31 Ocak 2010 Pazar

Bergman Filmlerine Devam...Bir Yaz Gecesi Tebessümleri..Susss! Ali Uyuyor...

İngmar Bergman Gecesi- Aynanın İçinden'i Seyrediyorum, Geleceğim.



Kendi Hayatları Roman Olacak İnsanlar-2

Bazı kitapları hemen okumak mümkün olmaz. Biraz masada durması, şöyle bir demlenmesi gereklidir. Arada ele almalı. Sayfaları şöyle bir dalgalandırılmalı. Tekrar yerine bırakılmalı. Gelip geçerken göz ucuyla bakılmalı. Bir sonraki ele almada, belki bir kaç cümlesi okunmalı. Karşılıklı alışmalı. Her kitapla arkadaşlık kolay kurulmaz. Bir kurulunca da, asla unutulmaz. Hele masadaki kitap Avrupa'da, biri yazar-şair Ingeborg Bachmann ile diğeri şair Paul Celan'ın birbirlerine yazdıkları mektuplarla, aralarındaki sevgiyi, dostluğu, med cezirli bir ilişkiyi anlatıyorsa... Evet, İnsan çok hüzünlenir hüzünlenmesine ama okumadan durabilir mi? Kitap... Kalp Zamanı... Özel mektuplar... Bilmiyorum ki!

Paul Celan 1920 de Romanya'da doğmuş. Almanca konuşan Yahudi bir ailenin çocuğuymuş. Tıp eğitimi için Paris'e gitmiş. 2. Dünya Savaşı çıkınca ailesini bulmak için Romanya'ya dönmüş. Ailesini bulamamış. Çünkü babası nazi toplama kampında ölmüş. Annesi kurşuna dizilmiş. Kendisi de, Alman askerler tarafından tutuklanmış ve krematoryumda çalıştırılmış. Kurtulduktan sonra bulduğu her işde çalışmış. Çevirmenlik yapmaya başlamış. Savaş sonrası şiirleri ile ünlenmiş. Ama geçmişinden bir türlü kurtulamamış. Yahudi olduğu için kendini dışlanmış hissetmiş. İntihal iftiraları ile suçlanmış. Kendini yanlız ve desteksiz hissetmiş.

Ingeborg Bachmann, 1926 yılında doğmuş. Felsefe, Psikoloji ve Alman Flolojisi okumuş. Eğitimini bitirmiş. Artık ayakları üzerinde duran yazar, şair, akademisyen, dünya Edebiyatı'nın en ünlü Avusturyalı yazarlarlarından biri olmuş. Ben yazarın tek kitabını okumuştum. Malina. Malina'yı da, uzun zamandan sonra, geçen hafta kır evinin en ücra köşesinde buldum. Yapayalnız. Açtım sayfalarını. O kadar çok çizmişim ki cümlelerinin altını. Paul Celan ile olan aşkını daha yeni öğrendim. Mektuplaştığını. İkilinin Turkuvaz Yayıncılıktan çıkan bu kitapta su ve ateş olarak buluştuğunu...

1948'in baharında, savaş sonrası Viyana'sında, öğrenci Ingeborg Bachmann ile şair Paul Celan tanışmışlar. Paul Celan'ın Paris'e dönmesiyle mektuplaşmaya başlamışlar. İlişkileri boyunca birkaç haftayla sınırlı olan görüşmeleri, telefon görüşmeleri ile gelişmiş. Arada suskunlar, sessizlikler olmuş. Sevgi, dostlukla örülü med cezirli ilişkileri; asıl oya gibi işlenen mektuplarıyla 1967'e kadar sürmüş. İşte yıllar sonra kitap haline getirilen bu mektuplar, Kalp Zamanı olarak adlandırılarak, İlknur Özdemir tarafından Türkçeye çevrilmiş. "Hüzün ki en çok yakışan bize." der ya Hilmi Yavuz... Şair affetsin beni. Nerden duyduysam duydum işte... Bu dizesini "Hüzün ve merak ki en çok yakışandır bize," şeklinde söylemek bana daima iyi gelir. Hem özel yazışmaları okumak suçluluk hissettiriyor hem de merak duygusu içimi kemiriyor. Anlaşılacağı gibi, kitapla benim aramda da med cezirli bir ilişki var. Asıl vurucu olan ne biliyor musun? Önce aşkla başlayan, yıllar içinde mektuplaşarak hüzünlü bir dostluğa dönüşen bu ikilinin sonları inanılmaz trajik. Paul Celan 1970 baharında Senn Nehrine atlayıp intihar etmiş. İngeborg Bahmann ise bu olaydan üç yıl sonra 1973 de Roma'daki evinde çıkan bir yangın sonucunda yanarak hayata veda etmiş. Ölümlerinin sebebi, birinde su diğerinde ise ateş. Trajik ve bir o kadar da ironik. Film değil bu anlatılanlar. Gerçek hayatlar! Söyler misin bu iki yazarın, kendi hayatları da başlıbaşına birer roman ya da film konusu değil mi? Hayrete düşürücü.... Ölene kadar birbirlerine yazdıkları aşk, dostluk ve özlem dolu mektuplar, fotoğraflar, şiirler de onlardan kalan edebi eser işte. Mektuplar... Ki en özel yazışmalar... Aynı zamanda savaş sonrası Avrupası'nın kelimelerle çizilen resmi... Mektup... Kitap... Merak... Evet, merak ediyorum işte. Madem bu mektuplar kitap haline getirilmiş, ne yapabilirim ki başka? İlla okuyacağım ben de.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Lambada Titreyen Alev Üşüyor!..

!..

Son zamanlarda iki programdan vazgeçemiyorum. Birini illa seyrediyorum. Diğerini illa ki dinliyorum. Seyrettiğim hafta sonu hariç her gece saat 19.30'da NTV'deki Mehmet Barlas ve Emre Kongar'ın programı Yorum Farkı, diğeri ise her cumartesi sabahı 11:00 de, yani şu anda dinlemekte olduğum NTV Radyodaki gene Mehmet Barlas ama bu kez Oğuz Haksever'le birlikte hazırlayıp sundukları Makam Farkı. Sana bir şey söyleyeyim mi, şu anda Musa Eroğlu ve Gülay birlikte söylüyorlar ve inan tüylerim diken diken oldu. Öyle etkili. Hem bağlamanın sesi hem de türkünün nağmesi... " Lambada titreyen alev üşüyor... Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban... Mihriban..." Vay canına sayın seyirciler!.. Nasıl damardandır bu türkü öyle değil mi? Acıtır insanın içini... Aynı şeker kırığı gibi... "Tabiblerde ilaç yoktur yarama... Aşk deyince ötesini arama... Her nesnenin bir bitimi var ama... Aşka hudut çizilmiyor Mihriban..." Yeminle şeker kırığının dile batması gibi, türkü insanın yüreğine batıyor... acıtıyor... Ama türküyü dinledikçe dinledikçe... Şeker eriyor... eriyor... Türkünün bitimiyle de acı sona eriyor. Bu türkü insana aynen böyle bir his geçiriyor. Bu sabah Makam Farkı'nda tam bir Türkü şenliği var. Bana mı hazırladılar ne? Bu programı kaçırma ne olur! Radyo pazar sabahı tekrarını veriyor. Şimdi Ruhu Su, Drama Köprüsünü söylüyor. Vay! Müthiş. Gitmeliyim. Benim küçüğü diş kontrolüne götüreceğim. Sonra kardeşle küçük bir sinema kaçamağı planımız var. Kısmetse... "Vay, vay benim halime... Dinlemedim anneciğimi vardım zalimeeeee..." Yok canım, ben söylemiyorum böyle... Candan Erçetin bir Balkan türküsü söylüyor... Ama benim de vay halime yani... Geç kaldım çünkü... Hemen fırlamalıyım... Çıkmalı ve arabamdaki radyodan dinlemeye devam etmeliyim... Haydii... Kaçırma sakın... Kaçırma bu programı olur mu? Müthiş!

29 Ocak 2010 Cuma

Edebi Bilmeceler

1- Öyle güdük kalmış, öylesine kireçlenmişti ki sevme yönü, şimdi sevmeye başlaması demek, hayat boyu hiç jimnastik yapmamış bir insanın takla atmaya kalkışması gibi bir şey olurdu. Bu durumda insanın neyi kırılabilirdi?

2-İnsanın içindeki boşlukları tıka basa doldurmaya çalışmasına hayat ve hiç söylenmemiş bir söz bulma çabasına sanat dendiğini hepimiz az çok biliriz. Peki, her ikisinin de imkansız olduğunu bilen, yani boşlukların asla doldurulmayacağını, yeryüzünde hiç söylenmemiş bir söz olmayacağını bilen, bunu açık açık ifade eden insanlara kısaca ne denir?

3- İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Büyük Britanya İmparatorluğu dağılınca, sömürgelerden gelenler İngiltere’ye üşüştüler ve onlara sığınma hakkı da, çalışma hakkı da sağlandığından, ülke, Hintliler, Pakistanlılar, Karayipliler, Afrikalılar ve Araplarla doldu. Bunların arasında hangileri varlıklıydı?

4- Osmanlı hükümdarları, sefer esnasında hareketlerinden ve hizmetlerinden hoşnut olmadıkları vezirlerini azletmek için kaldıkları çadırın direklerini söktürüp başlarına yıktırırlardı. Bu hareket, iktidardan düşme manasına eski Türk geleneklerinde olup Orta Asya'dan itibaren uygulanmıştır. Bu uygulama, günümüzde halen kullanmakta olduğumuz hangi deyimimize denktir?

CEVAPLAR-
1.Cevap- Belkemiği – Sevgi Soysal – yenişehir’de bir öğle vakti Sayfa 103
2.Cevap- Filozof – Altay Öktem – içimde bir boşluk var -Sayfa 15
3.Cevap- Araplar – Mina Urgan – Bir Dinazorun Gezileri Sayfa 161
4.Cevap- Çadırını Başına Yıkmak- İskender Pala – İki Dirhem Bir Çekirdek- Sayfa 54

Hasbihal

Bazan Hayal Kahvem'e yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Şimdi kış ya… Mis gibi kokan sahleplerimiz ellerimizdeymiş mesela. Ben oturuyorum büyük battal koltukta... Ayaklarımı göğsüme toplayıp, kollarımla ayaklarımı kucaklamışım hatta. Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam, muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, ayaklarını sallaya sallaya, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Bu kez dertleşmek istiyorum seninle, edebiyat konusunda.

"Son bir yıldır Hayal Kahvem'e yazıyorum. Biliyorsun, daha önce yazmazdım da, sadece iyi bir okurdum. Haydi yaşadıklarımla ilgili yazdıklarım neyse de, edebiyat konusunda yazıyorum ya bazen, inan ki korkuyorum." Yüzüme hayretle bakıyorsun. "Evet," diyorum sana "Evet, gerçekten korkuyorum. Ben edebiyatçı değilim ki, sadece edebiyatı seven biriyim. Yazdıklarım benim kapasitemle sınırlı tabi. Sevdiğim yazarları ve eserlerini, bildiğim, hissettiğim kadarıyla yazıyorum. Benim farketiğim o kadar çok kelime hatam oluyor ki, yazar ve şairler hakkında bildiklerimi paylaşırken kimbilir ne yanlışlıklar yapıyorum." Gözlerini gene kocaman açıyorsun. Anlıyorum. Arkadan neler söyleyeceğim diye meraklanıyorsun. Camdan dışarı bakıyorum. İnce ince yağmur yağıyor. Nasıl hüzünlü bir hava. Gri. Diyorum ki: "Allahaşkına, ben edebiyatçı mıyım ki? Değilim biliyorum. Ben edebiyatla ilgili yazarken, beni etkileyen yazar ve şairleri yazıyorum. Mesela Ahmet Haşim hakkında yazıyorum ya. Cüretkarlık mı bu şimdi?Niye ki? Ahmet Haşim beni en çok etkileyen şairlerden biri. 1885 yılında Bağdat'ta doğmuş. 12 yaşına kadar Arapça konuşmuş. Oniki yaşında annesi ölünce babasıyla İstanbul'a gelmiş. Türkçe öğrenince de Galatasaray Lisesi'ne girmiş. Ahmet Haşim'in hayatını okuduğumda, aklıma Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsü gelmişti. O kadar benzetmiştim ki, öyküdeki Hasan'la Ahmet Haşim'in gerçek öyküsünü. Öyküdeki Hasan'ın annesi ve babası ölünce, Filistin'deki halasının yanına gönderirler ya hani... Orada Arapça konuşulmaktadır. Hasan küçüktür. Arapça bilmez. Türkçe'yi özler ve uzunca zaman hiç konuşmaz. Hep susar. Sonra eve gelen bir eskici Türkçe konuşunca, Hasan memleketinin bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi çoşar. O suskun Hasan gider, çağıl çağıl konuşan Hasan gelir hani. Hatırladın mı? Sonra eskicinin işi bitip, toparlanmaya başlayınca, Hasan ağlamaya başlar hani. Hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaya başlar. Ne güzel ve etkili bir öyküdür. Ahmet Haşim'in yaşamı da, sana göre Hasan'ınkine çok benzemiyor mu? Annesi ölüyor. 12 yaşına kadar Arapça konuşmuş, dilini hiç bilmediği İstanbul'a geliyor. Kimbilir ne fırtınalar esmiştir ruhunda, öyle değil mi?Sonra Türkçe öğreniyor. Galatasaray Lisesi'nden sonra Hukuk bitiriyor. Tevfik Fikret'in öğrencisiymiş. Tam Servet-i Fünun zamanı ya hani. "Karlar, Ki sessizce arasıra ağlar" diyen, o şahane Elhan- ı Şita yani Kış Ezgileri şiirinin sahibi Cenap Şahabetin'den çok etkileniyor."

"Biliyor musun, Ahmet Haşim'in yalnızlığını içimde hissetmişimdir çok defa." diyorum. " Çünkü zamanının şairleri ve yazarları tarafından hep dışlanmış. Mesela aynı dönemlerde yaşayan Yahya Kemal Beyatlı ya da Nazım Hikmet gibi toplumcu yada ulusçu şiirler hiç yazmamış. Şiirlerinde Arapça ve Farsça çok kullanmış. Bu nedenle Nazım Hikmet kendisine "Bağdadi şaklaban" demiş. Yahya Kemal "Bağdatlı fellah" demiş. Ne fena değil mi?" diyorum. Muzipçe tebessüm ediyorsun. Biliyorum sen de, Ahmet Haşim'in şiirlerini sevmiyorsun. Şiirlerinde kullandığı kelimelerden hiç haz etmiyorsun da, bazı kelimelerini itici bulup, şiirin sihrini bozduğunu düşünüyorsun. Tam konuşmak için, dudaklarını kıpırdatıyorsun ki, ben hemen atlıyorum ve konuşmaya tekrar başlıyorum.

"Yoo!" diyorum. "Yooo! Haksızlık bu. Her şairin aynı tarz şiirler yazması şart mı? Ahmet Haşim toplumcu şiirler yazmamış da, daha dar alanda derinleşmeyi tercih etmiş. Ne olacak ki? Zaten Ahmet Haşim şiiri bir gerçeğin habercisi ya da güzel konuşma sanatı olarak görmemiş ki. Ona göre, anlaşılmak için değil, hissedilmek için yazılır şiir. Şiir Ahmet Haşim'e göre müzik ile söz arasında ama müziğe daha yakın bir dildir. Önce anlam bulmak için onun şiirlerini okumak doğru değil. Onun şiirlerini okumak bir melodiyi hissetmek gibidir. " Biliyorum hiç hak vermiyorsun bana. Daha fazla beni dinlemek istemiyorsun hatta. Önümde duran Ahmet Haşim'in Göl Saatleri adlı kitabını eline veriyorum. "Açar mısın içindekiler bölümünü, lütfen." diyorum. Açıyorsun. "Bak," diyorum sana. "Baksana şiirlerinin adlarına. Siyah Kuşlar, Mehtapta Leylekler, Karanlıkta Beyaz Kuşlar, Kuğular, Yarasalar... Sen ki hayvanları benden daha çok seversin. Peki söyler misin kuzum, bu kadar çok hayvan isimleri kullanarak şiir yazar bir şairi nasıl sevmezsin?" Yanakların mı kızardı yoksa ben mi öyle hissediyorum? Diyorum ki sana" Ah! Ahmet Haşim şairlerin en garibidir. Hayvanların kardeşidir. Tam bir hayalcidir. Bir Belde adlı şiirinde şahane hayali bir belde çizer. Hayalgücüyle insanı kendinden geçirir. Hep çağdaşları tarafından ötelendiği, iteklendiği halde, kararından vazgeçmemiş bir savaşçıdır da, başını dimdik tutan, göldeki bir kamış gibidir. Seherdir, sabahtır, öğledir, öğleden sonradır, akşamdır, gecedir, gece yarısıdır... Ama en çok akşam olmak yakışır Ahmet Haşim'e. Kamış olmak yakışır bir de. Hani gölde, tek başına, mağrur, dediği dedik, bir o kadar da hüzünlü akşam saatlerinde göldeki kamış misali... O zaman demelidir ki tekrar: "Akşam yine akşam yine akşam... Göllerde bu dem bir kamış olsam..."

28 Ocak 2010 Perşembe

Melali Anlamayan Nesle Aşina Değiliz.

Bak şimdi, ne söyleyeceğim... Bazı şairlerimizin ihmal edildiğini, bilmem sen de benim gibi düşünür müsün? Bu şairlerimizin şiirlerinde, Arapça ya da Farsça kelimeler varsa özellikle, eski dil denir de elimizin tersi ile itelenir, bilirsin. Oysa kaçırdığımız ne lezzetli cümleler vardır şiirlerinde. Mesela, üç dize yazsam... Lerzesiz kelimesinin dalgasız anlamına geldiğini söylesem... Anlamını bilerek, şiirin melodili kelimelerini birlikte okumak ister misin? Haydi..

"Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz sessiz "


Sen ve ben, ve bu deniz ve bu akşam ki dalgasız sessiz... Hoş değil mi? Peki... Biraz daha açılalım.. Şöyle Gün Batımı'na doğru uzanalım... Bilelim ki fecr-sabahın ilk saatleri, nümayan-görünen, nalan-inleyen demek... O halde şimdi şu dizelerde gezinelim... Haydi, okuyalım birlikte...

"Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;"


Nasıl? Güzel değil mi? Aslında ne istiyorum biliyor musun? Şiirin anlamından ziyade, okurken özellikle musikiyi hissetmeni istiyorum. Kelimelere takılmadan, manasına dalmadan, dizeleri bir kez daha oku bak. Hisset ama... Mutlaka hisset... Dizelerin müziği mutlaka kulağına gelecek. Ahmet Haşim'in şiirlerinden dizeler bunlar. Ahmet Haşim söylemek sitediğini şiirlerinde hep sembollerle ifade eder. Gül der, karanfil der, mehtabta leylekler der, siyah kuşlar der, karanlıkta beyaz kuşlar der, kış der, yaz der, nehir der, göl der, çöl der, sabahın ilk saatleri der, ya da o şahane dizelerinde "Akşam yine akşam yine akşam, Bir sırma kemerdir suya baksam, Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam" der. Bu şairi ve müthiş dizelerini arada bir bile olsa okumamak, hem şaire hem de bize haksızlık değil mi? Haydi, son bir defa daha okuyalım mı şairin O Belde adlı olağanüstü şiirinin bazı dizelerini. Son dizedeki melal hüzün demek. Şunu bilmeni isterim ki, melali anlamayan bir nesli ben de tanımam, Ahmet Haşim'in son dizede söylediği gibi!..
"Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesa,
Ne de alam-ı fikre bir mersa
Olan bu mai deniz
Melali anlamayan nesle aşina değiliz."

1.Not: Fotoğraf Numan Serteli'nin fotoğraf albümünden alınmıştır.

2.Not: mesa- akşam vakti / alam-ı fikir- acıklı düşünce /mersa- liman / mai- mavi / melal- hüzün / aşina- bilindik

Gençlik Efsanem! 3 Hürel

Haydi, biraz eski günlere uzanalım... Liseye gidiyorum. Odamın duvarlarına üç kardeşin posterlerini asıyorum. Onur, Haldun ve Ferudun Hürel... İstanbul dışında bir taşra şehrinde yaşıyoruz ya, kızların duvarlara erkek posterleri asmaları doğru bir şey değildi. Aileler böyle düşünürlerdi. Kendileri normal bulsalar da, mahalle baskısı o zamanlar da vardı. Ve aileler çevrelerinden etkileniyorlardı. Hele benim bir de abim var. Belalım! Beş yaş var aramızda. Her işime maydanoz olurdu. Abi ya. Bir işi de buydu. Canım benim ya! O zamanlar sinir oldurdum abime. Kimbilir kaç kez hınçla bakmışımdır yüzüne... Ama şimdi bir kaç gün telefonlaşmazsak özleriz birbirimizi... Kardeşlik böyle bir şey işte. İnsanı biler de biler... Şimdi bana cadı diyorlar ya, belki de böyle cadı oluşumun abimdir müsebbibi... Durmadan savunmada durumundaydım ve tatlı oyunlarımla mutlaka ikna etmeyi beceriridim kendisini:)

3Hürel benim için farklı bir gruptu. Liseye giden bir genç kız için, üç yakışıklı gencin bir grup oluşturması 3Hürel'i sevmemde etkili olmuştur illa ki. Asıl beni etkileyen bu modern gençlerin Anadolu ezgileri ile müzik yapmalarıydı tabi. Sadece kendi beste ve sözlerini çalıp söylüyorlardı. Yabancı besteleri kullanmadan ve türkülerimizi kendi parçalarına uyarlamadan müzik yapıyorlardı. Anadolu ritimleri hakimdi şarkılarında ve bunu hissetmek 3 Hürel'i daha da sevilir kılıyordu. "Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş" adlı en sevdiğim şakılarının sözleri şöyledir:

"aşkın şarabından bilmeden içtim /sevda yolundan bilmeden geçtim/ aşkın bir alevmiş yar yar bir ateş parçası bilmeden gönlümü ateşe verdim/ bir sevmek bin defa ölmek demekmiş /bin defa ölüp de hiç ölmemekmiş/ şarabı zehirmiş içtikçe öldüm/yolu hep uçurum düştükçe öldüm /aşkın bir alevmiş yar yar/ bir ateş parçası bilmeden gönlümü ateşe verdim/ bir sevmek bin defa ölmek demekmiş /bin defa ölüp de hiç ölmemekmiş"

3 Hürel'in şarkı sözlerinin temaları hep aşk, aşk acısı, ölüm ve hüzün üzerineydi. Dinledikçe o genç çağımda damardan yakalardı beni. Hiç usanmadan defalarca dinlerdim.O zamanlar müzik dinlemek için pembe bir pikabımız vardı. 45 lik plaklarda dinlerdik sevdiğimiz şarkıları.3 Hürel yıllar sonra bir şarkısını Haluk Levent'e verdi. Bu şarkıyı günümüz gençleri de bileceklerdir. İşte "Sevenler ağlarmış"diye Haluk Levent'in şimdilerde tekrar meşhur ettiği bu şarkı benim gençliğimin efsane şarkısıydı. 3 Hürel le birlikte bende bağıra bağıra söylerdim, abimle evde köşe kapmaca oynayıp, duvarımdaki posterlerimi yırtmaması için yalvardığım zamanlar... Çünkü bu şarkıyı abim de severdi. Şarkıyı duyunca kıyamazdı yırtmaya... Bir dahaki dellenme mücadelesine kadar, Onur-Haldun-Ferudun Hürel kardeşler duvardaki posterlerinden bana sevgiyle gülümserlerdi. Ah ne günlerdi!

"Bir yarim olsun isterdim, gözleri yeşil / Bir yarim olsun isterdim, gül yüzü gülen /Onu çok sevmek isterdim, delice sevmek /Peşinden koşup koşup, sonunda almak /Ben sevmek, sevmek isterdim /Nerden bilirdim, sevenler ağlarmış /Bir yarim oldu sonunda, gözleri yeşil /Bir yarim oldu sonunda, gül yüzü gülen /Onu çok sevdim sonunda, delice sevdim /Fakat bu aşkın sonunu, ben hiç bilmezdim /Ben sevmek, sevmek isterdim /Nerden bilirdim, sevenler ağlarmış."

Kaçmanın Her Türünü Severim. Bu Kez İşin Kolayına Kaçtım!

İlla kaçmak isterim bir yerlerden. Kimi zaman evden kaçarım, kimi zaman da ofisten. Tamam. Bu akşam değişik bir kaçma yolu deneyeyim öyleyse dedim ve işin kolayına kaçmaya karar verdim. Tatlı niyetine bir şey yapmaya heves ettim. Öyle şerbetli, hamurişi birşey olsun istemedim. Çocukluğumun pötibör bisküvili tatlısını yaptım. Bir kat pötibör bisküvi, bir kat puding. En kolay ve en hafif tatlı çeşidi. Hem işin kolayına kaçmakla keyiflendim, hem de on dakikada tatlı işim bitti. Dedim ki " Ağız tadı bukadar mı değişmez bir insanın? Bu kadar mı eski lezzetlerini arar?" Bizim zamanımızda binbir çeşit bisküvi yoktu ki. Ya pötibör bisküvileri çaya banardık. Ya da annemiz pötibör bisküvi üzerine kakaolu muhallebiyi dökerdi. Nasıl iştahla yerdik. Oh ya! Öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim vallahi. Ne iyi akıl ettim. Çocukluğumun sütlü ve pötibör bisküvili tatlısı, bir ömre bedeldi.!

Bak şimdi. Yukarıdaki cümlemde değişmeyen ağız tadı deyince aklıma ne geldi. Hiç Tan Oral'ın Değişen Ağız Tatları başlıklı yazısına denk gelmiş miydin? Kadıköy'de bir lokantada yemek yiyordum. Bir yandan da, oradaki Yemek ve Kültür adlı dergilere göz atıyordum. İşte o dergilerden birinde Tan Oral'ın bu yazısı vardı. Yazısı anne yemeklerini hatırlamakla başlıyordu, eski ve yeni lokantaları mukayese ederek devam ediyordu. Sonra hazır yemekler çoğaldıkça, eskiden mutfakların, evlerin en geniş, en aydınlık, en iyi yerindeyken, sonradan iyice daralıp karanlıklaştığını söylüyordu. Tabi bunun en büyük sebebinin, çalışan kadınların mutfağı yavaş yavaş terk etmesi olduğunu düşünüyordu. Ancak günümüze geldikçe, hazır mutfaklar sayesinde evlerdeki mutfakların genişleyip, renklendiğini anlatıyordu. Eski ve yeni yemek pişirme alet ve usullerinden yağlara, eski ve yeni ekmek pişirme yöntemlerinden - ki bunu anlatıyorken Oktay Akbal'ın Önce Ekmekler Bozuldu kitabının altını çiziyordu- simide, çaya, kahve ve gazoza kadar geniş bir bakış açısıyla değişen ağız tadlarımızı anlatıyordu. Mesela kahve, çayın kayınbiraderi oluyormuş biliyor muydun? Yeminle ben Tan Oral'ın bu yazısını okuyunca öğrenmiştim.

Yazının sonlarına doğru, yemeklerin dünyayı dolaştığını, dolaşırken de yola çıktıkları yeri unutmadığını söylüyordu. Arnavut ciğeri, Çerkez tavuğu, Tatar böreği, Acem pilavı, Şam tatlısı, Laz böreği, Rus salatası gibi yemekleri örnek veriyordu. Ayrıca memleket içinde de durum farklı değildi. Çıktığı yerin ismini almış, İzmir köfte, Adana ya da Urfa kebap, Adapazarı ıslama köfte, Bursa iskender, Ankara tava gibi o kadar çok çeşit yemek adı vardı ki. Enteresan bir şey daha okumuştum. Kolaya kaçılarak yapılan yiyeceklerden biri olan sandviçin, kumarbaz İngiliz Bay Sandwich'in oyun masasından kalkmadan karnını doyurabilmek için uydurduğu ekmek arası peynir olduğunu ve tüm dünyaya oradan yayıldığını gene Tan Oral'ın bu yazısından öğrenmiştim. Bu güzel deneme yazısı tatlılarla bitiyordu. Tan Oral tatlıların lezzetli olduğu kadar şakacı olduklarından da söz ediyordu. Bunlara da Vezir Parmağı, Dilber Dudağı ve Kadın Göbeğini örnek veriyordu. Çizim dünyasının ünlü ismi yazısını şu fıkra ile sona erdiriyordu: Yamyam ailesi sofrada atıştırırken ufaklık boyuna konuşur, annesi de onu azarlar; annesi çocuğuna "ağzında biri varken konuşma!" der. Nasıl ama? Demek ki dünyanın her yerinde aynı yemek yeme adabı var:) Bunu da Tan Oral'dan öğrendim. Afiyet olsun.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Kara Basma İz Olur, Güzellerde Naz Olur.

"Haydi kara yatalım!" dedim arkadaşıma. "Yoo! Asla.. Soğuk olan hiçbir şeyi sevmem!" dedi. Kulaklarıma inanamadım. Nasıl yani? Sanki onu ilk kez tanıyormuşum, hatta ilk kez görüyormuşum gibi suratına baktım. Ne diyordu Allahaşkına? Bu pamuk gibi tertemiz kar bizi beklemiyor muydu? Bedenimiz ve ağırlığımız olduğunu unutarak, hatta içimiz boş sanarak, öylece kollarımızı iki yana açarak, sanki denize sırt üstü atlarmış gibi, kafaya hiçbir şeyi takmazmış gibi kendimizi karın tatlı kucağına bırakmayacak mıydık yani şimdi? Okadar şaşırdım ki, dilim tutuldu, bir süre konuşamadım. Diyebilirim ki öylece kalakaldım. Hatta donakaldım. Etraf ıssız ve sessizdi. Gözalabildiğine bembeyazdı. Ve yüzümüzü ısıran tatlı bir ayaz vardı. Kır evine gelmiştik. Bu soğukta niye mi? Anlatacağım bak, şöyle:

Çok eski arkadaşız biz. Komşuyuz. Acı ve tatlı paylaştığımız okadar çok şey var ki!. Yılların dostluğu. Yılların emeği. Evet, doğru. Arkadaşlık emek ister. Bu emek neticesinde biriktirdiğimiz ne çok anılarımız var. Yıllanan anılarımızın her biri naftalinlendi. Naftalinlenen anılarımız hafızalarımızın kuytu çekmecelerine itinayla istiflendi. Kimi zaman havalanmaları gerekir. Çıkartırız ilgili çekmecelerinden. Sallar bir silkeleriz. Hatırladıklarımıza kimi ağlar, kimi güleriz. Ama en güzeli var ya, acayip güleriz biz Dilek'le. Gerçekten. Kimi zaman gülme krizine tutulmuşluğumuz vardır,biliyor musun? Hani katılmak vardır ya gülmekten. Aynen öyle işte. Gülmekten sahiden katılırız. Ne güldürür ki bizi böyle? Küçük, tatlı şeyler işte. Öyle durup dururken, son anda tesadüfen denk gelinen... Ne bileyim, belki bir kelime... Başkasına söylense anlayamaz. Biz bile kimi zaman, bizi kendimizden geçirecek kadar güldüren şeye, sonra konuştuğumuzda şaşarız. Hani makaraların koyuverildiği anlar vardır ya... Sonradan anlaşılmayan. Anlık şeyler. O an içinde yaşanan. Öyle işte. Kimi zaman da içimizı acıtan anıları deşeriz. Tekinsiz gecerimiz vardır birlikte geçirdiğimiz. Hazin olaylar... Kalp hoplatan, yürek yıpratan, ömür törpüsü, yürek süprüntüsü, yıkık dökük anılar. Onlar da arada havalanmak ister. Havalandırırız korkmadan. Zamanında tüm bu anılar içinde kendimizi zavallı hissetmiş olsak da, Çanakkale geçilmemiştir arkadaşım, bak ayakta, burdayız işte! Zafer bizim demektir. Topyekün tatlıya bağlarız muhabbetimizi nihayetinde. Arkadaşlık hoş şeydir.


Bakar mısın simdi? Bu kadar yıl sonra arkadaşımın soğuğu ve karı hiç sevmediğini öğreniyorum iyi mi? Hiç mi denk gelmedik biz kış günü Allahaşkına? Hiç mi kar yağdığında kar topu oynamadık, kardan adam yapmadık bizim sokakta? Şöyle bir düşündüm. Hafızamı yokladım. Gerçekten Dilek ve kar'la ilgili tek bir fotoğrafı gözümün önüne getiremedim. Evet... Evet... Dilek benim tersime sıcak sever. Kedi gibidir zaten. Soba bulsa mesela, kıvrılır usulca uyur. Ah, canım ya! Ne yaptım ben sana? İş görüşmem akşam üzeri erken bitince, telefon etim Dilek'e. "Hazırlan bebek, 10 dakika sonra yanındayım. Kaçırayım seni. Birlikte biraz anıları havandıralım." dedim. Epeydir görüşmemiştik. İzmit'teki anne ve babasıyla ilgileniyordu son günlerde.


Celal Amca 99, Müride Teyze 90 yaşında. Bir görsen, ne tatlılar. Edi ile Büdü. Halen sağlıkları yerinde çok şükür. Eskiyen sadece bedenleri. Zor hareket ediyorlar malum. Dilek sabır ve şefkatle yanlarında kalıyor. Bir değişiklik olsun, kafasını dağıtsın istedim. Kolay değildir ki bunca zaman tek başına iki yaşlı insana ilgi alaka. Tam bir sabır ve sevgi timsalidir Dilek. Gittiğimde hazırdı zaten. Dedim ki Dilek'e: "İki saat vaktim var. Gidelim bizim kır evine. Yakalım köy ocağımızı. Ayaklarınımızı uzatalım. Yandan çarklı bir kahve yapalım... Gönül muhabbet istiyor tabi. Kahve bahane. Ne dersin?" dedim. Tam teslimiyet halinde: "Nasıl istersen!" dedi. Oh ya. Ne özlemişim arkadaşımı. Başladık tatlı dedikodularımıza. İşte konuşa konuşa bizim kır evine geldik. Kır evi biraz tepede kalıyor ya, karlar erimemiş henüz. Hatta ayak basılmamış. Öyle şahane! Göz alabildiğine kar. Eee! Yatılmaz mı şimdi bu kara? Nasıl yatılır hem de. Şaşırdım ya Dilek'in söylediklerine. Dünyam döndü de bayılacak gibi oldum. Kollarımı açtım iki yana. Kendi ağırlığımı unuttum. Sırt üstü attım kendimi. Sonra mı? Hiiiç! Tabi uyandığımda kendimi karın kollarında buldum.

Alır Başımı Giderim... Giderim İşte!..

Gün olur - Alır başımı giderim - Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda - Şu ada senin, bu ada benim - Yelkovan kuşlarının peşi sıra. - Dünyalar vardır, düşünemezsiniz; - Çiçekler gürültüyle açar; - Gürültüyle çıkar duman topraktan. - Hele martılar, hele martılar, - Her bir tüylerinde ayrı telaş!... - Gün olur, başıma kadar mavi; - Gün olur başıma kadar güneş; - Gün olur, deli gibi... ORHAN VELİ KANIK

Şiirinde "Yelkovan Kuşları"nın peşi sıra alıp başını gitmek istemiş ya Orhan Veli Kanık... Sevdiğim şair böyle söyleyince şiirinde, bendeki batasıca merak duygusu gene kemirmedi mi yüreğimi? Kemirdi vallahi. Nasıl bir kuştur ki Yelkovan Kuşu? Şu ahir ömrümde hiç Yelkovan Kuşu gördüm mü ki? Bu kez ben Yelkovan Kuşlarının peşi sıra düştüm. Ne yapabilirim? Yelkovan Kuşları, martı büyüklüğünde iyi yüzücü ve dalıcı kuşlarmış. Akdeniz ülkelerinde ve Türkiye'de özellikle İstanbul Boğazı üzerinde çokça bulunurlarmış. Yön bulma kabiliyetleri çok güçlüymüş. Günlerce uçsuz bucaksız okyanuslarda uçabilir ve sonra geri döndüklerinde yuvalarını şaşırmadan bulabilirlermiş.

Yelkovan Kuşları, rüzgarın seslenmesiyle kanatlanıp, ne serüven yaşayacağını bilmeden, yüreklerinin götürdüğü okyanus ötelerine uçup giden, sonrasında yuvasının yolunu bulup dönebilen maceracı kuşlarmış!.. Şairin Yelkovan Kuşları peşi sıra gitmek istemesi bundan demek ki! Şimdi ben de çıkmalıyım ofisimden! Yelkovan Kuşları peşi sıra gitmeliyim! Şu ada senin bu ada benim demeden hemde! Önce denizi koklamalıyım aracıma binmeden! Başımı alıp gitmeliyim! Duramam! Gitmeliyim şimdi!.. Az sonra İzmit'te bir toplantım var. Ne var? Toplantıya gidene kadar, kendimi Yelkovan Kuşlarının ardına düşmüş de başımı alıp gidiyormuş gibi hissedemez miyim? Hem de nasıl hissederim içimdeki yolculukta... Gidiyorum... Hemeeenn!! Off! Bu yazıyı yazarken geç kalmışım zaten:)

"Benim söz ettiğim yolculuk türü, 'travel' ya da 'trip' değil, 'journey'dir. Dıştan yapılan ve yapanın içinde hareket ettiği ve içinin yer değiştirdiği bir yolculuk türü."
Cengiz Çandar/ Benim Şehirlerim
NOT: Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.

26 Ocak 2010 Salı

Kendime Küstüm, Konuşmuyorum!

Biliyor musun, sanki yazdıkça hem kendimi hem de yaşamıma katkıda bulunanları daha iyi fark etmeye başladım. Yazmak inan ki bana yeni bakış açıları kazandırıyor. Sırf bu sebeple, Hayal Kahvem'e yazı yazmaya devam edebilirim. Bak şimdi... Kimi zaman, yabancı yazarların kitaplarını keşke kendi dillerinde okuyabilsem diye hayıflanırım. Çevirilerin, aslının tadını vermesi mümkün mü? Kimi zaman sevemediğim bir yabancı romana haksızlık yapmak istemem de, belki kendi dilinde okuyabilsem sevebilirdim diye düşünürüm. Kimbilir? Yazarın kendine özgü anlatım biçimi ile çevirisi aynı ruhu yakalayamayabilir. Hele düşünsene, şiirlerde her bir kelime ne kadar önemlidir. Sevdiğim Türk yazarların, romanlarının ya da şiirlerinin tadına doyamam. Aynı şekilde bazı çeviri roman ya da şiirleri okuyunca, çevirisi o kadar güzel olmuştur ki, çeviri olduğunu unuturum da, sanki benim dilimde yazılmış sanırım. İşte son günlerde kitaplarımın arasında daha fazla gezindikçe, lezzetine vardığım yabancı yazarların kitapların bir kısmının Ahmet Cemal'in çevirisi olduğunu farkettim. Elias Canetti'nin Körleşme adlı romanı ya da İngeborg Bachmann'ın Malina'sı. Çevirileri Ahmet Cemal'e ait mesela. Özenli çevirileri ile edebiyatımıza kazandırdığı, Kafka'dan Stefan Zweig'e uzanan ne çok kitap var aslında. Peki kimdir Ahmet Cemal? Fotoğrafını görsem tanır mıyım? Ne yapar? Nerede yaşar? İnsan sadece çeviri yapmakla yaşamını sürdürebilir mi? Hele çevirdikleri çok popüler olmayan, fazla satışı olmayan kitaplarsa sözgelimi... Nasıl bir hayat yaşar? Eğitimi nedir? Az önce sanal ansiklopedide Ahmet Cemal bilgilerini taradım. İşte yukarıda fotoğrafını iliştirdiğim, aristokrat görünümlü ve iyi yüzlü kişiymiş Ahmet Cemal.

1942 doğumlu. Avusturya Lisesi ve ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Yazar, şair, çevirmen, öğretim üyesi diye tanımlanmış. Hakkında pek çok yazı okudum. 2008 de yazılan bir yazıda, ''Nitelikli adam olmaktan istifa edeceğim, elveda çevirmeyi düşündüğüm kitaplar'' diye yazdığını, ama çığlığının kimseler tarafından duymadığını, son olarak da Cumhuriyet'teki köşesinde yaşamdan istifa edeceğini duyurduğunu okudum. Yazı "İki istifanın da temelinde yatan neden, geçim sıkıntısıydı." diye devam ediyordu. Buyrun... Var mı böyle bir şey? İşte memleketimden insan manzaraları örneklerinden biri daha. Daha fazla yazmayacağım. Önce kendimi toparlamalıyım. Bazan insanın kendisine sinir olduğu zamanlar vardır ya!.. Ahmet Cemal'i bu duygulara iten insanları bırak bir tarafa, şu anda inan kendime tahammül edemiyorum. Yıllardır çevirileri ile hayatıma değer ve keyif katmış birini şimdi mi merak etmeliydim? Yuf bana!.. Elimde Körleşme adlı romanın 4. basımı var. Elias Canetti'nin ölümünün 100. yılı sebebiyle, memleketimizde tekrar basımına karar verilmiş. Yıl 2005. Bu kitabın "Dördüncü Basıma Önsöz" başlıklı yazısını, Ahmet Cemal şöyle bitiriyor: "Çünkü ülkemiz, okuma özürlü olmasının doğal bir sonucu olarak, aynı zamanda düşünme özürlü bir ülkedir. Elias Canetti'nin Batı dünyasında doğumunun yüzüncü yıldönümü nedeniyle anılmakta ve yeniden değerlendirilmekte olduğu bugünlerde, Körleşme'nin bu yeni basımının insanlarımızı önceki basımlarından biraz daha fazla düşündürebilmesini diliyorum." Ahmet Cemal -Moda - 25 Eylül 05 . Bunun üzerine başka bir söz söylemek istemiyorum. Kendime küstüm. Konuşmuyorum!

25 Ocak 2010 Pazartesi

Tren Gelir Hoş Gelir Ley Ley Limi Limi Ley!

Hafta sonu evde seyrettiğim, Alfred Hitchcock'un Kaybolan Kadın adlı filmi, başından sonuna trende geçiyordu. O kadar heves ettim ki trenle seyahat etmeye. En son ne zaman trene bindiğimi düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Hatırlayamadım yeminle. Yoo, yurtdışında binmişimdir illa ki. Benim istediğim memleketimde bir şehirden diğerine trenle gitmek. İstanbul'a değil ama. Uzun bir yola. Mesela canım pastırma ya da bir kaşığa 40 tane sığan mantıdan yemek için Kayseri'ye gitmek istese, İzmit'ten Kayseri'ye tren var mıdır ki? Yolculuk kaç saat sürer peki? Gece binsem trene. Şöyle muhabbeti yerinde insanların oturduğu bir kompartımana denk gelsem.. Hatta yanımda bağlamam da olsa. Henüz çok öğrenemedim ama, iyi bağlama çalıyormuşum mesela. Şimdi yazdığım bir hayali yazı ya!.. Ben çalsam, hepbirlikte türkü söylesek. Hangi türküler var Kayseri ile ilgili ki acaba? İlla Kayseri türküsü olmasın canım. "Çemberimde gül oya, Gülmedim doya doyaaa" diye başlıyormuşuz. Sonra yolculardan biri Ege'li olduğu için, bir efe türküsüne geçiyormuşuz. Vuruyormuşum bağlamamın tellerine... "Şu Dalma'dan geçtin mi? Soğuk sular içtin mi? Efelerin içinde, Yörük de Ali'yi seçtin mi?" diye çevreyi rahatsız etmeden, usul usul çalıp söylüyormuşuz. Hatta Ege'li yolcu dayanamayıp kalkıyormuş yerinden de, "Hey gidinin efesi, efelerin efesiii" diye dizini yere vura vura hem türküyü söyleyip hem de oynuyormuş. Of ya! Şahane olur vallahi. Şimdi ben bu hayalde Karadeniz türkülerine hiç geçmesem keşke. Yoksa kendi hayali yazdıklarımdan, kendim etkileneceğim gene... Bulacağım bir deli horon müziği... Ayağımı yere vura vura oynayacağım... Evi ayağa kaldıracağım. Of ya! Trenden nasıl geldim ben deli horona? Hey!! Aklıma ne geldi biliyor musun?Kemençe çalmayı öğrensem mi acaba?

Sinemadan Öğrendiğim Çok Şey Var.

Hani hatırlıyor musun? Demet Akbağ'ın bir filmine gitmiştik. Altan Erkekli de vardı. Bir de senin çok sevdiğin Özgü Namal vardı filmde. Filmin adı değişikti de, hani bilet alırken filmin adını söylememiştik. "3.salondaki filme iki bilet" demiştik. Hatırladın mı? O....Çocukları. 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasının bir ucundan tutuyordu film. Siyasi suçlu olarak aranan bir karı koca yurtdışına kaçmak istiyorlardı. Ancak küçük bir çocukları vardı. Onu geçici süre güvenli bir yere bırakmaları gerekiyordu. Demet Akbağ'ın canlandırdığı Mehtap Anne'nin evine bırakmaya karar veriyorlardı. Mehtap anne, emekli bir hayat kadınıydı. Yaşlanmıştı. Şimdi bu işi yapan bazı hayat kadınlarının çocuklarına bakmaktaydı. Savaşlar, darbeler, hatta depremlerde en çok etkilenenler çocuklar değil midir? Hayat kadınlarının çocukları için de, yaşam ne kadar zordur aslında. Film mağduriyet yaşayan çocukların yaşamlarını aynı evde kesiştirmişti işte, hatırladın mı? Nasıl etkilenmiştik filmi seyredince... 12 Eylül'ü bizzat yaşamış bizler için, film gülme ile ağlama arasında dolanıyor, insanın dimağında limonlu şeker tadı bırakıyordu. Filmin yazarı ve yönetmeni olan Sırrı Süreyya Önder'i tanımıyordum. Çok merak etmiştim, hatırlıyor musun? Demiştim ki sana, "Ne kadar filmin adında ve içinde çocuklar olsa da, bu film tam manasıyla bir kadın filmi. Kadınların üzerindeki tahribatı bu kadar iyi anlayan ve anlatan birini mutlaka tanımalıyım."

Sonra evde Sırrı Süreyya Önder'in 2006 yılında çektiği Beynelmilel adlı filmi seyretmiştik. Özgü Namal, bu kez Cezmi Baskın'la birlikte oynuyordu. 1982 yılındaydık. Gene 12 Eylül ihtilalinin etkisinin sürdüğü günlerdeydi filmin zamanı... Gene bir dönem filmiydi yani Beynelmilel. Adıyaman'a uzanıyorduk bu kez. Film o bölgede gevende denilen yerel müzisyenlerin başından geçen olayları, içinde bolca hüzün olmasına rağmen, eğlenceli ve samimi bir dille anlatmaktaydı. Bu kadar mı güzel bir dönem canlandırılır demiştik, hatırlasana. Oyuncuların kılık kıyafetleri, saçları, bıyıkları, evler, mekanlar, arabalar, tüm ayrıntılar nasıl itinayla tasarlanmıştı. Filmin müzikleri şahaneydi, değil mi? Darbe sonrası askeri yönetimin idaresindeki bir ortamda yerel müzisyenlerin, bölge komutanının emriyle orkestra oluşturma çabaları var ya, kelimelerle anlatmak mümkün değil ki, gene filmi seyredince gülme ile ağlama arasında nasıl gezinmiştik hatırlasana... Hem senaryosunu yazan, hem de Muharrem Gülmez ile birlikte filmi yöneten Sırrı Süreyya Önder, 12 Eylül darbesi sonrasını, gene son derece naif bir kara mizahla anlatmayı becermişti. Hayranlıkla kulaklarını çınlatmıştık.

Sırrı Süreyya Önder'in bu fotoğrafını görünce, "Bilmesem yönetmen olduğunu, türkücü zannederdim," demiştim, hatırladın mı? Bu sözüme ne çok gülmüştün. Sonra iyice araştırmıştım yönetmeni ve anlamıştım ki Sırrı Süreyya Önder türkücü değildi ama türkülerin menzilinde dolaşan biriydi. Çünkü filmlerinin neden hep 12 Eylül dönemiyle ilgili olduğunu soranlara, "Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş" diye cevap vermişti. Öğrenmiştik ki, ünlü yönetmen Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okurken, 12 Eylül'de tutuklananlar arasındaydı. Babası olmadığı için aileye bakan kişiydi aynı zamanda. Hapise girince ailesi fazlasıyla mağdur olmuştu tabi. 7 yıl hapis yatmıştı. Çıktıktan sonra, iş aramış, bulduğu her işi yapmıştı. Sonra hayat yolunu sinemayla kesiştirmişti ve filmlerini yazıp yönetmeye başlamıştı. "Her insanın bir hikayesi vardır. Döner döner onu anlatır," diyen yönetmenin neden böyle dediğini, filmlerini seyrettiğimiz için anlamıştık işte değil mi? Ayrıca Beynelmilel filminde kendisi de oynamıştı.

Biliyorum. Şimdi diyorsun ki, bunca zamandan sonra "Bugün Sırrı Süreyya Önder ve filmleri nerden aklına düştü?" Dün 24 Aralık'tı ya hani, okumuşsundur gazetelerde Uğur Mumcu'nun öldürülüşünün üzerinden tam 17 yıl geçti. Dün Uğur Mumcu ile ilgili yazıları okuduğumda, ünlü gazetecinin fotoğraflarına baktığımda, Sırrı Süreyya Önder aklıma geldi. Sırrı Süreyya Önder'in filmlerini seyrettikten sonra, çokça yazılarını okumuştum. İşte o yazılarından birinde, bir cümlesi vardı. Hafızama işlenmiş. Uğur Mumcu'nun öldürüldüğünü hatırlayınca dedim ki, yönetmen ne doğru bir söz söylemiş. Ne mi, o cümlesi? "Eksilen her can, insanlığın noksanıdır." Bu hafıza tuhaf bir kutu sahiden, şaşırtıyor insanı. Nerden nereye değil mi?

24 Ocak 2010 Pazar

En Güzel Kar Görüntüleri Olan Film

Bugün eve dönerken, seyrettiğim en güzel kar görüntüleri olan hangi filmdi, diye düşündüm. Sanıyorum o efsanevi müziği ile Love Story en güzel kar görüntülü filmlerden biri. Hani Ali Mac Graw ve Ryan O'Neal'in en genç halleri. 197o'li yıllar.

Oliver, köklü ve zengin bir ailenin çocuğudur. Aile geleneğini devam ettirmek amacıyla, Harvard Üniversitesi'nde hukuk okumaya başlar. Müzik öğrencisi olan Jennifer'a aşık olur. Evlenmeye karar verirler. Ancak Oliver'ın babası bu evliliği onaylamaz. Oğlunun harçlığını keser. Onu mirasından da mahrum edeceğini söyler. Tabi ki, maddi destek olmadan Harvard'a okumak kolay olmayacaktır.

Herşeye rağmen evlenirler. Hayata sıfırdan başlamak zorunda kalırlar. Yeni evli çift, Oliver'ın okul masraflarını karşılamak için farklı işlerde çalışmaya başlarlar. Love Story Oliver ile Jennifer'in hüzünlü aşk hikayesidir.

Sevmek planlı programlı bir şey değildir ki. Öyle nedensiz, birdenbire, hiç beklenmedik bir anda, beklenmedik birine aşık olabilir insan. Bu filmde de fakir kız ve zengin çocuk durumu var. Yukardaki fotoğraf filmin en güzel kar sahnelerinden biridir. İki sevgili karda yürürler, koşarlar, yuvarlanırlar. Muhteşemdir filmin bu karlı bölümleri. Tabi ki 1970 yılında 7 dalda daha Oscar'a aday gösterilen ama yalnız en iyi şarkı ödülünü alan o güzelim Love Story şarkısı eşliğinde, filmin görüntüleri izleyicileri büyüler.

Enteresan bir şey oldu. Filmi araştırırken, Love Story'nin yazarı, Edebiyat profosörü Erich Segal'in 17 Ocak'ta yani bir hafta önce kalp krizi nedeniyle 72 yaşında öldüğünü öğrendim. O zaman filmin sloganı olan, “Aşk asla pişman olmamaktır.” sözünün sahibi Erich Segal'in ruhu şad olsun diyelim.