası ne ki?"  dedim. Ona baktım. Gözleri dolu dolu oldu. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.  Kederli sesiyle:  "Birinin kalbini çıkarıp kaçmanın.... Sanki çok normal bir şeymiş gibi... Sanki, acısı hemencecik geçip gidiyormuş gibi... Hiç bir kitapta cezası yok." dedi.  Sustu.


 

Genç kız oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Sağ elini elbisesinin  cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, o sarı noktalardan bir tane vardı. Yapışkanlı kağıdını çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi sarı noktaya dikkatle  baktı. Sonra parmağının ucundaki sarı noktayı, yüreğinin bulunduğu yerin üzerine yapıştırdı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Sema" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Atilla Atalay'ın Sarı Noktalar adlı öyküsündeki cümlelerin bazılarını bu yazıya alıntıladım.



  4 - Sevgili Bayan Arvandak



O gün Emek Sineması'na  gittiğimde önümde oturan kızın saçlarının rengi dikkatimi çekti. Kızılla siyah arasıydı. "Kimbilir güneşte ne güzel görünüyorlardır." diye düşündüm. Acaba kendi mi boyuyordu? Gerçek rengi, mutlaka sokaklardaki su birikintilerinin soluk kahverengisi gibi bir şey olmalıydı. Acaba  bembeyaz teniyle bu saç renginin uyuşmadığını ilk kendisi mi akıl etmişti? Niyeyse, önce dikkat çekmek için sarıya boyatmış olmalı,  diye aklımdan geçirdim. İşte o anda onun Şebnem İşigüzel'in Sevgili Bayan Arvandak adlı öyküsündeki genç kadın olduğunu farzettim.  Saçlarını sarıya boyatınca, yüzünün solukluğunu, takma kirpikler, koyu renk rujlar ve renkli pudralarla yenmeye çalışmış olmalıydı. Bu şekilde mutlu olamayınca, saçının eski rengine dönmesi için, mutlaka bir yıl boyunca kafasında uzun siyah bir perukla dolaşmıştı. İki yıl önce çalıştığı markete gitttiğinde, kendisinin yerinde kasada oturan genç kızın kendisinden daha koyu bir çamurlu su rengindeki saçlarını gördüğünde, kızın saçını okşayıp "Sakın saçlarını sarıya boyayıp takma kirpikler takma ve hep kasiyer kız olarak kal." demiş olacağını hayal ettim. Belki kasadaki kız onun arkasından bakmış ve deli olabileceğini aklından geçirmişti. Ama o dışarıya çıktığında kasadaki kıza bu sözleri söylediği için kendini daha rahat hissetmişti. Acaba o yılın sonunda mı başındaki peruğu atıp saçlarını şimdiki rengine boyatmıştı? Saçlarının diplerinden çamurlu sulara benzeyen kendi saçları görünür olduğuna göre, anlaşılan boya zamanı geçen saçlarını eski rengine döndürmeye çalışmaktaydı. Doğallık ne güzeldi. Sonunda bunu öğrenmişti öğrenmesine ama artık çok geçti.


Onu incelediğimi fark etmiş olabilir mi? Çünkü başını çevirip bana baktı. Göz göze geldik. Göz göze geldiğimizde anladım onu ne çok kırdıklarını...  Bakışları hüzünlendirdi beni. Alnında derin çizgiler vardı.  Sonra bütün bu derin yatay çizgiler kaşlarının tam ortasından geçen daha kuvvetli bir çizgiyle bölünüyorlardı. Büyük bunalımlar yaşamış gibi geldi. Ne çok çabalamıştı kimbilir eski kendisi olmak için. Başından kimbilir ne acı olaylar geçmişti? Saçını eski rengine döndürmek için çabalarken, derisini değiştirmeye çalışırken debelenen kerkenkeleler gibi hissetmişti belki kendini. İyice dikkat ettim. Saçları hafif ıslaktı. Tıpkı yağmurun altında uzun süre yürüyüp de ıslanmış, sonra bodrum katlarındaki loş kafelerin birisinde kahve içerken kurumuş gibi. Sonra öyküdeki doktor aklıma geldi. Hani evde hem sevgilisini hem de kadavrasını beklerken kapı çalınır ve o gelir...  Hani doktor "Seni ilk gördüğümde..." diye anlatmaya başlar... Okuyucu anlayamaz kimin geldiğini... Gelen doktorun sevgili misidir yoksa ölü bir kadının bedeni mi?  Ne şaşırtıcı bir öyküydü sahi? Sinemada nereden aklıma geldi?

  
Tam bunları aklımdan geçirirken genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına şüpheci gözlerle baktı. Sağ elini elbisesinin  cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elindeki kartta  "kadavra"   yazıyordu.  Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi  elindekine  dikkatle  baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Bayan Arvandak" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.
   
NOT: Şebnem İşigüzel'in Hanene Ay Doğacak  adlı kitabındaki, Sevgili Bayan Arvandak öyküsündeki cümlelerin bazılarını bu yazıya alıntıladım.

 

3 - Galip'in Sesi



Emek Sineması'na  girdiğimde, özür dileyip izin isteyerek önümden geçip yanıma oturan genç adamın düşürdüğü kartviziti eğilip yerden aldım.   "Düşürdünüz." diye kendisine uzattım. Elinde tuttuğu ikinci sayfasındaki köşe yazısı okunacağı küçüklüğe getirilinceye kadar özenle katlandığı belli olan gazeteyi dizlerinin üzerine bıraktı.  Esrarengiz bir ses tonuyla  "Teşekkür ederim." dedi. Aldı. Gömleğinin sol üst cebine usulca yerleştirdi. Film başlamak üzereydi. Işıklar ha sönmüş ha sönecekti. Belli etmemeye çalışarak göz ucumla ona baktım. Bana Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ındaki kahramanı Galip'i hatırlattı. Hayal etme çarklarım birdenbire çalışmaya başladı.  Avukat olmalı diye aklımdan geçirdim. Dedeler, nineler, amcalar, amca çocukları ve akrabalarla bir zamanlar büyüdüğü Nişantaşı'ndaki apartmanda yaşadığını ve amcasının kızı Rüya ile evlenmiş olacağını hayal ettim. Rüya'nın Miliyet Gazetesi'nde  köşe yazarı olan bir üvey  ağabey'i vardır: Celal Salik. Ve bu genç adam mutlaka ona hayrandır. Rüya ardında yeşil tükenmez ile yazılmış on dokuz kelimelik bir mektup bırakarak kocasını ve evini terkedince, avukat olduğunu düşündüğüm bu adamın, İstanbul sokakalarında karısı Rüya'yı arıyorken,  film süresince dinlenmek amacıyla sinemaya girmiş olabileceğini farzettim.  İtiraf etmeliyim ki ürkmüştüm.  Bana teşekkür ederken fısıltıyla çıkardığı sesi ne tuhaftı!


Acaba benimle hangi sesiyle konuşmuştu? Benim basit kişiliğim dediği birinci sesiyle mi? Hani herkese gösterdiği, herkesle birlikte aile yemeklerinde sofraya oturduğu ve herkesle birlikte yemekten sonra sigara dumanları arasında dedikodu yaptırdığı sesiyle. Günlük hayata ilişkin ayrıntıları bu kişiye borçlu olduğu sesiyle... İkincisi, belki olmak istediği kişiydi: Bu dünyada huzur bulamayan, bir başka dünyada yaşayan ve bir başka dünyanın sihrine bulanmış hayranlık verici kişilerden yürüttüğü maske. Önce bir taklidi, sonra kendisi olmak istediği bu kahramanla fısıldayarak söyleşme alışkanlığı olmasaydı, bu kahramanın kulağına fısıldadığı kelime oyunlarını, bilmeceleri, alayları, iğnelemeleri kendi aklına takılan nakaratları söyleyen bunaklar gibi tekrarlama alışkanlığı olmasaydı, günlük hayata dayanamayıp bir çok mutsuz gibi bir köşeye çekilerek ölümü bekleyecekti belki... Kim bilir? Üçüncüsü ise objektif üslup, subjektif üslup dediği bu iki kişiliğin ulaşamayacağı âlemlere görürüyordu onu belki... Karanlık kişilik, kara üslup! Taklitle, maskeyle yetinemeyecek kadar mutsuz olduğu zamanlarda neler yapardı acaba?(s327-328)

 
Tam bunları aklımdan geçirirken genç adam oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına şüpheci gözlerle baktı. Sağ elini gömleğinin sol üst cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elindeki kartvizitte "Avukat Galip ......"   yazıyordu.  Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi  elindekine  dikkatle  baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Galip" olduğunu farzettiğim genç adamı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

NOT: Yazıda Kara Kitap'ın bazı cümlelerini kullandım.




  2 - Füsun



O gün Emek Sineması'na  gittiğimde sol ön tarafta  oturan kızın suretine yansıyan örselenmiş ruh hali, mağdur  ve hüzünlü duruşu, bana onun Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanındaki kadın kahramanı "Füsun" u hatırlattı.  Yüzünün sadece sağ yanını görebiliyordum. Dikkatlice baktım. Sanki oydu. Hayal etme çarklarım birdenbire çalışmaya başladı. Bu masum görünümlü genç kadın kendisinden on iki yaş büyük zengin akrabasıyla Nişantaşı'ndaki bir butikte karşılaşmıştır diye aklımdan geçirdim. Üniversite giriş sınavına hazırlanmak niyetiyle, matematik dersi verme teklifini kabul etmiştir. Ve kimbilir hangi düşüncelerle Merhamet Apartmanı'na gitmiştir. Gidebilsem  bu dairede çocuğun annesine ait sakladığı eski eşyalarla birlikte kızın kullandığı eşyaları bulabilirdim.  Eğer Merhamet Apartmanı'nda onunla aşk ilişkisine girmeseydi, şimdi hem böyle yaşayabileceğini hem de meslek sahibi bir kadın olabileceğini hayal ettim.  Orhan Pamuk romanında, apartmanın adını haybeye Merhamet koymamış olmalı... Çünkü Masumiyet Müzesi adlı roman, bir aşk hikayesi anlatıyor gibi görünse de, bana göre "delice aşık olduğu kadının hayallerinin ne olduğunu anlamak yerine, onun hakkında hayaller kuran"(s280)türlü bahanelerle memlekette her gün üç kadın öldüren erkek egemen kültürün yarattığı  bir merhametsizlik destanı. 


Tam bunları aklımdan geçirirken genç kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına ürkek gözlerle baktı. Sağ elini eteğinin cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, ölümünü kolaylaştıracak sürücü ehliyeti vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi  elindekine  dikkatle  baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Füsun" olduğunu farzettiğim genç kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

NOT: Yazıda Masumiyet Müzesi'nin bazı cümlelerini kullandım.



1 -Meşhur Soğuk Suphi 

O gün sinemaya gittiğimde sağ ön tarafta  oturan   yaşlı adamın  o tuhaf huzursuzluğu ve asabi duruşu, bana onun Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanında anlattığı "Meşhur Soğuk Suphi" olabileceğini düşündürdü.  Yüzünün sadece sol yanını  görebiliyordum. Dikkatlice baktım. Evet kesinlikle oydu. Hayal etme çarklarım derhal çalışmaya başladı.  Gördüğü bütün kibrit  kutularını alıp  biriktiren biridir, diye aklımdan geçirdim. Eğer gitsem, evinde odalar dolusu kibrit kutusu bulabilirdim. Karısı onu bırakınca böyle olduğunu farzettim. Tam bunları aklımdan geçirirken adam oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Etrafına ürkek gözlerle baktı. Sol elini  ceketinin cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, bir kibrit kutusu vardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi kibrit kutusuna dikkatle baktı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Meşhur Soğuk Suphi" olduğunu farzettiğim adamı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder