Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk' sergisi vardı. İçinde hem Osmanlı, hem Venedik, hem de aşk varsa, bu sergiyi illa ki görmeliydim. Hafta içi İstanbul’daki bir müşterime yolum düşüp, işim erken bitince, bil bakalım nereye gittim? İstinye Park’a mı? Yoo, hayır! İstinye Park’a varmadan taksi şoförüne seslendim. Dedim ki: “Kırık kalpler durağında inecek var.” Şöför, dikiz aynasından şaşkınlıkla yüzüme baktı. “Eteğindeki taşları dökecek var.” diye devam edecektim ki kendime geldim. Sahiden ne söylüyordum ben?
Anladım. Candan Erçetin’in son cd’sinden, bir şarkısının sözleriydi dudaklarımdan dökülenler. Son günlerde bu cd yi döne döne dinliyorum. Şimdi ne alakası var değil mi? Var işte. Ben böyleyim. Bazan arabada camdan dışarıya bakarken, kimbilir hangi hayallere dalıyorum? Sonra şöför: “Ablacım, hangi durakta ineceksin?” diye sorunca, son günlerde hep ezgileri kulağımda ya, “Kırık Kalpler Durağında inecek var” diye cevap veriyorum. Ben böyleyim. Ak mıyım, pak mıyım? Al mıyım, sat mıyım? Ben kimim? Ses miyim, sus muyum? Sis miyim, Pus muyum? Ben neyim? Tamam, tamam burada kesip sergiye dönüyorum. Çünkü bu yazdıklarım da, Candan Erçetin’in başka bir şarkısının sözleri. Şükret ki Ayşe Külin'in yazdığı şarkı sözlerini söylemiyorum: “Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum? / Yoksa ben böyle olduğumda mı gelir bahar?” Bu sözleri şimdi söyleyemem tabi. Uygun düşmez. Şimdi mevsim kış. Bu sözler bahara uyar!
Neyse.. Şöföre : “Sabancı Müzesi'nde inebilir miyim?” dedim. Müzenin önünde indim. Montumu vestiyere verdim. Müze neredeyse bomboştu. Müzenin karanlık odalarında yavaş yavaş dolaşmaya başladım. Müzelerin atmosferi beni çok etkiler.Venedik şehir müzelerinden ve bizim müzelerimizden seçilen tablolar, el yazmaları, kaftanlar, kumaşlar, halılar, paralar, seramikler, camlar, kitaplar sergileniyordu. Anlaşılan bu sergi ile 15. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan dönemde, Venedik ve İstanbul arasındaki etkileşim ve ortak bir geçmiş anlatılmak isteniyordu. Müzeyi dolaşırken, aklıma Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanı geldi. Hani roman Venedikli bir tutsakla, onu satın alan hoca lakaplı bir Türk arasında geçer. Venedikli tutsak ile Türk hoca tip olarak birbirlerine çok benzedikleri gibi, her ikisi de astronomi, fizik gibi bilimlerle ilgilidirler. İkisi arasında önce efendi – köle şeklinde başlayan bu ilişki, yıllar içinde birbirlerine anlattıkları hayat hikayeleri ve paylaştıkları düşünceleri ile, artık “kim, kimdir?” ya da “ben, neden benim?” sorusunu doğurmaya başlar. Roman geliştikçe tam bir doğu- batı etkileşimi olacak, bir batılı doğulu olarak, bir doğulu da batılı olarak yaşamaya başlayacaktır. Yoksa bu anlatılan bir hayal midir? Aynı kişiliğin ikiye bölünmesi midir? Orhan Pamuk okuyucusuyla oynamayı sever. Bunu anlamak okuyucusuna düşer.
Müzeyi gezdiğimde, sanki Venedikli tutsak ve Türk hoca bana eşlik ettiler. Kimi tablolarda resmedilen yerin İstanbul mu, yoksa Venedik mi olduğunu anlayamadım. Kiminde önde Venedik saray odası resmedilmişken, arka fonda İstanbul silueti vardı. Belki de İstanbul’u görmeyen bir ressam anlatılanlarla bu tabloyu Venedik'te resme dönüştürmüştü. Gene bizim kutsal kitaplarımız sergilenmiş.. Dış kapakları Venedik kumaşlarıyla renklendirilmiş. Bir Venedik Kapısı vardı misal. Acayip güzel. Sanki Osmanlı sanatının en güzel örneği. Oysa bir Venedik dolap kapısı. Anlatılmak istenen karşılıklı iletişim bu işte... Nam-ı Diğer Aşk !
Eve geldiğimde Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı kitabını elime aldım. Orhan Pamuk, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çevirisiyle Marcel Proust’un şu cümlelerini kitabının ilk sayfasına alıntılamış: “Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder? “ Sanırım sergiyi düzenleyenler de böyle düşünmüşler. Sergiyi isimlendirirken haybeye “Nam-ı Diğer Aşk” dememişler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder