16 Ağustos 2009 Pazar

Hayata Dair Bir Yazı ve Bir Kitap

Annem sapasağlamken, ansızın çıkan kötü cins bir beyin tümörü, amansız hastalığa yakalanmasına sebep olmuştu. Doktorlar daha biz hastalandığını anlamadan altı ay ömür biçmişlerdi anneme. Hastalığı gün be gün inanılmaz hızla ilerliyordu. Kim ne söylerse söylesin, insan nasıl da konduramıyor ve reddediyor biliyor musun böyle bir şeyi… Bazen kötü şeyler deyiverirler ya kendilerini... Deseler de, insan mümkün değil olamaz, bir hata var bu işte, bak görürsün iyileşecek diye düşünüyor. Doktorların dedikleri gibi çıktı. Tamam altı ay değil - zaten altı aydan sonrası yaşamak sayılmazdı- bir buçuk yıl hastalıkla cebelleşti annem. Daha doğrusu annem değil de bizdik mücadele veren. İlla yaşatacağız ya! Biraz da teslimiyet gerek… Teslimiyet! Hastaya hastalığını bilme hakkı verilmeli aslında.. Biz vermedik. Hep gizledik. Zaten altı ay sonra kendinde değildi. Bu kez de yaşamalı diye çaba gösterdik. Ölme hakkı da vermedik sanki. Bir nebze daha fazla nefes alsın diye uğraştık. Rahat bırakmalı hastayı demek ki böyle durumlarda. Şimdi böyle düşünüyorum ama o zamanlar üç kardeş annem için bu kadar çaba göstermeseydik, şimdi neden elimizden geleni yapmadık der miydik? Bilmiyorum. Allah bir daha kimseye göstermesin. Zor bir durum!

John Berger’in Cevat Çapan tarafından İngilizce’den çevrilen Düğüne adlı kitabını yeni bitirdim. Kitabın adı Düğüne olmasına Düğüne ama, 157 sayfalık kitapta düğün kelimesi ilk kez 54. sayfada geçiyor. Yazar düğüne geçmek için hiç acele etmiyor. Zaten kitabında “Sonsuzluktan önce ne yapacağız?” diye sorar. Cevabını da kitabına uygun gene kendisi verir. “Acele etmeyeceğiz.” Asıl düğün anlatımı 134. sayfadan itibarendir ve çok etkilidir. Biraz özetleyeyim istedim… Bu Ninon (gelin) ve Gino’nun (damat) düğünü. İncecik biftekler, balık var menüde. Kavun, jambon, kuşkonmaz, dondurma… Koca bir şişe geçirilen kuzu odun kömürünün harlı korlarıyla dolu büyükçe bir mangalının üzerinde çevriliyor. Kızaran et, şölen günü nasıl kokarsa, öyle kokuyor. Kilisenin karşısındaki koca çınar ağacının etrafına masalar yerleştirilmiş. Düğüne çağrılı yüz kişiyle köylüler köy meydanında bekleşiyorlar. Yakalarını güller takmış adamlar, şapkalar giyen kadınlar var burada. Yeni evlileri görür görmez üstlerine serpmek için, Nino’nun arkadaşlarının elinde pirinç var. Görünüyorlar ve başlıyor pirinç yağmuru… Evlendiler… Yaşasın Gelin! Fotoğraf çekimleri… Okadar güzel ki gelin on tane çocuk doğurmalı. Bugün her şeyi yapmalı gelin her şeyi. Anlıyorsun değil mi? Masada oturulacak hepbirlikte.. Yemekler yenilecek.. Düğün yemekleri insanların en mutlu oldukları yemeklerdir, çünkü yeni bir şey başlamaktadır. Herkes yiyiyor, içiyor, konuşuyor, şakalaşıyor. Ninon anlatılan bir fıkraya kahkahalarla gülüyor. Kadehler kaldırılıyor mutluluğa değin… Ninon’un gelinliği elma ağacının dalları arasında pırıl pırıl parlıyor. Ninon düğüne gelen herkese kendi elleriyle bir dilim pasta veriyor. Herkes bir dilekte bulunacak. Bu pastayı kimse unutamayacak. Saçlarına otuz örgü yapılmış. Damat her gece gelinin bir örgüsünü açacak.

Gelinin zamanı varsa tabi..

Sizi terk ediyorum, diyordu kadın şair Anyte, sizi terk ediyorum, ölüm kara bir örtü geriyor gözlerimin önüne, karanlık gittiğim yer.

Gelin Ninon 24 yaşındadır ve bir HIV hastası olduğunu öğrenir. Ölecektir. Çağın başka bir bela hastalığı… Çağın vebası AIDS. Gino, Ninon’la bile bile evlenmektedir. Müzik duruyor. Gino, Ninon’a bakıyor ve : Mutluluk üstüne tek söz söylemeden bunu gerçekleştirebiliriz, değil mi? diyor. Ninon duraksıyor, sonra gözleri mutluluktan yaşla dolu, Gino’yu öpüyor…

Aslında hikaye bir Paskalya zamanı başlar. Pazar günüdür. Kuşluk vaktidir ve havada kavrulmuş kahve kokusu vardır. Hava güneşliyse, kahve kokusu daha çabuk yayılacaktır. Kör bir adam adak takısı satmaktadır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder