iskender pala etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iskender pala etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2011 Cumartesi

2011 Unesco Tarafından Evliya Çelebi Yılı İlan Edildi. Çünkü Evliya Çelebi'nin 400.Doğum Yılı.


EVLİYA ÇELEBİ VE MÜBALAĞA ETME SANATI: 
Ben var ya, Evliya Çelebi'nin adını duyduğum anda, gerekirse önüne bedenimi kale yapar akan suları durdururum valla. Eğer o şehirde Evliya Çelebi varsa, diyelim ki o şehrin dereleri yukarıya aksa, genede vermem Evliya Çelebi'mi ellere tüm şehir üstüme kalsa... Çılgının biri, Evliya Çelebi'yi zincire vurmaya kalksa, yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım icabında... Öyle böyle değil yani, Evliya Çelebi'yi o kadar çok severim ki anlatamam sana. Hey! Sen.. Bu sözlerimi okuduktan sonra, gene alay dolu gözlerle bakıyorsun demek bana... Anlıyorum, diyorsun ki: "Gene mi mübalağa! Yok artık... Her şeyin bir ölçüsü var. Bu kadar da abartma!" Of! Evet, seviyorum abartmayı... Kabul ediyorum mübalağacıyım. Ne var yani? Tamam, kimi zaman evlatlık mıyım acaba diye düşünmedim değil. Ailem de tuhaf tuhaf "acaba karıştırdılar mı, bu çocuk bizim değil mi?" diye suratıma baktılar çoğu zaman eminim. Çünkü ailede hiç kimse benim gibi değil. Benden başka herkes normaldir. Bizim ailede hep sorarlar bana... Derler ki: "Bu kadar mübalağacısın, kime çekmişsin Allahaşkına?" Nihayet buldum işte kime çektiğimi. Dinler misin, anlatacağım şimdi:


Bir defasında Filmekimi nedeniyle İstanbul'daydım. İki film arasında gene kitapçıya uğradım. Son günlerde satın almayıp kitapçıda okuduğum kitap, İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabı. Tamam, bu kitabını özellikle satın almadım ama, bakma böyle yaptığıma, İskender Pala'nın külliyatını satın almışımdır. Kimini okudum. Kimi okunmayı bekliyor. Olduğu yerde demleniyor. Bu kitabını ise özellikle satın almak istemedim. Çünkü kitapçıda satın almadan gizli gizli kitap okumayı severim. Bu benim kendi kendime oynadığım oyunlardan biridir. Genelde gideceğim her kitapçıda rahatlıkla bulabileceğim kitaplardan seçerim. "Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane" denir bilirsin. İşte o misal, İskender Pala'nın Kahve Molası adlı bu kitabında, bir kahve molasında okunabilecek, okumayı eğlenceye dönüştürecek 300 kadar küçük küçük hikayecikler, denemeler var. Tamam. Kitabı kitapçıdaki rafında buldum. En son 98. sayfada kalmıştım. Sayfayı açtım. Aaa! Bil bakalım konu başlığı ne? "Evliya Çelebi Mübalağacı Mıydı?" Bu başlığı görür görmez içim sevinçle doldu da kanatlanacağımı sandım ne yalan söyleyeyim. "Bu kadar mübalağacısın, kime çekmişsin Allahaşkına?" diye soruyorlar ya bana. Görsünler. Buldum işte... Kime benzeyeceğim? Tabii ki Evliya Çelebi'ye!


Evliya Çelebi denildiğinde aklımıza ne gelir? Seyahatnamesi tabii... İskender Pala diyor ki, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi kadar, mübalağacı üslubu da çok meşhurmuş. Hakikatleri çarpıtmaz, değiştirmezmiş de okuyucunun ilgisini çekmek için abartarak anlatırmış. Evliya Çelebi'nin Erzurum kışı ile ilgili anlattığı mübalağalı hikayesi çok meşhurmuş. Şöyle.. Evliya Çelebi Erzurum'da 11 ay, 29 gün kalmış. Hep yaz gelecek demişler. Anlaşılacağı gibi bir gün olsun yaz mevsimini görememiş. Bak şimdi, öykünün bu bölümü şahane... Evliya Çelebi'nin anlattığına göre, Erzurum'da kışları öyle soğuk olurmuş ki, bir keresinde bir kedi damdan dama atlarken boşukta öylee donmuş kalmış. Hahha! Sonra ancak ilkbahar geldiğinde donu çözülmüş ve miyav diye yere düşmüş. Bayıldım işte buna. Ama bak bunu Evliya Çelebi kendisi görmüş gibi anlatmıyor. Uydurmuyor yani. Kendisine anlatmışlar. Böyleyken böyle diye duyduğunu söylüyor. Abartarak anlatmak yazıya nasıl nükte katmış! Ve bunları günümüzden 400 sene önce yazmış. Ne şeker bir çelebiymiş. Bunları okumak hoş değil mi? Demek ki insan halleri yüzyıllar geçse bile değişmiyor. Demek ki her devirde mübalağa etmeyi seven insanlar var. Yalnız değilim ya o kadar sevindim ki anlatamam. Hani diyorlar ya bana... "Bu kadar mübalağacısın kime çekmişsin?" diye... Yaşasın, buldum işte... Büyük, büyük, büyük, büyük dedeme... Evliya Çelebi'ye! Yaa... Böyle işte. Gözlerimi kapatarak derin bir iç çektim. Evliya Çelebi'nin ruhuna rahmet gönderdim. Sonra İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabının kapağını kapattım. Şöyle usulca etrafıma baktım. Kitapçıdaki rafına sessizce kitabı bıraktım. Bir sonraki kitapçı ziyaretimde, kitabın devamını okuyacağım. Ne yapayım bayılıyorum böyle gizli işlere. Baktım saatime. Sinema vaktim gelmiş. Hemen 400 yıl öncesinden günümüze dönmeliydim. Filmekimi için geldiğim Beyoğlu'nda günün ikinci filmini seyretmek için sinemaya girmeliydim. Of! Film de filmdi hani. Chatroom. Sanal dünyanın korkularının mübalağa edilerek anlatıldığı bir film. Filmi daha sonra mutlaka anlatacağım. Şu kadarını söyleyeyim, Chatroom'u soluk almadan seyrettim. Bence Chatroom'un yönetmeni Hideo Nakata, (Halka, Halka2 ve Karanlık Sular gibi korku filmleri şahaserlerinin de yönetmedir) günümüzün Evliya Çelebi'lerinden biri. Mübalağa etme sanatının sinemadaki en güzel örneklerinden biridir bana göre Chatroom. Bayıldım yani ne diyebilirim. Zaten mübalağa edilen her şeyi severim. Huyum kurusun. Böyleyim. 14.10.2010

12 Mart 2011 Cumartesi

Türkü Bilmek Acıtır mı İnsanı?


Eskiden türkülere fazla dikkat etmezdim biliyor musun? Ezgisinin kulağıma hoş gelmesi yeterliydi.. Neden bahsediyor, hikayesi var mıdır diye hiç düşünmezdim.. Şimdi türküler ilgimi tuhaf şekilde cezbediyor.. Her türküde aynı hazzı duymuyorum ne yazık ki.. Fakaaatt.. Kimi türkü var ki... Oyyy! Tüm hevesimi... Merakımı.. İştahımı kabartıyor.. İşittiğimde nasıl bir anda kulak kesiliyorum anlatamam sana.. Gene abartıyorsun diyeceğinden korkuyorum... İster inan.. İster inanma.. Ruhumun hangi gizli bölmelerindeki hislerime temas ediyorsa artık; yeminle bazı türküler yüreğimi zangır zangır titretiyor.. Son zamanlarda merak sarıp menzilinde dolandıkça, türküler yeni öyküler oluşturuyor belleğimde.. Benim farkına varmadan hafızamın değişik kıvrımlarına attığım hayat ayrıntılarını gene puzzle misali buluşturuyor..


Dünden beri acenteler toplantısı sebebiyle Antalya'dayım.  Odaya yerleşirken  haberleri açayım istedim. Biliyorsun Japonya'da büyük bir deprem oldu. Bloger arkadaşım  Masakuni  Japonya'da yaşıyor. Onu çok merak ediyorum. Gölcük depremini içinde yaşayan biri olarak Japonyada'ki insanların  hallerini  yüreğimde hissediyorum. BiliyorumJaponya'da yaşananlar  bizim yaşadığımız depremden daha değişik. Bu kez tsunami  dalgaları, evleri, araçları, binaları, insanları önüne kattı götürdü. Televizyonda kanallarını dolaşırken  bir türkü başladı ki... Offff! Gene mi dedim. Gene mi bu türkü? Tüylerim diken diken oldu... Bu türkü var ya... Her duyduğumda.. Bir bilsen neler hayal ettrir bana.. Önce Yusuf gelir aklıma.. Özcan Alper'in o insanı sarsan ilk filmi Sonbahar'ı hatırladın mı? Hani üniversitede okurken katıldığı eylemlerden dolayı 22 yaşında tutuklanıp10 yıl hapis yatan.. Hapishande F tipi cezaevlerini protesto etmek amacıyla açlık grevine katılması sebebiyle ciğerleri iflas edince cezasının bitmesine 2 yıl varken tahiliye edilen Yusuf'u gözünün önüne getirsene.. Hani memleketine dönüyor artık.. Karadeniz'e.. Tam otobüsle kasabaya girdiğinde... İşte bu türkü nasıl da her yanı kaplamıştı.. Önce efkarlı bir tulum nağmesi... Off! Ardından... Kazım Koyuncu'nun o yakıcı sesi.. Oy..oy.. oy.. "Hey gidi Karadeniz.. Doldu da taşamadı.. Etmiyelum sevdaluk.. Edenler yaşamadı.. Ha bu akan dereler denizlere dolacak.. Söylasana güzelum sonumuz ne olacak.." Herşey bu kadar mı denk olur? Karadeniz atmosferi... Yusuf... Ve bu muhteşem türkü... Resmen iliklerime işlemiş..


Türkünün devamında Kazım Koyuncu'yu düşünürüm.. Bu türkü Kazım Koyuncu'nun derlemesi değil midir? "Ah duman kara duman.. Sardı dört yanumizi.. Ander kalsun sevdaluk oy alacak canumizi.." Keşke sevda ölüm sebebi olaydı Kazım'ın.. Keşke... Biliyorsun o lanet Çernobil sebebinden gencecik, daha 33 yaşındayken vefat etmişti Kazım Koyuncu..


"Dere akar taş ile gözüm doldu yaş ile.. Nerelere gideyim ha bu garip baş ile.. Dere akar taş ile gözüm doldu yaş ile.. Gurbete mi gideyim bu sevdali baş ile.." Japonya'daki deprem  felaketini  anlatmıyor mu sanki? Yüzlerce kişinin kaybolduğu ve öldüğü bir felaket gözümüzün önünde yaşanıyor.. Çok şükür erken uyarı sistemi işlemiş. İnsanlar önlemlerini almaya çalışmış. Biz ise gene elimiz kolumuz bağlı; sanki bir film izler gibi  Japonya'yı seyrediyoruz.. Of yani.. "Hoy gidi Karadeniz sardi dört yanimizi.. Ander kalsın sevdaluk oy alacak canimizi.. Ah duman kara duman sardi dört yanimizi.. Bu gaybana sevdaluk alacak canimizi.." Her defasında düşünüyorum da aklım ermiyor... Bir zamanlar insanlar sevda yüzünden mi ölüyordu? Olabilir mi gerçekten?


Hımm.. Leyla ve Mecnun'u mu hatırlamalı? Heyy! Sen İskender Pala'nın Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk kitabını okudun mu? Kitap daha ilk cümleden şöyle başlar: "Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır." Nasıl ama.. Daha ilk cümleden kışkırtır okurunu ve sevda sebebiyle ölen Leyla ve Mecnun'un hikayesini çok değişik bir lezzette anlatır.. Evet elem dolu bir öyküdür bu iki aşığın öyküsü fakat yukarıda yaşanılan ölümlerden kat be kat güzel bir ölüm nedeni değil midir? Hımm.. Bu yazım iç karartıcı mı oldu acaba? Nerden türkülerin menzilinde gezinmeye başladım? "Bilmek, yanmaktır." diye bir söz var ya.. Türkü bilmek acıtır mı insanı? Türküleri öğrendikçe, bildikçe.. İçim hep böyle acıyacak mı ne? Az sonra toplantım var. Çıkmalıyım.



İç karartıcı bir yazı bırakmak istemiyorum. Sevdiğim bloglardan Kafa Ayari'nda bir yazı  vardır. Aynen alıp buraya yapıştırıyorum! "Eski bir espri vardır, bilirsiniz. İki yaşlı kadın dağ başında bir lokantada yemek yemektedirler. Biri, “Lanet olsun!” der, “Yemekler ne kadar da berbat! “Evet” der diğeri, “Üstelik ne kadar da az!” Yani, bu benim yaşam hakkındaki düşüncemin kısa bir özetidir: Hayat yalnızlık, sefillik, acılar ve mutsuzluklarla doludur ama keşke bu kadar kısa olmasaydı! - Woody Allen, Annie Hall’den (1977) " Hayat böyle bir şey işte...   Masakuni'den iyi olduğuna dair bir haber alabilsem keşke... Japonya halkına geçmiş olsun.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Türk Romanlarından "İlk Cümle" Seçkileri...


Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. 
Orhan Pamuk - Yeni Hayat




Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır.  
İskender Pala - Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk



 
Kar, mevsimi geçtikten sonra yağdı mıydı, haşmetini kaybederdi.
Ayşe Kulin - Veda





Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarakası meşhur bir kent vardı. 
İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası
 

22 Ocak 2011 Cumartesi

Gece Güzelliği'nden Kahve Molasına Yolculuk


Birgün gazetesinde yazılarını takip ettiğim Onur Caymaz'ın Gece Güzelliği adlı öykü kitabını  geçen hafta satın almıştım. Okumamıştım ama.. Kitaplığımın hemen yanında ince uzun bir masa vardır. Bu masanın üzerinde, satın aldığım ve henüz okumadığım kitaplar durur. Burası  eve yeni gelen kitapların bir nevi demlenme yeridir  diyebilirim. Arada bazılarını elime alırım. Sayfalarını dalgalandırırım.  Bazan eğer biraz vaktim varsa  masanın hemen yanı başındaki koltuğa otururum.  Bu akşam  oturamadım da masadaki kitaplara  ayaküstü baktım. İşte o ara Gece Güzelliği elime geldi. Kitabın fantastik bir kapak resmi vardı. Açtım ilk sayfasını. Girizgahında Şair Dertli'den iki dize konmuş. Şöyle:  "yüz bin aman dedim bir buse aldım / hasılı ömrümün kan bahasıdır."  Hoşuma gitti. Dayanamadım. İlk öyküsüne usulca gözattm. Adı "Küçük İkramlar." Okusam mı acaba diye aklımdan geçti. Fakat hemen evden çıkmalıydım. Öyküsünü ilk kez okuyacağım  bir yazardı Onur Caymaz. Böyle aceleyle değil hakkını vererek okumalıydım. Ayaküstü satırlarının arasında dolanırken  "Kahve deyince duracaksınız" diye bir cümlesine rastladım. Güleceksin bana ama  durdum ne yalan söyleyeyim. Tiryaki meşrepli olduğumu daha önce söylemiştim. Ben sevdiğim yazarların öykülerine olduğu gibi  ayrıca kahve tiryakisiyim. Onur Caymaz acaba kahve için ne yazmış diye merak ettim.


Yazar, kahve gibi kırk yıl hatırı olan başka bir şey var mı diye soruyordu? Çok haklı. Yok vallahi. Bir fincan kahve ikram etti mi biri size, kırk yıl hatırı kalır sizde.. Onur Caymaz anlatıyor, eski zamanlarda padişaha kahve ayrı bir cezvede pişirilirmiş.  Bir bardak su ile ikram edilirmiş. Günümüzde  kahve ve su gene  birlikte ikram edilir edilmesine de o vakitler neden böyle yapılırmış biliyor musun? Padişah kahvesini içmeden önce, parmağını kahve fincanına daldırır, o kahveli parmağını sonra su dolu bardağa sokarmış. Su mavi renk alıyorsa fena, kahve zehirli demekmiş zira. Ne hoş! Bunu bilmiyordum inan ki. Biraz kitaba göz gezdireyim dedim. Daha denk gelip okuduğum ilk paragrafta  kahve konusunda bunları öğrendim. Şimdilerde gene Türk kahvesiyle bir bardak su getirilir ya... Ne yapılır ama?  Önce kahve ardından su içilir. Oysa kahve içmeden su içilmeli, ağız çalkalanıp kahveye hazır hale getirilmelidir. Türk kahvesi içmenin raconu böyledir.  Diyor ki Onur Caymaz "Sevdiği şeyin tadı, mümkün olduğunca çok kalmalıdır insanın ağzında." Çok haklı. Yok, dayanamayıp yazarın sevdiğim bir kaç cümlesini daha yazacağım...  Diyor ki: "Gönlümün yarısı telvenin masal kokusuyla doludur; güzelim kahverengisi, hırçın esmerliğiyle. Yarimdir telve." Ne hoş cümleler.  Burada kesmeliyim. Bekleniyorum. Gitmeliyim. Dur. Son bir şeyler yazacağım. Zaten Hayal Kahvem blog değil, twitter vaziyetinde. Her fırsatta  yazıyorum ya aklıma ne gelirse... Neyse... Şimdi Onur Caymaz'la,  Gece Güzelliği adlı kitabı sayesinde böyle ayaküstü kahve hasbihali yapınca,... Bu kez İskender Pala'nın  Kahve Molası adlı kitabında  anlattığı gerçek bir olayı yazacağım devamında... Bilirsin Türk kahvesinin bizim geleneksel kültürümüzdeki yeri çok önemlidir. Günümüzde  yabancı kahvelerin memlekete iyice yerleşmesiyle neskafe, ekspresso, latte, cappucino  gibi alışkanlıklar Türk kahvesinin yerini almaya başladı ya... Nerdeyse bizler değil yabancılar daha sahiplenir oldular Türk kahvesini... Anlatılan olay bu duruma tam bir gönderme... Turist taşıyan bir otobüs İstanbul'da asırlık bir çınar altı kahvesinde mola vermiş. Muavin kahvehanenin görevlisine otuzbeş turist ile kendisi ve şöförü kastederek seslenmiş: 

- 35 Türk kahvesi, iki neskafe!

Fena mı? Ayak üstü Gece Güzelliği'nden Kahve Molası'na yolculuk yaptık işte.  Şimdi gitmeliyim.  Evden çıkarken dedim ki kendi kendime...  Dönüşte Gece Güzelliği'ni mutlaka okur bitiririm. Böyleyken böyle!

13 Ocak 2011 Perşembe

Biraz Mola...


Ofisteyim. Sabahtan beri epeyce çalıştım. Biraz mola. Kahve... Kahve yanında kitap okusam, misal bir kaç cümle. Çalışma odamın duvarına dayalı dolabın üzerinde yığınla kitap var. Eve götürmeyip, iş arasında karıştırdığım kitaplarım bunlar. Birinin kabı kırmızı mı kırmızı... Canım onu okumayı çekti. Aldım elime. İskender Pala'nın incecik bir kitabı.  Kitab-ı Aşk adı. Oturdum. Sayfalarını dalgalandırdım. Bahtıma ne çıkarsa, dedim. Gözümü kapayıp bir sayfa açtım. Başlık Aşka Metiye... Hımm... Nasip dedim... Kahvemi kokladım... Misss... Bir yudum içtim... Of, nasıl leziz.. "Ellerine sağlık!" diye içeriye seslendim. Okumaya başladım. Mevlana'dan bir alıntı var... "Zeliha o hale gelmişti ki, çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf''tu onun için. Yusuf''un adını başka adlara gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese, sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu dese; söğüt dalı yeşerdi, dese, (.......); başım ağrıyor, dese, başımın ağrısı geçti, iyiyim, dese, hep aynı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikayet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf'tu onun, dileği de..." demiş İskender Pala. Sonra "Ne din ne de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah'a aittir çünkü." diye devam etmiş. Bir sonraki paragrafta ise "İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa; derin uykulardan sonra görülen rüyalardan sonra  bir daha uyku girmiyorsa gözlere; şen bir mecliste adı anıldığında onun, inziva engin bir boyut kazanıyorsa; hamasi bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insanı; işte aşk odur." demiş yazar. Hey, telefonum çaldı. Dur! Aklıma bir şey geldi.  Ölü Ozanlar Derneği'ni hatırlar mısın? Edebiyat öğretmeni Profesör Keating'i hani... Öğrencilerine ne derdi?  "Biz hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz. İnsan ırkının birer ferdi olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Çünkü insan ırkının içinde coşkular vardır.  İktisat, Mühendislik, Tıp, Ekonomi, Hukuk vs.  yaşamak için gerekli asil birer meslektir çocuklar. Ama şiir .. güzellik...  aşk... sevgi...  biz bunlar için hayattayız." Şimdi işe dönmeliyim... Çalışmalıyım... Ama şiir... güzellik... aşk... sevgi.. kitap... İnanıyorum ki  ben bunlar için hayattayım.

7 Ocak 2011 Cuma

Huyum Kurusun, Mübalağa Etmeyi Severim...


Ben var ya, Evliya Çelebi'nin adını duyduğum anda, gerekirse önüne bedenimi kale yapar akan suları durdururum valla. Eğer o şehirde Evliya Çelebi varsa, diyelim ki o şehrin dereleri yukarıya aksa, genede vermem  Evliya Çelebi'mi ellere  tüm  şehir  üstüme kalsa... Çılgının biri, Evliya Çelebi'yi zincire vurmaya kalksa, yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım icabında... Öyle böyle değil yani, Evliya Çelebi'yi o kadar çok severim ki anlatamam sana. Hey! Sen.. Bu sözlerimi okuduktan  sonra, gene alay dolu gözlerle bakıyorsun demek bana... Anlıyorum, diyorsun ki: "Gene mi mübalağa! Yok artık... Her şeyin bir ölçüsü var. Bu kadar da abartma!" Of! Evet, seviyorum duygularımı abartmayı... Kabul ediyorum mübalağacıyım. Ne var yani? Tamam, kimi zaman evlatlık mıyım acaba diye düşünmedim değil.  Ailem de tuhaf tuhaf  "acaba karıştırdılar mı, bu çocuk bizim değil mi?" diye suratıma baktılar çoğu zaman eminim. Çünkü ailede hiç kimse benim gibi değil. Benden başka herkes normaldir. Bizim ailede hep sorarlar bana... Derler ki: "Bu kadar mübalağacısın, kime çekmişsin Allahaşkına?"  Nihayet buldum işte  kime çektiğimi. Dinler misin, anlatacağım şimdi:


Bir ara Filmekimi nedeniyle İstanbul'daydım. İki film arasında gene kitapçıya uğradım. O günlerde satın almayıp kitapçıda okuduğum kitap, İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabıydı. Tamam, bu kitabını  özellikle satın almadım ama, bakma böyle yaptığıma, İskender Pala'nın külliyatını satın almışımdır. Kimini okudum. Kimi okunmayı bekliyor. Olduğu yerde demleniyor. Bu kitabını ise özellikle  satın almak istemedim.  Çünkü kitapçıda satın almadan  gizli gizli kitap okumayı severim. Bu benim kendi kendime oynadığım oyunlardan biridir. Genelde gideceğim her kitapçıda rahatlıkla bulabileceğim kitaplardan seçerim. "Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane" denir bilirsin. İşte o misal, İskender Pala'nın  Kahve Molası adlı bu kitabında, bir kahve molasında okunabilecek, okumayı eğlenceye dönüştürecek  300 kadar küçük küçük hikayecikler, denemeler var. Tamam. Kitabı kitapçıdaki rafında  buldum. En son 98. sayfada kalmıştım. Sayfayı açtım. Aaa! Bil  bakalım konu başlığı ne? "Evliya Çelebi Mübalağacı Mıydı?" Bu başlığı görür görmez içim sevinçle doldu da kanatlanacağımı sandım  ne yalan söyleyeyim. "Bu kadar mübalağacısın, kime çekmişsin Allahaşkına?" diye soruyorlar ya bana. Görsünler. Buldum işte... Kime benzeyeceğim? Tabii ki Evliya Çelebi'ye!


Evliya Çelebi denildiğinde aklımıza ne gelir? Seyahatnamesi tabii... İskender Pala diyor ki, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi kadar, mübalağacı üslubu da çok meşhurmuş. Hakikatleri çarpıtmaz, değiştirmezmiş de okuyucunun ilgisini çekmek için abartarak anlatırmış. Evliya Çelebi'nin Erzurum kışı ile ilgili anlattığı mübalağalı hikayesi çok meşhurmuş. Şöyle.. Evliya Çelebi Erzurum'da 11 ay, 29 gün kalmış. Hep yaz gelecek demişler. Anlaşılacağı gibi bir gün olsun yaz mevsimini görememiş. Bak şimdi, öykünün bu bölümü şahane...  Evliya Çelebi'nin anlattığına göre, Erzurum'da kışları öyle soğuk olurmuş ki, bir keresinde bir kedi damdan dama atlarken boşukta  öylee donmuş kalmış. Hahha! Sonra ancak ilkbahar geldiğinde donu çözülmüş ve miyav diye yere düşmüş. Bayıldım işte buna. Ama bak bunu Evliya Çelebi kendisi görmüş gibi anlatmıyor.  Uydurmuyor yani. Kendisine anlatmışlar. Böyleyken böyle diye duyduğunu söylüyor. Abartarak anlatmak yazıya nasıl nükte katmış! Ve bunları günümüzden 400 sene önce yazmış. Ne şeker bir çelebiymiş. Bunları okumak hoş değil mi? Demek ki  insan halleri  yüzyıllar geçse  bile değişmiyor.  Demek ki her  devirde mübalağa etmeyi seven insanlar var. Yalnız değilim ya o kadar sevindim ki anlatamam. Hani diyorlar ya bana... "Bu kadar mübalağacısın kime çekmişsin?" diye... Yaşasın, buldum işte... Büyük, büyük, büyük, büyük dedeme... Evliya Çelebi'ye! Yaa... Böyle işte. Gözlerimi kapatarak derin bir iç çektim. Evliya Çelebi'nin ruhuna rahmet gönderdim.  Sonra İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabının kapağını kapattım. Şöyle usulca etrafıma baktım. Kitapçıdaki rafına sessizce kitabı bıraktım. Bir sonraki kitapçı ziyaretimde, kitabın devamını okuyacağım. Ne yapayım bayılıyorum böyle gizli işlere. Baktım saatime. Sinema vaktim gelmiş. Hemen 400 yıl öncesinden günümüze dönmeliydim. Filmekimi için geldiğim Beyoğlu'nda günün ikinci filmini seyretmek için sinemaya girmeliydim. Of! Film de filmdi hani. Chatroom.  Sanal dünyanın korkularının mübalağa edilerek anlatıldığı bir film. Filmi daha sonra mutlaka anlatacağım. Şu kadarını söyleyeyim,  Chatroom'u soluk almadan seyrettim. Bence Chatroom'un yönetmeni  Hideo Nakata, (Halka, Halka2 ve Karanlık Sular gibi korku filmleri şahaserlerinin de yönetmedir) günümüzün Evliya Çelebi'lerinden biri. Mübalağa etme sanatının  sinemadaki en güzel örneklerinden biridir bana göre Chatroom.  Bayıldım yani ne diyebilirim.  Zaten mübalağa edilen her şeyi severim. Huyum kurusun. Böyleyim. Bana bak öyle bıyıkaltı muzip muzip gülme karşımda. Sana inat görürsün bir yazı yazacağım. Duygularımı  dibine kadar abartaaa abartaaa! Huyum kurusun, mübalağa etmeyi severim. Değişemem ya bu yaştan sonra.

14 Ekim 2010 Perşembe

Mübalağa Etme Sanatı - Evliya Çelebi Seyahatnamesi ve Chatroom


Ben var ya, Evliya Çelebi'nin adını duyduğum anda, gerekirse önüne bedenimi kale yapar akan suları durdururum valla. Eğer o şehirde Evliya Çelebi varsa, diyelim ki o şehrin dereleri yukarıya aksa, genede vermem  Evliya Çelebi'mi ellere  tüm  şehir  üstüme kalsa... Çılgının biri, Evliya Çelebi'yi zincire vurmaya kalksa, yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım icabında... Öyle böyle değil yani, Evliya Çelebi'yi o kadar çok severim ki anlatamam sana. Hey! Sen.. Bu sözlerimi okuduktan  sonra, gene alay dolu gözlerle bakıyorsun demek bana... Anlıyorum, diyorsun ki: "Gene mi mübalağa! Yok artık... Her şeyin bir ölçüsü var. Bu kadar da abartma!" Of! Evet, seviyorum abartmayı... Kabul ediyorum mübalağacıyım. Ne var yani? Tamam, kimi zaman evlatlık mıyım acaba diye düşünmedim değil.  Ailem de tuhaf tuhaf  "acaba karıştırdılar mı, bu çocuk bizim değil mi?" diye suratıma baktılar çoğu zaman eminim. Çünkü ailede hiç kimse benim gibi değil. Benden başka herkes normaldir. Bizim ailede hep sorarlar bana... Derler ki: "Bu kadar mübalağacısın, kime çekmişsin Allahaşkına?"  Nihayet buldum işte  kime çektiğimi. Dinler misin, anlatacağım şimdi:


Dün Filmekimi nedeniyle İstanbul'daydım. İki film arasında gene kitapçıya uğradım. Son günlerde satın almayıp kitapçıda okuduğum kitap, İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabı. Tamam, bu kitabını  özellikle satın almadım ama, bakma böyle yaptığıma, İskender Pala'nın külliyatını satın almışımdır. Kimini okudum. Kimi okunmayı bekliyor. Olduğu yerde demleniyor. Bu kitabını ise özellikle  satın almak istemedim.  Çünkü kitapçıda satın almadan  gizli gizli kitap okumayı severim. Bu benim kendi kendime oynadığım oyunlardan biridir. Genelde gideceğim her kitapçıda rahatlıkla bulabileceğim kitaplardan seçerim. "Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane" denir bilirsin. İşte o misal, İskender Pala'nın  Kahve Molası adlı bu kitabında, bir kahve molasında okunabilecek, okumayı eğlenceye dönüştürecek  300 kadar küçük küçük hikayecikler, denemeler var. Tamam. Kitabı kitapçıdaki rafında  buldum. En son 98. sayfada kalmıştım. Sayfayı açtım. Aaa! Bil  bakalım konu başlığı ne? "Evliya Çelebi Mübalağacı Mıydı?" Bu başlığı görür görmez içim sevinçle doldu da kanatlanacağımı sandım  ne yalan söyleyeyim. "Bu kadar mübalağacısın, kime çekmişsin Allahaşkına?" diye soruyorlar ya bana. Görsünler. Buldum işte... Kime benzeyeceğim? Tabii ki Evliya Çelebi'ye!


Evliya Çelebi denildiğinde aklımıza ne gelir? Seyahatnamesi tabii... İskender Pala diyor ki, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi kadar, mübalağacı üslubu da çok meşhurmuş. Hakikatleri çarpıtmaz, değiştirmezmiş de okuyucunun ilgisini çekmek için abartarak anlatırmış. Evliya Çelebi'nin Erzurum kışı ile ilgili anlattığı mübalağalı hikayesi çok meşhurmuş. Şöyle.. Evliya Çelebi Erzurum'da 11 ay, 29 gün kalmış. Hep yaz gelecek demişler. Anlaşılacağı gibi bir gün olsun yaz mevsimini görememiş. Bak şimdi, öykünün bu bölümü şahane...  Evliya Çelebi'nin anlattığına göre, Erzurum'da kışları öyle soğuk olurmuş ki, bir keresinde bir kedi damdan dama atlarken boşukta  öylee donmuş kalmış. Hahha! Sonra ancak ilkbahar geldiğinde donu çözülmüş ve miyav diye yere düşmüş. Bayıldım işte buna. Ama bak bunu Evliya Çelebi kendisi görmüş gibi anlatmıyor.  Uydurmuyor yani. Kendisine anlatmışlar. Böyleyken böyle diye duyduğunu söylüyor. Abartarak anlatmak yazıya nasıl nükte katmış! Ve bunları günümüzden 400 sene önce yazmış. Ne şeker bir çelebiymiş. Bunları okumak hoş değil mi? Demek ki  insan halleri  yüzyıllar geçse  bile değişmiyor.  Demek ki her  devirde mübalağa etmeyi seven insanlar var. Yalnız değilim ya o kadar sevindim ki anlatamam. Hani diyorlar ya bana... "Bu kadar mübalağacısın kime çekmişsin?" diye... Yaşasın, buldum işte... Büyük, büyük, büyük, büyük dedeme... Evliya Çelebi'ye! Yaa... Böyle işte. Gözlerimi kapatarak derin bir iç çektim. Evliya Çelebi'nin ruhuna rahmet gönderdim.  Sonra İskender Pala'nın Kahve Molası adlı kitabının kapağını kapattım. Şöyle usulca etrafıma baktım. Kitapçıdaki rafına sessizce kitabı bıraktım. Bir sonraki kitapçı ziyaretimde, kitabın devamını okuyacağım. Ne yapayım bayılıyorum böyle gizli işlere. Baktım saatime. Sinema vaktim gelmiş. Hemen 400 yıl öncesinden günümüze dönmeliydim. Filmekimi için geldiğim Beyoğlu'nda günün ikinci filmini seyretmek için sinemaya girmeliydim. Of! Film de filmdi hani. Chatroom.  Sanal dünyanın korkularının mübalağa edilerek anlatıldığı bir film. Filmi daha sonra mutlaka anlatacağım. Şu kadarını söyleyeyim,  Chatroom'u soluk almadan seyrettim. Bence Chatroom'un yönetmeni  Hideo Nakata, (Halka, Halka2 ve Karanlık Sular gibi korku filmleri şahaserlerinin de yönetmedir) günümüzün Evliya Çelebi'lerinden biri. Mübalağa etme sanatının  sinemadaki en güzel örneklerinden biridir bana göre Chatroom.  Bayıldım yani ne diyebilirim.  Zaten mübalağa edilen her şeyi severim. Huyum kurusun. Böyleyim.