13 Kasım 2011 Pazar

İçinden Öykü Geçirdiğim Filmler 3 - Dar Alanda Kısa Paslaşmalar




Üniversiteyi kazanıp bizim kasabadan uzaklaşmayı nasıl istiyorduk anlatamam.  Akrandık. Amcamın kızıydı Asiye. Abartmıyorum, lise sonda harbiden ineklemiştik. Amcam ve babam bana öyle geliyorki doğduğumuzdan beri beynimizi yıkamışlardı. Ya onların bellediği İstanbul'daki en iyi üniversiteyi kazanacaktık. Ya da  taliplerimiz arasından seçeceğimiz bir kocaya razı olacaktık. Yaparlardı inanki... Bizim sülalede bizden büyük ablaları liseden sonra teker teker evlendirip, ertesi yıl çoluğa çocuğa karışmalarını becermişlerdi. Asiye'yle hep aynı sınıftaydık. Evlerimiz zaten karşılıklıydı. Ya ben onlardaydım ya o bizde. Aynen babannem gibi.  Babannem de iki oğlunun evi arasında gidip geliyor, canı ogün kimde kalmak istiyorsa orada kalıyordu. Arada bize  takılmadan edemezdi. "Kizlar, siz bağa sorarseniz, bu okuma işlerini pirakun!" diyordu. "Doğurin birer uşak sevin. Yaşiniz epey oldi. Zaten, gençluk bir atmaca kuşidur, gelur, geçer... Anlamazsuniz oni... Birgün benum gibi kocayacaksunuz, o okuduğunuz kitaplar, biturduğunuz okullar hep kalacak o yanda, yaninuza sade kalacak uşaklarunuz." derdi. Kıkırdardık Asiye'yle. Ne diyelim? Babannemi kıracağımıza kafamızı kırardık icabında... Gönlü hoş olsun diye... "Tamam babanne" derdik tabii.  Asiye'yle tam kafa dengiydik. Tamam küçük bir çevrenin, dar görüşlü bir ailenin içinde bunalan kızlarıydık ama. Hayat bazen vermek ister ya aldıklarını. Mucizeler tükenmiyordu işte. Şimdi düşünüyorum da feleğin tam bir kıyağıydık birbirimiz için. Dostluk güzel bir şeydi. O çok hassas ve kırılgandı. Ben ise vurdumduymazdım. Karşımdakinin hassas yönünü keşfedince, üstüne üstüne gitmekten haz alırdım. Benden epey çekmişti Asiye yani. Arada dudak büker "Bu huyumu değiştirecem, seni üzüyorum" derdim. Her seferinde "Sakın değişme. Sen hep böyle kal." diye cevap verirdi. Erkekler benim için tam bir baş belası anlamına gelirken, Asiye ise kalbini hoplatan her erkekten kolaylıkla etkilenir, platonik aşk acısı çekmeye bayılırdı. Ben  sinemayı çok severdim. O daha çok şiirleri ve öyküleri... Evdeydik, gözlerinin önündeydik ve iyi öğrencilerdik ya, büyükler pek karışmazdı bize. Özellikle tatillerde, sabaha kadar film seyreder, kitaplar üzerine muhabbet ederdik. Bazı filmleri döne döne seyrettiğimiz için repliklerini ezberlerdik. Futbolla aramız olmamasına rağmen, Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmine bayılırdık mesela. Film futbolla ilgili görünse de içinde hüzünlü aşklar, unutulmaya yüz tutan emsalsiz dostluklar vardı. Niye bu filmi misal ettiğimi anlatacağım az sonra... Efendime söyleyeyim neticede... Son sınıfta bizim lisenin rehberlik öğretmeninin desteğiyle biz bi asıldık derslere tamam mı? Asiye'yle tam bi takım ruhu içerisinde planlı programlı ders çalıştık. Ne vardı? Aynı hamilelik gibi, diyorduk... Hayatımızın dokuz ayında dünyayla fazla irtibat kurmayıp kendimizi derslere adayacağız. Sonraaaa... Nurtopu gibi bebeğimizi elimize alacağız. Yanii... Ver elini İstanbul... İster inan ister inanma, becerdik bunu... Birlikte becerebildik. Bizde bir takım ruhu vardı çünkü.  Ne vakit üniversite sonuçları elimize geldi... Boğaziçi'ni kazanınca... Babam ve amcam küçük dillerini yuttular  tabii...  Yırtmıştık...Nanananoomm... Bize İstanbul yolu göründü.


Aşıktı bizim Asiye gene. Bu kez fakültenin en bohem hocasına aşık olmuştu. Karşıdan eriyip kendini bitiriyordu. Gözüne girmek için ne projeler üretiyordu. Ama nafile. Hocanın gözü tabii ki Asiye'yi görmüyordu. Yirmibeş yaş büyüktü bizden. Olacak iş miydi? Zaten bir sevgilisi olduğunu duymuştuk. Asiye mail adresini edinmiş, duygularını ayan beyan ilan etmişti.  Ar duygularını askıya almış, bıkmadan usanmadan romantik mailler döşeniyordu. Hoca hiç cevap vermediği gibi, derslerde Asiye ile göz göze gelmemeye gayret ediyordu. Bunun bir çocukluk olduğunu düşünüyor, sonunda Asiye'nin yazmaktan bıkacağını biliyordu belki kimbilir? Belki Asiye gibi başka hayranları da vardı. Hiç cevap vermemek en doğru durumdu belki... Ama bizimki asla pes etmiyordu. O gün duyuru tahtasında hocanın nikah davetiyesini  gördüğümüzde... Asiye'nin suratındaki ifadeyi ömrüm oldukça unutamam.  Asiye "İyi değilim." dedi. Eve gitti. Böyle durumlarda insanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırt sıvazlamak, avutucu sözler garip ve kifayetsiz gelir bana. Kendisi aşmalıydı bu süreci ve içinde küllemeliydi bu platonik aşkın acısını... Ama iyice uzatmıştı. Bir hafta odasından çıkmadı. Ağlıyordu çoğu zaman. Odasına bıraktığım yemeklerin ucundan alıyordu, o kadar. Bu kadarı fazlaydı artık. Kendine gelmeliydi. Kapısını açtım. Günlerdir üzerinden çıkarmadığı pijamalarıyla yatağına uzanmış, gene ağladığını görünce... İşte tam o anda Serdar Akar'ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filminde, Savaş Dinçel ile Erkan Can arasında geçen  muhabbet aklıma geldi. Bu kadar mı denk gelirdi? Asiye'yle en sevdiğimiz filmlerden biriydi. Kimbilir kaç kez izlemiştik. Futboldan pek anlamıyorduk ama bu film futbolla ilgili olmasına rağmen bayılarak seyrettiğimiz filmlerin başında gelirdi. Asiye Galatasaray'ı tutuyordu sözüm ona... Kalecisi kim diye sorsan bilmezdi. Biri eskaza bana hangi takımı tuttuğumu sorsa... Bu filmin etkisiyle  "Esnafspor." derdim. Filmi bilip cevabımı duyanlar vaziyeti çakar, gülerlerdi. Bilmeyenler de kafa yapıyorum sanırlar gene gülerlerdi. Bu filmde mahalle sakinlerince kurulmuş amatör bir takım vardı. Takımın adını Esnafspor koymuşlardı.  Ne güzel filmdi  sahiden. Her izleyişimizden sonra, yüreğimizde dipten giden incecik bir sızı biriktirirdi. Filmin en baba repliği "Futbol  fena halde hayata benzer." di. İşte o anda en can dostumu, sevdiği takım küme düşmüş  fanatik taraftar gibi hayata küsmüş yanımda ağlıyor görünce, dayanamadım bu filmi çevirmeye başladım..



Odasına girdim. "Naber?" dedim. Yatağının  ucuna oturdum. "Sen mi geldin?" dedi. İki elini yatağa dayayarak doğruldu. Ayaklarını sarkıttı. Yancağızıma oturdu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. "Niye böyle oldu? Ben çok sevmiştim. O kadar mail gönderdim. İnsan bir cevap yazar, öyle değil mi? Sorarım sana, benim günahım ne?" dedi. "Bak gülüm" dedim. "Belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. Artık acı çekmekten ve  acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. " dedim.  Bir şey söylemeden dinledi. Hafifçe öksürdüm. Boğazımdaki gıcığı temizler gibi yaptım. Sözlerime haldığım yerden devam ettim... "Sevgililer... Hehh..  Bizim olanlar ve olmayanlar... Hepsi iz bırakır. Ve bazı izler şimdi seninki gibi çok derinini  çiziyor. Hepsi kalır. Ama inan bana, yeni izler de olacak." dedim. Bu niyazlarıma paralel bi tepki bekliyordum beklemesine ama nafile... Her nefeste çifte iç çekip ağlıyordu. Dalgın gözlerini dikmiş, salladığı ayaklarına bakıyordu. Ne yapayım yani? Başlamıştım artizliğe bi kere... Sözlerime kaldığım yerden devam ettim... "Yaşlıları düşün." dedim.  "Sanki herşeyi bilirlermiş gibidirler. Ama öyle değil.  Ne kadar acı çekersen çek şunu hiç unutma çizilecek bi yer hep vardır ve çizecek bi yer." Sustum. Derin nefes aldım. "Ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya... Ya da resim olurlar senin gibi kazına kazına..." dedim.  Başını yerden kaldırdı. Yüzünü bana döndü. Gözlerimin içine, ama bana baktı. Gülmeye başladı. Gülerken gözlerinden gene pıtır pıtır yaşlar akıyordu. Nihayetinde çakmıştı  ne yapmak istediğimi... Film çevirdiğimi... Onu avutmak için dar alanda kısa paslar verdiğimi... Sonunda pası kaptı... Erkan Can'ın filmdeki cümlelerini aynen söylemeye başladı "Beni çok kazıdılar abla. Ama altından sarı yeşil çıktı..." dedi. Güldü. Ben de güldüm. Beraberce hem güldük  hem ağladık biz. Devam etti... "Sen demiştin ya, hani sonbaharda çamların arasından görünen yaprakları sararan çınar ağaçlarına bakıp "işte bizim takım" demiştin." dedi. Aynı Savaş Dinçel'in oynadığı Hacı rolünün hakkını verdim...  "Evet kardeş, biz seninle bir  takımız. Hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar." dedim. Onu omuzlarından tutup kendime çevirdim. Başımı  başına dayadım.  Sesimi buğulu tona akortladım. "Hayatta yeşil de kalmak var sararmakta. Dağın  rengi bunlar dağın rengi. Haydi sil gözlerini güzelim. Bu kadar diyet yeter." dedim.
 


Şimdi anlatıyorum ama bu olayın üzerinden yıllar geçti. Üniversiteden sonra Asiye'yle yollarımız ayrıldı. Evlendi ve Barselona'ya yerleşti. Aile kurdu. İki uşak doğurdu. Sanırım ben kaybedenler kulübündenim. Kariyerle birlikte ilişkilerimi sürdürebilmeyi, çocuk yapmayı beceremedim. İlk gençliğim hep yarışmakla geçmişti. Sonrasında, sanırım... Hiçbir şeyin bana sahip olmasına izin vermedim. Belki toplumun baskılarına bir tepkiydi yapmak istediğim. Neyse... Az sonra onu karşılayacağım. O gün bu film muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Asiye'yle karşılaştığımızda hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim. İki saat var önümde...  Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...


NOT: Bu öyküyü yazarken esinlendiklerim...
http://osahne.blogspot.com/2011/11/son-mektup.html
http://ocerencan.blogspot.com/2011/07/gaybana-diyalog-i.html?utm_source=BP_recent
http://osahne.blogspot.com/2011/11/bazen.html



5 yorum:

  1. yaşananları gerçek sanaraktan okudum sonunda aa dedim kaldım eyvallah :)

    YanıtlaSil
  2. Dar alanda kısa paslaşmalar filmini her izleyişimde ne kadar hüzünlenmişsem,
    Suat ile Hacı'nın konuşmasını bir de sizin açınızda canlandırdım gözümde aynı şekilde hüzünlendim.
    ''Az önce bir rüzgâr geçti gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim''
    her hikayeye bu kadar mı güzel uyar :)
    Teşekkürler...

    YanıtlaSil
  3. Dürr-i Yekta, okudunuz mu bu kadar uzun yazıyı sahiden:) Ne diyebilirim?
    Eyvallah:))

    YanıtlaSil
  4. Can, sizin videolar nasıl işime yaradı gördünüz mü? Felek hep kıyak yapar bana:) Siz osahne bloğu benim için mi açtınız bilmem:))

    Sağol Can!

    YanıtlaSil
  5. gözümden kaçmış meğer, iyi oldu haber verdiğin ;)

    YanıtlaSil