31 Mayıs 2009 Pazar

Füsun Önal - Senden Başka

Çok eski günlerdi. Epeyce ufaktım bu günlere göre tabi. Ya orta birdeyim yada iki. Radyo günleri çocuğuğum ben.En sevdiğim radyo programı Orhan Boran ve Yuki. Daha televizyon her evde yoktu ki. Üst kat komşumuz amca bir astsubay. Denizci. Siyah beyaz televizyon getirmiş, bir deniz aşırı memleketten evlerine... Tatlı cadı Sementa veya varsa o gece Arsen Lüpen, evden kaçıyorum Zerrinler'e. Üst kat komşumuzun kızı Zerrin, yaşı da bana yakın, bu dizi filmleri seyrediyoruz birlikte. Uzaktan kumanda var mı ki, nerdeee? Ses açılıp kısılacağı vakit bakıyoruz birbirimize, diyoruz 'Eee, haydi şimdi sıra sende!' Annem az sonra farkedecek evde olmadığımı, kızacak bana biliyorum. Diyecek ' Gene mi kaçtın, gene mi?' Evet, gene. Ne var yani? Dövsün isterse valla, ben bayılıyorum televizyona. O zamanlar ergenlik var ya serde, işime gelince annemi dinlerim, gelmeyince kafamın dikine giderim modundaydım herhalde.

Bugün köyümden giderken İzmit'e, Göksel'in son cd'sini dinliyordum. Bir şarkı söylemeye başladı eskilerden. Aaa! Bunu ben çok iyi biliyorum. Kim söylüyordu düşünüyorum. 'Benden sorsan ummanlardı derdim, Hani gözlerin var ya, Bülbülleri susturup dinlerdim, Tatlı Sözlerin var ya, Bir ilk bahar yağmuruydu sanki, Ardından güneş açar ya' diye başlayıp, ıslıklarla devam eden bu şahane şarkıyı kim söylerdi? Buldum. Füsün Önal! Bayılırdım hem bu şarkıya hem de Füsün Önal'a... Mini etekler giyerdi, sarı bukleli saçlarını sallaya sallaya ne güzel dans ederdi! Off! Ne günlerdi? Birden o günlere ışınlandım oturduğum yerde. Dayımlar Almanya'da yaşardı. Her yaz memlekete geldiklerinde ailece bizde kalırlardı. Üç kuzenim var yaşlarımız yakın... Adları Jale, Hale, Lale... Valla doğru söylüyorum. Şaka sanmayın sakın!İlk teyp ve kasetleri dayım Almanya'dan getirdiğinde, kuş olup uçacağım sanmıştım...Demiştim' Beni tutun, şimdi sevinçten kanatlanacağım!' İşte biz dört kız bir araya geldiğimizde, hele kimse yoksa evde, takıp takıştırırdık. Füsün Önal'a eşlik eder, çılgınca dans ederdik. Yorulunca iyice, ne yapalım şimdi diye birbirimize bakardık...O zaman işte, bu şarkıyı söyler, kendi sesimizi kasede kaydederdik. Jale'nin sesi güzeldi. Şarkıyı Jale söylerdi. Biz de nakarat kısmını tekrarlar, vokal yapardık... Bakın şöyle: ' Senden başka, senden başka Gözüm görmez hiç kimseyi Senden başka, senden başka Duyamam ben hiç kimseyi' Ah, ne günlerdi? Şimdi bugün araba kullanırken dinliyordum ya, yoldan geçenlere aldırmadan, bağıra bağıra bu şarkıyı söyledim gene. Şaşırdım. Yıllar geçtiği halde üzerinden, unutmamışım. Hatta bir ara bir elimi çektim direksiyondan, iki parmağımı ağzıma sokup, ıslık çaldım kimseye aldırmadan!Üüüffft! Üüüüfffff! Üüüüüüfffff!

İnsan Hangi Sesleri Duyar

İnsan yeterince kulak kabartırsa, daha önce duymadığı uzak sesleri de duyabilir.

-Çığlık çığlığa dönen binlerce kuşu,
-Vedalaşmak için sallanan bir mendili,
-Rüzgarda savrulan kurumuş ağaçları,
-Bir gülümsemenin sesini duyabilir insan isterse,bir bakışın,bir yıldızın sesini,
-Kabuk bağlayışı bir yaranın,
-Mahçup mahçup uyanışını dalda çiçeklenen bir mevsimin,
-Bir zamanlar burada yaşamış,çoktan göçüp gitmiş herkesin öyküsünü anlatan yağmuru,
-Yitip gitmiş her şeyi sarıp sarmalayan sessizliğin sesini bile,
-Yüreğin dört bir yanında açılıp kapanan,çarpan kapıları,
-Sözcüklerin umutsuz suskunluğunda insan,hayatı boydan boya bir ağ gibi kuşatan o nabız atışını duyabilir.
-Adları,öyküleri,zamanı anlatan sesi...
-Saatlerce yağdığı halde,ancak kesildiğinde yağmuru farketmesi gibi,son bir kaç damlayla insan,sessizliği öğreten bütün sesleri duyabilir.
(Aslı Erdoğan'ın Hayatın Sessizliğinde kitabından)
-

Aslı Erdoğan - Hastahane Günleri Yoldaşlığı

Türk Edebiyatında kadın yazarları düşününce, ilk aklıma gelen Halide Edip Adıvar'dır. 1950 li yıllar. Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye okullarda edebiyat dersinde öğrendiğimiz romalarıdır yazarın. Sonra 1960 lı yılları düşündüğümde, Nezihe Meriç ve Leyla Erbil'i düşünürüm. Nezihe Meriç'in Bozbulanık adlı kitabını, kimi zaman aklıma geldikçe karıştırırım. Ama asıl kadın yazarların sayısı 1970'lerden sonra artmaya başlar. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Fürüzan, Tomris Uyar, Pınar Kür, Bilgesu Erenus, İnci Aral ve diğer kadın yazarlar... Ama galiba benim kahraman yazarlarım 1980'ler sonrası kitapları çıkan edebiyatçılar. Kim bunlar? Fantastik ve masalsı öğeleri kullanan yazarlar tabi... Latife Tekin, Buket Uzuner, Nazlı Eray. 1990'lara geldiğimde de iki yazarın hemen hemen bütün kitaplarını okumuşumdur. Biri Aslı Erdoğan, diğeri Elif Şafak.

Bu sabah nedense çok erken uyandım. Kitaplığıma bir göz attım. Aslı Erdoğan'ın kitaplarıyla karşılaştım. Uzun zamandır almamıştım elime. Çıkardım kitapları yerlerinden. Koltuğa oturdum. Kitapları sehpanın üstüne dizdim birer birer... Mucizevi Mandarin, Kabuk Adam, Hayatın Sessizliğinde, Kırmızı Pelerinli Kent. Yeni bir kitap aldığımda, nerede ve hangi tarihte okuyorsam mutlaka yazarım kitabın ilk sayfasına. Bu kitaplara da yazmışım. Mucizevi Mandarin'i Mayıs 2005'de okumuşum. Şöyle bir karıştırdım kitabı. Gene ilgimi çeken cümlelerin altını çizmişim. En son sayfaya da günlük gibi bir şeyler karalamışım. Okudum. "Annem birden iyileşmeye başladı. Allahım şaşırt beni!..Mucizelerini göster! Annem konuşuyor. Ayaklarım yere değmiyor. Uçuyorum! Dünyamıza hoşgeldin ANNE!" diye yazmışım. Diğer kitaplarda da buna benzer notlar var. Demek ki annem hastahanede yatarken, yanında kaldığım zamanlar Aslı Erdoğan'ın kitaplarını okumuşum.

Mucizevi Mandarin, aynı adlı kitaptaki kısa ama yürek yakan öykülerden biri. Çinli mandarin'in hikayesini duymuş mudunuz daha önce? Bu aslında eski bir Çin efsanesiymiş. Yaşlı ve çirkin bir Çinli mandarin, birlikte olduğu kadının ihanetiyle soyguncuların saldırısına uğrar. Ne kadar vururlarsa vursunlar, doğaüstü bir şekilde aldığı darbeler Çinli Mandarin'in bedeninde hiç yara açmamaktadır. En keskin bıçak ve kılıç bile bir şey yapmıyormuş mandarine. Sonunda soyguncular korkup kaçmışlar. Çinli mandarin hiç yara almadan kurtulmuş bu haydutlardan. Dövüşü izleyen kadın, mandarinin bu mucizevi gücünden etkilenmiş. Bu kez hayranlık ve aşkla mandarinle ilgilenmiş. Gelgelelim kadının her dokunuşu ve güzel sözüyle bedeninde yeni bir yara beliriyormuş. Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene kadar bu yaralar gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarında yığılmış, ölmüş. Bu öykü kitabın en etkili bölümlerinden biri. Sonra kitabın bir yerinde hatırlıyorum. Bir gözünü kaybeden kadın anlatıcı, hayatında kolay ağlamadığından söz edecektir. Memleketten uzaktadır. Yalnızdır. Hastalığı vardır. Otobüste annesiyle yanyana oturan bir kız çocuğu ile göz göze gelir. Küçük kız gözü sarılı olduğu için acır anlatıcıya. Minik eliyle dokunur koluna. Sonra arabadan iner annesiyle. Öyküdeki kahraman bu dokunuştan sonra katıla katıla ağladığını yazar.Kimi zaman küçük bir şefkat gösterisi insanın içindeki yaraları ortaya çıkarabilir.
Madem sabah sabah yıllardır durdukları yerlerinden aldım bu kitapları elime... Fransız edebiyat dergisi Lire'in "21. yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak 50 yazar" arasında gösterdiği Aslı Erdoğan'ın, hastahane günlerimde bana yoldaşlık eden kitaplarıyla tekrar ilgilenme vaktim gelmiş demek ki!

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Kağıttan Dünyaların Keşfi-1.Kocaeli Kitap Fuarı

Doğma büyüme İzmit'li olunca, şehrimde olan her türlü güzellik kanatlandırıp uçuruyor adeta beni. Bugün İzmit'teki İnterteks Fuar Merkezi'nde, 1. Kocaeli Kitap Fuarı açılışı vardı. "Sizleri hayal dünyasına taşıyacak kağıttan gemiler, körfez kıyılarına demirliyor. 30 Mayıs - 07 Haziran 2009 tarihleri arasında Kocaeli 1. Kitap fuarının ilki kapılarını açıyor. Her yıl düzenlenmesi planlanan fuarın bu sene seçkin yazarların ve yüze yakın yayınevinin katılımıyla hayata gözlerini açıyor." diye yazmışlar tanıtım broşürlerine. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'nin girişimi ile "Kağıtttan Dünyaların Keşfi" sloganıyla yola çıkmışlar. Ben de bugün kısa bir süre bu kağıttan gemide gönüllü yolcu oldum.

Fuara girer girmez danışma masasına uğradım ve programı aldım. Katılımcı firmalara baktım. Konferans salonu programları, günlere ve saatlere göre ayarlanmış. Mesela,ben gelmeden önce, sabah Prof.Dr.İlber Ortaylı'nın bir konferansı varmış. Bu sabah İstanbul'da olduğum için kaçırdım. Bu programını inceleyip, illa ki kendime uygun bir kaç konferansa katılacağım. Ne kadar hafta içi çalışıyor olsam da, İzmit'te yapılmakta olan ve ayağımıza kadar gelen bu fırsatları değerlendirmemiz gerekiyor.

Ayrıca katılımcıların fazla olması, bu işleri düzenleyen birimlere cesaret verecektir. Sonra beklentilerimizi, daha kimleri şehrimizde görmek istediğimiz de anlatmalıyız ki bir sonra yapılacak fuar bizim isteklerimiz doğrultusunda yapılsın öyle değil mi? Sahiplenmeliyiz şehrimizde yapılan güzellikleri...Bakmayın benim çektiğim fotoğraflara... İlk gün olmasına rağmen oldukça kalabalıktı.

Burası 8000m2 lik bir fuar alanı. Her katılımcı kuruma, stand yeri gibi alt yapı hizmetlerini Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tamamen ücretsiz olarak sağlamış. Bu kültür hizmeti için Başkanı kutlamak lazım. Şimdi bu kağıttan dünyaları keşfetmenin zamanı... Bu keşif yolculuğuna ben katılacağım... Umarım tüm İzmit'liler ve çevre illerdeki kitap severler de ilgi gösterirler. Şehrimiz ve kitap severler için bulunmaz bir fırsat bu!

29 Mayıs 2009 Cuma

Pizza Yemek İstersen Doğru Sopranos'a!

İzmit'te yeni ve orijinal yerlerin açılmasından okadar memnuniyet duyuyorum ki anlatamam. Dün Yahya Kaptan taraflarındaydım. Soprano's diye bir restaurant gözüme çarptı. Kırmızı pötikareli perdeleriyle hoş görünüyordu. Buraya gelip, bakmalıyım,pizzasını tatmalıyım diye düşündüm. Cuma akşamı, iş çıkışı şöyle dışarda yiyip, muhabbet etsek deyince, Sopranos'a gitmeyi teklif ettim.

Yahya Kaptan Mahallesine, Mehmet Ali Paşa tarafından giriş yapıp,ilk sola döneceksin. O ara sokağa devam edersen, otogara çıkarır seni. Çıkma sokağın sonuna kadar.Soluna bakarak yola devam edince, göreceksin Sopranos'u. Çok sevimli bir restaurant. Minik masalar, duvarlarda New York'la ve genelde Amerika'ya ait fotoğraflar. Kırmızı ve yeşil renkler. Herşeyin özenilerek hazırlandığı belli. Sopranos'un sahibi Haluk Erkal İzmit'liymiş. Biraz muhabbet ettik kendisiyle. New York Fairleigh Dicenson Üniversitesi İşletme Bölümünü bitirmiş. New Jersey'de uzun yıllar yaşamış. Babası vefat edince ve evin tek oğlu olunca, İzmit'e dönmesi gerekmiş. Çok mahir bir aşçısı var. Sezgin Usta da patronu gibi Amerika'dan yeni dönmüş. Onun hikayesi farklı. Denizci olarak gidiş o gidiş Amerika'ya. Sonra beş yıl dönmemiş. Fırıncılık ve pizzacılık yapmış. Şimdi kader onların yollarını Sopranos'ta birleştirmiş.

Peki, neden Sopranos? Sopranos bir Amerikan TV dizisi. 2000'li yıllarda, New Jersey'de yaşayan İtalyan-Amerikan bir mafya ailesinin yaşantısını konu alan dizi, hem tüm zamanların en iyi TV dizilerinden biri olarak kabul ediliyormuş hem de bir çok dalda Emmy ve Altın Küre ödülleri kazanmış. Bizde de TV de yayınlanmış. Duymuştum ama hiç seyretmedim. Haluk Erkal'da New Jersey'de yaşadığı için, film genelde yaşadığı mahallede çekilmiş. Seviyormuş diziyi. Memlekete dönüp, bir pizzacı açmaya karar verince, isim olarak Sopranos neden olmasın diye düşünmüş. İyi ki böyle bir pizzacımız var artık. Fiyatları makul, samimi ve güzleryüzlü servis, otopark sorunu yok arabanı hemen önüne bırakabiliyorsun...Eee! daha ne olsun, öyle değil mi? Canımız pizza istediğinde, bundan sonra yönümüz Sopranos'a doğru olsun!
SOPRANOS
Yahya Kaptan Mah.
Şehit Ergün Köcü Sokak
No:25 Yahyakaptan/İzmit
Tel: 0 262 3112520

Edebi Bilmeceler

1- Gizemli, sıra dışı, neredeyse tılsımlı.Ama aynı zamanda doğaüstü, akıldışı, hatta ürpertici. Tıpkı aşk gibi! Bu nedir?

2-"Acı güçlendiği vakit, göğsümle midem arasındaki boşluğa hemen yayılırdı. O zaman gövdenin yalnız sol alt kısmında kalmaz, sağa da geçerdi. Sanki içime bir tornavida yada kızgın bir demir sokulmuş içeriden kanırtılıyormuş hissine kapılırdım. Sanki midemden başlatayarak bütün karnımda keskin asitli sıvılar birikiyordu, sanki yakıcı ve yapışkan küçük deniz yıldızları iç organıma yapışıyordu. Şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı,alnıma, enseme,sırtıma, hayallerime,her yerime vurur,beni boğar gibi sıkıştırırdı....Acı bazen boğazıma kadar çıkar,yutkunmamı zorlaştırır, bazan sırtıma, omuzlarıma, kollarıma yayılırdı. Ama her zaman asıl midemdeydi, merkezi orasıydı." Bu ne acısıdır?

3- "Tarifi mümkün olmayan bir güzellik. Ne rengi bellidir,ne tadı, ne kokusu,ne de biçimi. Onu değerli kılan da tarif edilmez oluşudur zaten. " Bu nedir?

4-" Havanın karanlık, çevrenin de nekadar ıssız olduğunu farketti birden. Nedense tedirgin oldu. Adımlarını hızlandırdı.Anlamsız ürpertisini bastırmaya çalıştı. Bir an evvel eve girip kapısını kilitlemek istiyordu. Çevresinde hiç kimse görünmemesine rağmen,içinde izlendiğine dair bir his doğmuştu. " Bu his nedir?

5-"Onda Halit Ziya'nın Nihal'inden, Vecihi Bey'in Mehcure'sinden, Şövalye Büridan'ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra'dan,hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim, Peygamber Muhammed'in annesi Amine hatun'dan birer parça vardı. O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir mizacıydı." Bu kimdir?

6-"Taş binalar,cüsselerine göre küçücük kalan pencerelerin önünde çiçekler. Temiz bir cadde, dükkanlar, insanlar, başınızı yukarıya kaldırdığınızda fark etmediğiniz şey. Çatılar, teraslar, balkonlar,binaların yan yüzlerindeki dev reklam panoları. Bir yerlerden, bir köşeden baktığınızda hep o huzur veren boşluk." Bu nedir?

7- "Ne kadar mustarip olursanız olun, O bu ıstırabın arasında er geç çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. "sanki, bana inan,ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir,toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silkeler,uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir,kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olmaz. Ben şarabın neşesi, balın tadıyım" diyordu." Bu nedir?

1- Cevap: Sabah ezanı- Elif Şafak - Aşk-408.sayfa
2- Cevap:Aşk acısı-Orhan Pamuk- Masumiyet Müzesi- 167.sayfa
3-Cevap: Cennet meyvesi-Ahmet Ümit-Bab-ı Esrar- 71.sayfa
4-Cevap: Paranoya - Ege Görgün-Gelecek Öyküler-63.sayfa
5-Cevap:Kürk Mantolu Madonna Maria Puder- Sabahattin Ali-Kürk Mantolu Madonna-55.sayfa
6-Cevap: Gökyüzü-Şebnem İşigüzel-Öykümü Kim Anlatacak?-67.sayfa
7- Cevap: Güneş- Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur-30.sayfa

28 Mayıs 2009 Perşembe

Bazan...

Bazan hiç tanımadığın birine, sırf ona benziyor diye, usulca yaklaşıp "merhaba" der misin?

Bazan boğazın düğümlenir, dilin kilitlenir mi?

Bazan akdenizli olduğunu ve yelkenlerinde rüzgar kokusu taşıdığını düşünür müsün?

Bazan taze ekmek,eski kitap,yeni kesilmiş çim, yumuşacık kar kokusu delirtebilir mi seni?

Bazan "korkuyorum anne,al beni içine" diye şarkı söyler misin?

Bazan uzak diyarlara ait efsunlu ve tekinsiz bir hikaye anlatabilir misin?

Bazan sabahların bir anlamı olmalı diye düşünür müsün?

Bazan "ben buyum!" der misin?

Bazan uzun sahiller boyunca, sessiz, usulca yürür müsün?

Bazan yanındakiler konuşmayı sürdürürken,sen kendi içinde daha nadide bir aleme gider misin?

Bazan unutmanın yalan bir kelime olduğunu düşünür müsün?

Bazan yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin?

Bazan işsiz kalan birini, "bu hayatı kurabildiğine göre, başka bir hayatı da kurabilirsin" diye teselli eder misin?

Bazan ona ait ne varsa seni korkutur mu hiç?

Bazan tek başına geldik bu dünyaya, tek başına gideceğiz diye düşünür müsün?

Bazan kendini kaybetmekle, aklını kaybetmek arasında incecik bir çizgi olduğunu kabul eder misin?

Bazan ümit dolu bir haber bekler misin?

Bazan boşvermişim dünyaya der misin?

Bazan tepedeki çimenlikte, yalınayak dolaşarak, yemyeşille masmavinin ortasında uzanarak, hayaller kurarak, rüzgara savurarak, birden bire herşeyden vazgeçer misin?

Bazan bir buluta tutunup, bir kuşun kanadına takılmak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek ister misin?

Bazan şimdi olduğu gibi, şarkı sözleri ve metin cümleleriyle oynayalım mı böyle, ne dersin?

Bazan..........

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Çetin Altan'ın Tarifi ile Limonata Yapalım mı Seninle?

Hiç unutmadım hiiiç! Bugün gibi hatırımda. Tarih 2 Haziran 2003. Günlerden Pazartesi. Milliyet Gazetesi'nin Şeytanın Gör Dediği adlı köşesinde, büyük usta Çetin Altan, limonata hakkında bir yazı yazmıştı. Aslında ilk kez bu yazıyı, günümüzden 24 sene evvel Güneş gazetesinde yazmış. Şimdi olduğu gibi, yaz mevsimi eli kulağında vaziyetindeyse eğer, açar okurum bu yazıyı, yaza merhaba diyerekten. O nedenle tarihi hatırımdadır...Yoksa hafızamın iyi olduğundan değil.... Çok severim bu yazıyı. Sanki yaşam manifestomu özetlemektedir. Aynen aktarıyorum bloğuma:

"Yaşamında hiç limonata içmemiş biri, limonatayı çok pahalı bir serinletici sanabilir. Oysa çok ucuz bir serinleticidir. Bir bardak suya bir çorba kaşığı toz şekeri döküp, iyice karıştırdıktan sonra, üstüne doğru dürüst sıkılıp çay süzgecinden geçirilmiş, yarım limon suyu eklersin... Ve hepsini karıştırırsın. Bardak, görkemli ve uzunca bir bardaksa, yarım yerine bir limon sıkar, bir çorba kaşığı toz şekerini de, iki çorba kaşığı yaparsın... Bir limonata, dişleri donduracak kadar mı soğuk olmalıdır? Hayır, bardağın çevresine hafif bir buğu yalazlanması yapacak kadar soğuk olmalıdır. Ayrıca bardağın içine kalıp buz atılmalı mıdır? Hayır, gerekiyorsa bir tatlı kaşığı dövülmüş buz atılmalıdır. Yarım tekerlek bir limon dilimi, bardağın kıyısına mı takılmalıdır, yoksa içine mi konmalıdır? Bardağın kıyısına konduğu zaman, daha dekoratif olur; dileyen, limonun kokusunu daha keskin duymak isterse, bardağın kıyısına takılmış yarım dilimi bardağın içine atabilir. İyi bir limonata yapmaya bu kadarı yeter mi? Yetmez. Çentilmiş limon kabuğuyla bir sap taze naneyi de, önce limonatanın içinde kısa bir süre tutup, sonra hepsini süzmek gerekir. Böyle bir limonata ultra süper bir zenginlik sorunu mudur? Hayır, sadece bir yaşam sevgisiyle, bir yaşam zevki sorunudur. Bu, çok önemli midir? Bir kez gelinip, bir kez geçilen dünyayı, en sade koşullar içinde dahi, ıskalamamanın göstergesi olduğu için, çok önemlidir. Sabahları bir saat yürüdükten sonra, duş almak da öyledir."
Şahane bir tespit değil mi bu? Akşam yemeğinin yanına, aynı Çetin Altan'nın tarifiyle bir limonata yapalım mı seninle? Bir dene olur mu, bu akşam lütfen beni dinle... Bir kez gelinip, bir kez geçilen bir dünyayı, en sade koşullar içinde ıskalamayalım olmaz mı, ne dersin? Bu benim sorunum değil senin sorunun diyebilirsin! Öyle diyorsan, boşver zaten, sen dert etme!.. Bu bir yaşam sevgisiyle, yaşam zevki sorunu! Bilmem, belki ben üşenmem, limonata yanına iki tane de mum bile koyarım masaya... Maliyeti ne ki ? İnsan küçük keyiflerle hayatı renklendirmeli, öyle değil mi?

Üsküdar Bir Hazinedir

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı başyapıtında, romanın birbirlerine aşık iki kahramanı Nuran ile Mümtaz bir gün beraberce Üsküdar'ı gezerler. İlk önce vapur iskelesinde beklememek için Mihrimah Cami'ni dolaşırlar. Sonra 3.Ahmet'in annesinin cami'ne girerler. Türbeyi, küçük bir meyve içi gibi döşeli camiyi Nuran pek beğenir. Vapuru çoktan kaçırmışlardır. Onun için bir araba ile Atik Valde'ye, oradan Orta Valde'ye giderler. Garip bir tesadüfle Üsküdar'ın bu dört büyük camii aşka,güzelliğe, yahut hiç olmazsa annelik duygusuna ithaf edilmiştir. Nuran:


-Mümtaz, Üsküdar'da hakiki bir kadın saltanatı var... der.



MİHRİMAH SULTAN CAMİ
1525 ile 1583 tarihleri arasında yaşayan Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın tek kızları. Rivayete göre Mihrimah Sultan, Mimar Sinan'a iki cami yaptırmak ister. İlk okunan ve son okunacak olan ezanın kendi cami'inden okunmasını istediğinden biri Üsküdar'a, diğeri Edirne kapı'ya yaptırılacaktır. (154o ile 1548 yılları arasında yapılmış)



ATİK VALDE CAMİ
Üsküdar'da 2. Selim'in eşi, 3.Murat'ın annesi, Nurbanu Sultan tarafından, Mimar Sinan'a 1583 tarihinde yaptırılan camidir. Nurbanu Sultan, Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın gelinidir. (Amerikalı romancı Ann Chamberlin Safiye Sultan'ı konu alan bir dizi roman yazmıştı. Safiye Sultan'da Nurbanu Sultan'ın gelinidir.)

"İftardan önce gittim Atik Valde semtine,
Kaç def'a geçtiğim sokaklar,bugün yine,
Sessizdiler..."

Bu şiiri Yahya Kemal, bir ramazanı Paris'te yaşıyorken yazmış. Kendi ifadesiyle hasretlik ve iç çekişlerle avunmaktadır.

Nurbanu Sultan'a çok büyük bir aşkla bağlı olan Selim, Divan Edebiyatı'nın en güzel şiirlerini yazar. 'Önümden geçip giderken ayağının bastığı yerler bir gül bahçesine dönüşüyor ve sana seslendiğimde bana baktığın zaman sanki zaman duruyor'.

Bazı tarihçiler, bu saray kadınlarının cami, medrese, çeşme, darü'ş-şifa, hamam vesaire gibi hayrat yapmış olsalar da bunlara aldanmamalı, devlet işlerine de giren bu kadınların bütün hata ve sevablarının muhasebesi yapılarak hükme varılmalıdır derler.

Ben aldırmam. Adlarına yaptırılan her bir cami İstanbul'un mücevheridir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanında dediği gibi, "Üsküdar bir hazinedir. Bu hazine bir türlü bitmez. "

"Bütün Boğaz, Marmara,İstanbul,gördüğümüz ve görmediğimiz şeyler,hepimiz ayın çekirdeği etrafında bir meyve gibiyiz... Hep ona bağlandık. Şu tepelere bak..."

25 Mayıs 2009 Pazartesi

"Yaz Uykusu" Diye Bir Şey Duydun Mu Sen?

Sana bir şey söyleyeyim mi? Bugün var ya, kolum kanadım kalkmıyor valla. Hiç bir şey yapmak istemiyorum.Hiiiç! "Bugün evden çıkasım yok, Telefonu açasım yok, Acelem var koşasım yok" modundayım. Hava sıcak mı sıcak! Pil kalır mı bende? Gitti bütün enerjim. Hemen Samanlı Dağları'nın tepesine bir kilim sermeliyim. Niye mi? Sorulur mu bana bu soru şimdi? Hayret yani! Kaç zamandır anlatıyorum ya, sıcakla aram iyi değil, durma hakkımı kullanırım yaz gelince diye... Bu nedenle işte! Sen var ya, hiç oralı değilsin benim derdimle...Hiiiç! Artık nereliysen?
Kimbilir memleketin neresindesin?Dünyanın öbür ucunda, buzullarda mısın yoksa? Yapma ya! Ne olur beni de yanına alsana... Hava serinleyince, hiperaktivitem tavan yapar diye lütfen korkma... İşim gücüm, akrabam arkadaşım, konum komşum yok ki oralarda... Ne yapabilirim ki? Hiiiç! Kardan adam yaparım olsa olsa... Hımm... Belki de inadıma güneşlenmektesin. Bilirim seni bilirim.. Güneşi ne çok seversin... Yayılmışsındır kumsalda, mavi atlas iğne batmaz kalem kesmez terzi biçmez öyle mi? Ben diyeyim gökyüzü, sen de deniz... Masmavi bir dünyanın içindesin.Ohh! Keyifler keka!.. İyi haydi iyi, sevildiğini bil, sefan ola!

Ama ben var ya, yapamam asla... Dinle bak, gittik diyelim yazlığa... Herkes kısa kol, kısa paça; ben ise sanki Rahibe Teresa! Uzun kol,uzun paça... Elimde şemsiye yada... Yemin ediyorum doğru söylüyorum. Abartıyorum sanıyorsun ama... Abartmıyorum...Yeminle diyorum yaa! Böyle yazar mıyım, Allah korusun, çarpılırım valla!

Israr edenler olur bazen... "Ay!Bir kerecik çık güneşe ne olacak ki yer mi seni?" derler. Ohareyy be birader, insan biraz insaf eder! Ben keyfimden mi kıpırdamıyorum. Zaten hiperaktif huyluyum. Beni normalde bir saniye zor zaptederler. Ama olmuyor işte olmuyor, kolum kanadım kalkmıyor...

Haydi bir düşünelim seninle... Kış uykusu derler ya hani... Bazı sıcak ve soğuk kanlı hayvanların kışı uykuda yada uyuşukluk içinde geçirmesi halini bir gözünün önüne getirsene...Milyonlarca memeli, sürüngen, haşarat ve böcek bütün kış boyunca uyurlar. Sadece burda değil üstelik dünyanın her yerinde uyurlar, öyle değil mi? Kalp atışları yavaşlar... Soluk alış-verişleri azalır... Hatta zihin faaliyetleri bile durur... Donmaktan emin kovuklarına çekilirler de tostoparlak olarak derin bir kış uykusuna yatarlar, bazıları da uyuşukluk halinde geçirirler... Peki sonra havanın ısındığını nasıl bilirler? Vücutlarındaki biolojik saatlerinin alarmı, uyanma vaktinin geldiğindiğini mi bildirmektedir? Kimbilir?

Valla bu konuları araştırmak hiç mi hiç benim işim değil. Şimdi kış uykusu buysa, benim durumum da, böyle birşeyin tersi işte... Yaz uykusu hali yani... Şimdi baktım googla... İnanmıyorum ya... Yaz uykusu diye bir şey varmış biliyor musun? Hahha! Vallahi ben uyduruyorum sanıyordum... İşte buyur... "Sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bazı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme halinde geçirmesine yaz uykusu denir." Tamam... Şimdi bu durumu bana uydur...İnsanlık hali işte! Sıcak yaz günlerini atlatmak için uyku ile uyuşukluk halinde beklemedeyim. Şu anda kalp atışlarım yavaşlıyor... Evet...Evet...Hissediyorum... Soluk alış verişlerim azalmakta sanki... Hatta zihin faaliyeterim de mi duruyor neee? Tostoparlak kıvrılıyorummmm... Uyuyorummm...Pııııssss! Yaz uykusuna daldım bileee! Sonbaharda görüşmek üzereee!..

Cengiz Aytmatov ve Selvi Boylum Al Yazmalım ve Mankurt


Dün gece benim edebiyaçı kızkardeşimle, gene bir araya gelince, romantik filmlerden biri vardı gündemimizde. Türk sinemasının en unutulmaz, en eskimez, yüreklere en fazla etki eden filmlerinden biri. Selvi Boylum Al Yazmalım. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Güçlü oyuncular! Peki ya müzik? Cahit Berkay'ın filme damgasını vuran harikulade müziği. Yönetmen de gene büyük usta... Atıf Yılmaz. Böyle bir kombinasyondan kötü bir film çıkabilir mi?



Oyunculuk, müzik ve yönetmen iyi olsa da, eğer senaryo güzel değilse, filmin başarılı olması mümkün değildir diye düşünüyorum. Hele diyalogların bu kadar akla kazındığı bir filmde. Türk Sinemasının başyapıtlarından biri olan Selvi Boylum Al Yazmalım adlı bu film, 1928 doğumlu, ünlü Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov’un Kırmızı Eşarp adlı yapıtından Türkiye koşullarına uyarlanarak çekilmiş. Yazar'ın Cemile adlı kitabı da, en güzel aşk romanı olarak kabul edilmektedir.

Bir ara Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı kitabındaki efsane çok gündemdeydi. Hani Mankurt efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, esir ettiği bazı insanları nitelikli köleler haline getirmek için belleklerini silerlermiş. Önce başını kazıtır,saçlarını tek tek köklerinden çıkatrırlarmış. Kesilen devenin en kalın yeri olan boynundaki deriyi, tutsağın kanlar içindeki başına sararlarmış. Kuruyan deri başı mengene gibi sıkınca dayanılmaz acılar verir, ıssız bir yerde, bağlı bir halde, aç susuz dört beş gün bekletirlermiş. Genelde bu uygulamaya tabi tutulanların çoğu ölürmüş.Kalanlar ise belleklerini yitirirlermiş. Tutsak, zamanla düzelir, kendine gelir ve toparlanırmış ama ölünceye kadar geçmişini ve kim olduğunu hatırlamayan bir mankurt haline gelirmiş. Bilinci ve benliği olmayınca da, efendisinin tam bir kölesi olurmuş. Aytmatov'un çok tanınan eserlerinden biri olan Gün Olur Asra Bedel adlı romanı, aslında Sovyetler Birliği döneminde yaşanan sosyal ve kültürel sorunların bir öz eleştirisi. Aytmatov romanında geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı çok özel bir teknik uygulamış. Mankurt kelimesi, Aytmatovun bu kitabından sonra sosyoloji termonolisine girmiş.

Selvi Boylum Al Yazmalım filminden, yazarı hakkında muhabbete girince, nerelere geldik değil mi? Geçen yıl vefat eden Cengiz Aytmatov'un kitabından uyarlanan,çok sevdiğimiz filmine dönerek yazıyı bitirmek istersem eğer, filmin sonundaki yürek dağlayan finalini hatırlayalım derim..

ilyas: asyam.. al yazmalım..
asya: (iç ses): samet baba demişti.. onu babalığa seçmişti.. sevgi neydi? sevgi iyilikti, dostluktu. sevgi emekti.. (cemşit'e doğru yürümeye başlar)
ilyas: asya..asya, samet ve cemşit'le giderken bir durur, döner. ilyas'a bakar;
asya: (iç ses): durursam bir daha kurtulamam..
ilyas: (iç ses): ziyanı yok, gülüşü yeter bize..
asya: (iç ses): yüreğim kaydıysa günah mı?
ilyas: (iç ses): çamura saplansam yardıma gelir misin?
asya: (iç ses): elini tuttum.. sıcacıktı.. yüreği elimdeymiş gibi..
ilyas: (iç ses): elinden tutuversem benimle gelir mi?
asya: (iç ses): seninim işte.. alıp götürsene beni..
ilyas: elveda asya.. elveda.. selvi bolum.. alyazmalım.. elveda.. bitmemiş türküm benim..



23 Mayıs 2009 Cumartesi

Şövalye İlan Edip,Zararsız Tatlı Yapmak!

Bak ne diyeceğim sana. Bugün senle şöyle şahane bir sütlü tatlı yapalım mı, ne dersin?Tavuk Göğsü mesela. Hakikisi değil, çakma tavuk göğsü olacak ama... Hem yapımı çok kolay, hem de malzemesi her evde vardır mutlaka. Zararlı mıdır? Kilo mu aldırır? Benim yaptığım yemeklerin zararlı olması ve kilo aldırması mümkün değil! Bak şimdi...

1 kilo süt ile 1 paket vanilyayı tut bir kenarda. Başka? 2 parmak tereyağ, 1 bardak un, 1.5 bardak toz şeker. Yağ, un, şeker. Bu üç malzeme için doktorlar" çok zararlıdır, aman ha yemeyin!" derler. Derler de ayıp ederler! Haksızlık gibi gelir bana. Hiç kıyamam ben onlara. Bu nedenle ne zaman yağ, un, şekeri aynı yemekte kullanmaya kalksam, başlamadan evvel, bir tören düzenlerim mutlaka. Nasıl mı? Bak, şöyle: Önce geniş metal tası takarım başıma. Kendimi mutfağın kraliçesi farzederim. Sonra yağ, un, şeker'i alırım karşıma, herbirini önümde diz çökmüş asilzadeymiş gibi hayal ederim. Uzun bıçağı alırım avucuma, - atalarımdan miras kalan kutsal bir kılıçmış güya - her üç asilzadenin,üç defa dokunarak omuzlarına: "Mutfağımın kraliçesi olarak, sizi şövalye ilan ediyorum! Bundan sonra insanlığa zararlı mikroplarla ve kötü duygularla savaşacaksınız!" derim.

Şimdi söyler misin lütfen, şövalye ilan edilen 3 silahşörler, yani yağ, un ve şeker artık zarar verebilir mi insana? Veremezler! Çünkü şövalyeler kötülük edemezler. Bilakis vücuttaki zararlı mikroplar ve hastalıklarla mücadele ederler. Hatta gerekirse emir veririm , fazla kilolarınızı bile eritebilirler! Savaşçıdır onlar, savaşçı! Dinleyip de söylenenleri, zararlı yiyecekler deseydim her üçüne birden, baştan kaybedecektim. Bense kutsayıp, yüceltince, üstüne bir de şövalye ilan edince yağ, un ve şekeri, kötülüklerle mücadele edecek 3 savaşçı kazandım. İşte doğrusu da bu zaten! Tamam, şimdi gönül rahatlığı ile tavuk göğsünü yapacağım. Bak şimdi...

Önce yağı erittim bir tencerede, 1 bardak un ekledim. Olsa, bir kaşık nişasta koyacaktım. Yoktu 1 kaşık daha un ekledim. Unu biraz çevirdim yağın içinde, 1.5 bardak toz şekerini ekledim. Tamam 3 silahşörlerin işi bitti. Bir dördüncü kişi daha var aslında bu hikayede. Bilirsin canım, Dartanyan! Haydi Dartanyan yaptım sütü de. Dartanyan'ı da 3 silahşörlerin yanına kattım. Bir paket vanilya ekledim. Karıştıra karıştıra, muhallebi olana kadar pişirdim. Ocağı kapattım.

Muhallebi kıvamına gelen karışımı, 5 dakika kadar mikserle çırptım. Çırparken hamurun üzerinde oluşan helozonlara baktım. Bu arada hayal dünyama dalmışım: 3 Silahşörler hikayesinin başında, Artos, Portos ve Aramis kızgındırlar ya Dartanyana. Düelloya davet ederler. Tam düelloya başlayacakken, Kardinal'in adamlarının saldırısına uğrarlar da, Dartanyan da 3 silahşörler tarafı olur ve düşmanlara karşı bizim silahşörleri korur. Bu olaydan sonra, düşmanlıklarını unuturlar, dördü can ciğer arkadaş olurlar! Ben bunları hayal ederken bir baktım, süre dolmuş. Hemen çırpmayı kestim. Bir cam tepsiyi ıslattım önce, sonra muhallebimi içine döktüm. Bir kenara soğumaya bıraktım ki, kulaklarıma inanamadım şöyle bir ses duydum: "Birimiz hepmiz için, hepimiz birimiz için! " Aman, ne mutlu oldum. Soğuyunca, üzerine o leziz kokulu tarçından döktüm! Tamam! Bitti işte!

Bak,ayıplama beni, kendi pişirdiğini kendi methediyor diye ama şahane oldu tavuk gögsüm gene. Bu tatlıyı özellikle maç akşamları yaparsam eğer, bizim evin trübünlerindeki misafirlere ikram ederken, emir veriririm bizim şövalyelere: "Lütfen, sükünet ver yenilenlere! derim. Hemen, özellikle yenilen takımın taraftarlarının ellerine bir parça tavuk göğsü veririm. Bu tatlıyı yiyenler, takımı yenilmesine rağmen ne derler biliyor musun? "Birimiz hepimiz için! Hepimiz birirmiz için! Yenilmek nedir ki? Maksat spor olsun, sizin takıma da, bizim takıma da helal olsun!" derler! Hahha! Yaa! Emir verirsem eğer 3 silahşörlere, fanatikleri bile olmayacak yerde mutlu ederler!... Afiyet olsun!




Kırık Kalpler İçin Müze Var, Öyle Mi?

Bu sabah gazetede "Kırık Kalpler Müzesi" ile ilgili yazıyı okuyunca, sanki kafamda pek çok puzzle birleşti. Neymiş bu Kırık Kalpler Müzesi? Sevgilin var yada evlisin. Bir nedenle ilişkiyi bitirdi yada bitirdin. O gitti ama geride ondan kalan ve onu hatırlatan pek çok eşya var. Onları gördükçe boğazına bir şey düğümleniyor,efkarlanıyorsun. Birlikte gittiğiniz sinema, konser biletleri olabilir, saç fırçası mesela, hele bir de üstünde halen saç telleri duruyorsa, belki kahve fincanı, kokusu sinmiş bir gömleği, dünya kadar fotoğrafları yada...Bunlar tesadüfen sende kalanlar. Bir de özellikle sevdiğinin dokunduğu herşeyi saklama takıntısı olanlar var öyle değil mi? Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanındaki âşık kahramanı Kemal’in sevgilisi Füsun’un dokunduğu eşyaları nasıl biriktirdiğini hatırlasana. Ya Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Defterlerden kitabındaki şu cümlelerine ne diyeceksin: "Evvela masa üzerindeki küçük süslerini,kullandığı losyonları, tuvalet eşyasını seyrettim. Aldım,baktım. Küçük saatini elimde evirdim, çevirdim. Sonra elbise dolabına baktım. Bütün o kat kat elbiseler, süsler. Her kadını tamamlayan şeyler bana korkunç bir yalnızlık,acıma ve onun olma his ve arzusunu verdiler."

Evde birlikte yaşadığın, hayatı ve eşyaları paylaştığın, korku ve endişelerini anlattığın, komiklikleri aynı zamanda yakalayabildiğin, nefesini yanında hissettiğin biri vardı misal, kahvaltıda iki yumurta kaynatırdın, masayı hazırlarken iki tabak,iki çatal,iki bıçak,iki bardak... Şimdi yok, gitti... Sanki rüyaydı yaşadığın... Uyandın işte... Bitti... Bu yabancı gelmeyen eşyalar ne peki? "İnsanı,birini sevmeden önceki halinden çok daha yalnız bırakır birinin gitmesi." Öyle değil mi?Düşünsene... Alışmısın şimdi onunla hayatı paylaşmaya... Onu tanımadan önce sen ne yapardın ki? Nasıl biriydin? Böyle mi yaşardın? Bunları mı yer içerdin? İnsan kendi eski halini unutmuş bile olabilir. Ne yapacağını bilemiyebilir. Her şey onu hatırlatıyordur. Onu hatırlatan her eşyayı yok etmek isteyebilir. Böyle hissediyorsan, Kırık Kalpler Müzesi'ne onun tüm eşyalarını bağışlayabilirsin işte! Ne dersin?

Bu müze aslında bir sanat projesi. Objelerin hafızanın hologramları olduğunu farzetmişler ve bitmiş bir ilişkinin mirasını koruma altına almak istemişler. Sen de elindekileri müzeye bağışlayıp, ona ait eşyalardan kurtulabilirsin. Ama hafıza sende hala biliyorsun, anılardan kurtulmak mümkün mü?Onları nasıl sileceksin? Ozaman da Sil Baştan filmini hatırlasana...


Hani hafızalarımızın duygusal özü vardır derler ya... O özü yok edildiğinde, hatıralar bozulmaya başlıyor. Böyle bir işlem yapılıyor hafızana bu durumda da... En yakın tarihli hatıralarla başlayıp, geriye doğru gidiliyor. Sabah uyandığında hedef alınan tüm hatıralar silinmiş oluyor. Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini oynadığı, enteresan kurgusu olan bu şahane film geldi aklıma şimdi. Gelecekte böyle teknolojik gelişmeler olabilecek belki kimbilir?Belki de hafızalardaki anılar müzelerde sergilenecek. Gene Kırık Kalpler Müzesi olacak ama bu kez anılar sergilenecek odalarda. Belki insanlık ibret alacak bu ilişkilerden de kalpler kırılmayacak artık gelecek günlerde... Olamaz mı? Neden olmasın? Olabilir belki de! Şimdilik eğer kurtulmak istiyorsan ona ait eşyalardan, ilk hedefin Kırık Kalpler Müzesi! Marş Marş!

İtiraf Ediyorum!

Tamam,itiraf ediyorum! Bunca yıldır içimde saklıyordum. Kimseye söyleyemedim. Gizledim. Bazen gizlemeye mecbur kalıyorum. Bakın, ilk kez açıklıyorum.Ben her yıl Ajda Pekkan'ın bir açık hava konserine gidiyorum. Bu neden tuhaf geliyor ben söyleyince? Ajda'nın konserine gideceğim deyince, sanki bizim köyde küçümseniyorum! "Halen mi gidiyorsun ?"diyorlar bana. Evet, halen gidiyorum. Size söylemeden hem de.. Şahit mi istiyorsunuz? Peki, Hülya'ya sorun! Çünkü Hülya da geliyor benimle birlikte!
Eve şimdi geldim. Beyaz'ın programında Ajda Pekkan'ı görünce nasıl şaşırdım anlatamam! Ajda Pekkan'ın bu gece televizyona çıkacağını hiç bilmiyordum... Tam "Sensiz yıllarda Yaşadım sanma Sensiz yıllarda Unutmadım seni" diye şarkı söylerden yakaladım. Hemen koltuğa çöktüm. Neredeyse sevinçten kanatlanıyordum. "Gurbetten gelmişim yorgunum hancı Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş " ile devam etti sonra. Ama var ya, ardından sıra Ajda Pekkan'ın empatiyi, aşkı, müziği tavan, egoyu taban yaptığı muhabbet safhasına geldi ya... İşte o ara dayanamayıp, televizyonu az daha kapatıyordum!Allahaşkına söylesenize, Ajda Pekkan şarkıcı değil mi? Hiç konuşmayıp sadece şarkı söyleyemez mi? "Konuşturmayın kardeşim, konuşturmayın, sadece şarkı söyletin!" diye tam Beyaz'a telefon edecekken o muhteşem şarkılara geçti... "Haykıracak nefesim kalmasa bile Ellerin uzanır olduğum yere" ardından ""Kimler geldi Kimler geçti Hiç birisi hasretini gidermedi" şarkısında, artık tam kıvamını bulmuştu Ajda ki..." Ben gidiyorum artık Allahaısmarladık!" demesin mi? Hissetti dedim kesin hissetti vaziyetimi... Konuşturmayın dedim ya, aldı bendeki negatif elektriği, programını bitirdi. "Tam ona sarılırken gördüm pencereden Gülünecek ne vardı, gülüyordun ya öperken Bu gece seninle olalım derken Sildim seni o anda kalbimden " diyerekten programa noktayı koydu... Of ama kesmedi tabi, beni kesmedi... Televizyonu kapatırken o müthiş şarkısını, bu bed sesimle ben söyleyecektim ki.... "Sardı korkularrrr! " diye benim final parçama geçmedi mi? Hahha! İşte bu! "Sardı korkular gelecek yıllar Düşündüm sensiz nasıl yaşanacaklar Gözlerimde canlanacak yaptığın haksızlıklar Döndün bak geldin şimdi Bugünü aslında nasıl sabırla bekledimdi Seni yalvarırken görmek seni ağlatabilmek Geçmişi senden geri almak bütün ümidimdiiiiiiii! Heyyy! Heyy! Heyyy!"!