ölü ozanlar derneği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ölü ozanlar derneği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2011 Perşembe

Öğretmenler Günü Ve Şiir


Ölü Ozanlar Derneği'ndeki Profesör Keating, ilk dersinde Carpe Diem'in ne demek olduğunu öğrencilerine anlatan öğretmendir ya hani... "Yaşadığın günü olağandışı yapmaya çalış! Anı yakala!" der. Tamam. İşte  aynı filmde Mr. Keating'in öğrencilerine şiirin ne demek olduğunu  anlattığı bölüm vardır. Olağanüstüdür.  Hayal edelim mi şimdi o sahneyi?  Hani ders zili çalar. Profesör sınıfta sessizce oturmaktadır. Nasıl disiplinli bir okuldur burası anlatamam. Bilirsin "hayat disiplinden ibarettir"i öğreten okullardan...  Mr. Keating'de bu okuldan mezun olmuştur. Şimdi artık bir profesördür ve mezun olduğu okula 19. yüzyıl Edebiyatı dersi  için öğretmenlik yapmaya gelmiştir. Önce öğrencilerinden birine işleyecekleri kitabın giriş bölümünü okutturur. "Şiiri anlamak" başlıklı bu önsözü öğrenci okurken, öğretmen de tahtaya bir yatay çizgi, yatay çizginin sağ ucuna kadar da bir dikey çizgi çizer. Çünkü okunan yazıda şiir üzerine doktora yapmış Evan Pritchard'ın şiiri anlamak hakkındaki açıklamaları, şiir bir çizelgeymiş gibi anlatılmaktadır. Acaba şiirin amacına ulaşması için kullandığı sanatsal ölçü nedir? Bir de bu amacın önemi nedir? İşte çizelgede dik çizgi şiirin yetkinliğini, yatay çizgi ise önemini gösterecektir. Böylece şiirin kapladığı bütün alanla şiirin başarısının ölçüsü bulunacaktır. Şiirin etkisi ve başarısı bir matematik grafiği gibi çözümlenebilir mi? Prpfesör Keating "saçmalık!" diye bağırır ve öğrencilerine kitabın  okudukları bu sayfalarını yırtmalarını söyler. Öğrenciler şaşırlarlar tabii... Hiç kitap sayfaları yırtılır mı değil mi? Ama bu Edebiyat öğretmeni bildiğimiz öğretmenlerden değildir. Öğrenciler bayılırlar bu duruma ve sevinçle kitabın giriş bölümünü yırtarlar. 
 

Profesör Keating bu yaptıklarının bir kavga bir nevi savaş olduğunu söyler öğrencilerine... Bu derste sözcüklerin  ve dilin tadına varmayı, kendileri için düşünmeyi ve  kim ne derse desin sözcüklerin ve fikirlerin dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğunu öğrenmeleri gerektiğini anlatır. Öğrenciler bir "sürü" değil, birer "insan"dır çünkü. Öğrenciler arasında 19.yüzyıl Edebiyatını öğrenmenin kendilerine katkı sağlamayacağını düşünenler vardır illa ki. Öğretmen çocuklara yanına toplanmalarını, onlara bir sır açıklayacağını söyler. Profesör sınıfın ortasında  yere diz çöker. Çocuklar da etrafına toplanırlar.  Nefis bir konuşma yapar. Der ki: "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir .. güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız."  Çocuklar ilgiyle öğretmeni dinlemektedirler. Profesör Keating Whitman'dan bir şiir ile devam eder. "Ah ben! Ah Yaşam! Hayatın anlamını arayan sorular... İnançsızların sonsuz sırası... Aptallarla dolu şehirler... Bunlar arasında yaşamanın anlamı nedir ki hayat! Cevap ver bana! Cevap ver!" Öğrencilerine bakar ve  "İşte cevap" der öğretmen... "Siz burdasınız. Hayat var ve hep olacak... Hep olacak. Güçlülerin mizanseni devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin." der. Öğrenciler büyülenmişcesine öğretmeni dinlerler. Son soruyu sorar öğretmen... "Güçlülerin mizanseni  devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin!" der  tekrar ve öğrencilerinin gözlerine tek tek bakarak sorar: "Sizin dizeniz ne olacak?" Robin Williams'ın olağanüstü oyuncuğuyla müthiş bir öğretmendir Profesör Keating! Ölü Ozanlar Derneği ise tek kelimeyle şahane bir filmdir.



24.10.2010

23 Kasım 2011 Çarşamba

Madem Yarın Öğretmenler Günü - İşte En İyi Öğretmen Örneği


Bilirsin değil mi  Edebiyat öğretmeni Mr. Keating’i... Bak eğer Mr.Keating'i tanımıyorsan... Hele hele Ölü Ozanlar Derneği'ni bugüne kadar seyretmediysen... Hele "hiç duymadım" diyorsan...  Lütfen bu satırdan sonra yazdıklarımı okuma, bırak burada... İnan tüm samimiyetimle söylüyorum, şaka yapmıyorum bu defa... Bu film seyredilmez mi? Of! "Carpe Diem!" dostum... "Carpe Diem!"... Anı yaşa!..  Bu filmdeki öğretmenin öğrencilerine verdiği en büyük hayat dersi izlenmez mi? Profesör Keating  öğrencilere bir şiir okutur... "Henüz vaktin varken tomurcuklarını toparla.. Zaman hala uçup gidiyor... Ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüp, yok olabiliyor." Şiir okunduktan sonra öğretmen  "Henüz vakit varken tomurcukları toparla" dizesinin Latince ifadesinin "Carpe Diem" olduğunu, "Carpe Diem" in ne anlama geldiğini öğrencilerine sorar.   Bir öğrenci "Yaşadığın günü kavra!" diye cevap verir.
 


Acaba şair neden böyle duygu veren bir dize yazmıştır? Profesör Keating Carpe Diem'i öğrencilerine anlatmaya başlar. Der ki: "Hepimiz solucan yemi olacağız arkadaşlar! Buna ister inanın ister inanmayın ama bir gün hepimiz nefes almayı keserek öleceğiz." Sonra duvarda asılı olan, çok eskiden  bu okulda okumuş öğrencilerin  fotoğraflarını öğrencilerine gösterir.  Ve sözlerine şöyle devam eder: "Hiç geçmişten gelen yüzleri incelediniz mi? Kimbilir kaç kere bu fotoğrafların  önlerinden geçtiniz. Onlara daha  önce ciddi olararak hiç  bakmadınız. Onlar da sizler gibiydi. Aynı saç modeli. Tıpkı sizler gibi coşku doluydular. Sizler gibi kendilerini yenilmez hissediyorlardı. Sizler gibi hayata umut dolu bakıyorlar, çok büyük başarılara imza atacaklarını düşünüyorlardı. Peki onlar yapabileceklerini yapmak için çok  mu geç kalmışlardı? Çünkü şu an hepsi çiçeklere gübre olmuş durumdalar. Biraz dikkatle dinlerseniz hepsi size "Carpe Diem" diye fısıldıyorlar." Çocuklar hep birlikte yaklaşır ve eğilirler duvardaki siyah beyaz fotoğraflara... İşitmeye çalışırlar bir  vakitler kendileri gibi capcanlı olup şimdi ölü olan fotoğraftaki öğrencilerin fısıltılarını... İyice kulak kesilirler.. Arkadan öğretmen fısıldar... "Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar... Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın..." Filmin o sahneleri var ya offf... Büyüleyicidir.




Filmi anlatmak niyetinde değilim. Sadece filmin başında öğretmenin öğrencilerine verdiği bu hayat dersinin çok önemli olduğunun bilincindeyim. Hepimiz bir gün solucanlara yem, çiceklere gübre olacağız. Bundan kaçış yok. Şunu öğretiyordu Profesör Keating öğrencilerine... "Geri dönüş yok! Yaşadığın günü olağanüstü kıl! Anı Yaşa!" Böyleyken böyle işte... Bir Öğretmenler Günü yazısı yazmak istedim. Elim Ölü Ozanlar Derneği'ne gitti ne yapabilirim? Aslında filmde bir de Profesör Keating'in şiir üzerine bir muhabbeti vardır ki.. Of, of, of! Müthiştir! Dur bakalım... Şimdi anne sözü dinler gibi masum yatağa gitmeliyim. Sabah ola hayrola demeliyim:)



24.11.2010


30 Temmuz 2011 Cumartesi

Hayat Cevap Ver Bana! Yaşamın Anlamı Nedir?


Bak şimdi. Ölü Ozanlar Derneği'ndeki Profesör Keating'i bilir misin? İlk dersinde Carpe Diem'in ne demek olduğunu öğrencilerine anlatan öğretmendir hani... "Yaşadığın günü olağandışı yapmaya çalış! Anı yakala!" Tamam. İşte  aynı filmde Mr. Keating'in öğrencilerine şiirin ne demek olduğunu  anlattığı bölüm vardır. Olağanüstüdür.  Hayal edelim mi şimdi o sahneyi...  Hani ders zili çalar. Profesör sınıfta sessizce oturmaktadır. Nasıl disiplinli bir okuldur burası anlatamam. Bilirsin "hayat disiplinden ibarettir"i öğreten okulalardan...  Mr. Keating'de bu okuldan mezun olmuştur. Şimdi artık bir profesördür ve mezun olduğu okula 19. yüzyıl Edebiyatı dersi  için öğretmenlik yapmaya gelmiştir. Önce öğrencilerinden birine işleyecekleri kitabın giriş bölümünü okutturur. "Şiiri anlamak" başlıklı bu önsözü öğrenci okurken, öğretmen de tahtaya bir yatay çizgi, yatay çizginin sağ ucuna kadar da bir dikey çizgi çizer. Çünkü okunan yazıda şiir üzerine doktora yapmış Evan Pritchard'ın şiiri anlamak hakkındaki açıklamaları, şiir bir çizelgeymiş gibi anlatılmaktadır. Acaba şiirin amacına ulaşması için kullandığı sanatsal ölçü nedir? Bir de bu amacın önemi nedir? İşte çizelgede dik çizgi şiirin yetkinliğini, yatay çizgi ise önemini gösterecektir. Böylece şiirin kapladığı bütün alanla şiirin başarısının ölçüsü bulunacaktır. Şiirin etkisi ve başarısı bir matematik grafiği gibi çözümlenebilir mi? Prpfesör Keating "saçmalık!" diye bağırır ve öğrencilerine kitabın  okudukları bu sayfalarını yırtmalarını söyler. Öğrenciler şaşırlarlar tabii... Hiç kitap sayfaları yırtılır mı değil mi? Ama bu Edebiyat öğretmeni bildiğimiz öğretmenlerden değildir. Öğrenciler bayılırlar bu duruma ve sevinçle kitabın giriş bölümünü yırtarlar. 
 
Profesör Keating bu yaptıklarının bir kavga bir nevi savaş olduğunu söyler öğrencilerine... Bu derste sözcüklerin  ve dilin tadına varmayı, kendileri için düşünmeyi ve  kim ne derse desin sözcüklerin ve fikirlerin dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğunu öğrenmeleri gerektiğini anlatır. Öğrenciler bir "sürü" değil, birer "insan"dır çünkü. Öğrenciler arasında 19.yüzyıl Edebiyatını öğrenmenin kendilerine katkı sağlamayacağını düşünenler vardır illa ki. Öğretmen çocuklara yanına toplanmalarını, onlara bir sır açıklayacağını söyler. Profesör sınıfın ortasında  yere diz çöker. Çocuklar da etrafına toplanırlar.  Nefis bir konuşma yapar. Der ki: "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir .. güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız."  Çocuklar ilgiyle öğretmeni dinlemektedirler. Profesör Keating Whitman'dan bir şiir ile devam eder. "Ah ben! Ah Yaşam! Hayatın anlamını arayan sorular... İnançsızların sonsuz sırası... Aptallarla dolu şehirler... Bunlar arasında yaşamanın anlamı nedir ki hayat! Cevap ver bana! Cevap ver!" Öğrencilerine bakar ve  "İşte cevap" der öğretmen... "Siz burdasınız. Hayat var ve hep olacak... Hep olacak. Güçlülerin mizanseni devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin." der. Öğrenciler büyülenmişcesine öğretmeni dinlerler. Son soruyu sorar öğretmen... "Güçlülerin mizanseni  devam ederken sen de bir kaç dize katkı yapabilirsin!" der  tekrar ve öğrencilerinin gözlerine tek tek bakarak sorar: "Sizin dizeniz ne olacak?" Robin Williams'ın olağanüstü oyuncuğuyla müthiş bir öğretmendir Profesör Keating! Ölü Ozanlar Derneği ise tek kelimeyle şahane bir filmdir.


13 Ocak 2011 Perşembe

Biraz Mola...


Ofisteyim. Sabahtan beri epeyce çalıştım. Biraz mola. Kahve... Kahve yanında kitap okusam, misal bir kaç cümle. Çalışma odamın duvarına dayalı dolabın üzerinde yığınla kitap var. Eve götürmeyip, iş arasında karıştırdığım kitaplarım bunlar. Birinin kabı kırmızı mı kırmızı... Canım onu okumayı çekti. Aldım elime. İskender Pala'nın incecik bir kitabı.  Kitab-ı Aşk adı. Oturdum. Sayfalarını dalgalandırdım. Bahtıma ne çıkarsa, dedim. Gözümü kapayıp bir sayfa açtım. Başlık Aşka Metiye... Hımm... Nasip dedim... Kahvemi kokladım... Misss... Bir yudum içtim... Of, nasıl leziz.. "Ellerine sağlık!" diye içeriye seslendim. Okumaya başladım. Mevlana'dan bir alıntı var... "Zeliha o hale gelmişti ki, çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf''tu onun için. Yusuf''un adını başka adlara gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese, sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu dese; söğüt dalı yeşerdi, dese, (.......); başım ağrıyor, dese, başımın ağrısı geçti, iyiyim, dese, hep aynı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikayet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf'tu onun, dileği de..." demiş İskender Pala. Sonra "Ne din ne de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah'a aittir çünkü." diye devam etmiş. Bir sonraki paragrafta ise "İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa; derin uykulardan sonra görülen rüyalardan sonra  bir daha uyku girmiyorsa gözlere; şen bir mecliste adı anıldığında onun, inziva engin bir boyut kazanıyorsa; hamasi bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insanı; işte aşk odur." demiş yazar. Hey, telefonum çaldı. Dur! Aklıma bir şey geldi.  Ölü Ozanlar Derneği'ni hatırlar mısın? Edebiyat öğretmeni Profesör Keating'i hani... Öğrencilerine ne derdi?  "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir .. güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız." Şimdi işe dönmeliyim... Çalışmalıyım... Ama şiir... güzellik... aşk... sevgi.. kitap... İnanıyorum ki  ben bunlar için hayattayım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Bir Öğretmenler Günü Yazısı Yazmak İstedim, Elim Bir Filme Gitti.


Heyy! Bilirsin değil mi  Edebiyat öğretmeni Mr. Keating’i... Bak eğer Mr.Keating'i tanımıyorsan... Hele hele Ölü Ozanlar Derneği'ni bugüne kadar seyretmediysen... Hele "hiç duymadım" diyorsan...  Lütfen bu satırdan sonra yazdıklarımı okuma, bırak burada... İnan tüm samimiyetimle söylüyorum, şaka yapmıyorum bu defa... Bu film seyredilmez mi? Of! "Carpe Diem!" dostum... "Carpe Diem!"... Anı yaşa!..  Bu filmdeki öğretmenin öğrencilerine verdiği en büyük hayat dersi izlenmez mi? Profesör Keating  öğrencilere bir şiir okutur... "Henüz vaktin varken tomurcuklarını toparla.. Zaman hala uçup gidiyor... Ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüp, yok olabiliyor." Şiir okunduktan sonra öğretmen  "Henüz vakit varken tomurcukları toparla" dizesinin Latince ifadesinin "Carpe Diem" olduğunu, "Carpe Diem" in ne anlama geldiğini öğrencilerine sorar.   Bir öğrenci "Yaşadığın günü kavra!" diye cevap verir.
 

Acaba şair neden böyle duygu veren bir dize yazmıştır? Profesör Keating Carpe Diem'i öğrencilerine anlatmaya başlar. Der ki: "Hepimiz solucan yemi olacağız arkadaşlar! Buna ister inanın ister inanmayın ama bir gün hepimiz nefes almayı keserek öleceğiz." Sonra duvarda asılı olan, çok eskiden  bu okulda okumuş öğrencilerin  fotoğraflarını öğrencilerine gösterir.  Ve sözlerine şöyle devam eder: "Hiç geçmişten gelen yüzleri incelediniz mi? Kimbilir kaç kere bu fotoğrafların  önlerinden geçtiniz. Onlara daha  önce ciddi olararak hiç  bakmadınız. Onlar da sizler gibiydi. Aynı saç modeli. Tıpkı sizler gibi coşku doluydular. Sizler gibi kendilerini yenilmez hissediyorlardı. Sizler gibi hayata umut dolu bakıyorlar, çok büyük başarılara imza atacaklarını düşünüyorlardı. Peki onlar yapabileceklerini yapmak için çok  mu geç kalmışlardı? Çünkü şu an hepsi çiçeklere gübre olmuş durumdalar. Biraz dikkatle dinlerseniz hepsi size "Carpe Diem" diye fısıldıyorlar." Çocuklar hep birlikte yaklaşır ve eğilirler duvardaki siyah beyaz fotoğraflara... İşitmeye çalışırlar bir  vakitler kendileri gibi capcanlı olup şimdi ölü olan fotoğraftaki öğrencilerin fısıltılarını... İyice kulak kesilirler.. Arkadan öğretmen fısıldar... "Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar... Yaşadığınız günü olağandışı kılmaya çalışın..." Filmin o sahneleri var ya offf... Büyüleyicidir.

 



Filmi anlatmak niyetinde değilim. Sadece filmin başında öğretmenin öğrencilerine verdiği bu hayat dersinin çok önemli olduğunun bilincindeyim. Hepimiz bir gün solucanlara yem, çiceklere gübre olacağız. Bundan kaçış yok. Şunu öğretiyordu Profesör Keating öğrencilerine... "Geri dönüş yok! Yaşadığın günü olağanüstü kıl! Anı Yaşa!" Böyleyken böyle işte... Bir Öğretmenler Günü yazısı yazmak istedim. Elim Ölü Ozanlar Derneği'ne gitti ne yapabilirim? Aslında filmde bir de Profesör Keating'in şiir üzerine bir muhabbeti vardır ki.. Of, of, of! Müthiştir! Dur bakalım... Şimdi anne sözü dinler gibi masum yatağa gitmeliyim. Sabah ola hayrola demeliyim:)

20 Ekim 2010 Çarşamba

Çok Şey Bilen Adam Mı? Çok Şey Bildiğini Sanan Kadın Mı?

Yılın son ayları... İşimin en debdebeli zamanları. Diğer aylara göre daha fazla çalışıyorum. Kafa dağıtmanın en iyi yöntemi sinema... Sinema hayatı eşsiz kılmaz mı? Kılar tabi… Film seyretmek bünyeme daima iyi gelir. Şifa verir bile diyebilirim. İnsanın hayatta bazı bağımlılıklarının olması hoş bir şey. Hele benim gibi hayal alemi geniş birinin, sinemanın engin büyüsünden etkilenmemesi ve sinemaya bağımlı olmaması mümkün değil. Neyse… Son günlerde, bir film vardı aklımın köşesinde. Merak kurdu kemirip durmaktaydı beni. Bulup buluşturup seyretmek istiyordum. Alfred Hitchcock’un İp adlı efsanevi bir filmi olduğunu okumuştum bir yerlerde. Çok merak ediyordum.. 1948 yapımı bu filmde hiç makas kullanılmamış. Tek bir mekanda, kameranın düğmesine basıldıktan sonra, film başından sonuna kadar hiç kesintisiz çekilmiş. Aynı zamanda ünlü yönetmenin ilk renkli filmiymiş falan.. Bu filmi seyretmek isterken, isterken… Gene bir Hitchcock filmi olan, 1934 yapımı Çok Şey Bilen Adam adlı film elime gelmedi mi? Ne yapayım? Oturdum seyrettim tabi.. Siyah beyaz bir filmdi. Filmin başlangıç sahneleri İsviçre’de bir kayak merkezinde geçmekteydi. Hatta kaymakta olan bir kayakçı, dengesini kaybediyor, yuvarlanıyor, yuvarlanıyor… Seyircilerin arasına düşüyordu.

Hava soğusa diye bekliyorum. Kaç zamandır dağların tepelerine bakıp bakıp duruyorum. Aslında tam gözüm karlı dağları arıyor ki,  hoop hemen yüzümü çevirmeye çalışıyorum. Fark ediyorum. İçimdeki kayak hevesi kendi kendini dürtmeye başladı gene. Kayak da başka bir bağımlılık durumu bende. Mevsimsel. Hatta yılda bir kerelik bir heves bile diyebilirim. Olsun. Yılda bir kez bile olsa, kayak yapmaktan büyük bir keyif alıyorum. Lütfen, "olur mu?" deme...  Şarkıda bile “Yeter ki gel bana, senede bir gün” denmiyor mu? Deniyor… Hatta “Senede Bir Gün” diye, hani Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’li bir film vardır ya… İki sevgili şimdi hatırlamadığım bir sebepten ayrılırlar da hani.. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra birbirlerini bulurlar. Ama kız evlenmiştir ne yazıktır ki… Ve ölümsüz aşklarını yadetmek için senede bir gün hep aynı kır kahvesinde buluşurlar hani… Yılda bir kez yapılmasının yeterli olabildiği keyifler, bağımlıklar olabiliyor demek ki. Peki ben neden lafı bu kadar dolandırıyorum. Kaymayı severim. Ama senede ancak bir kez kayabiliyorum, desem yeterli olmayacak mıydı? Olacaktı tabi.. Neden uzatıyorum? Çok şey bildiğimi mi sanıyorum?
Aslında şunu diyecektim.. Hitchcock'un Çok Şey Bilen Adam adlı filminde, hani kayakçı yuvarlanarak düşüyor demiştim ya filmin ilk sahnelerinde... Tam o sahneleri seyredince, film dondu biliyor musun benim beynimde. Bir süre koptum filmden. Daldım eski günlere... Geçen yıl, ben, arkadaşlarım Banu ve Mualla günü birlik Kartepê'ye çıkmaya karar vermiştik. Ve çıktık. İkisi cadı gibi kayıyorlar. O zirve benim bu tepe senin cayır cayır dolanıyorlar. Ben işin keyfindeyim ya kendi kendime kayıyorum. Liftle yukarıya çıkarken yanıma kim denk gelirse muhabbet ediyorum. Kayarken, aynı bisiklete binerken olduğu gibi, arada sırada ellerimi iki yana açıp rüzgarı kucaklıyorum. "Heyyy!" diye hayata bağırıyorum... Kafama göre takılıyorum işte... Bir ara bizim kızlar "böyle kısa pistlerde dolanma, bir kere de gel en zirveye... Şöylee uzunn bir pistte kay. Bak nasıl keyif alacaksın" diyerek başımın etini yediler. İnandım arkadaşlarıma. Dinledim. Kartepe'nin en uzun pisti ne kadar olacak ki dedim. En uzun yani en yüksek piste çıkmak için lifte bindim... Çıkıyoruz güya... Nerdeee? Çık çık çık bitmiyor... İnanamıyorum yaaa... Nasıl kayacağım bu kadar zirveden aşağıya? Bu iki tatlı cadı bir süre benimle kaydılar. Baktılar ki ben ağır kayıyorum. Onlara uymuyorum. "Siz gidin!" dedim. "Zaten size uydum zirveye geldim. Şimdi mümkün değil size uyup kayamam. Kafama göre takılacam.. Yürüyüünn!" Resmen korku filmi gibiydi vallahi. Bazen nasıl dik oluyordu pist. Bir de dar mı dar...  Öyle böyle değil. Her yerden bir kayakçı fırlıyor. İnanılmazdı. Şimdi yazarken bile tüylerim diken diken oldu. Ama o korkuyu hissetmek de çok keyifliydi ya... Valla... Asıl korkutucu tarafı Kartepe, Uludağ gibi bakımlı değildi. Karlar düzeltilmiyordu. Sanki dağ "gel bende düş!" diyordu yani, öyle diyeyim. Çok dik yerlerde kaç kere kayakları çıkardım da popomun üzerinde kaydım yemin ederim. Bana ne? Düşeceğime... Utanmadım hiç kimseden. Aldım kiraladığım kayakları koltuğumun altına. Oturdum kara... Başladım oturarak kaymaya... Bir ara tam  kayaklarla kayıyordum ki Banu aradı beni. Düşmüş. Biraz beklemiş. Kalkamamış. Yardım istiyor. Hemen yardım çağırdık tabi. Kar ambulansı ile indirdiler Banu'yu. Dizde ve bacakta iki kırık. Ameliyat oldu. Korkuttu bizi. Ama çok şükür iyi şimdi... Nerden geldim kuzum ben buraya? Hitchcock'un filmini anlatmak için başladığım yazımdan, senede bir gün kayak yapmaya geçmiştim... Eee! Sonra... Ben bitirmedikçe lafı... Yazı uzadıkça uzadı... Ben var ya en iyisi Ölü Ozanlar Derneği ile son vereyim bu yazıma. Şöyle toparlasam.... Desem ki sana...  Ölü Ozanlar Derneği'n deki Robin Williams'ın oynadığı Edebiyat öğretmeninin öğrencilerine fısıldadıkları gibi: "Carpe Diem!" desem mesela... Nerdeysen şu anda... Hangi şehirde... Hangi bölgede... Hangi memleketteysen... Unutma!.. Ağlamak için değil gülmek için sebep ara.. Anı yakala!... Yoo.. Çok şey bildiğimi sanma... Ölü Ozanlar Derneği'nde Edebiyat öğretmeni demişti de çocuklara... Ordan kalmış aklımda.