30 Eylül 2012 Pazar

Ah, Yalan Dünyada...



Selda'nın yukarıdaki fotoğrafını gördüğüm an, "bittim ben!" diye düşündüm. Uzun zamandır bağlama çalmayı öğrenmek istiyorum. Ara ara nüksediyor bu arzum. Bu kez kolay uyum sağlamak niyetiyle, kendime hemcinsim bir rol model arıyordum. Düşünüyorum... Düşünüyorum... Aklıma bir tek eskilerden elinde bağlamayla şarkı söyleyen Selda Bağcan geliyor nedense. Artık kararlıyım ya bağlama öğrenmeye... Selda'nın bağlamalı fotoğraflarına bakmak istedim. Az önce sanal dünyada fotoğraflarını bulmak üzere  dolanmaya başladım. Denk geldiğim ilk fotoğrafına  baktım ki o ne? Bağlama değil de gitar yok muydu Selda'nın elinde. "Eyvah!" dedim.  "Allahım bağlamalı bir kadın rol model bulamayacak mıyım yoksa kendime?" Tuhaf huylarım vardır.  Biliyorum temkin süzgeçi eksik benim bünyemde.  Bir şeye karar verirken bi dur bi etraflıca düşün di mi? Nerdee? Her bişeye kolay heves ettiğim gibi, moralman şıppadanak çökerim. Kendime inancım çapçacık yıkılır. Hemencik kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmış gibi hissederim.  Ne denir? "Savaşı kazanan kılıcı keskin iri savaşçılara sahip olan değil, morali yüksek savaşçılara sahip olan taraftır." Bu sözü kim demiş diye sakın sorma. Laf aramızda inan bilmiyorum. Valla ne bileyim kalmış işte hafızamın tozlu bi çekmecesinde. Helee... Sen sen ol... Lütfen, bu söz ne alaka filan sakın deme. Bende yüksek moralli savaşçı ruhu olmayınca. Anlasana... Bittiğimin resmidir. Biterim... Biterim! Misal bu ya bağlama çalma hevesimden  şıp diye vazgeçebilirim.


Neyse ki, Cumhur Canbazoğlu'nun, gelecek nesillere kaynak olsun diye yazdığı, Kentin Türküsü Anadolu Pop Rock adlı kitabı var şu an elimde. Şu kitap denen nesne var ya, her derde deva yeminle. Allah razı olsun Cumhur Canbazoğlu'ndan. Bu kitabı morasiz ruhuma ilaç gibi geldi... Bak şimdi. Kitabının 222. sayfasından itibaren altı sayfayı Selda'ya ayrılmış. Selda 1948 yılında Muğla'da doğmuş. Ortaokula giderken gitara ilgi duymuş. Bak burayı iyi dinlemelisin... Çünkü ismini ilk olarak bu kitapta okuduğum Catherina Valente'nin,  Aşk ve Müzik filmini izlerken, Selda'nın içinde şarkıcı olma merakı uyanıvermiş. Al sana rol model durumu... Gördün mü, anlatmak istediğim budur işte. Sonra eve alınan teyp, radyoda dinlediği Latin şarkıları teybe kaydetmeler, sonra bu şarkıları söylemeye başlamalar filan... Yani bir bakıma eve alınan teyp sayesinde şarkıcı olmaya başlar. Lise bire giderken sahneye çıkar. Alpay'la tanışır. Alpay'ın sayesinde banda çekilen şarkıları Ankara Radyosu'na gönderilir. Rahmetli Fecri Ebcioğlu İstanbul Radyosun'da bu şarkıları yayınlar.  Ailesinin ısrarıyla Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'ne devam eder. Bu yıllar memleketimizdeki gençlik olaylarının yayıldığı, türkülerin ve Anadolu popunun canlanmaya başladığı yıllardır. Ünlü türkücü Saniye Can'dan dinlediği türküler sebebiyle halk müziğine gönül verir. Türküleri gitarıyla söylemeye başlar.  Latince şarkı söylerken, birden Mahzuni'yi, Neşet Ertaş'ı, Aşık Veysel'i keşfeder. Ne güzel!


Cem Karaca'yla Barış Manço'nun, Selda'nın çalıştığı Ankara'daki kulübe uğramaları, hayatının yönünü İstanbul'a çevirir. Çünkü bu iki sanatçı kendisine plak yapmak için yardımcı olacaklarını söylerler. Tatlı Dillim, Katip Arzu Halim Yaz Yare Böyle, Çemberimde Gül Oya çok hoşlarına gider. Bu şarkılar banda okunup TRT ye gönderilir. Denetimden geçer ve radyolara dağıtılır.  Türkan Poyraz'ın TRT için hazırladığı Mahpushaneler adlı programında Selda'nın Mahpushanelere Güneş Doğmuyor adlı şarkısı fon müzik olarak kullanılınca, ismi cismi belli olmayan fondaki ses çok beğenilir. Hatta Deniz Gezmiş'in eski nişanlısı olduğu söylentisi yayılmaya başlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise kısa bir süre önce yakalanmışlardır. 


Plakçılar evinin kapısını aşındırmaya başlayınca, gitar dersleri alır ve türküleri tamamen doğal sesiyle söylemeye başlar. 1971 yılında ilk 45'liği çıkar. Plakları ilgiyle karşılanır. Adaletin Bu mu Dünya ile listelerin en üst sırasına yerleşir. Aynı dönemde TRT deki programdaki sesin Selda olduğu anlaşılınca, Deniz Gezmiş'le adı anıldığı için yayınlanamaz kararı verilir. Moğollarla çalışmaya başlar. Bir süre sonra yolları ayrılır. 1972'de Dışişleri bakanlığı tarafından Bulgaristan'daki Altın Orfe yarışmasına gönderilir. Dereceye giremez. İzmir Fuarı'nda sahneye çıkar. Denetim, Selda'nın şarkılarını onaylamaz. Arif Sağ'ın bağlamayla yer aldığı albümünde türkü kokan şarkılar söyler. Ortam gergindir.  Sol müziğin bayraktarlığını yapmaktan vazgeçmez. Kaldı Kaldı Dünya adlı parçası Hey dergisi 45'likler listesinde 1 numaraya yükselir. 12 Eylül Askeri Müdahales'nde üç kez göz altına alınır. Söylediği şarkılardan dolayı yargılanır. 1980-1987 arasında pasaportuna el konulur. Yurt dışına çıkamaz. Uzun bir dönem TRT yasaklısı olur. Ancak 1992 yılında ekranlara çıkacaktır. Geçmişte ürettiği albümleri ve 45'likleri ulaşamadığı geniş kitlelere ve genç kuşak için tekrar değerlendirmeye karar verir. Ve muhtelif albümler çıkarır.  2000 yılında konsere giderken ağır bir kaza geçirir ve uzun süre tedavi görür. Cumhur Canbazoğlu, kitabında Selda'ya  ayırdığı altı sayfalık yazısını şöyle bitirmiş: "2004 yılında Denizlerin Dalgasıyım albümüyle geçmiş günleri anımsatan yoğunlukta politik, duyarlı bir söylemle yeniden listelerde gözükür. Anadolu popun yorulmaz emekçisi olarak Selda, bayrağı hiç düşürmeyerek her dönem büyük saygı görür."



Heyy! Du bi... İşte Selda'nın elinde bağlamayla bir fotoğrafını buldum. Acaba Selda bağlama çalıyor mu ki? Yoksa Türkülerimiz plağı için mi böyle fotoğraf çektirmişti? Kentin Türküsü kitabında, Selda'nın bağlama değil gitar dersi aldığı yazıyordu. Hatta türküleri gitarıyla çalıp söylüyormuş. Bir ara gitara da  heves etmiştim. Allahım ben ne şıp sevdi biriyim? Yooo. Enseyi karartmayayım, ne var? Olsun varsın...Şimdi gitarla tek şarkı çalabilirim. Romans!.. Arpejle Romans'ı çalmayı beceriririm. Hımm... Acaba bağlamayı bırakıp, gitarla türkü çalmayı mı denemeliyim? Kafam karıştı. İnan bilemedim. Geç oldu. Önce şu yalan dünyanın  herşeyine meraklı, dikkati dağınık, bilgisi yarım yamalak bünyemi tımar edecek bir Neşet Ertaş türküsünü Selda'dan dinleyeyim. Neşet Ertaş'ın ruhuna rahmet göndereyim. Selda'yla, Cumhur Canbazoğlu'na  mahsus selam edeyim. Sonra anne sözü dinler gibi masum... Tıpış tıpış uyumaya gideyim.




29 Eylül 2012 Cumartesi

Öykü Deneme - Eli Kulağında... Sonbahar İyice Yerleşiyor.

"Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak vahşi.
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “tadı güzel mi dostum?”
“Acı, acı,” diye karşılık verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim.”

H.Crane



Bu gün hep arazide koşturup durunca, eve gitmeden önce kahve molası vermek istedim.  Outlet’te arabamı park ettim.  Yumuşak adımlarla  köşedeki kafeye doğru ilerledim.  İlk güz rüzgârı tatlı tatlı esmekteydi. Rüzgârın tenimi üşütmesi hoşuma gitti.  Düşünsene… Bu esinti, daha geçtiğimiz ay… Ağustos’ta… Nasıl değişik  tat veriyordu… Sıcaktı. Yakıyordu. Şimdi… Güz mevsiminde ise farklı.  Artık daha serin esiyor... Diriltici. Önümüz kış. Kimi zaman dondurucu olacak. Sert esecek. Gürleyecek.... Önünde ne varsa peşi sıra sürükleyecek. Mevsimler, hayatlar gibi kendi mecralarında akıp gidiyor diye aklımdan geçirerek yürümeyi sürdürdüm. Belime doğru uzadığından beri saçlarımı artık hiç toplamıyorum. Yürürken esintinin ritminde saçlarımın dans etmesini, kimi zaman yüzüme doğru uçuşan saçlarımı tek elimi enseme sokarak arkama doğru ittirmeyi, mutlulukla alınan her nefesi, sağlıkla atılan her adımı,  bilmediğim yepisyeni duygularımın varlığını keşfetmeyi seviyorum.  Bir zamanlar böyle miydim? Bana hüzün veren her durumda dünyanın sonu geldi diye düşünürdüm. Of!.. Olur olmaz her şeye nasıl da kederlenirdim… Gene olmuyor mu? Oluyor elbette. Ama o eski  günleri iyi ki yaşamışım diye düşünüyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi? Anılar acı da olsa beyaz tülbentlere sarılıp saklanmalılar. Sonra ömrün farklı mevsimlerinde, çıkarılıp merhem niyetine hayata sıvanmalılar.



Bak şimdi… O yıl liseye başlamıştım. İlk kez aşık olmuştum ben...  Yok, o benim  hiiiçç farkımda değildi. Güzel değildim. Ya da, o vakitler "aslında her kadın güzeldir"’i henüz öğrenmemiştim. Sivilceliydim. Okul giysim üzerimden dökülürdü. Saçlarım erkek çocuklar gibi kısacık kesilmişti. Gözlerim bozuktu. Tam beş numara. Kara çerçevelere takılı kalın camlı gözlüklerim vardı. Dikkat çekecek hiç bir özelliğim yoktu öyle söyleyeyim. Sanırım sadece güzel gülümserdim. Hımm... O ise çok yakışıklıydı. Bilirdim. Okulun güzel kızları onunla çıkmak için yarışa girişirlerdi.  Benim hiç şansım yoktu yani. Zaten gözü asla beni görmedi. Bizim eve yakın otururlardı sözgelimi. Her sabah balkonda gizlice beklerdim. Onun uzaktan geldiğini görür görmez hemen kapının önüne inerdim. Okula giderken aynı kaldırımdan yürürdük. O farkında bile değildi. Çok çocuktum. Çocukluk ne güzeldi. Çocukluk saflık demekti. Arkasından onun yürümesini izlemeyi severdim. Adımlarımı onunkilerle eşleştirirdim. O sağ adım atardı. Ben sağ adım atardım. O sol adım atardı. Ben sol adım atardım. O zaman sanki birlikte yürüyormuşuz gibi hissederdim.  Güz hemencecik geliverirdi.  O önümden yürürken, İzmit’in asırlık çınarları, konfeti gibi yapraklarını onun omuzlarına dökerdi.  Bazı günler yapraklar  kuzguni siyah saçlarına asılı kalırdı. Elini kaldırır, saçlarındaki yaprakları teker teker alırdı. Kimi günler daha keyifli olur, yürürken Gipsy Kings’in  o vakitler çok meşhur olan No Volvere şarkısını ıslıkla  çalardı. Ah!... İşte o an.. O’nun  ıslıkla şarkının ezgisini mırıldandığını işitirdim ya… Yüreğim sevinçle kanatlanırdı sanki. “Aşık olmak ne güzel şey!” diye düşünürdüm. İçim erirdi.  Okulun kapısına gelirdik. Bahçe kalabalık olurdu. O arkadaşlarıyla şakalaşır, sınıfına doğru giderdi.  Ben sınıfıma giderdim. Bütün gün hülyalara dalardım. Nereye baksam onu görürdüm.  Elimdeki kalem, okuduğum kitap, baktığım manzara, aldığım nefes… Her şey ama her şey oydu sanki… Hep gülümserdim.  O vardı ya… Beni bilmiyordu ama… Olsun… Onun varlığını bilmek benim için müthişti.  Neden aşk üzerine hep fena öyküler anlatılırdı ki? Şarkılar neden hep aşk acısından bahsederdi? Bence onlar aşkı bilmiyorlardı. Çünkü aşık olmak insanın içini sevinçle dolduran tatlı bir histi. O sabah… O sabah gene adım adım peşinden gitmiştim.  O sabah var ya beni ilk kez fark etmişti.  Hatta ilk kez bana gülüp “Günaydın” demişti. Düşünebiliyor musun beni? Tepemden tırnağıma pespembe kesilmiştim. Olduğum yerde kalakalmış, ıslık çalarak yürümesini  şaşkınlıkla izlemiştim. Sonra hızlı adımlarla arkasından ona yetişmiştim. Eteklerim zil çalmıştı. Görüyordum... Yüreğim o gün okula benden önce varmıştı.  Okulun kapısına geldiğimizde  bir kız ona doğru geldi. Sanırım o kız çok güzeldi. Ya da ogün bana öyle geldi. Gördüm. Birbirlerine güldüler. Ve o… O…  O… Güzel kızı öptü. Sonra o güzel kızın elini tuttu.... Ve...  Gitti....  İlk kalp acısını o gün hissettim işte... Ve o gece bir rüya gördüm. Rüyamda çömelmiş oturuyordum. Elimde yüreğimi tutuyordum. Ve inanabiliyor musun? Yüreğimi yiyordum ben...  Ter içinde uyandığımı çok iyi hatırlıyorum. Fırlamıştım. Yatakta oturmuş, elimi korkarak yüreğimin üzerine koymuştum. Hissediyordum. Kalbim fena halde acıyordu. Feci bir histi. Tuhaf... Benim kalbim… Benim acımdı ya… Ben bu acıyı sevmiştim. Şimdi oturduğum kafede Gipsy Kings No Volvare’yi söylüyor.  Elimi yüreğime koydum. İnsan yürek acılarını sevmeli diye düşünüyorum. Kahvemin son yudumunu aldım. Şimdi kafeden çıkacağım.   Rüzgarda  dalgalanarak yüzüme dökülen saçlarımı elimi enseme sokarak arkaya doğru attıracağım. Gipsy Kings’in  melodisini ıslıkla çala çala hayata dalacağım. Rüzgâr sertleşmiş. Sanırım güz kendisini belli ediyor. Anladım...  Eli kulağında... Sonbahar iyice yerleşiyor.

2011

Mutluluk Neydi?


İbadet etmenin binbir çeşidi yok mu? İnanıyorum ki var.  Mesela Dünya'nın şahidi olmak gerçek bir ibadettir. Bunu sevdiğim bir yazarın kitabından öğrendim. Bir sonbahar günüydü. Güneş sımsıcak ışınlarını çılgınca yeryüzüne göndermekteydi. Yüzümü güneşe karşı korumaya almış, şapkamı takmış, bahçedeki şezlongta oturuyor, İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlas'ını sessizce okumayı sürdürüyordum. Tek ömürde tek yaşamla yetinmek istemeyen bir bünyeye sahibim. Sanıyorum bu sebeple hayal kurmayı seviyorum. Her kitabı  okurken,  içimde yepyeni bir hayata seyahate çıkıyorum. Elimdeki kitaba göre,  her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kuran'ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünya'ya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya'nın şahidi olmaktı. Düşünceliydim. Eve girdim. Başımdaki şapkayı çıkardım. Elimdeki kahveyi iyice koklayıp bir yudum içtim. Fincanı şapkamla birlikte, Puslu Kitaplar Atlas'ının yanına masanın üstüne bıraktım. Koltuğa, sırtüstü uzandım. Gözlerimi kapadım. Düş görmeye başladım.


Karanlık bir mağarada yapayalnızdım. Dehlizler açarak yer altında ilerliyordum. Yerin kim bilir kaç kat dibinde olmama rağmen dehlizlerin duvarları sanki toprak değil de karanlık bir sisti. Kazmamı duvara vurdukça toprak zifiri bir karanlık bir dumana dönüşüyor ve bu sis, dizlerimden aşağıya yayılıyordu. Ne var ki bu duruma şaşırmış görünmüyordum. Bıkıp usanmadan kazıp sarkıt ve dikitlerle dolu sayısız mağaraya, kaynar suların gürüldediği hesaba gelmez yeraltı nehirlerine ve bir nice azman kertenkele iskeletine ulaşmıştım. Ancak, en ufak fısıltının bile madeni duvarlarda gökgürültüsüne dönüştüğü bir mağaraya eriştiğimde donakaldım. Sarkıtların altında ve dikitlerin üstünde tahtaları çoktan çürümüş devasa bir gemi vardı. İçine girdiğimde hepsinden bir erkek ve bir dişi olmak üzere envai çeşit hayvanın iskeletini görüp korktum. Dehşet içinde güverteye çıktığımda, mağarada gördüklerim kanımı dondurdu. Paslanmış zırhlarıyla demir peçeli yeniçeriler mağaranın duvarlarından, sanki bir sisi yarıyorlarmış gibi çıkıyorlardı. Yeniçeriler karşı duvarın içine girip kaybolunca, dehlizimi bu yönde açmaya başladım. Durup dinlenmeden yerin altına indim, cinlerin yıkandığı kaynar çamurları, ergimiş kurşun ırmaklarını, deliklerden püsküren kibrit buharlarını geride bırakıp mıknatıslı bir mağaraya geldim. Burası bütün pusulaların gösterdiği yerdi. Dehşetten donakalmıştım. Çünkü kara alevler mıknatıslı duvarları yalıyor, geçmişin ve geleceğin bütün günahkârları bu mağarada azap içinde inliyordu. Burası, varabileceğim nihai derinlikti. Kaçıp kurtulmak istedim. İçimdeki bir ses bana, bir ağaç kökünü izleyip yukarı çıkmamı söyledi. Kibrit buharlarının arasında, o ağacın kökünü böylece buldum. Yukarıya yol alırken, ejderhaların koruduğu hazineler, yaşayıp ölmüş bütün hayvanların kalıntılarına rastladım. Mücevherli taçları, ve altın zırhlarıyla yatan kral ölülerine, zincirlere vurulmuş lanetli iskeletlere, göğüslerine çakılmış kazıklarla uyuyan upirlere, başsız gövdelere ve kesik başlara kayıtsızca baktım. Kabir azabı çeken ölülerin inlemelerini ibretle dinledim. Kökü izleyip çok geçmeden tilki, köstebek, tavşan ve fare yuvalarına ulaştım. Çaresiz, yukarı doğru kazmaya başladım ve ağacın gövdesine eriştim.  Artık yeryüzündeydim. Yıldızları gördüm ve gecenin duru havasını ciğerlerime çektim. Ayışığında ağacın silüeti seçiliyordu. Dolunaya erişmek istedim. Ağaca tırmandım, sincapları uyandırıp yuvalarındaki kuşları ürküterek tepeye erişince, dolunay sandığım şeyin, aslında ağacın yegâne meyvası olduğunu gördüm. Bu meyvayı tatmak için dayanılmaz bir istek duydum. Gümüş rengi meyvayı ısırdığımda hazineleri koruyan ejderhaların alevlerini tattım, kanlı altınların, mavi azül taşlarının, kızıl yakutların dayanılmaz lezzetlerini tattım, ateş ve suya hükmeden sultanların gazabını ve upirlerin hüznünü tattım, mezarlarında iki meleğin sorguya çektiği ölülerin azabını, günahkârların neşesini ve bu neşenin bedeli olan kara ateşin yakıcılığını tattım. Meyvesini yediğim ağacın köklerinin uzandığı her yerden gelen binbir çeşniyi, binbir lezzeti,  binbir hüznü, binbir kahkahayı tattım. Bu yeraltının tadıydı ve tanıdım. İhsan Oktay Anar'ın  kitabından edindiğim  Atlas'ın bütün sayfalarını bu tatla tanıdım ve onda içinde bulunduğum dünyanın karanlık ayrıntılarını gördüm.


Uyandığımda gözlerimi açmakta zorluk çektim. Kendimi son derece yorgun hissediyordum. Sanki yüzyıllık uykudan uyanmıştım. Eğer Dünya'nın şahidi olmak gerçek bir ibadetse, ki inanıyorum ibadetti. Dünya'ya şahit olmanın yolu ise, maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanevladı için  büyük bir nimetti. Az önce sırf ibadet olsun niyetiyle, kendimi  Puslu Kıtalar Atlası'nın sayfalarına gömdüm. Mutluluk neydi ki? Yüreğimi dinledim. Mutluluk, ehlinin elinden çıkmış bir puslu kıtalar atlasıyla maceraya atılıp, Dünya'nın şahidi olmak demekti. Yazara hayallerimi kışkırttığı için teşekkür ettim.


NOT: Umarım yazar afeder beni, italik yazılar, İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası'ndaki cümlelerinin kendime uyarladığım halidir. 

28 Eylül 2012 Cuma

Zagor Ve Yalnız Bir Opera

"Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen' notunu buldum kapımda.
Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve 16.04'tü onu bulduğumda. 
 Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran zamanı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını."




"Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.





 Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
Bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak? 




"Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
Yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak,
Camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak....
Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
Çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
İçimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
Para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
Çıplak bir yara gibi sızlar paylastığımız anlar,
Eşyalar gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
Korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
Çağrışımlarla ödeşemezsiniz."  




 "Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz.
Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
Bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi"



"Ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime. "


"İyi bak kendine
Gözlerindeki usul şefkati
Teslim etme kimseye, hiçbir şeye"




NOT: Şair umarım afeder beni, Murathan Mungan'ın Yalnız Bir Opera adlı şiirinin  bazı dizeleriyle, Zagor karelerini eşleştirdim. İtiraf etmeliyim ki, dizelerin yerlerini de değiştirdim.

27 Eylül 2012 Perşembe

"hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir kimse ve hiçbir zaman kazanamayacak"

Her gün birbirine benzer mi? Nasıl denirdi? Dün dündür, bugün bugündür, öyle değil mi? Du bi... Aman diyeyim... Kafam bozuk ya şimdi... İnanmadığım lakırtıları inanıyormuşum gibi yazabilirim. Bi kalemde rüsva olabilirim. Amann yaa... Hayal Kahvem'de keyfimin kahyası benim arkadaşım. Zaten az önce eve geldim. Üzerine afiyet nasıl yorgunum anlatamam. Ayakkabılarımı fırlattığım gibi salondaki koltuğa geçtim. Canım sıkkın... Öfkeliyim. Nedir bu? Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, her gün beni önüne katıyor. Ha babam de babam hamur gibi şekillendiriyor. Yılgınım. Günlük hayatımda her türlü mücadele karşısında ziyadesiyle hanım olmaya, uslu olamaya, hisli olmaya, gurur okşamaya, her soruya cevap olmaya, vizyonuma masaj yapmaya  çalışıyorum. Bari Hayal Kahvem'de saçmalama hakkımı rahatça kullanabileyim. Herşeye boş vereyim, abarttıkça abartayım, yazdıklarımı kabarttıkça kabartayım. Beceriksiz olayım. Zavallılaşayım. Afilli bir hata yapayım. Vitesi boşa alıp tepe taklak yüreğime yuvarlanayım.  Du bi... Hatta ustanın dediği gibi "marjinal olayım, uçta dolaşayım, tarikat kurayım, kendimi ömrüme asayım, efsane olayım, tarihe ara sıcak bir mevzu olayım." Şimdi  aklıma yan gelip yatan adamın hikayesi geldi. Hani adamın biri sürekli yan gelip yatıyormuş. Çevresindekiler yan gelip yatan adama her daim "çalışsana, zengin olursun"  diyorlarmış. Yan gelip yatan adam "zengin olunca ne olacak" diye sormuş. Çevresindekiler koro halinde "zengin olunca yan gelip yatarsın" demişler. Bütün gün yan gelip yatan adam da "zaten ben şimdi yan gelip yatıyorum, niye mesaimi boşuna harcayayım?" demiş ya  hani... Hımm.. Bu hikayeyi kimden öğrendiğimi biliyorum ben... Usta bellediğim Metin Üstündağ'ın Denemeyenler'inden... Oh ya! Yazarın ömrüne bereket! Metin Üstündağ'ın kitabını elime aldım. Yazar bencileyin sıkıntılıdır.  Dünyadaki "bunca kurban, bunca katliam, bunca yalan dolan, acı, sancı, geyik muhabbeti, trip, fıkra, efsane yetmedi mi?" deyu isyanlardadır.  Kendisini evde çöp biriktiren insanlara daha yakın hissetmektedir. Ve der ki: "çöp biriktirmekle, para biriktirmek arasında hiçbir fark yok.. çöpler de çöp olmadan evvel kendilerince bir para değeri vardı, ama şimdi para değerleri gitti, anı ve sap değerleri kaldı.. çöp de para da kokuyor, kokuşuyor, kokuşturuyor sonuçta.. para, çöpün hammaddesi.. çöp, paranın ekşimesi, oksitlenmesi.. hayatımızdaki her şey para olmadan önce hiç televizyonlarda borsa haberlerinden evvel  evinden çöp çıkan insan oluyor muydu ki.. para eşittir çöp, çöp eşittir para işte esas hikaye." Rüzgarın önünde altın sarısı bir yaprak gibi, yorgun, dermansız, çuval gibi hissedince,  Metin Üstündağ'ın "hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir kimse ve hiçbir zaman kazanamayacak" tadındaki sözlerini ezberimden tekrarladım. Ne o? Öldüğümde poster olsam şu dünyaya ne olacaktı ki? Yazara uyup, kendimi hiç'lik derecesine indirmeliyim hemen. Evdeki çöpleri biriktirmeye başladım.


26 Eylül 2012 Çarşamba

Kırılan Gönül Telinin Kimseye Faydası Yok.


Ah, benim akılsız başım! Ben... Kaya Amca'yı aramayı nasıl unutmuşum? Sabah evden işe gidiyordum. Zagor'un maceralarında, birden şimşek çakar da, karelerin içinde  "RUUUMMBLEE!" diye ses efekti yazar ya... Hah işte, tıpkısının aynısı şimşek efektini işittim birdenbire!.. Ben ne yapmıştım? Allahım, bağlamam Gönül'le olan maceramı anlatırken Kaya Amca'yı yazmayı nasıl atlamıştım? Peki dün niye telefonla Kaya Amca'yı aramamıştım? Ne fenayım!.. Hemen arabamı yolun kenarına çektim. Hemen... Cep telefonumu elime aldım.  Numarasını buldum. Düğmesine bastım. Çalıyor... Tamam, açtı:
- Kaya Amca...
-Efendim canım.
-Kaya Amca, Allah sabırlar versin demek için aramıştım. Hani Neşet Ertaş bu dünyadan göçtü ya. Dün sizi aramayı unutmuşum. Kusuruma bakmayın olur mu?
-Sağol, canım. Sağolasın. Büyük ustaydı. Çok büyük aşıktı. Çok severdim bilirsin, çoook. 
Hemen kendimi affettirmeli, onun kederini az buçuk neşeye çevirmeliydim.
-Bilmez miyim Kaya Amca. Oğlunuzun adı Neşet. Başka soruya ne hacet. 
Güldü. Devam etmeliydim sözlerime...
-Neyse. Gücenmemişsiniz bana. Oysa sizden azbuçuk sitemkar sinyal alsaydım, B planımı çoktan hazırlamıştım. Hangi türküyü söyleyecektim bilin bakalım?
İşte... Tamam... Gene güldü. 
-Hangisiymiş? dedi.
Hiç çekinmedim. Bu bed sesimle iki satır Neşet Ertaş türküsü söyledim.
-Niye çattın kaşlarınııı... Bilmiyom ki suçlarımıııı... Kaya Amca daha ileriye gitmeyeyim. Sabah sabah gününüzü rüsva etmeyeyim, dedim. Seçkin Teyze nasıl?
- İyi çok şükür. Yarın rutin kontrellerimiz için doktora gideceğiz.


Kaya Amca ve  sevgili eşi Seçkin Teyze benim şahane müşterilerim. Aynı zamanda Kaya Amca benim bağlama ustam, öğretmenim. Bağlama öğrenmeye heves ettiğim günlerde belediyenin bağlama kursuna işten kalan zamanlarımda yetişmeye uğraşıyordum ki, pek kolay olmuyordu tabii. Bir gün benim ofise Kaya Amca geldi. Bir "RUUUMMBLEE!" efekti o zaman da işitmiştim. Hemen bağlamam Gönül'ü kucağıma alıp Kaya Amca'nın yanına getirmiştim. Kaya Amca şahane bağlama çalar. Ne olurdu arada ofise uğrasa, bağlama çalmayı öğretse bana... Öyle notayla filan öğrenmekte gözüm yok ki... Şöyle bir iki türkü çalabilsem var ya... Uçacağım havalara... Baktı bende bi heves... Bi heves... Çok iyi arkadaşız sonra... Bir başlarız Kaya Amca ile hasbihal etmeye... Of, doyamayız tadına... "Elbette" dedi. Hey, uçtum ben tabii!..  Sahiden başladık mı biz Kaya Amca'yla haftada bir bağlama çalışmaya... Notasız öğretiyor. "Mızrap, parmak, kulak" diyor... Sırrımız bu. Sonra "Yüreğini dinleyeceksin, bağlamanın tellerinde rahatça dolaşacaksın." diyor.  Ne güzel günlerdi. Divane aşık gibi bağlamanın tellerinde dolaşmaya başlamıştım. Şu bağlamanın sesi var ya! Of ki of yani!.. Nasıl titretiyordu yüreciğimi... Araya Seçkin Teyze'nin sağlık sorunları girdi. Çok şükür iyi ama şimdi.  Benim işlerim yoğunlaştı. Gönül ofisteki odamdan, yan odaya, oradan dolaba dinlenmeye geçti. O gün bugündür bağlamamı unuttum gitti.
 
-Kaya Amca, bizim Gönül var ya... O zamandan beri ellemedim biliyor musunuz? Eğer vaktiniz varsa  diyorum. Tekrar başlayamaz mıyız derslere, ne dersiniz? Olmaz mı?

-Hayhay canım, dedi. Elbette...

Heyy!..  Kaya Amca öğleden sonra ofise geldi. Allahım ben ne fena birisiyim. Gönül'ü belli ki küstürmüşüm. Kaya Amca şahit... Gönül'ü elime aldım ki o ne? Tellerinden biri kopup, düşmedi mi ayaklarımın dibine!  Gönül nasıl garip, nasıl mahsun bakıyor anlatamam. Ah, haklı... Eğildim kulağına...
-Affet beni Gönül, dedim sessizce. "Kaya Amca'nın yanında mahcup etmesen beni keşke... Bak, kırılan Gönül telinin kimseye faydası yok. Merak etme e mi, bu sene inan çok ilgileneceğim seninle." dedim. İnandı bana.  Sevinçten parladı mı ne? 

Kaya Amca'yla sözleştik. Gönül'ün kırılan telini onaracağım. Haftaya bağlama öğrenmeye en baştan başlayacağım. Kısmetse!




25 Eylül 2012 Salı

Bizim Büyük Çaresizliğimize Karşın, Yemeğin Mutlulukla İlgisi Olmalı.

Yalanım yok. İştahlı biriyim. Sadece yemeğe değil, şu fani dünyanın merak ettiğim her şeyine fena halde iştahlanabilirim. Hele kitaplar ve yemekler bir araya gelmişlerse... Veeee... Bir yemek kitabında değil, bir romanda, bir öyküde veya  bir şiirde yemekle ilgili cümleler geçiyorsa hele... Heyy! Değmeyin keyfime...  Sevinçten çıldırabilirim. O kitabı döne döne okuyabilirim. Bu akşam işten eve biraz erken döndüm. Yemek pişirecektim ama yemek pişirmeyi gene oyuna dönüştürmeye karar verdim. Neden biliyor musun? Bugün bir arkadaşımla ofiste  kahve içiyorduk. Bir ara söz döndü dolaştı  akşama ne pişirelim'e geldi. Arkadaşım dudağını sarkıttı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Gözlerini devirdi... "Yemek pişirirken geçen zamanıma acıyorum." dedi. Nasıl üzüldüm anlatamam. Cemal Süreya'nın iki dizelik bir şiiri vardır ya hani... "Yemek için ne düşünürsünüz bilmem. Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." der. Bilirsin, şair sözünü her daim hakikat bellerim ben... Hakikaten kahvaltının  mutlulukla bir ilgisi olmalı. Sadece kahvaltının değil tüm yemeklerin mutlulukla bir ilgisi olmalı, öyle değil mi? Arkadaşıma "Sen hiç Barış Bıçakçı kitabı okudun mu? diye sordum.  "Sorulur mu?" dedi. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i bir solukta daha yeni bitirdim yuttum."  "Ne iyi!... O halde Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in  bir yemek kitabı ayarında olduğunu farketmişsindir." dedim. Yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Yemek kitabı mı? Şaşırdın mı sen... O kitap hüzünlü aşk öyküsüdür." dedi.  Güldüm. "Bu akşam gel benimle." dedim. "Sana Barış Bıçakçı usulü yemek yapmayı göstereceğim." Burun büktü. "Bu akşam televizyonda benim dizilerim var. Kaçıramam." dedi. Gelmedi. Televizyonda dizi seyrederken geçirdiği zamana değil, yemek pişirirken geçirdiği zamana üzüle üzüle evine gitti.


İşten dönüşte kapıdan girdiğim gibi ceketimi  evin girişindeki hole attım. Sonra koşar adım kitapların yanına vardım.  Barış Bıçakçı'nın aklımdaki kitabını rafından kaptım. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yemek geçen cümlelerin yanına kocaman bir Y harfi yazdığım için, gördüğüm tüm Y harfli paragrafları aceleyle taradım.  Buldum.  46. sayfa... İşte bu sayfada yazan "Barış Bıçakçı usulü fırında patates" yaptım. Şöyle:  

"Halka halka doğranmış patatesler ve soğanlar tepsiye, bir sıra patates bir sıra soğan olacak biçimde dizilir, üzerlerine tuz, kimyon, karabiber, kekik ve kırmızıbiber katılmış salçalı su dökülür, ince tereyağ dilimleri yerleştirilir ve fırına verilir. Pişirilince afiyetle yenilir." 

İşte bu tarifin aynısını yaptım. Tepsiyi fırından çıkardığımda, kitabın 100. sayfasında dediği gibi "Güzel bir koku kaplamıştı mutfağı."  Hemen  beyaz porselen bir tabağa Barış Bıcakçı Usulü pişirdiğim yemekten  üç kaşık koydum. Mutfaktaki masanın başındaki sandalyeye oturdum. Çatalımı tabağa daldırdım. Tam ağzıma atacaktım ki önce iyice kokladım. Hımmm... Miss! Hemen ağzıma attım... Heyy! Nefis!.. Biliyoruz ki yaşam sonsuz değil. Ölümlüyüz hepimiz. Bir gün her şey sona erecek. Kitabın adı gibi bu durum bizim en büyük çaresizliğimiz elbet... İşte bu çaresizlik içinde filmler ve kitaplar bir illüzyon geçirirler. Hayatı eşsiz kılmayı becerirler. Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanından öğrenerek pişirdiğim yemeği az önce yedim ya... Bir kez daha anlamıştım... Hayatta bütün tatlar ekşi ya da acı değildi. Hayat tekrarlanan küçük keyiflerin bileşkesiydi.  Hayat "Yemek güzel olmuş mu?" sorusunun şahaneliğiydi...  Ya da "Eline sağlık" demenin harikuladeliği... Hayatın rutuninde  farkına pek varamadığımız, masada geçirilen saatlerin o muhteşem güzelliğiydi sanki. Lezzetli bir yemek yemenin o tarifsiz hazzıydı belki...  Ve sonuncusu ama en önemlisi... Yemek üstüne ne düşünülür  bilmem ama... Sadece kahvaltının değil yemek pişirmenin ve yemenin mutlulukla  kesinlikle bir ilgisi olmalı. 

2011

24 Eylül 2012 Pazartesi

Heey, 25 Eylül'de 6. Beyoğlu Sahaf Festivali Başlıyormuş!


Silifke Ve Seyfi Teoman Ve Coğrafya

"silifke'nin yoğurdu, ah seni kimler doğurdu.
seni doğuran ana, bal ilen mi yoğurdu."

Silifke Türküsü


İşte memleketimin güzeller güzeli bir beldesi.  Silifke!.. Coğrafya bilgim kıt olduğu için, önce haritayı açtım. Akdeniz kıyısında olduğunu biliyorum ya, elimle koymuş gibi buldum. Bak, işte!.. Hey, coğrafya bilgim kıt dediysem, o kadar da cahil değilim elbette. Az buçuk mektep tedrisatından geçmişliğim, mürekkep yalamışlığım vardır benim de. Ama sana bir şey söyleyeyim mi, coğrafya dersini keşke türkülerimizle işleseydik.  O zaman coğrafya dert olmaktan çıkar, gerçekten ders olurdu. Coğrafya kitabını satır satır yudumlardım yeminle. Neyse... Şimdi diyeceksin ki, "Silifke durup dudurken nerden aklına geldi?" Yooo. Öyle durup dururken aklıma gelmedi. Pazar günü evde, kendi kendime Türk Filmleri Festivali düzenledim. Ve büyük bir hevesle Seyfi Teoman'ın filimlerini seçtim.


Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i daha önce seyretmiştim. Barış Bıcakçı'nın, aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştı. Barış Bıçakçı'nın şiirlerine, roman ve öykülerine tek kelimeyle biterim. Ayrıca okuduğum kitapları beyaz perdede seyretmeyi çok severim. Erkekler dünyasını anlatan bir hikayesi vardı. Ne yalan söyleyeyim kitabı kadar filmini de çok sevmiştim. Yönetmeni Seyfi Teoman'ın diğer filmlerini çok merak etmiştim. Gencecik biriydi. Ve... Ne yazık ki, geçen sene, henüz 35 yaşındayken, bu dünyadaki işlerini bıraktı, öbür dünyaya gitti. İki uzun filmi olduğunu, ikincisi Bizim Büyük Çaresizliğimiz'ken, ilk filminin Tatil Kitabı olduğunu ölümünden sonra öğrenmiştim. Kısmet şimdiyeymiş. Dün seyredebildim. Gene erkekler dünyası... Erkek çocuk, abi, baba, amca ve diğer erkek çocuklar, diğer abiler ve amcalar... Kadın var ama aynen Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki gibi... Maksat erkeklerin zaaflarını, sorunlarını, çaresizliklerini, sade, sessiz,  hayatta olduğu gibi aktarmakken, kadınlar dünyasına aralanan küçük bir iki pencere var belki... Tüm yüreğimle inanıyorum, yaşasaydı, şahane filmler yönetecekti Seyfi Teoman. Filmlerinin sonradan sonradan insanın yüreğini burkan acımtrak bir tesiri var. Demek, felek ağlarını onun için buraya kadar örmüş...  Hissediyorum, bunları düşününce yüreğimi puslu bir hüzün kaplıyor. Ölüm, bizim en büyük çaresizliğimiz. Elden bir şey gelmiyor. İyi ama... Ne biliyoruz? Seyfi Teoman gittiği yerden memnundur, ışıklar içinde filmler çeviyordur belki. Nur içinde yatsın. Kısacık ömründe çektiği iki filmle hayatımızı eşsiz hissettiren sevgili yönetmen, kesinlikle mutludur orada. Eminim. İşte dün seyrettiğim Tatil Kitabı adlı filmini Silifke'de çekmiş.  Acaba  Seyfi Teoman bu filmi için neden Silifke'yi seçmiş? Rastgele bir seçim mi? Yoksa özellikle bildiği bir sebeple mi seçti? Kimbilir? Sana bir şey söyleyeyim mi, ömrümde bir kere bile Silifke'ye gitmedim. Silifke'yle ilgili sadece, uzun zamandır dinlemedim ama, işte yukarıda iki dizesini yazdığım türküsünü bilirim. O kadar.  Tatil Kitabı'nı seyretmeseydim, Silifke'nın haritadaki tam yerine bakar mıydım, Silifke hakkındaki yazıları okur muydum inan bilmiyorum. Ben var ya, memleketimin bildiğim büyük şehirleri dışındaki coğrafyalarda film çeken yönetmenleri çok seviyorum. Silifke'nin  kendine has yoğurdu var mı acaba?   Hayat ne tuhaf!.. İnsan duyguları ne  acayip!..  Sahiden merak ediyorum.


23 Eylül 2012 Pazar

Filmekimi Ve Ben

"...  Ama hepiniz, hepiniz...
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli, içinizde?
....."
Orhan Veli Kanık


Dün sabah Filmekimi için seçtiğim iki iş gününe kendime akortladım. O iki gün seyretmek istediğim filmleri işaretledim. Ne yazık ki seçtiğim filmlerin çoğunun bilet satışı bitmiş. Eli çabuk birileri gene benden önce bu filmlerin biletlerini satın almış belli. Anlaşılan gene kısmetime denk gelen filmleri seyredeceğim. Biliyorum her birini çok beğeneceğim. Seyredemediklerimi ise,  yıl içinde bir şekilde bulup buluşturup, gene evde kendi kendime film festivali tertipleyip izlemeye niyetleneceğim. Neyse... Filmekimi'nin 11. yılıyken, ben 3. yıldır Filmekimi'ne gidiyor olacağım. Yüreğime film festivaline gitme arzusu eken, Tersninja'ya ve o zamanlar Tersninja'da yazılar yazan Numan Serteli'ye buradan teşekkür etmeliyim. Yılda iki gün Filmekimi'ne, iki gün de İstanbul Film Festine gidiyorum. Hayatımın hayhuyu, rutin koşuşturması içinde kendime ait, sadece kendime ayırdığım bazı günlerim olsun istiyorum. Film festivalleri ve kitap fuarları için ayırdığım günler bunlardan bazıları oluyor. O günler kendimi iyice çitiliyorum. Duygularımı köpük köpük abarttıkça abartıyorum. Yılda iki defa da olsa, benim gibi köyde yaşayan, fazla özelliği olmayan basit birine film festivallerinde İstanbul'a gitmek, bir sinemadan çıkıp diğerine girmek, Beyoğlu'nun   ara sokaklarında dolaşmak, Emek Sineması'nın yeniden açılacağını umutla hayal etmek, salaş bir sandalyeye çöküp ince belli bardaktan demli çay içip simit yemek, insanları seyretmek, seyrettiğim insanlar arasından birinin, okuduğum bir roman kahramanı olduğunu farzetmek, herşeyi iyi ve güzel tarafından görmek, sinema yoluyla dünyayı dolaşmak,  aynı bir film gibi bir gün yaşamımın sona erecek olacağını yeniden algılamak, sanatın ve sanatçının yanında hiçliğimi farketmek, insan duygularının müşterekliğini sezmek, sevginin varlığının  en şifalı şurup olduğunu hissetmek, küçük sevinçlerin içimde uyandırdığı koskocaman  haz duygusu gibi sayısız katkı sağlıyor. Zenginleştiğimi anlıyorum. Köyüme  coşkuyla dönüyorum. Tanrım, lütfen bu coşku beni terketmesin!


 
                           







22 Eylül 2012 Cumartesi

Beatles Aşkı Başkadır.


girl


  strawberry fields forever



yesterday



 if I fell

hey, jude


all you need is love

Vurdun Kanıma Girdin İtirazım Var!




Ne vakit başladı bu sevda bilmiyorum. Daha ilk görüşmemizde, "Ben hiç böylesini görmemiştim. Vurdun kanıma girdin itirazım var." diyesim gelmişti diye hatırlıyorum. O gün bugündür onu tutkuyla seviyorum. Ne yapsam vazgeçemiyorum. Hayır, sadece benim bildiğim ortamlarda karşılaşsak neyse. Kendimi oyalayacak bir şeyler bulabileceğimi düşünüyorum. Ama heryerde karşıma çıkıyor. Kafamı dağıtmak için avare avare gezindiğim büyük alış veriş mağazalarında, kokusuyla beni kendimden geçiren kafelerde, yeni bir müşterinin adresini ararken bilmediğim ıssız sokaklarda, daldığım salaş pasajlarda, sinema festivalinde tam bir filmden çıkıp diğer filme girmek için koşturduğum Beyoğlu ortamında... Heryerde... Her fırsatta... Tam, unuttum işte dediğim anda... Birdenbire bakıyorum ki küt diye karşımda.. Kalakalıyorum. Tutkusu yerleşmiş ya yüreğime... Dayanamıyorum. En baştan başlıyorum. Çoğunlukla abartıyorum duygularımı. Gece gündüz birlikte oluyorum. Hayatım hep onunla doluyor. Dış dünyadan kopuyorum. Geceler boyu kendime "Benim de mi düşüncelerim olacaktı, ben de mi uykusuz kalacaktım, sessiz sedasız olacaktım böyle?" diyorum.  Yoo. İnan deniyorum. Onunla ilgilenmemeyi deniyorum. Kendimi işe kaptırıp aşırı çalışıyorum. Sinemaya gidiyorum. Yemek yapıyorum. Arkadaşlarımla buluşuyorum. Spora gidiyorum. Yooo... Onu aklımdan atmayı asla beceremiyorum. Gözlerimi kaçırıp vurdumduymaz göründüğüm anlarda dahi ona karşı zayıf olduğumu çok iyi biliyor. İtiraf etmeliyim ki haklı. Konuşmasına gerek yok. Her defasında değişen  dış görünümüyle, o asil duruşuyla, sakinliğiyle beni büyülemeyi beceriyor. Benim için hayatın özeti, oymuş gibi geliyor. Karşısında ezilip büzülüyorum. Acıyor mu acaba bana, inan bilmiyorum. Bildiğim... Onu nerede görsem, dayanamayıp uzattığı elini sıkıca tutuyorum. Dokunuyorum. Burnumu gövdesine dayayıp kokusunu içime çekiyorum. Her sayfasını  tüm merakımla doya doya okuyorum. Vurdun kanıma girdin kitap, itirazım var! Sensiz yapamıyorum.

Edebiyat Ve Felaket Vaziyetlerim



"Felaket başımıza geldi. İşte biz edebiyat bilirsek daha derin bir düşünceye ulacağımız için, felaketin bize kazandırdığı bir şey olduğunu farketmemiz zor olmaz. Felaket bize ne kazandırır? Felaket bize, bizim için neyin önemli olduğunu görmeyi sağlar. Yani hayatım mı önemli, suyun ya da enkazın altında kalan param mı önemli, kendi canım mı önemli, falanca eşyam mı, yükte hafif pahada ağır olan mı, manevi değeri olan mı, manevi değer nedir? Anlatabildim mi? Yani felaket hayatımızda hızla yeniden bir düzen kurma, zihnimizde yeniden bir düzen kurma refleksi getirir. Ama düşünemiyoruz. Edebiyat bilmediğimiz için düşünemiyoruz. Siyasetçilerimizin de çoğu, sanatçı diye alkışladığımız insanların da çoğu, yöneticiler, iş adamları, patronlar, amirler, edebiyat bilmedikleri için hepsi de, iyi durumda değiller diye bir probleme işaret etmiş olayım. "  (Murat Menteş - Tahta Köprü'deki muhabbetinden)


Şimdi çıkmalıyım. Dönüşte kısmetse, dün gece pijamalarımı giymiş, Hayal Kahvem'in ayarlarıyla  uğraşırken,  yanlışlıkla tıklayıp, Hayal Kahvem blogspot'un yeni sürümüne geçince, beyaz sayfa lacivert bir karanlığa gömülünce, başıma büyük bir  felaket gelmiş gibi nasıl korkup paniklediğimi, buncacık şeyden nasıl dünya başıma yıkılmış gibi hissettiğimi, sonra bir filmi ve senaryosundan kitaplaştırılan kitabını düşünüp, kendime nasıl geldiğimi, ardından Yaş Tahta'nın nasıl imdadıma yetiştiğini anlatmak niyetindeyim.

Du bakalım... Hey, geç kaldım. Hemen gitmeliyim!




21 Eylül 2012 Cuma

İmdat!


Nasıl sinir oluyorum kendime anlatamam! Allahım, nasıl yaptım bunu ben? Blogspotun hangi bela satırını tıkladım? Hayal Kahvem yeni sürüm diye bambaşka bir surata sahip oldu. Ne fena!

Hayır, becerikli olsam gam yemeyeceğim. İşte, buyrun, eskiye dönmeyi, değiştirmeyi denedim. Beceremedim. Kendime çok kızdım. Çook!

Afedersiniz, Hayal Kahvem'i eski sürüme nasıl geçirebileceğim konusunda yardım edecek biri var mı acaba? 


20 Eylül 2012 Perşembe

Sen Kırlangıç Yuvasındaki Kadını Gördün Mü Hiç?


Bak ne anlatacağım... Hayal Kahvem'e kimi zaman hayali yazılar yazıyorum diye, yakınlarım şaşıyor vaziyetime. Ayrıca hemen hemen hergün, neredeyse aralıksız, yazılar yazıyorum ya biteviye... Bazan birden fazla yazı yazdığım bile oluyor aynı günde; diyorlar ki "Nasıl yapıyorsun?" "Madem yazabiliyordun böyle, neden başlamadın daha önce?" Ne desem ki? "Nehir akar, ya denize boşalır ya da kendi denizini yaratır." demişti sevdiğim bir yazar. Ne bileyim? Demek ki, herşeyin bir yeri ve zamanı var.

Ben komik, küçük sevinçler geçirecek mucizevi yazılar yazabilmeyi hayal ediyorum. Yemek tarifleri verirken, film senaryosu gibi anlatıyorum, yiyeceklere insan isimleri takıyorum, eşyalara canlı muamelesi yapıyorum, eşyalara birer isim verdiğim gibi, hatta emekleri geçtiği için bana, eşya isimlerinin sonuna, hanım ya da bey gibi saygı kelimeleri ekliyorum. Kimi zaman deyimlerle deneme yazısı yazmaya çalışıyorum. Kimi zaman sevdiğim yazarların cümlelerinden bilmeceler kuruyorum.Ya da beğendiğim şarkı sözlerinden metinler oluşturmaya çabalıyorum. Sevdiğim yazarın öyküsüyle, sevdiğim şairin dizlerini birleştiriyor, kendime göre yeni bir öykü oluşturuyorum. Veya hayali yazılar yazıyorum sanki başımdan gerçekten geçmiş gibi... Uçurtmayla uçurtma oluyorum  bulutlarla kovalamaca oynuyorum, kuşla kuş oluyorum, bi bakıyorum ki o ne? Resmen uçuyorum. Haydi eskiden bunları sadece kendim bilirdim. Şimdi Hayal Kahvem'e yazıyorum. Benim bu vaziyetlerimi bilmiyorlardı ya, yazılarımla arkadaşlarımı ve ailemi şaşırtıyorum. Acaba neden ben böyle şeyler yapıyorum?


Bu akşam Sait Faik'in Son Kuşlar adlı kitabı elime geldi. Gözümü kapadım. Sayfalarını saygıyla dalgalandırdım. Bir sayfa açtım. Eski huyumdur. Bir kitap elime değerse eğer... Çok vaktim yoksa hepsini okumaya... Kıyamam kitaba... Gözümü kapar açarım bir sayfa... Okurum bahtıma ne çıkarsa... İşte gene böyle yaptım. Kısmetime çıkan öykünün adı "Kırlangıç Yuvasındaki Kadın." Bakar mısın öykünün ismine?.. Haydi bakalım, gelin burdan yakın!  Bak şimdi... Öyküde Yazar, önce deniz kenarındaki, pis bir hamal kahvesinin içindeki kırlangıç yuvasını anlatır. Soba borularının çıktığı delik kapatılmamıştır. Her yıl bir kırlangıç buraya yuva yapmaktadır. Kahveci kadın kapamaz bu deliği bu nedenle... "Eli kulağında, neredeyse gelir benim kiracı" der. Öykünün devamında Sait Faik kırlangıç yuvasındaki bir kadından bahseder, "Kırlangıç yuvasındaki kadın sabahları gözükürdü. Islak saman rengi saçları vardı." diye anlatmaya devam eder. Okuyucu şaşırır tabii. Şaşırdığını anlar yazar, sorar öyküde: "Kırlangıç yuvasına kadın sığar mı? demeyin. İnsan aklına sığan şeyleri bir yol hayal buyurun. Kırlangıç yuvasına bir kadın sokmuşuz, saçlarını, ıslak saman rengi saçlarını tarar dururmuş. Ne zararı var size? Varsın, bir de böylesi bulunsun, hiç değilse Abasıyanık'ın yazısında. Bıktım doğrusu artık, oturup insanoğlunun çektiğini, çekmediğini anlatmaktan. Bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim. Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne fotoğrafta göremedim de sarı saçları var dedim." diye anlatmaya devam eder.


Sonra kırlangıç yuvasındaki kadın ile kırlangıcın ilişkisinden uzun uzun bahseder. Bu anlattığı kadın, kırlangıcın karısı değildir, kuş değildir, in cin değildir yani, basbayağı beniademdir. Olur mu böyle bir şey diye düşünür tabii öyküyü okuyanlar... Yazar anlar okuyucunun hissiyatını ve yazısına şöyle devam eder: "Olur mu öyle şey? Olsun olmasın. Oturup dedikodular, olamamış şeyler, olup da kimsenin takmadığı hikayeler, düzeltemeyeceğim işler, daha doğrusu, ne aynada, ne fotoğrafta kendi kendimi göremediğim halde, başkalarını değil anlamak, görürmüşüm gibi onlara dair sözler söylemek, içim çekmiyor bugün." Sait Faik zanaatının yazı yazmak olduğunu söyler. İsterse kırlangıç yuvasına bir kadın oturtur saçını taratır, isterse yuvaya ateşböceğinden bir avize yapar, isterse kadına sanki günahmış gibi bir günah işletebilir, isterse der ki bir kırlangıç bütün bir yaz boyu iki milyara yakın sinek avlayabilir... Canı ne istiyorsa onu diyebilir, onu yazabilir. Kim karışabilir? Hatta insanın  insana yaptıklarını yazmadığı için, birçokları da sevinebilir. 

Yazı yazmayı sevdiğim yazarlardan öğrendiğime göre, işte en sevdiğim yazarlardan biridir Sait Faik... Ne diyorsa doğrudur... Yazan biri ne istiyorsa hayal edebilir... İsterse "Makas keseceğine diker, isterse geceyi iki güneş aydınlatabilir. İsterse ölüme kravat takar, isterse hayat çırılçıplak dolaşabilir." Canı ne istiyorsa onu yazabilir.. Ben inanıyorum Sait Faik'e! Kırlangıç yuvasında bir kadın olabilir. Sonraaa... Ne diyeceğim?.. Ben kaç kere gördüm, pis hamal kahvesinin bir köşesindeki soba borusu deliğinde! Hey, hem de kaç kere? Neden böyle yazıyorum diye sordum ya kendime... Anladım şimdi niye... Ben kırlangıç yuvasındaki kadını görebiliyorum... Sen de görsene... Haydi dene!...

18 Eylül 2012 Salı

Ve Rüzgâr Yön Değiştirecek.. Hüznü Üfleyip Götürecek..

"Dünyalılar hiçbir yüzyılda 20.yüzyılda çektiği kadar acı çekmedi." derler ya... Bu söz doğru mudur sahi? Gerçekten, neredeyse 20. yüzyılın ilk yarısı tamamen iki büyük dünya savaşıyla geçmiş.  Bakıyoruz ikinci yarısında ise bu savaşların sarsıntıları devam etmiş gitmiş.  İlginç olan ne biliyor musun, 20. yüzyıl aynı zamanda dünyalıların en fazla hayattan keyif aldıkları bir yüzyıl olmuş. New Orleans'ta, tam 1900 yılında doğmuş olan Louis Armstrong, caz'a sadece 20. yüzyıla damga vurmakla kalmamiş, 21. yüzyılda da halen caz deyince aklımıza ilk gelen isim. Caz tarihinin en büyük ismi ve en ünlü solisti Louis Armstrong. Şu fotoğraflara bakar mısın lütfen? Fotoğraflarına baktiğimizda sadece yüzyıllara damgasını vurmuş bir caz ustasını görmüyoruz. Bana göre bu fotoğraflarla Louis Armstrong, 20. yüzyıl insanının tüm acılarına rağmen yaşama sevincini de simgeliyor.             
İyi ama insan, yapılan kötülükleri nasıl unutuyor?  Oktay Akbal, bir yazısında 13 Mayıs 1835 günü New Orleans gazetesinde yer alan bir ilândan söz ediyor: “Aşağıda adları bulunan değerli kölelerin sahibi Avrupa’ya gideceğinden 16 Mayıs günü kölelerini satışa çıkaracaktır.”  İlânın devamında ise köleler tek tek tanıtılıyor... Misal, "Serah, melez, 45 yaşında, iyi aşçı, ev işlerine alışkın, hasta bakımı için mükemmel bir hemşire. Fenny, kızı, 16 yaşında, Fransızca ve İngilizce bilir, mükemmel bir kuaför, iyi bir terzi." Düşünebiliyor musun, satılan her kölenin adları ve özellikleri tek tek yazıyormuş. Bununla kalsa iyi, köle sahibi,  adı geçen kölelerin uyumlu ve mükemmel uyruklu olduklarından söz ediyor, her türlü hastalığa ve kötülüğe garanti verdiğini söylüyormuş. Satış şartlarında da kolaylık sağlıyormuş. Nasıl mı? Yarısı nakit, geri kalanını satıcısına altı aylık senet.  Dikkatini çekerim ödeme sonuna kadar ise  köleler üzerine özel ipotek. Satışlar  noter huzunda yapılıyormuş üstelik.  Yooo, insanın insana ettiği zalimliği anlatmaya daha fazla dayanamayacağım. Pes!           
 
Demek ki 177 yıl önce insanlar böyle alınıp satılıyormuş. Afrika’dan sürüler halinde gemilere bindiriliyorlar...  Amerika’ya götürlüyorlar...  Yarısı yolda ölüyor...  Geri kalanları da pazarda açık arttırmada satıyorlar tabii...  Üstelik özellikle baba, ana, kız, oğul, kardeş farklı farklı yerlere dağıtılıyorlarmış. Bir daha yaşam boyu birbirlerini hiç göremiyorlarmış. Of! Ne merhametsizlik ne vicdansızlık öyle değil mi? Sonra karın tokluğuna evde, tarlada, her kötü işte çalıştırılma... Feci! İnsan denilen canlı, nasıl dayanmış bunca kötülüklere, bunca zalimliklere peki? Hımm...  Şarkı söylemiş. Hüzünlü şarkılar… Bir nevi ağıt… Caz… Hüznün müziği…        
 
1863 yılında Abraham Lincoln tarafından kaldırılan kölelik, yasalar önünde karaderiliyi eşit gösterse de, dünyanın pek çok yerinde,  karaderililerin yaşadığı horlanma ve yoksulluğun halen devam ettiği ortada...  Demek ki karaderili acısını ve yalnızlığını bu şarkılarla dile getirmiş. Son günlerde  oturduğumuz yerde sanki gerçek değil de film seyreder gibi, dünyadaki insanların insanlara ettiklerini seyrettikçe...  Hüzünlü bir müzik dinlemek istedim. Hafıza tuhaf bir kutu. Ne bileyim? Aklıma bunları getirdi. Bak, karaderili bir şarkısında hislerini şöyle dile getirmiş, "Güneş bir gün parlayacak arka kapımda- Ve rüzgar yön değiştirecek - Hüznü üfleyip götürecek."  Evet... Ve rüzgâr yön değiştirecek... Dünyadan hüznü üfleyip götürecek.  Mutlaka.