ihsan oktay anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ihsan oktay anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2022 Perşembe

Şşşth Kimse Duymasın- TİAMAT

 

Kitapçıda, 
İhsan Oktay Anar'ın son kitabı Tiamat'ı gördüğüm an  havada kaptım. 

Eve geldim. 

Yemeğimi yedim. 

Kitabı elime aldım. 

Okumaya başladım. 

İkinci cümleden sonra durdum. 

Başa döndüm. 

İlk iki cümleyi ardı ardına,  tam üç kez okudum. 

Bir baktım ki o ne?


Kollarımı yakarırcasına yukarıya kaldırmışım.  

Akıntıdaki yosunlar gibi kıvrılıp kıvranarak salınmaya başlamışım. 


Bir  müddet daha salınmaya devam ettim.  

Böylece kitabın ilk ritüelini buldum bitirdim.  

Kendimi efsunlu cümlelerinin akışına bırakıverdim.

GERÇEKTEEEN!


"Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları, yakarırcasına kolları yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından ölümün nabzı gibi tek tük atan kabarcıklar tıp tıp koparak yükseliyordu. Cehennemi ışığını yayan fenerbalığı..............................." Tiamat / S. 9


2 Nisan 2017 Pazar

Bu Hafta Neler Yaptım?

  
                                    Bu hafta, Puslu Kıtalar Atlası aklıma düştü. 
             Hem orijinalini hem çizgi romanını yine yeni yeniden hayalini kura kura okudum.


Hep derim Galata Kulesi'ne sevdalıyım. Gene Galata'ya gittim. Bu kez aldım elime kitabı, Puslu Kıtalar Atlası'nın izini sürdüm.


Bu hafta sadece 1964 yapımı Tren'i seyrettim. 
Haftaya 36. İstanbul Film Festival'i başlayacak.
Festivale kadar film diyetine girip başka film seyretmemeliyim.
Çünkü günde üç, eğer vaktim olursa günde dört film seyretmeye niyetliyim.
Film seyretmeyi özlemeliyim.



Acayip ballı bir haftaydı. MFÖ ve Şebnem Ferah konserine gittim.

Geri kalan zamanlarda... 
Çalıştım... Çalıştım... Çalıştım... 
Vallahi çok çalıştım. 
Bakmayın böyle geziyor göründüğüme, aslında çok çalışıyorum.
Genel şartları okumaktan gözlerim şeşibeş oldu!

23 Haziran 2015 Salı

Sakallarını Değirmende Ağartmayan Yazarlar...


 

 
 

1- Şehy Galip  (1757-1789)
2- Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945)

3-Cahit Zarifoğlu (1940-1987)

4-Murat Belge (1943- )
5-İsmet Özel (1944- ) 

6-Enis Batur (1952- )
7-İlhami Algör (1955-)

8-Haydar Ergülen (1956- )
9-Ercan Kesal (1959- ) 

10-İhsan Oktay Anar (1960- )
 11-Ahmet Ümit (1960-)

12- Metin Üstündağ (1961- ) 
13-Atilla Atalay (1963- ) 

14-Aşkın Güngör (1972-)
15-Ege Görgün (1972-)

16-Murat Menteş (1974- )
17-Hakan Bıçakçı (1974- ) 



14 Mart 2015 Cumartesi

Şşşth Kimse Duymasın 18 - Puslu Kıtalar Atlası



İhsan Oktay Anar'ın şaheseri Puslu Kıtalar Atlası'nın bir çizgi romanının hazırlandığını duyduğumdan beri içim içime sığmıyordu.
  Gırgır zamanından bildiğim değerli usta  İlban Ertem çizimlerini hazırlıyordu.
Çizgi romanlarla ilgili araştırmalarının takipçisi olduğum Levent Cantek, editörlüğünü yapıyordu. 
Şahane bir haberdi bu!

Binlerce kasırga aşkına!
Yazı ve çizim sanatından zerre kadar nasibi olmamasına rağmen,
yazı ve çizgilerin menzilinde dolanmaktan haz alan bencileyin biri
dün satışa çıkan çizgi romanın, 
bugün Kadıköy Büyülü Dükkan'da İlban Ertem'le imza günü olduğunu duyuncaaa.... 
Ne yapar?

Hastalık, uzun yol filan falan dinlemez, kuş olur İstanbul'a gider. 
Puslu Kıtalar Atlası'nın çizgi romanına,  İlban Ertem bir imza çakınca, 
etekleri zil çala çala eve döner:)

Gerçekten!









29 Eylül 2012 Cumartesi

Mutluluk Neydi?


İbadet etmenin binbir çeşidi yok mu? İnanıyorum ki var.  Mesela Dünya'nın şahidi olmak gerçek bir ibadettir. Bunu sevdiğim bir yazarın kitabından öğrendim. Bir sonbahar günüydü. Güneş sımsıcak ışınlarını çılgınca yeryüzüne göndermekteydi. Yüzümü güneşe karşı korumaya almış, şapkamı takmış, bahçedeki şezlongta oturuyor, İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlas'ını sessizce okumayı sürdürüyordum. Tek ömürde tek yaşamla yetinmek istemeyen bir bünyeye sahibim. Sanıyorum bu sebeple hayal kurmayı seviyorum. Her kitabı  okurken,  içimde yepyeni bir hayata seyahate çıkıyorum. Elimdeki kitaba göre,  her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kuran'ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünya'ya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya'nın şahidi olmaktı. Düşünceliydim. Eve girdim. Başımdaki şapkayı çıkardım. Elimdeki kahveyi iyice koklayıp bir yudum içtim. Fincanı şapkamla birlikte, Puslu Kitaplar Atlas'ının yanına masanın üstüne bıraktım. Koltuğa, sırtüstü uzandım. Gözlerimi kapadım. Düş görmeye başladım.


Karanlık bir mağarada yapayalnızdım. Dehlizler açarak yer altında ilerliyordum. Yerin kim bilir kaç kat dibinde olmama rağmen dehlizlerin duvarları sanki toprak değil de karanlık bir sisti. Kazmamı duvara vurdukça toprak zifiri bir karanlık bir dumana dönüşüyor ve bu sis, dizlerimden aşağıya yayılıyordu. Ne var ki bu duruma şaşırmış görünmüyordum. Bıkıp usanmadan kazıp sarkıt ve dikitlerle dolu sayısız mağaraya, kaynar suların gürüldediği hesaba gelmez yeraltı nehirlerine ve bir nice azman kertenkele iskeletine ulaşmıştım. Ancak, en ufak fısıltının bile madeni duvarlarda gökgürültüsüne dönüştüğü bir mağaraya eriştiğimde donakaldım. Sarkıtların altında ve dikitlerin üstünde tahtaları çoktan çürümüş devasa bir gemi vardı. İçine girdiğimde hepsinden bir erkek ve bir dişi olmak üzere envai çeşit hayvanın iskeletini görüp korktum. Dehşet içinde güverteye çıktığımda, mağarada gördüklerim kanımı dondurdu. Paslanmış zırhlarıyla demir peçeli yeniçeriler mağaranın duvarlarından, sanki bir sisi yarıyorlarmış gibi çıkıyorlardı. Yeniçeriler karşı duvarın içine girip kaybolunca, dehlizimi bu yönde açmaya başladım. Durup dinlenmeden yerin altına indim, cinlerin yıkandığı kaynar çamurları, ergimiş kurşun ırmaklarını, deliklerden püsküren kibrit buharlarını geride bırakıp mıknatıslı bir mağaraya geldim. Burası bütün pusulaların gösterdiği yerdi. Dehşetten donakalmıştım. Çünkü kara alevler mıknatıslı duvarları yalıyor, geçmişin ve geleceğin bütün günahkârları bu mağarada azap içinde inliyordu. Burası, varabileceğim nihai derinlikti. Kaçıp kurtulmak istedim. İçimdeki bir ses bana, bir ağaç kökünü izleyip yukarı çıkmamı söyledi. Kibrit buharlarının arasında, o ağacın kökünü böylece buldum. Yukarıya yol alırken, ejderhaların koruduğu hazineler, yaşayıp ölmüş bütün hayvanların kalıntılarına rastladım. Mücevherli taçları, ve altın zırhlarıyla yatan kral ölülerine, zincirlere vurulmuş lanetli iskeletlere, göğüslerine çakılmış kazıklarla uyuyan upirlere, başsız gövdelere ve kesik başlara kayıtsızca baktım. Kabir azabı çeken ölülerin inlemelerini ibretle dinledim. Kökü izleyip çok geçmeden tilki, köstebek, tavşan ve fare yuvalarına ulaştım. Çaresiz, yukarı doğru kazmaya başladım ve ağacın gövdesine eriştim.  Artık yeryüzündeydim. Yıldızları gördüm ve gecenin duru havasını ciğerlerime çektim. Ayışığında ağacın silüeti seçiliyordu. Dolunaya erişmek istedim. Ağaca tırmandım, sincapları uyandırıp yuvalarındaki kuşları ürküterek tepeye erişince, dolunay sandığım şeyin, aslında ağacın yegâne meyvası olduğunu gördüm. Bu meyvayı tatmak için dayanılmaz bir istek duydum. Gümüş rengi meyvayı ısırdığımda hazineleri koruyan ejderhaların alevlerini tattım, kanlı altınların, mavi azül taşlarının, kızıl yakutların dayanılmaz lezzetlerini tattım, ateş ve suya hükmeden sultanların gazabını ve upirlerin hüznünü tattım, mezarlarında iki meleğin sorguya çektiği ölülerin azabını, günahkârların neşesini ve bu neşenin bedeli olan kara ateşin yakıcılığını tattım. Meyvesini yediğim ağacın köklerinin uzandığı her yerden gelen binbir çeşniyi, binbir lezzeti,  binbir hüznü, binbir kahkahayı tattım. Bu yeraltının tadıydı ve tanıdım. İhsan Oktay Anar'ın  kitabından edindiğim  Atlas'ın bütün sayfalarını bu tatla tanıdım ve onda içinde bulunduğum dünyanın karanlık ayrıntılarını gördüm.


Uyandığımda gözlerimi açmakta zorluk çektim. Kendimi son derece yorgun hissediyordum. Sanki yüzyıllık uykudan uyanmıştım. Eğer Dünya'nın şahidi olmak gerçek bir ibadetse, ki inanıyorum ibadetti. Dünya'ya şahit olmanın yolu ise, maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanevladı için  büyük bir nimetti. Az önce sırf ibadet olsun niyetiyle, kendimi  Puslu Kıtalar Atlası'nın sayfalarına gömdüm. Mutluluk neydi ki? Yüreğimi dinledim. Mutluluk, ehlinin elinden çıkmış bir puslu kıtalar atlasıyla maceraya atılıp, Dünya'nın şahidi olmak demekti. Yazara hayallerimi kışkırttığı için teşekkür ettim.


NOT: Umarım yazar afeder beni, italik yazılar, İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası'ndaki cümlelerinin kendime uyarladığım halidir. 

15 Eylül 2012 Cumartesi

Puslu Kıtalara Yolculuk


"Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. 
Simurg'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör.





Kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl;
böcekleri, kuşları, çiçekleri, tepeleri seyret.





Bırak dünyanın haritasını yapmayı!





Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy.  
Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam 
Dünyanın kendisini hiç görebilir mi?"

İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası  s.21



13 Eylül 2012 Perşembe

"Kafa"lı Deyimlerle Yedinci Gün


Hiç unutmuyorum 2010 senesiydi. Gazetede bir haber okumuştum. Ertesi gün bütün planlarımı iptal edip, İstanbul'a gitmeyi "kafaya koymuştum." Mutlaka gidecektim. Gitmezsem "kafayı üşütebilirdim". Yoksa ne yapardım, derdimi kime yanardım? Neylerdim, bu şehri ateşe mi vereydim? Öyle bir "kafayı takmıştım" yani öyle böyle değil! Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş bulmalıydım ama. Hemen bulmuştum. Hülya. Telefon etmiştim. "Geliyorum İstanbul'a. Seni alacağım birlikte Santralistanbul'daki sergiye gideceğiz. "Kafan yattı" mı bu planıma ne dersin?" diye sormuştum. Her zaman ki gibi " Şahane olur." demişti.


Hiç duymamıştı bu sergiyi. "Biz İstanbul'da yaşayanlar bilmiyoruz, sen nerden biliyorsun?" demişti. "Boşver, "kafa yorma" böyle şeylere, üzümünü ye bağını sorma, bana takıl hayatını yaşa!" demiştim. Gülmüştü. Buluştuğımızda, önce "kafa kafaya vermiştik". Nasıl gidelim karşıya diye epeyce "kafa yormuştuk." İstanbul'du burası. "Kafamızı işletmeliydik." Trafik yoğundu. Yollarda vakit kaybetmemeliydik. Elbette, "Kafamızı kullanmıştık." Arabayı Anadolu Yakası'na bırakmıştık. Vapura atladığımız gibi ver elini Avrupa!...  Koşa koşa  sergiye gitmiştik.

uzun ihsaneflatun

İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında okuduğum kahramanların, usta çizerler tarafından hazırlanan yirmi beş roman karakterinin insan boyutundaki kopyaları sergileniyordu. Düşünebiliyor musun benim gibi İhsan Oktay Anar kitaplarının hastası, üstelik  hayalperest bünyeye sahip biri için bu sergi resmen hazine değerindeydi. Alibaz’dan Kalın Musa’ya, Arap İhsan’dan Neva’ya, Uzun İhsan'dan Eflatun'a kadar nevi şahsına münhasır İhsan Oktay Anar karakterleriydi ya bunlar, benim "kafamda canlandırdıklarımla" sanatçılarınkini mukayese etmiştim. Bir kez daha "Sanatçı olmak ne şahane bir şey!" diye düşünmüştüm.  Roman yazmak ve yazılan romanların kahramanlarının başka sanatçılar tarafından  hayal edilip ortaya çıkarılması... İnsan hasetinden "kafayı üşütebilirdi." Hele sanata yeteneği olmayan benim gibi biri.


Şimdi bu  kafalı anılarımı, durup dururken,  haybeye hatırlamadım tabii. Ah, İhsan Oktay Anar'ın Yedinci Gün diye bir  kitabı çıkmış ve ben yeni duydum, biliyor musun? Nasıl  haberim olmadı diye düşünürken, birden "kafama dank etti." Tabii ya, ben son zamanlarda yeni kitaplara pek bakmıyordum ki. Ne "kafasızım" görüyor musun?  Unutmuşum. Aklım fikrim  hep eski kitaplarda olunca, Yedinci Gün karanlığımda kalmış demek ki. Ben bunları aklımdan geçirirken, az önce telefon çalmasın mı? Aaa! Dilek İstanbul'a gidecekti, çoktan eve dönmüş. Bil bakalım ne dedi? Allahım, ne ballıyım!.. Bana İstanbul'dan  Yedinci Gün'ü satın alıp getirmiş. Ben bunu işittim ya, sevinçten "Kafayı  yememek" için, ilkin kocaman bir çığlık attım. Sonra şu yukarıda anlattıklarımı,  telefonda Dilek'e, bombardıman gibi bıdı bıdı anlatmaya başladım.  Arkadaşım "Ay, yeter, anlattıklarından "kafam kazan gibi oldu!" dedi. Ben ise mutluluktan "kafayı bulmuş" gibiydim. Güldüm.

Bu sefer tane tane dedim ki: "Ah, çok teşekkür ederim Dilek. Sen benim anlattıklarımı "takma kafa"na. Bak yol yorgunusun zaten... Hemen "kafayı vurup yat" olur mu? Sabah erken kalk sonra... Ofise kahveye gel erkenden. Şeey, ama sen sen ol, kitabımı getirmeyi aman diyeyim sakın unutma. Yoksa... Hiiç...  İş miş yapamam ben bu KAFA'yla!"


6 Eylül 2011 Salı

Suskunlar- "Kulak Eğer Gerçeği Anlarsa Gözdür."



Şimdi anlatacağım İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar adlı kitabıyla ilgili... Fi tarihinde, Goncagül isimli bir Kıpti güzelinin gayri meşru ikiz bebekleri olur. Güzelimizin biraderi duruma dellenince, kız ikizlerini Kalın Musa’nın kapısına bırakmak zorunda kalır. Dokuz yıl geçer aradan. İkizlerden birinin adı Davut’tur. Diğerinin ise Eflatun. Davut ne de olsa Kıpti kanı olduğu için bünyesinde, musikiye aşıktır. Ud çalmayı ve usullerini öğrenmektedir. Cesur ve atak bir çocuktur. İstanbul’da bilmediği sokak yoktur. Ne var ki Eflatun kardeşinin tersine dalgın, sessiz, içine kapanık bir çocuktur. İnsanın içini coşturan musikiyle hiç alakası yoktur. Çok ender sokağa çıkar. İşte sokağa çıktığı o ender günlerden birinde, akşam ezanı okunduğu halde eve gelmeyince, hele bir de yağmur yağmaya başlayınca, dedesi Kalın Musa duymasın diye, Davut ve amcası, Eflatun’u aramaya koyulurlar. Bekçi yalın ayak, başı açık, üzerinde sadece bir entari olan mecnun misali bir çocuğu kabristanın oralarda gördüğünü söyler. Eflatun’u bulduklarında bir mezar taşının başında ağlamaktadır. Mezar taşında: “Hüvelbaki, Goncagül – Ruhuna Fatiha“ yazmaktadır. Dedeleri duymadan evlerine dönerler. Görünüşe göre her şey yolundadır. Ama Eflatun ertesi gün gene kayıplara karışır.


 davut

Ama artık çocuğu nerede bulacaklarını bilirler. Eflatun’u mezarın başından alıp tekrar eve getirirler. Çocukta değişiklik fark ederler. Eflatun’un gözlerine ışık ve yüzüne nur gelmiştir. Ayrıca en önemlisi, adeta cennetteymiş gibi gülümsemektedir. Eflatun’un bu durumu yakınlarında önce şaşkınlığa, sonra endişeye ve nihayet kedere dönüşecektir. Çünkü hiç kimse hiçbir şey işitmediği halde, Eflatun: “Biri ıslık çalıyor, işitiyor musunuz? Çok güzel!” demektedir. Çocuğu, tekrar kaçmasın diye üst kattaki sandık odasına kilitlerler. Hocalara okuturlar. Kurşun döktürürler. Kocakarıya tütsü yaptırırlar. Kulağındaki ses gitmez. Halen işitmektedir. Öte yandan çocuğun yüzündeki nur, gözlerindeki ışık sonraki günlerde de sönmez. Gene sessizdir. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa gayet mutlu ve huzurludur. Konuşmaz. Aslında konuşuyor olsa, kulaklarında sürekli çınlayan o esrarengiz ıslığı başkalarının nasıl olup da işitmediğine hayret etmektedir. Anlaşılmıştır ki ne yapsalar, Eflatun’a musallat olan cinlere vız gelip tırıs gitmiştir. Sonunda umudu keserler. Gaipten ıslık sesi duyan çocuğu sandık odasına kilitlerler. Eflatun bu odada 7 sene kalır. Çocuğun yüzündeki ifade hiç değişmez. Birkaç kere kapının sürgüsü açık kaldığı halde, Eflatun’un dışarıya çıkmadığı fark edilince, kapıyı aralık bırakmada beis görülmez. Eflatun’da firar etmez zaten. Etmez etmemesine, ta ki o çağrıyı duyana dek! Sanki birisi onu çağırıyordur. İşte Eflatun bu sesin peşine düşer. Ve asıl hikaye buradan sonra başlar.

eflatun

İhsan Oktay Anar’ın yazdığı Suskunlar, kitabın arkasında yazdığı gibi : “Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin gerçekliğinde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek.

Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının   seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü...

Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.

Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…”


Not:
"Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür." Mevlana (Kitabın giriş cümlesi)
1.Fotoğraf - Davut - ?
2. Fotoğraf - Eflatun - Hande Şekerciler'in karakter tasarımı

(22.09.2010)


26 Şubat 2011 Cumartesi

Türk Romanlarından "İlk Cümle" Seçkileri...


Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. 
Orhan Pamuk - Yeni Hayat




Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır.  
İskender Pala - Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk



 
Kar, mevsimi geçtikten sonra yağdı mıydı, haşmetini kaybederdi.
Ayşe Kulin - Veda





Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarakası meşhur bir kent vardı. 
İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası