“Gel bu akşam misafirim ol. İki şiir atalım. Ben de ayıptır söylemesi klarnetle bir hicaz geçerim. Ah!.. Vapurlar iskeleye yanaşıp kalkar. Bööyle motör sesleri dinleyelim. Balıklar ağlarken bir of ülen offf çekelim.”
İster
inanın ister inanmayın… Hiç duraksamadan… Ve takır takır… Bu Sadri Alışık
tadında lakırtılar eden bendim. Yooo… Bakmayın böyle çatır çatır yazdığıma.
Misal sizinle karşı karşıya gelsek var ya… İki lafı bir hizaya getiremeyeceğim
gibi, mahcubiyetimden ya dilim tutulur ya da kekeleyebilirim. Öyle heyecanlı ve
utangaç bir bünyeye sahibim.
İyi
ama ne diyordum ben Allahaşkına? Mühimi kiminle muhabbet ediyor, kimi ikna
etmeye debeleniyordum. Ortada sebebini bilmediğim bir matem havası vardı. Ben
ise hüzünlü ama sakin görünüyordum. İyi de neler oluyordu? Vaziyetime anlam
veremiyordum. Buraya üç soru yazdım ama… Ohooo… Kendimi onlarca gerekli
gereksiz sorularla fiştekliyordum. Hayır, eğer bir Türk filmi çekimi varsa,
kamera niye hep benim suratımı zumlamaktaydı ki? Arada ucunu döndüreydi ya
etrafa… Kiminle konuştuğumu fena halde merak etmekteydim. Hey!.. Elbette ya…
Demek ki sonuna gelmiştim. Az sonra filmin esrarengiz jönü görünecekti belki.
Ne bileyim? Sanırım bu sürpriz dolu final bozulsun istemedim. Zihnimin içinde
ters takla atan soruları bir hışımla susturuverdim. Akabinde içime hicranlı bir
bakış sarkıtıverdim.
Yüzlerce
film seyretmiştim. Hayat bir sahne demezler miydi? Demeki şimdi sıra bendeydi.
Belki kendi kendime oynadığım oyunlardan birinin baş rolündeydim. Hal
böyleyken, elbette bazı filmlerde gördüğüm, o cafcaflı kıptiyoz dümbeleklerin
koftiden rol kesmeleri gibi hareket etmeyecektim. Madem matem vardı ortalıkta.
Şakkadanak yerli yerine oturacak, en bi kral kasımpatı demeti tadında sinema
repliklerinden söyleyecektim. İnanamıyordum kendime. Nasıl olduysa o replikleri
hatırlamıştım işte.
“Madem
ki hepimiz günün birinde çekip gideceğiz. O halde bunca matem, bunca kahır
niçin? Hayat demek ölümü beklemek demektir. Az çok hepimiz denizi, yıldızları,
ağaçları, işte falanları filanları göreceğiz. Bir çok şeyin tadına bakacağız.
Sonra da ister istemez “gidiyorum elveda” şarkısını söyleyeceğiz. Öyleyse
gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun.” deyiverdim.
Kamera
halen benim suratımı zumlamaktaydı. Sanırım içimdeki diğer ben, lakırtılarımdan
hoşlanmadı. Beni küçümser gibi bir bakış attı. Zoruma mı gitti ne? Şah
damarımın tıkır tıkır attığını hissettim. Gene de ortalık iyice duman olmasın
diye tebessüm etmeyi ihmal etmedim. Aklıma gelen ilk film repliğini,
samimiyetle söyledim:
“Sen
bakma fotoğrafımıza, içimize bak. Ama görebilirsen. Bizde yalan yok.” deyiverdim.
Gözlerimi
açtım. Televizyonun karşısındaki koltukta, ana rahmindeki bebek gibi
yatmaktaydım. Alt yazı geçiyordu. “Oktay Akbal vefat etti. Ailesinin,
dostlarının, tüm sevenlerinin başı sağolsun.” diye yazıyordu. Doğrulup oturdum.
Ruhuna rahmet gönderdim. Kitaplıktan Önce Ekmekler Bozuldu adlı hikaye kitabını
buldum.
"Önce
ekmekler bozuldu, sonra herşey. Çünkü dünyada savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı."
Vapurlar
iskeleye yanaşıp kalktı. Motor sesleri kulağımda çınladı. Balıkların
ağlamalarını işittim. Gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun dedim. Oktay
Akbal'ın kitabında altını çizdiğim cümleleri teker teker okumaya başladım.
"Bu
dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zararı yok,
gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden
öğrensin. Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor...
Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın
iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları
seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. Herşey
ekmekle başladı, ekmekle bitecek."
not-
yazıda türk filmleri repliklerini kullandım.
çizim- şenol bezci
yazıda türk filmleri repliklerini kullandım.
çizim- şenol bezci