İki yol var demiştim, birinden gidiyorum
video- marjan farsad khooneye ma
Bugün yolum Kadıköy'e düşünce...
Çiya’nın önünden geçerken birden duruverdim. Tencereler rengarenk, buhar buhara karışmış,
Adeta her kapta bir sır, her kokuda bir geçmiş gizlenmiş.
Yemesem de yemek adlarını sormayı çok severim. Neyse ki ortalık tenhaydı. Aşçı her yemeği sabırla tane tane anlattı.
Sıra geldi Hünkar Beğendi’ye…
Bilirsiniz ya, beşamel sosla yapılır hani.
Bir an durdum.
Beşamel mi, dedim kendi kendime... Bu isim, bizim mutfaktan çıkmış olamaz ki…
Acaba hangi yollardan bizim memlekete gelmiş olabilirdi?O merakla biraz araştırdım.
Meğer kökleri Rönesans Toskanası'na dayanan beşamel sos, Kral XIV. Louis döneminde yaşayan ve kralın şefi olan Louis de Bechamel'den adını almış.
Süt, un ve tereyağından yapılan sade beyaz sos, zamanla saray mutfağının yıldızı olmuş.
Bu yıl ders seçimi yaparken, Disiplinler Arası Seramik dersi dikkatimi çekti. İsmi merak uyandırıcıydı.
- Acaba bu derste neler yapılacak? diye seramik hocama sordum. Dersin konusu, seramik üzerine ebru denemeleriymiş. Ve seramik hocamız değil, ebru hocası derse girecekmiş. İtiraf etmeliyim ki, ebru, daha önce pek ilgimi çekmezdi. Fakat şimdi sanat okulunda okuyor olunca merak ettim...Ve... Hemen bu dersi seçtim.
Geçen hafta Viyana gezim nedeniyle derse katılamamıştım. Bugün ilk kez ebru dersine girdim. Hoca önce geçen hafta anlattıklarını kısaca tekrarladı.
Ebru kelimesinin kökeni hakkında birkaç farklı görüş varmış. En yaygın olanı, Farsça ebr yani bulut kelimesinden geldiği yönündeymiş. Bu da ebrunun su yüzeyinde oluşan bulutumsu desenlerini çok güzel anlatıyor.
Bazı kaynaklardaysa kelimenin Türkistan’da kullanılan “ab-ru” yani su yüzü tamlamasından türediği söyleniyormuş.
Ebru sanatı, 15. yüzyılda Orta Asya’da ortaya çıkmış. Sonrasında İran üzerinden Osmanlı’ya gelmiş ve burada asıl kimliğini bulmuş. Osmanlı döneminde özellikle kitap sanatlarında, hat yazılarının arka planında ve defter kapaklarında kullanılmış. Zamanla sadece süsleme değil, başlı başına bir sanat haline gelmiş.
Ebru hocası, metal ebru teknesinin içinde belli oranda su ve denizkadayıfı jeli ile kıvamlı bir karışım hazırladı. Bu karışım boyaların suyun yüzeyinde kalmasını sağlıyormuş.
Ebru boyaları doğal pigmentlerden yapılıyormuş Toprak, oksit ve mineral esaslıymışlar. Boyalar, öd (öküz safrası) eklenerek hazırlanıyormuş.
Laf aramızda, sanıyorum bu öd sayesinde boyaların ödü kopuyor, suyun üzerinde itaatkar oluyorlar ne çok dağılıyorlar ne de yayılıyorlar:)
Ebru fırçaları, geleneksel olarak gül dalına at kuyruğu kılı bağlanarak yapılıyormuş. Ne kadar ilginç, değil mi?
Şimdilik anlatacaklarım bu kadar. Derslere girdikçe nasılsa yaptıklarımı Hayal Kahvem’de paylaşırım:)
Memleketteki arkadaşlarım, valsler diyarı, tarihi ve romantik Viyana’da Doğum Kontrolü ve Kürtaj Müzesi’ni gezdiğimi duyunca “yuf olsun sana!” dediler. Bu yüzden ikinci durağımı onlara söyleyemedim. Ama siz yadırgamazsınız diye anlatmaya karar verdim:)
Şehir merkezinden yarım saatlik yürüyüşle, eteğimi savura savura Tuna Nehri üzerinden geçerek ulaştığım müze: Viyana Suç Müzesi (Wiener Kriminalmuseum).
Müzenin kurucusu Max Edelbacher, Avusturya Federal Polisi’nde uzun yıllar görev yapmış. Emekli olduktan sonra suç ve ceza tutkusunu bir araya getirip 1985’te bu tarihi binada müzeyi kurmuş, 1991’de de halka açmış. Üstelik konuyla ilgili birkaç kitap da yazmış.
Müze, Avusturya ve özellikle Viyana'da Orta Çağ’dan günümüze cinayetlerden siyasi suikastlara, ünlü seri katillerden gazetelerdeki suç haberlerine kadar pek çok belge ve nesneyi sergiliyor. Her köşesinde tarihin karanlık yüzünü hissediyorsunuz; bazen ürperiyorsunuz, bazen “hay canına” diyorsunuz.
Müze Viyana'nın suç tarihini anlatıyor gibi görünse de bu temalar evrensel cezalandırma biçimlerini, suçun psikoljisini, toplumsal yansımaları, insan doğasının karanlık tarafını hatırlatıyor.
Suçun hikayesi sahiden evrensel. Dünyanın her yerinde insan doğasının karanlık yönü benzer biçimlerde ortaya çıkıyor. Güç tutkusu, para hırsı, korkutma ve tehdit yoluyla kontrol, hukuksuzluk, kıskançlık, intikam ve aşk cinayetleri… Sadece dönem değişiyor, yöntemler farklılaşıyor. Her çağın, her toplumun kendi suç biçimi var...
Son tahlilde, adalet arayışı hiç bitmiyor.
Sevgili okur, diğer gezdiğim yerleri de anlatmak istiyorum ama “gördün deli, dön geri!” diye bir daha Hayal Kahvem'e uğramazsın diye biraz korkuyorum. 😅
Bunlardan biri de Doğum Kontrolü ve Kürtaj Müzesi’ydi.
Müzeyi gezdiğimde, gördüklerime, okuduklarıma inanamadım. Meğer antik çağlardan beri kadınlar ve erkekler, istenmeyen gebelikleri önlemek için akla hayale gelmedik ne yollar denemişler.
Viyana’da gezdiğim bu müze, bugüne kadar üzerinde düşünmediğim, doğum kontrolü ve kürtajın, insanlık tarihi boyunca batıl inançlar, yalan yanlış bilgiler, deneme yanılmayla yol alan çetin bir mücadeleyle şekillendiğini gösteriyor.
Mesela sperm öldürür diye timsah ve fil dışkısından yapılan küçük topaklar rahime sokuluyormuş. M.Ö 1850'lerde okunan bir papirüste yazıyormuş. M.S 11. yüzyılda İbn-i Sina'nın Tıp Kanunu'nda da fil dışkısının faydalı olacağı yazıyormuş.
Bavyera Düşesi, Lombardiya-Venedik Kraliçesi, Macaristan Kraliçesi ve Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth Amalie Eugenie… Bilinen adıyla Sisi… Nasıl ölmüş bilin bakalım? Öldürülmüş.
Evet... Doğru... Bu kez Hofburg Sarayı içindeki Sisi Müzesi'ni gezmedim. Ve fakat.... Sisi'nin hayatını büyükannemin hayatıymış gibi iyi bilirim.
Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Emrah Safa Gürkan’a,
- Yabancı dil öğrenmek isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir? diye soruldu. Onun cevabı klişe önerilerin çok ötesindeydi.
Öncelikle dil öğrenmek için tavsiyeye gerek olmadığını, asıl meselenin o dili hayatın bir parçası haline getirmek olduğunu söyledi. Bildiğimiz birkaç temel öneriyi sıraladıktan sonra ise öyle bir cümle kurdu ki, bence dinleyenlerin aklına mıh gibi çakılmıştır.
- Hem Fatmagül’ü Kim Öldürdü izleyip, yani halam gibi yaşayıp, hem Pelin Batu gibi İngilizce konuşamazsın.
İşte bu kadar:)
"İyi bir kitap okuyup da ondan, saadetimize yol açan fayda ve güzellik duygusu kazanmamak mümkün değildir. Yalnız bu kazancı hasisin serveti gibi kendimize saklamakla değil, etrafa saçmakla hayatımızı değerlendirebiliriz."
O nedenle, son okuduğum kitaptan kazandığım, saadetime yol açan fayda ve güzellik duygumu hasisin serveti gibi kendime saklamak istemeyip, etrafa saçmak istedim.:))
İşte buyrunuz...
Son günlerde okuduğum İspanyol kadın yazar Beatriz Serrano'nun romanı Hoşnutsuz, otuzlarının başındaki kadın kahramanı Marisa'nın gözünden günümüz iş dünyasını, iş arkadaşlarını, modern hayatın bitmeyen koşuşturmasını, ilişkilerdeki kırılgan dengeleri kara mizah tadında anlatıyor. Bazı sayfalarında kahkaha atarak güldüm:) Çok az kaldı. Sonunu çok merak ediyorum. Hararetle tavsiye ederim:)
NOT- Aynı romanın farklı dillerde yayımlanan kitap kapaklarına bayıldım. Kendime saklamadım. İşte sizinle paylaştım. Arz ederim😆
İstanbul Bienali “Üç Ayaklı Kedi” başladı... İşimden başımı kaldırıp henüz gidemedim. 11 Kasım'a kadar süreceği için, çıkan haberlere şimdiye kadar göz ucuyla bakıyordum. Bugün vaktim vardı. Daha derinden ilgilenmeye niyetlendim. İstanbul’un farklı köşelerinde, katılan 47 sanatçının işlerini görmek, canım İstanbul sokakları ve tarihi mekanlarıyla, sanatın iç içe geçtiğine tanık olmak harika bir deneyim olmaz mı?Üstelik tüm mekanlar ücretsiz. Pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 arasında görülebiliyormuş.
2- Zihni Han- Galata Rum Okulu’dan Tophane yönüne doğru birkaç dakikalık keyifli bir yürüyüşle Zihni Han’a giderim.
3- Meclis-i Mebusan Caddesi 35 — Zihni Han’dan Meclis-i Mebusan yönüne doğru devam edersem cadde üzerinde No.35’in zemin katı bienal için yeniden işlevlendirilmiş.
4- Muradiye Han ve karşısındaki Galeri 77 - Meclis-i Mebusan çevresinde Muradiye Han’ı görüp hemen karşısındaki Galeri 77’ye geçebilirim.
5- Külah Fabrikası — Karaköy’ün ara sokaklarından birinde, bir zamanlar dondurma külahı üreten iki katlı bir bina varmış. Çok heyecanlı... Görebilsem havalara uçarım.
6- Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi — Burada soluklanabilirim.
Elhamra Han — Sonra İstiklal Caddesi üzerindeki Elhamra Han’a doğru yürüyerek turu bitirebilirim.
Mekanlar hakkında bilgi edinmek mümkün... https://bienal.iksv.org/tr/18-istanbul-bienali/mekanlar
NOT: Şu kelimeleri tekrar hatırlayayım istedim....
Bienal: İki yılda bir yapılan büyük sanat etkinliği,
Trienal: Üç yılda bir yapılan sanat etkinliği iken,
Festival ise her yıl da olabilir, farklı alanlarda (müzik, film, edebiyat vb.) düzenlenir, daha şenlik havasında... 🎉