enis batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
enis batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2024 Çarşamba

"Seyreyledim Eşgali Hayatı... Ben Havzı Hayalin Sularında"




Kahve molasında, Enis Batur'un Oktay Rifat'a Doğru adlı kitabını okuyordum ki, 102. sayfada  Melih Cevdet'in 12 Mart 1934 tarihinde Sesimiz Dergisi'nde yayımlanan Ahmet Haşim başlıklı bir yazısına denk geldim. 

"Bütün şiirlerini ayrı bir zevkle okuduğum Haşim için bir yazı yazmak, ne tatlı, fakat ne güç..." diye başlamış. 

1933 yılında vefat ettiğine göre,  demek ki Ahmet Haşim'in ölümünden sonra dergiye yazmış. 

"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Akşam ufukda beldeler eylerken iştial

Akşam yine, akşam yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam

Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakda"

Melih Cevdet, "Bu acayip parıltılı müthiş tablolar arzın neresinde mevcuttur. Bunları, Haşim'in düşünen ve bulan "çetin başı" yarattı." diyor.

Çok haklı. Ahmet Haşim'in hayal dünyası öyle güçlü ki, onun şiirlerini okudukca,  tabiat kesinlikle çok daha güzelleşiyor.  

Başka bir paragrafta, " Onun şiirlerini (Mâna) ya vurarak  anlamaya çalıştıkça Haşimden uzaklaşıyoruz demektir. Çünkü bunlar anlaşılmak için değil, duyulmak için yazılmış birer musikidir. Ben Ahmet Haşim'i anlamadan severim." diyor.

Yazının tamamı o kadar hoş ki. 

Bir şairin başka bir şair için sarf ettiği içtenlik dolu güzel sözler ve özenle dokuduğu cümleler, yüreğime iyi geliyor. 

Melih Cevdet, "Şairlerin en garibi öldü..." diye yazıyı bitirmiş.

İki şairin de ruhuna rahmet diliyorum. Enis Batur'a bu yazıları kitaplaştırdığı için minnet duyuyorum. 

Kendimi  iyi hissediyorum. Kahve molam bitti. İşe dönüyorum.


Not- Başlık, Ahmet Haşim'in iki dizesi. Anlamak için değil, duyulmak için yazılmış birer musiki diil mi sahiden? 

12 Haziran 2016 Pazar

Pencere Kimdir? -1-


Gaudi'de maskeli balo için yapılmış özel bir makyajdır.




Rudolf Steiner'in Goethenaum'unda geometrilerin en aykırısıdır.





Ronchamps'daki kilisede ışığa ilahi bir kıvam veren dipsiz kaynaktır.





Mies Van Der Rohe'de şehre, dünyaya tutulan sihirli aynadır.





Londra'nın pencereleri yalnızlıktır.


Küçük Flemenk şehirlerininkiler alabildiğine mistiktir.




Küçük İtalyan şehirlerinde mutlaka aralıktır. Sesi, soluğu, ezgiyi paylaştırırlar.





Cümleler - Enis Batur'un Kediler Krallara Bakabilir adlı kitabından
Fotoğraflar - Google'dan

19 Ocak 2016 Salı

Acaba Özel Bir Vahiy Getirmiş Olabilir Mi?

 
Şu anda elimin altında duran kitabı internetten sipariş etmiştim. Epeydir ofisteki kitaplarımın arasında demlenmekteydi. İtiraf etmeliyim ki, bu kitabın adı bile... Benim gibi biri için... Nasıl desem? Oldukça "sert:)
Gen Haritası  -   Enis Batur Şiiri'nde Kullanım Sıklığı ve Köken Temelinde Sözcük Taraması. 

Kitabın sayfalarını dalgalandırdım. İki sayfalık önsöz dışında, 455 sayfalık kitabın tamamı kelimeler ve sayılardan ibaret. Hay canına sayın seyirciler! Kitabın kabından etkilenip sipariş vermiş olamam. Özel tasarımı olan bir kitap kabı değil.  Yazarı Esra Ermert. Daha önce okuduğum biri hiç değil. Acaba Enis Batur hakkında olduğu için mi bu kitabı edinmek istedim? Yoksa bu tarz bir kitabım olmadığı için mi merak ettim? Yoksa kitap mı beni seçti?


Esra Ermert, Enis Batur'un 1972-2000 yılları arasında yazdığı 17 kitaptaki şiirleri oluşturan 92 bin küsur kelimenin nasıl bir araya geldiğini, hangi kelimenin kaç kez kullanıldığını,  hangi kelimelerin hiç kullanılmadığını, sadece bir kez kullanılan kelimelerin ne olduğunu bilmek, bir diğer deyişle estetiği ölçümlemek, sayılara dökmek bütünü anlamasını sağlayacak bilgi olduğunu söylüyor.  Çok ilginç!

Okumaya devam ediyorum. "Edebiyatın, bize öğretildiği gibi "ilham" işi olduğuna nicedir inanmıyorum. Evet, bir dürtü  olabilir şiiri tetikleyen ama ötesi masa başı çalışmasıdır ve artık işin içine şairin kişisel tarihi, yapmak istedikleri, tüm okudukları, eski yazdıkları ve hatta "hin"likler girmiştir. Çok bilinmeyenli denklem olur o saatten sonra şiir. Artık çöz çözebilirsen..."" diyor. 

Ben ise edebiyatçı ya da akademisyen sıfatı olmayan saf bir okur olarak,  tüm sanat türlerinin "ilham" işi olduğuna inanıyorum. Hatta samimi hissiyatımı söyleyeyim. İnandığım Tanrı'nın  kendi sanatından istediği kadarını,  seçtiği bazı  insanlara armağan olarak dağıttığına inanıyorum.   Adeta bize anlatmak istedikleri için, sanatçıları aracı kılıyor.

Esra Ermert önsözü şu sözlerle bitiriyor... "Neden Enis Batur? Öncelikle üretkenliğiyle geniş kitleleri rahatsız ettiği için... Kişisel olaraksa şairliğini ""yalvaç" diye tanımlayan Melih Cevdet'ten yola çıkarak  "acaba özel bir vahiy getirmiş olabilir mi?"yi bulma çabasıdır, kendisini seçmemdeki temel neden."  

Bu kitap neden elimde şimdi anladım.  "Acaba özel bir vahiy getirmiş mi?" sorusu yüreğime iyi geliyor.

23 Haziran 2015 Salı

Sakallarını Değirmende Ağartmayan Yazarlar...


 

 
 

1- Şehy Galip  (1757-1789)
2- Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945)

3-Cahit Zarifoğlu (1940-1987)

4-Murat Belge (1943- )
5-İsmet Özel (1944- ) 

6-Enis Batur (1952- )
7-İlhami Algör (1955-)

8-Haydar Ergülen (1956- )
9-Ercan Kesal (1959- ) 

10-İhsan Oktay Anar (1960- )
 11-Ahmet Ümit (1960-)

12- Metin Üstündağ (1961- ) 
13-Atilla Atalay (1963- ) 

14-Aşkın Güngör (1972-)
15-Ege Görgün (1972-)

16-Murat Menteş (1974- )
17-Hakan Bıçakçı (1974- ) 



6 Şubat 2013 Çarşamba

Müptelalığın Daniskası Değil De Ne?


Haydi bakalım. Bütün gün o kadar kahve içersem.. Gördün mü şimdi uykum kaçtı işte! Gece gece... Vampirella gibi oturuyorum bööyle. Ne yapabilirim? Sabahtan itibaren  koştur babam koştur. Nedir bu? "Başkaları için mi geldim dünyaya" dedim. Yooo... İntihar etmedim de onun yerine hışımla  bir kafeye girdim. "Kahve!" dedim. "Lütfen acil bir kahvee!" Enis Batur der ya hani... "Keyiflerim zehirlerimdir." şiarıyla... Evet itiraf ediyorum... Kahveye kul olmuş biriyim.  Kahvenin kokusuna bile delirebilirim. Zaten tiryaki meşrepliyim. İlaveten abartma sanatında şöhret sahibiyim. Tiryakilik ve abartma bir araya gelince... Müptelalığın daniskası oluyor böyle! Ne yapabilirim? Dikkatini çekti mi bilmiyorum... Şu yukarıdaki fotoğrafta masanın üzerindeki kitabımın yanında kahve yok. Neden? Sipariş verdiğim kahve bir türlü getirilmedi de o nedenle. Yoo.. Garsona tam seslenecek, "Sizin kahve Yemen'den mi geliyor?" diyecektim demesine... Ama... Aklıma  Enis Batur'un "Kahverengi tanede saklanan keyif" başlıklı  yazısı geldi.  Enis Batur sanırım fi tarihinde Paris'te kahve içmek için girdiği ünlü bir kafede, fincanın yanına iliştirilen küçümen şeker paketinin üzerinde "ilk kahvehane 1554'te İstanbul'da açılmıştır." yazısını görünce şaşırmış. Meğer kahve Yemen'deki kahveheneden gelmezmiş görüyor musun? Pekiii... Kahvenin nasıl bulunduğunu biliyor musun? Hani çok eski zamanlarda bir çoban tuhaf davranışlar gösteren, uyumaları gerekirken geceleri  aşırı hareketlenen keçilerin bu davranışlarının sebebini merak etmişte gün boyu gözlemiş ya keçileri.  Sonra keçilerin bir kısmının bodur ağaçların tanelerini yedikten sonra aşırı hareketlendiğini anlamış.  İşte bende yorgunluk kahvesi niyetiyle başladım sabahtan itibaren kahve içmeye... Önce geç geldi diye kesmedi beni. Üst üste iki Türk kahvesi içtim. Bööyle serum niyetine kana karıştı tabii. Sonra  yemekten sonra kahve içilmez mi? İçilir elbette. Bir ekspresso içtim. Öğleden sonra ofise döndüğümde bir iki neskafe içmiş olabilir miyim?  Bilemiyorum. Kendimi kahvenin esaretine kaptırmış olabilirim. Tamam... Yazıma Enis Batur'un cümleleriyle son vereceğim. Evet içtim kahve! "Uykuyu kaçırırmış, ne gam! Kaçan uyku olsun: Bu koku, bu tad, bu keyif kaçırılır mı?"  Bitti.  Şimdi anne sözü dinler gibi masum  gidip keçileri çitten atlatarak uyumayı deneyeceğim.
2012

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Kahve Molası - Ve Müzik Ve Kitap Ve Sevinmek



Az önce kahve molası verdim. Elimdeki kahveyi kokladım. Misss... Sırtımı koltuğa dayadım. Gözlerimi kapadım. Bilgisayarımdaki ses İspanyolca bir şarkı söylüyor. Nefiss... Anlamıyorum. İlla anlamam gerekmiyor diye düşünüyorum. Besame Mucho… Şarkıcı kendi tarzıyla söylüyor. Hoşlanıyorum. Kimbilir ne anlama geliyor? Bilmiyorum. Andrea Bocelli’nin sesinden müzik dinlemeyi seviyorum. Önümdeki pencere açık. Tatlı tatlı esen ılık bahar rüzgârı tülü sanki melodinin ritminde dalgalandırıyor.  Müzik anlamadığım şarkı sözleriyle kulağımdan  yüreğime doğru süzüldü. Başımı döndürüyor. Dinledikçe bu müzik, şu anda yaşadığım coğrafyadan bambaşka bir yere geçivermenin heyecanını içime dolduruyor. Seviniyorum.


Çalışma masamın üzerindeki kitapların kapak resimlerine bakıyorum. “Zarfa değil mazrufa bak” diyenlerden değilim.  Küçümseneceğimi bilsem bile suçluluk duymuyorum. Ne yapayım? Okumayı sevdiğimden beri güzel kabı olan kitaplara düşkünüm. Kitapçılarda kitaplardan önce kaplarını seyrediyorum. Bazıları o kadar çekici ki! Dokumak  istiyorum. Tutamıyorum kendimi… Elime alıyorum. Bilmediğim bir yüz gibi… Özenle hazırlanmış bir kitap kabı  yeni insanlar tanıyacağımı müjdeliyor… Seviniyorum.


Bu hafta benim için deneme kitapları şenliği oldu. Kitaplığı düzenlemeye çalışırken, son yıllarda sahaflardan ne kadar çok deneme kitabı toparladığımı farkettim. Edebiyat öncelikle  roman, öykü, şiir kitaplarını  akla getiriyor.  Ben öykücüyüm. Her türlü öykü kitabına gönül kapım sonuna kadar açık. Farklı yazarların öykülerini okumak, yeni öykü tatlarını keşfetmek beni cezbediyor. Şiir kitaplarını okumayı çok seviyorum. Büyüleyici bir dünya o… Hâlis edebiyat lezzeti veriyor. Roman ise edebiyatın daima temkinli araladığım bir alanı olmuştur. Romanı ziyadesiyle önemsiyorum. Gerçek romanın dehşet haz verdiğini çok iyi biliyorum. Bilmediğim her romana dalamam. Romanda seçiciyim.  Ama deneme kitaplarına var ya… Bayılırım. Kısmetime ne denk gelirse diyerek, kendimi bahtımın rüzgârına bırakabilirim. Deneme kitaplarında düşünmeden daldan dala konabilirim. Her türlü deneme kitabından bal alabilirim. Hercaiyim. 

Dün kitaplarımı toparlarken  Enis Batur’a ait kitaplarımın fazlalığı şaşırttı beni. Bencileyin birine Enis Batur’un yazdıkları anlaşılmaz hatta ulaşılmaz gelmeliydi. Galiba elime bir deneme kitabını aldığımda, Enis Batur’un birinci ligin en büyük takımının en mâhir oyuncularından biri olduğunu peşinen kabul ediyorum. Ben ise karşısında dostluk maçı yapan iyi bir Anadolu takımının çaylak, hevesli bir oyuncusu gibiyim. İtiraf etmeliyim ki sahada feci çalımlar atıyor bana. Feleğimi şaşırtıyor. Gene de onunla paslaşmayı seviyorum. Her yeni kitabını okuduğumda çalımlarını daha kolay aştığımı, paslaşmayı geliştirdiğimi hissediyorum. Seviniyorum.

Müzik, edebiyat… Yani sanat…  Herkes sanatçı olamaz. Kabul ediyorum. Sanat yapmak elimden gelmiyor. Gene de sanattan haz alabilen bir bünyeye sahip olduğum için Yaradan'a şükrediyorum. Sanat sayesinde duygularımın  sonsuz muhtelifliğini sezmek  insanlaştığımı düşündürüyor. Seviniyorum. Kahve molam bitti. İşe dönüyorum. 

18 Mart 2012 Pazar

Kulelere Caz Yapmak...


Kuleler her daim ilgimi cezbederler. Mesela Babil Kulesi'ni düşünsene...   Babil'in kelime anlamı gökyüzünün kapısı demekmiş. Efsaneye göre aslında bir vakitler dünyanın dili de sözü de birmiş. İnsanlar yeryüzü üzerinde başı göklere erişen bir kule bina etmişler.  Amaçları kendilerine nam yapmakmış. Bu durumu gören Tanrı "madem benimle boy ölçüşmeye kalktılar, o halde kendileri de anlaşamasınlar, dilleri farklı olsun, anlaşmaya varamasınlar" diye çok kalıcı bir ceza vermiş.


Günümüzde ise  dünyanın en yüksek binası Dubai'de inşa edilmiş.  Burj Dubai...  828 metre yüksekliğinde ve 160 katlı. Vay canına sayın seyirciler! Bu ne ihtişam bu ne haşmet böyle!..  Hey!.. Bu ve benzeri kule binaların inşaatında, günde 16 saat, 45- 50 derece sıcaklıkta, 200 dolara işçiler çalıştırıldığını  biliyor muydun? Kölelik kalktı deniyor ya... 1863 yılında Abraham Lincoln tarafından kölelik güya kaldırılmış hani... Nerdee? Güya yasalar önünde  bütün insanlar, renk, ırk, dil, din, cinsiyet ayırımı yapılmaksızın eşit... Keşke... Peki, mesela bu kulelerin yapımında çalıştırılan işçilerin vaziyeti nedir böyle? Meğer bu durumlara gizli kölelik deniyormuş. Göçmen işçiler, Körfez ülkelerinin vatandaşlarının tercih etmediği ağır işlerde, iş güvencesi olmadan, aşağılanarak, feci şartlarla çalıştırılıyormuş. Ne dersin?  Kuleler uzadıkça, gökyüzüne ulaşma çabası arttıkça, insanlar birbirlerini daha mı anlamaz oluyorlar? Acaba eski rivayetlere inanmak mı gerekiyor? Günümüzde insanların, halen birbiriyle bir türlü anlaşmayı becerememeleri, sürekli savaş, kavga, psikolojik ya da fiziksel şiddet vaziyetleri,  kendi cennetlerini başkalarının hayatlarını cehenneme çevirerek inşa etmeleri yoksa bu sebeple mi? Şimdi bunlar aklıma gelince, canım nasıl Luis Amstrong dinlemek istedi anlatamam. İnsan denilen yaratığın bunca kötülüklerini, bunca zalimliklerini, bir nebze olsun ne unutturabilir?  Sanat elbette... Zencilerin ne hüzünlü şarkıları vardır. Bir nevi ağıt... Caz... Hüznün müziği... Karaderili acısını bir şarkısında anlatırken, umudunu yitirmeden şöyle demiş... "Ve rüzgâr yön değiştirecek, hüznü üfleyip götürecek."  Aynı dileğe katılıp, hüzünlü bir müziği, yaşam şevki veren fotoğrafına bakarak Luis Amstrongtan dinlemeye ne dersin? Buyrunuz...  20. yüzyılın en büyük caz ustası söylüyor... La  vie en rose!

12 Şubat 2012 Pazar

"Uyku Kaçırırmış, Ne Gam!"


Haydi bakalım. Bütün gün o kadar kahve içersem.. Gördün mü şimdi uykum kaçtı işte! Gece gece... Vampirella gibi oturuyorum bööyle. Ne yapabilirim? Sabahtan itibaren  koştur babam koştur. Nedir bu? "Başkaları için mi geldim dünyaya" dedim. Yooo... İntihar etmedim de onun yerine hışımla  bir kafeye girdim. "Kahve!" dedim. "Lütfen acil bir kahvee!" Enis Batur der ya hani... "Keyiflerim zehirlerimdir." şiarıyla... Evet itiraf ediyorum... Kahveye kul olmuş biriyim.  Kahvenin kokusuna bile delirebilirim. Zaten tiryaki meşrepliyim. İlaveten abartma sanatında şöhret sahibiyim. Tiryakilik ve abartma bir araya gelince... Müptelalığın daniskası oluyor böyle! Ne yapabilirim? Dikkatini çekti mi bilmiyorum... Şu yukarıdaki fotoğrafta masanın üzerindeki kitabımın yanında kahve yok. Neden? Sipariş verdiğim kahve bir türlü getirilmedi de o yüzden. Yoo.. Garsona tam seslenecek, "Sizin kahve Yemen'den mi geliyor?" diyecektim demesine... Ama... Aklıma  Enis Batur'un "Kahverengi tanede saklanan keyif" başlıklı  yazısı geldi.  Enis Batur sanırım fi tarihinde Paris'te kahve içmek için girdiği ünlü bir kafede, fincanın yanına iliştirilen küçümen şeker paketinin üzerinde "ilk kahvehane 1554'te İstanbul'da açılmıştır." yazısını görünce şaşırmış. Meğer kahve Yemen'deki kahveheneden gelmezmiş görüyor musun? Pekiii... Kahvenin nasıl bulunduğunu biliyor musun? Hani çok eski zamanlarda bir çoban tuhaf davranışlar gösteren, uyumaları gerekirken geceleri  aşırı hareketlenen keçilerin bu davranışlarının sebebini merak etmişte gün boyu gözlemiş ya keçileri.  Sonra keçilerin bir kısmının bodur ağaçların tanelerini yedikten sonra aşırı hareketlendiğini anlamış.  İşte bende yorgunluk kahvesi niyetiyle başladım sabahtan itibaren kahve içmeye... Önce geç geldi diye kesmedi beni. Üst üste iki Türk kahvesi içtim. Bööyle serum niyetine kana karıştı tabii. Sonra  yemekten sonra kahve içilmez mi? İçilir elbette. Bir ekspresso içtim. Öğleden sonra eve döndüğümde bir iki neskafe içmiş olabilir miyim?  Bilemiyorum. Kendimi kahvenin esaretine kaptırmış olabilirim. Tamam... Yazıma Enis Batur'un cümleleriyle son vereceğim. Evet içtim kahve! "Uykuyu kaçırırmış, ne gam! Kaçan uyku olsun: Bu koku, bu tad, bu keyif kaçırılır mı?"  Bitti.  Şimdi anne sözü dinler gibi masum  gidip keçileri çitten atlatarak uyumayı deneyeceğim.


 24.03.2011

24 Ocak 2012 Salı

Yeni Bir Kitabı Okumak İçin Merak Kışkırtma Vaziyetlerim.

 

Puslu bir geceydi. Uykum kaçmıştı. Kalkmıştım yatağımdan... Pencerenin yanına gitmiştim. Ellerimi  mermer pervaza, burnumu cama dayamıştım.  Karanlıkta bir süre dışarıyı seyretmiştim. Gün boyu hiç durmak bilmeyen yağmur dinmişti. Bir İsmet Özel şiiri aklıma gelmişti. Hatırlarım ama hiç bir şiiri hafızama yerleştirmeyi beceremem ya... Bilgisayarı açtım. Şiiri elimle koymuş gibi buldum. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir... kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa... yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir." Ne hoş, ne mucizevi bir şiirdir. Masanın üzerinde Enis Batur'u Öldürmek adlı bir kitap duruyordu. Günlerdir bilgisayarımın gölgesinde  demleniyordu. Henüz okumamıştım. Yazarı İsmail Pelit'ti. Tanımıyordum. Kitabı Enis Batur'la ilgiliydi ya ne anlattığını merak ediyordum. Ben Enis Batur'cu biriyim. Beni zorluyacağını bilsem bile Enis Batur'un  kitaplarını severim. Enis Batur'un külliyatıyla  ilgili elime geçen her kitabı okurum. Bu kitabı Enis Batur değil bir okuru İsmail Pelit  yazmıştıBir okur, sevdiği yazarı neden ölürmek ister peki?  İsmail Pelit, Enis Batur'un o kendine has şiirlerini okumuştu da, "Anlam şairin karnında" diye bir söz vardır ya... Acaba şairin şiirlerini anlamak maksadıyla karnına bir bıçak saplamakta mı sakınca görmemişti? Oscar Wilde dememiş miydi? "herkes öldürebilir sevdiğini... kimi bir bakışıyla yapar bunu...  kimi dalkavukça sözlerle...  korkaklar öpücük ile öldürür... yürekliler kılıç darbeleriyle” İsmet Pelit kelimelerle öldürmeye niyetlenmişti belki.


Masanın yanındaki kitaplığa uzandım. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabını elime aldım. 55. sayfasındaki Ölümlülük Üzerine Bir Deneme adlı yazısını okumaya başladım. Enis Batur yazısına "Hayatımın geniş bölümü ölüm korkusu içinde geçti." diye başlıyordu. İlk paragrafı "Ölümü düşünmeden geçirdiğim gün neredeyse yoktur." diye bitiriyordu. Belli bir yaş eşiği aşıldığında hastalık korkusu çıkagelir ya... Enis Batur'a da aynısı mıhlanmış olabilir mi? Sonra ölüm çeşitlerini sıralıyor... "Kazada, doğal afetle ölebilirim" diyor... Sonra dikkatini çekerim, şöyle devam ediyor... "Biri(leri) tarafından öldürülebilirim." Şaşırtıcı... Okuru İsmail Pelit, Enis Batur'un bu korkusunu bilmiş miydi? Acaba Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabında ne anlatmak istemişti? Gecenin puslu saatinde aklımdan bunları geçiriyorum. Çünkü bir kitabı okumadan önce merakımı iyice iştahlandırmak hevesi güdüyorum. Kitap kapağına bakıyorum.  "Acaba kitabının ismini yazarken Batur'un a'sının, Öldürmek'in e sinin altını neden çizmiş?" diye düşünüyorum. Enis Batur yazısının devamında "Doğduğunda öleceğini bilmez insan; "ölüm" öğrendiği kaçıncı kelime olur, "fikir"le kaç yaşında tanışır, ergeç ölüm gerçekliğine toslar." diyor. "Ölümlü Dünya" tamlamasına bayılıyor Enis Batur. "Ölümlü İnsan, hayatın kendisiyle sınırlı olduğunu fütursuzca ilân ediyor o arabesk ifadede: Ben yoksam, olmayacaksam artık Dünya'da, Kosmoz da sırra kadem basar." diyor. Enis Batur'un Hâneberduş adlı kitabındaki Ölümsüzlük Üzerine Deneme adlı yazısına geçiyorum. Fan Sendromunu yazdığı cümlelelerinde geziniyorum. Hiçbir tanışıklık  olmadığı halde bir ölümün arkasından kitlenin cinnetli yası. Sevdiği bir yazarın, şarkıcının, düşünürün öldüğünü kabullenmeyen, bir tek gün çıplak gözle görmedikleri birinin anısını yaşatmayı hayatlarının tek amacına dönüştürebilen insanlar... Enis Batur, bir insanın tek yaşama gerekçesinin bir başka insanın varolmasıyla ilinti olması ne kadar marazi bulunuyorsa, bir insanın yaşamını sürdürmeme gerekçesinin bir başkasının yok olması'na bağlanması farklı bir koşul diyor. Enis Batur'un yazdıkları, okuru İsmail Pelit'in yazdığı Enis Batur'u Öldürmek adlı kitabı okumam için beni kışkırtıyor. İlgimi öldürmüyor. Bilakis diri tutuyor. Kitabı açıyorum. Enis Batur'un "in memoriam a.t" adlı şiiriyle başlıyor... "alıştırmıştık ölümüne kendimizi... nasıl alışabilirdi ölüme... bunu henüz bilmiyorduk belki... ama bir ses "yakın" diyordu içimizde... sonra gazeteyi açıp bir sabah öğrenecektik-... olması beklenen olmuştu..." Kitabın kapağını kapattım. Yerimden usulca kalktım. Ellerimi mermer pervaza, yüzümü cama dayadım. Dışarıyı seyrettim. Gün ağarmak üzereydi. Yağmur dinmişti. Sokak lambası ışığı altındaki yol, billûr bir kadeh görünümündeydi. O an Enis Batur'u unuttum. Nasılsa hafızamda kalan, iki dizeyi okudum... "yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...  o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."

16 Eylül 2011 Cuma

"Kafalı" Deyimlerle İstanbul Sahaflar Festivali


İstanbul'a gitmeyi "kafaya koymuştum" bir kere. Mutlaka gidecektim. Gitmezsem "kafayı üşütebilirdim". Yoksa ne yapardım, derdimi kime yanardım? Neylerdim, bu şehri ateşe mi vereydim? Öyle bir "kafayı takmıştım" yani öyle böyle değil! Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş aradım. Bulamadım. Hiiççç  “kafamı yormadım”… Hiçç dert etmedim. Ne olacak ki? Kendimi taktım koluma… Gittim Sahaflar Festivali’ne koşa koşa… Hem de eteklerim zil çala çala!.. Ben ilk kez geçen yıl gitmiştim Sahaflar Festivali’ne. İşte burada...


Bu kez “kafamı işletmeliydim.” Yoksa o kadar kitap arasında… Hem de o cayır cayır sıcak havada… “Kafayı yiyebilirdim.” Kendimle “kafa kafaya verdim.” Kitaplarını seçeceğim yazar isimlerini belirledim. Son günlerde deneme kitaplarıyla fazlasıyla haşır neşirdim. Deneme kitaplarının edebiyatın üvey evladı olduğunu söyleyenler çıkabilir. Ben böyle lakırdılar edenlerle “aynı kafada” değilim. Tamam. Romanın şanı büyüktür. Öykü ise çoğunlukla “kafa dengi” bir arkadaş gibidir. Hımm… Ya o güzeller güzeli “kafa kışkırtıcı” şiir? Şiir için kim fena bir şey söyleyebilir? Ama deneme kitapları deyince… Okurların çoğu “kafa çevirir.” Ne fena! Ben onu bunu bilmem. Deneme kitaplarını çok ama çok severim. Deneme kitapları “kafa açıcıdır” bir kere… Okurun ufkunu daldan dala gezdirir. Öyle bilgiçlikte taslamaz. Sanki muhabbet ediyormuşsun gibi bir his verir.



Hazırladığım listede şu yazarların ismi vardı. Oktay Akbal’ın epeyce deneme kitabını edinmiştim. Bulabileceğim bende olmayan kitaplarını aramaya karar verdim. Salah Birsel’in üç kitabı vardı bende. Ve onun dilinin hastasıyım. Nasıl eğlendiricidir anlatamam. Miskin ruhları uyandırır. Melih Cevdet Anday’ın Rahatı Kaçan Ağaç adlı şiirini bilir misin? O şiirdeki gibi insanın “kafasını üşüttürebilir.”  Rahatını fena halde kaçırır. Ben bunu daha önce nasıl düşünmedim, dedirtir.  “Kafasını ters döndürür.”  Yüreğini sattırır. “Ah benim suratı asık ve öfkeye binmiş koçlarım! Kime ve neyi anlatmalı? Bütün sanatçılar bunu yapıyor. Size yaşamından bir şeyler dağıtmaya, kara bağırlarından bir şeyi bölüştürmeye çalışan sanatçıların kaba etine sunturlu bir tekme indirmek için köşelerde bekliyorsunuz.” Der mesela… “Ne bileyim, belki sizin de hakkınız var. O kadar pusarık, o kadar gıldır guldur, o kadar ölümü çok günler yaşıyoruz ki kimseler edebiyata kulak asmıyor. Kulak kesilen küçük bir azınlık ise şiirde şiirden başka, romanda romandan başka, denemede denemeden başka bir şey arıyor.” diye cümlelerini sürdürür. 

 
Sonra Ferit Edgü… Ben bu yaşıma kadar bir tane bile Ferit Edgü kitabı okumadığımı yeni fark ettim. Dün deneme kitapları arasında satın aldığım bir kısa romanı vardı. Hakkari’de Bir Mevsim. Sahaflar Festivali’nden sonra bir kahveye oturmuş aldığım kitapları karıştırıyordum. Hakkari’de Bir Mevsim’i ben bir başladım okumaya… Allahım "kafayı üşütecektim!"  Daha önce nasıl okumamışım bu kitabı? Üstelik 1984 Berlin Film Festivali’nde dört ödül alan aynı isimde bir filme de uyarlanmış. Ben bu şiir gibi, rüya gibi, hayal gibi romanı dün o oturduğum kahvede okuyup bitirdim. Memleketimin her ölümlü insanının illa okuması gerek bu kitabı. Ya deneme kitapları… Anlatmak mümkün değil. Uzatmayayım. Bir iki şiir kitabı, bir iki roman, bir iki sinema kitabı, bir iki çizgi roman dışında, ayırdığım bütçemin yettiğince, bolca pazarlık yaparak, Enis Batur'dan, Füsun Akatlı'ya, Mehmet Fuat'tan Melih Cevdet Anday'a... Epeyce deneme kitapları satın aldım. Sırt çantam tıka basa doldu. Cebimde mangırım kalmayınca...  Birdenbire "Kafama dank" etti... Arabamı çok uzağa park etmiştim. Ben taksiye nasıl para verecektim.? Sonra midemin zilleri "açııımmm" diye çalıyordu. İzmit'e aç açına mı dönecektim? "Kafamda bir ışık çaktı." Ne olacak? Marş marş tabanvay, dedim. Üç beş mangırımla da Metin Üstündağ usulü çay içtim. Kız belli bardakta. Kavradım şöyle bir bardağı ince belinden avucumla... Tabağına koymadım. Kokusu aklımı aldı.  Hakkari'de Bir Mevsim'i bitirdim. "Tazeler misin usta, benimki demli olsun lütfen.." dedim. Ben... Biz... Yazarlarla aynı bardakta çay gibiydik.Tanrım, bu coşku beni terk etmesin.