1 Haziran 2010 Salı

Bir İstanbul Yolculuğundan Geride Kalan Çeki Taşları



Dün evden o kadar erken çıkmışım ki anlatamam. Bak şimdi. İstanbul'daki bir müşterimle randevuleşmişsem, hele o müşterim Avrupa yakasındaysa eğer, emin olamıyorum ki, korkuyorum trafik keşmekeşinden. Ya yol tıkalıysa, ya geç kalırsam, ya müşterimi bekletirsem endişesiyle, bugün abartmışım anlayacağın. Sabahın alaca karanlığında çıkmışım sanıyorum evden. İstanbul'a vardığımda bir baktım ki, müşterimle buluşmaya daha iki saat var. Esasında bu duruma sevindim. Arabamı park ettiğim gibi, bir hışım en yakın kitapçıya girdim. İlk hedefim çizgi roman bölümü. Neden mi? Zagor'un son okuduğum macerası öyle heyecanlı bir yerde yarım kalmıştı ki, hani Sıtkı Sıyrıl acıyı tarif ederken, Zagorsever bünyenin acısını anlatır da, en iyi acı tarifinin çizgi romanların yarım kalmış macerası olduğunu söyler ya, inan o an, o acıyı çok iyi hissetmiştim. Darkwood'un bütün davulları adına! Heyecanın tam zirve yaptığı yerde, kitap bitmemiş miydi? Son karesinde kocaman "SÜRECEK" kelimesini gördüğümde, içimden bağıra bağıra Orhan Gencebay'ın "batsın bu dünya!" adlı şarkısını söylemek gelmişti. Neyse. Bugün yeni sayısı çıkmıştır düşüncesiyle baktım kitapların arasına. Heyy! İşte orada! Çıkmış. İntikam Saati. Aldım elime. Kapağına baktım bir süre. Sonra oturdum. Poşetinden çıkardım. Gizlice okumaya başladım. Ohh! Karamba karambita! Huzur içinde kitabın son karesine geldim ki.... Baktım "BU MACERANIN SONU" yazmıyor mu? Bitti işte.



Yoo, Zagor'un bu sayısını satın aldım. Çünkü maceranın ilk bölümü evde. İkisi birbirini tamamlıyor. Fakat ne yalan söyleyeyim, Zagor'un bir başka macerasını çıkardım poşetinden, kitapçıda okudum. Almadım. Sonra gene usulca poşetine koydum. Rafına bıraktım. Atilla Atalay'ın Ağlama Dolabı adlı öyküsünü bilir misin? Yazar, öyküde bir hipermarkettedir. Gene şahane öykülerinden, hani okudukup bititirdikten sonra, komik olduğu halde, acıklı bir şeyleri okurun yüreğine bir çeki taşı gibi bırakan öykülerinden biridir. Öykünün bir yerinde kitap reyonundaki bir kitabı her gün onar sayfa okuyup bitirdiğini yazar. Çok haklıdır! Ben de şimdi senle bir sırrımı paylaşacağım. Kitapçıda her baktığım kitabı, ne yazık ki satın alabilmem mümkün değil. Kimi çizgi romanları, dergileri hatta öyküleri ben de kitapçıda okuyorum. Ne yapabilirim? Son günlerde Kocaeli Kitap Fuarı nedeniyle o kadar çok kitapla haşır neşir olmuştum ki, bugün canım dergileri karıştırmak istedi. Kimi dergileri oturdum okudum kitapçıda. Şimdi düşünüyorum, okuduğum dergileren birinde, Ali Mert'in bir yazısı özellikle hafızamda yer etmiş. Yazı gerçeğinde neyle ilgiliydi şimdi hatırlayamadım. Yazının üzerinde Foucault ve Kemal Özer'in fotoğrafları vardı. Acaba Ali Mert'in, Kemal Özer'le bir ropörtajı mıydı, çıkaramıyorum. Neyse. Yazı daha önce hiç dikkat etmediğim bir konuya ilgimi çekmişti. Sana bir şey soracağım. Mesela eline aldın bir gazeteyi okuyorsun. Sen gazetenin vefat sayfalarını okur musun? Ne yalan söyleyeyim ben okumam. Şöyle bir bakar geçerim. Zaten gazete okurlarının %99'u vefat ilanlarıyla ilgilenmezmiş. İşte dergideki yazının aklımda kalan bu bölümü, okunmadan geçilen vefat ilanları ile ilgiliydi. Vefat ilanlarına bakmamakla ne çok şey kaçırıyormuşuz meğer. Bak şimdi...



Mesela ilanları takip ederek, ölünün yakın akrabalarının adlarını inceleyip, varsayımlar çıkararak, İzak, Hakko ya da Elif, Eren gibi isimlerle akraba olanları araştırıp, köklerine inip, listeler, sözlükler oluşturabilirmişiz. Çok satan kitap sahibi, sosyolog ya da tarihçi olmak mümkünmüş böylelikle... Sonra ölen kişinin maddi durumunu ve yakınların hallerini öğrenip, yaslı yakınlarına, "özel yas" hizmeti sunan, turizmci olabilirmişiz. Düşünsene. Vefat ilanına bakıyorsun. Ölen kişinin yakınlarını araştırıyorsun. İlgilerine göre ne bileyim mesela New York'a alışverişe götürüyormuşsun veya Tibet'e tapınaklara veya duruma göre altın kumlu bir sahil şehrine... Hiç aklına gelir miydi böyle bir şey? Okudukça şaşırdım kaldım vallahi. Devam ediyordu yazı. Üçüncü anlattığı iş dalı benimle daha alakalıydı. İlanda yer alan ölen kişinin eğer güzel bir kütüphanesi varsa ve mirasçıları pek kitapla haşır neşir olan insanlar değillerse, ne yapacaklar bu eski ve değerli kitapları? Satacaklar elbette. İşte bu durumda kitapları ucuza kapatmak mümkün oluyormuş. Bunun için diğerleri gibi cinlik yapmaya gerek yokmuş da sadece sahaf dükkanın olması yeterli oluyormuş. Hiç aklına gelir miydi böyle şeyler? Valla bir yaşıma daha girdim. Yazıya göre resmen vefat ilanlarını özellikle takip edenler varmış biliyor musun? Eleştirel bir yazıydı tabii ki. Akraba akbabalığına hoşgeldiniz. Hayırlı işler bol kazançlı ölümler gibi cümlelerle yazıyı bitiriyordu. Dergileri acele acele okurken, kitapçının oturduğum pufunda, Düşünen Adam heykeli gibi donup kaldım bir süre. Sonra Atilla Atalay'ın öyküsünde olduğu gibi, ağlama dolabına girip kapısını içeriden kilitledim. Az önce çıktım biliyor musun dolaptan. Bir ölünün arkasından ne hesaplar dönüyormuş meğerse. Akraba akbabalığı öyle mi? Bunu da ismini şimdi hatırlamadığım, oysa okurken abone olmayı düşündüğüm, o dergiden öğrendim. Haller böyleyken böyle işte!

2 yorum:

  1. Tayfun ER'in "Erguvaniler" kitabında bu ölüm ilanlarından çokça bahseder. Birbiriyle hiç alakası olmadığını düşündüğümüz tanınmış simaları bu ölüm ilanlarındaki şecerelere bakarak birbirine bağlar. Meğer bir çoğu birbirleriyle akraba değiller miymiş?

    YanıtlaSil
  2. Nihayet maceranın sonuna ulaşmışsınız :) Sevindim sizin adınıza. Koşa koşa kitapçıya giren haliniz ise bana kendimi hatırlattı. Ama ben orada okuyamam hiç bir kitabı ya da dergiyi. Utanırım... Sonra bir de beğenme riski var. Beğenirsem mutlaka benim olmalı o kitap!

    Ölüm ilanları hakkındaki gerçekler de pek şaşırtıcı doğrusu. Fırsatçı insanımız nelerle uğraşıyor. Bundan faydalanan sigortacılar da olabilir mi acaba? Brrr...

    Sevgiler.

    YanıtlaSil