28 Şubat 2009 Cumartesi

"Aç"lı Deyimlerle Bir Deneme- 3


Uykum kaçtı. Kalktım. Ne yapmalıyım?Kitabım var aslında okuyordum. Okurken uyumuşum. Ferhan Şensoy'un Karagöz ile Boşverinbeni adlı kitabı.Okumaya bu gece başladım. Kitapta iki bölümlü anlatım var. Birinde Yazar'ın kendi gündelik yaşantısı, diğerinde mutfak penceresinin denizliğindeki kuluçkada bir kumrunun ve sonrasında yumurtadan çıkan iki kumru yavrusunun öyküsü. Daha kitabın başlarındayım. Açık konuşmak gerekirse,kitabın kumrulu bölümleri daha hoşuma gitti. Zaten kitap adını, bu iki kumrudan almış. Biri Karagöz. Diğeri Boşverinbeni. Kumrular, yazarın balkonunda doğuyorlar(!) Anneleri gidiyor.Dönmüyor. Aç biilaç kalıyorlar yavrucaklar. Baba zaten başında bir görünüyor.Sonrasında hiç yok. Aç açına nasıl bırakır bir kumru yavrusunu? Kumruları incelemek lazım. Acaba hepsi mi böyle?Ya bir kedi falan gelse. Aç kurt gibi bebe kumruları yese. Hiç düşünmüyorlar mı? Açık yüreklilikle söylemeliyim, bu öyküden sonra kumrulardan soğudum. Açık seçik görülüyor ki bu kumru denilen hayvanlar,yumurtlamayı biliyorlar, sonra bebelerini açık havada,aç karnına bırakıyorlar. Hangi canlı bebesine böyle bir şey yapar ki? Daha kitabın ilk bölümlerindeyim. Belki ilerleyen bölümlerde, anne ve baba kumrunun neden böyle davrandıkları açığa çıkacak. Kimbilir?

Uykum geldi aslında.Ama kumruyu incelemeden mümkün değil uyuyamam. Kumrulu deyimler var mı diye düşünüyorum.Olmaz mı? Birbirlerinden ayrılmayan çiftlere denir ya, çifte kumrular diye. Uyumam lazım. Gözlerim kapanıyor. Neden deyimleri gecenin bu saatinde arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyorum? Açığa çıkarmadan kumruların durumlarını uyumam mümkün değil ki! Hemen baktım googledan. Kumru, güvercingiller soyundan. Eşlerine çok bağlı kuşlarmış. Eşlerden biri ölecek olursa, kalan eş ömür boyu başkasıyla eşleşmezmiş. Dal parçalarından basit bir yuva yaparlarmış. Senede iki yumurta yumurtlarlarmış. Yavrular, yumurtadan çıktıktan 18 gün sonra uçarlarmış. Hoppala! Ama bu kitapta başta anne ve baba kumru vardı. Önce baba,sonra anne yok oldu. Bebelerin açlıktan nefesleri kokuyordu ki yazar imdatlarına yetişti. Durun bakalım belki devamında herşey açığa çıkacak... Off! Şimdi de kitabın devamını merak edeceğim. Bana birisi uykuyu haram mı etti ne? Aman Allah Korusun! Açık söylemeliyim uykuyu çok severim. Hemen uyumalıyım hemen. Uyku konusunda açmaza düşmemeliyim:)

27 Şubat 2009 Cuma

Haydi Hamsi Yiyelim!...

Bloğumda zaman zaman sevdiğim lokantaları yazmaya karar verdim. Pek kimsenin bilmediği, benim yemeklerinden büyük lezzet ve keyif aldığım yerler buralar. Bilinmeliler bloğumu okuyanlar tarafından diye düşünüyorum. Sevildiğinizi bilin yani. Bloğumu okuyanlara bir çeşit ikram durumum bu:) Şunu söylemeliyim ben lüks yerlerden pek haz etmem. Gittiğim yer salaş olacak. Tek yemek konusunda uzman olacak. Balıkçıysa sadece balık, köfteciyse sadece köfte yapacak. Bir de para öderken içime oturmayacak. Ancak böyleyse rahat ederim.Böyle İzmit'te pek kimsenin bilmediği ama şahane yemekler yapan lokantalar biliyorum. Arada bu yerleri bloğuma yazmak istiyorum. İşte şimdi yazacağım yer Kullar'da... İzmit Goodyear Lastik fabrikasının yanından Kullar'a doğru gidiniz. Köyün merkezine geliniz. İlkokul binasının karşısında küçük bir balıkçı göreceksiniz. Bu lokantanın adı da "Balıkçı" zaten..

"Balıkçı" da çatal ve tabak kullanılmaz hamsi yerken. Hamsiler dışarıdaki ızgarada pişer. Sonra lokantanın sahibi masanın ortasındaki yağlı kağıdın üzerine hamsileri boca eder. Herkes ortadan yer. Bizimkine pek yemek denmez de saldırmak denir genelinde. Yandaki küçük tabaklarda soğan,maydanoz, turp olur. Biz salatayı çok sevdiğimiz için ayrıca yeşil salata mutlaka isteriz. Bu nedenle yandaki fotoğrafta masada çatallar var.Salata istemezseniz çatala hiç gerek yok.

Lokantanın sahibinin enteresan bir hikayesi var. Daha önce fabrikada çalışıyormuş. Bir grup işçi işten çıkarılacak diye duymuş ve piyango kendisine de vurmuş. Okadar üzülmüş ki işten çıkarıldığında.Epeyce bir süre kendine gelememiş. Zannetmiş ki dünya başına yıkılmış. İş aramiş. Bulamamış. Sonra köyde balık satmaya başlamış. Köydeki esnafa arada balıkları ızgara yapmış yedirmiş...Derken ilgi büyümüş. Civardaki fabrikalarda çalışan insanlar balık yemeğe gelmişler... Karısı da yanında çaışmaya başlamış.Derken Allah "Yürü ya kulum!" demiş az az...İşte biz Değirmendere'den kalkıp balık yemeğe Kullar'a gidiyoruz... İzmit'ten 10-15 dakikalık bir mesafe. Yarım saatte bir de İzmit Halkevi'nin karşısından minübüsler kalkıyor. Çok rahat gidilip gelinebilir. Tabi "Balıkçı" nın sahibi iyiki işten çıkarıldım diyor şimdi .Her işte var bir hayır!...

Hamsileri yemişiz. Salataları silip süpürmüşüz. Peki şimdi ne yemeliyiz? Helva tabi ki. Hamsi üstüne helva, insanı harika hissettirir. Hımm...Tatlı tatlı...Ekmekler de yumuşacık...İnsanlar sakin. Esnaf esnaf değiller. Sanki kendi evinizdesiniz. Üzerine sorarlar "Çay ister misiniz?" diye. Oy!oy!ooy! Bir tavşan kanı çay gelir ki yandaki kahvehaneden. Çayınızı keyifle içersiniz.. İçiniz titremeden hesabınızı ödersiniz.Öyle uygun gelir ki hesap,utanır bir okadar bahşiş bırakmak istersiniz. Size bir şey söyleyeyim mi, eger bu "Balıkçı" yı bilmiyorsanız yazık vallahi size.Bence yarın hemen atlayıp gitmelisiniz. İyiki yemekten sonra yazıyorum bu yazıyı. İyi ki karnım tok. Tokken bile şimdi canım hamsi istedi...Of ya, ne olacak benim halim:)
- BALIKÇI - Selim ve Nazan Öner - 0535 219 04 25

26 Şubat 2009 Perşembe

24 Şubat 2009 Salı

Turgut Cansever - Ünlü Bir Türk Mimarı


Tuğba'nın bloğunda, Turgut Cansever başlıklı bir yazısı vardı. Bir Cansever soyadlı ünlü tanıyordum ama benim tanıdığım "Ne gelir elimizden, insan olmaktan başka" dizesinin ünlü şairi Edip Cansever'di. Tuğba'nın yazısını merakla okudum. Tuğba bir mimar'dır. Yazısında "Mimar ama ondan da öte düşünce adamı Turgut Cansever geçtiğimiz cumartesi günü vefat etmiş." diye yazmış. Yazısının sonunu "Mimari ve felsefe arasında kurduğu tutarlı bağ ile sanırım şu içinde bulunduğumuz ego çağında yapıtları, suratımıza daha çok kere çarpıp duracak!"diye bitirmiş.

Merak edip biraz araştırdım. 1958'de Bayazıt Meydanı tasarımını başlatan mimarımız Turgut Cansever'miş. Biri Bodrum'daki Ertegün Evi , ikincisi Ankara'daki Türk Tarih Kurumu Binası ve bir diğeri de Bodrum'da Demir Evleri Projesi ile üç Ağa Han ödülü almış.

Popüler magazinin nasıl da asıl bilmem gereken kişilerin önüne bir set çektiğini düşündüm. Turgut Cansever'i tanımadığım için üzüldüm. Şarkıcıları, sinema dünyası oyuncularını nasıl da bilirdim ama... Tuğba mimar olduğu için,tabii ki tanıyor olması gerekir. Ama benim de, üç kez Ağa Han ödülü alan dünyadaki tek mimar, memleketim insanı Turgut Cansever'i biliyor olmam gerekmez miydi?

Mekanı cennet olsun! Dünyada mekanları güzelleştiren bir mimarın, mutlaka mekanı cennet olmuştur diye düşünüyorum...

22 Şubat 2009 Pazar

@ Bilmece @

Eğer hem Galatasaray'lı hem de Kocaeli'li iseniz
Galatasaray 2 - Kocaeli 5 sonucunda ne
hissedersiniz???




Okuma Yazma Kursu Anıları - 1

Benim AÇEV gönüllü öğretmeni arkadaşım Oya, 24 okuma yazma bilmeyen kadınımıza destek verdi. Onlara okuma yazma öğretti. Ben de zaman zaman ziyaretine gitmiş ve bloğumda gördüklerimi yazmıştım. Asıl Oya'nın yaşadıklarını bizlere aktarmasını, bizlerle paylaşmasını istiyordum. Bir okuyan olur da heves eder, AÇEV e başvurur, gönüllü öğretmen olur diye düşünüyordum. Ayrıca memleketimizdeki kadınlarımızın durumlarını da bilmeliydik hepbirlikte...Oya yazmaya başladı yaşadıklarını. İşte bu akşam Oya okudu, ben bloğuma yazdım.Köydeki kadınlar gibi imece usulü ilk anılarını bloğuma geçirdik. Bu yazının devamı gelecek...

ÖĞRENCİ KADINLAR / ANILAR - 1

Bir büyükşehirin çok yakınındaki köy ve bir mahallesi...Hayatlarında hiç okula gitmemiş,okuma yazma öğrenmeye gönüllü 24 kadın ve eğitici olarak ben,sınıf yapılan bir cami odasında yollarımız kesişti. Nasıl oluyordu da bütün okumaz yazmazlar aynı mahallede oturuyorlardı?Bu bir tesadüf olamazdı.Biliyordum ki daha beş milyon kadın aynı durumdaydı.Kimbilir kaç köy,kaç mahalle vardı bunun gibi!!


İçim içime sığmıyordu.İlk ders...İlk tanışma... Sonra üçbuçuk ay beraberdik.Hemen hemen hepsi beş, altı hatta yedi çocuklu,25 ile 60 yaş arası olan öğrenci kadınlar...Onlar öğrenmeye ben de öğretmeye hazırdım.İki gönül bir olunca seyranlık hali vardır ya hani, bizimkisi 24 gönül artı ben!! Eeee! Seyranlıktan seyran beğen durumu...Ne çok hoş anı paylaştık hepberaber...Bazen hızımı alamaz,aileme,arkadaşlarıma,AÇEV'e anlatmak,onlarla paylaşmak isterdim...Şimdi olduğu gibi!

Sevgili Hanife...35 yaşında mahçup,heyecanlı ve bir okadar sevimli...Her tahtaya kalkışında "Ben yapamam..."diye diye gelir.Nasıl da yaptığına şaşardı! Senelerin güvensizliği,ürkekliği üstüne çökmüş. O ölü toprağı,bir bir üstünden atmaya çalışmıştık.

3 Haticesi olan bir sınıftı bizimkisi...Biri dimdik duruşu,azmi ile...Diğeri üç yıldır görmediği evladına,tornuna hasret olanı...Onlara mektup yazmaktı hayali ve kurs sonunda hayaline kavuşacaktı. Öbür Hatice ise hiç aksatmadan kurs boyunca istikrarlı derse devam edipte, öğrenmede çok zorluk yaşayan,tek okuma yazmayı sökemeyen ama kendini ve hayatta duruşunu geliştiren çok özel bir kadın...

Güleser ve Refigül ise karaçarşafın altındaki iki beyaz gönüllü,duru kadınlarımız...Güleser ile yakınlaşmamız okulun daha ilk haftasında olmuştu. 28 Ekim doğum tarihi idi.Doğum gününü kutlamak istemiştim.Tabii happy birthday olayı değildi amacım. Tamam, onun doğum gününü kutlayacaktım da diğerlerini ondan nasıl ayıracaktım? Hepsinin kendilerini özel hissetmelerini istiyordum. Ufak bir formül buldum. Sınıfa girdim. Dedim ki: "Herkes kendini alkışlasın! İyi ki burdasınız! İyi ki varsınız! Ben de kendimi alkışlıyorum. İyi ki ben de burada sizinleyim!" Hepsi şaşkınlıkla dediklerimi yaptılar. Sınıfta alkış sesleri önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı artmaya başlamıştı bile... Bir yandan da kıs kıs gülüyorlardı. O an acaba akıllarından neler geçiyor diye bir an düşündüm. Herhalde "Biz buraya okuma yazmaya geldik. Bu öğretmen de ne komik şeyler yaptırıyor" diye düşündüklerini hissettim. Yada bu benim kuruntumdu. Tam alkışlar bitti, sınıfa dönüp pat diye sordum. "Bu gün buradaki bir arkadaşın doğduğu gün! Acaba , acaba kimin?" Herkes birbirine baktı. Ses yok... "Haydi size bir ip ucu vereyim. Benimle aynı yaşta. 1959 doğumlu biri." deyince, Kıyafet Hanım(ismi gerçekten böyle) oturduğu yerden seslendi. "Ben 1949 doğumluyum. Ben değilim ." dedi. (Sen çok yaşa e mi Kıyafet!) Biraz onları merak ettirmek, heyecanlandırmak istiyordum. "Kim acaba? Kim acaba? Kim..Kim...Kimmm?" artık kendimi tutamayıp "Veeeeeee... Bu güüünnnn Güleser'in doğduğu güüüünnnn! Herkes onu alkışlasın! İyi ki doooğduuunnn! İyi ki vaaaarrrssıııınnn!" Alkışlar... Alkışlar...

Güleser'in yüzündeki şaşkınlık,sevinç, mutluluk hepsi birbirine karışmış halde bakakaldı öylecene... Eeee! Doğum gününü kuru kuruya kutlayacak değildik hani... Bir hediye vermemek olmazdı. Arkasında bir kız başı olan, yazarken başından ışık saçan bir kalem ve boya kalemi kutusunu evde bir kurdele ile fiyonk yapmış hazırlıklı gelmiştim. Sınıf adına bu ufak hediyeyi verirken, Güleser ve ben sarılmış ağlıyorduk. Sessizliği bozan Nuriye "Güleser hiç doğum gününü bugüne kadar kutlamış mıydın?" diye seslendi. Güleser "Ben bile doğum günümü bilmiyordum. Kim benim doğum günümü kutlayacaktı ki?" diye yanıt verdi. Ben de "Herşey kendimizi bilmekle başlıyor." diye düşündüm. Güleser kursa bir ay devam edip, ailevi sorunları yüzünden kursu bırakacaktı. Daha sonra kurs bitiminde, hem eltisi Refigül'ün yanında olmak hem de beni görmek için sertifika törenine gelecekti. Güleser'den bir sonraki açılacak kursa devam edeceği sözünü alacaktım.

DEVAMI GELECEK...

21 Şubat 2009 Cumartesi

Zümrütüanka Yoldaşlığı ve Kuşu ve Harry Potter

Kitaplığımı bu hafta mutlaka düzenlemeliyim diye düşündüm. Bende olduğunu bildiğim hiç bir kitabımı, aradığım zaman bulamıyorum. Gerçekten çok karışmışlar. Tamam işte!Şimdi hepsi yerli yerine yerleşecekler.Nereden başlasam diye, önce hepsine şöyle bir geniş göz açısıyla baktım. Ne güzeller! Karışıkken bile... Ama lazım olduğunda aradığım kitabımı bulmalıyım. Çok gerekiyor bazen!
Gözüm Harry Potter kitaplarına takıldı. Bir tanesi özellikle ilgimi çekti. Sanki daha önce görmemişim gibi hayretle elime aldım. Harry Potter Zümrüdüanka Yoldaşlığı.Üstelik filmini seyrettim. O zaman dikkat etmemişim demek ki. İngiliz J.K.Rowling'in 5.kitabı bu."Niye Zümrüdüanka Yoldaşlığı?" Zümrüdüanka Yoldaşlığı, Dumbledore tarafından, Lord Voldemort'a karşı kurulmuş bir örgüttü. Kurulma amacı Voldemort'a karşı savaşmaktı öyle değil mi?
Zümrütü Anka neydi peki? Birşeyler biliyordum. Mitolojik bir kuş. Merak ettim. Kitapları düzeltmeyi gene unuttum. Bilgisayarımın başına geçtim. Biraz araştırdım. Neler mi buldum?

Zümrüt ü Anka, Simurg da denilen efsanevi bir kuştur. Kaf Dağı’nın ardında yaşamaktadır. Kuşların sultanıdır. Kuşlar arasında öyle bilinir.Zümrüt ü Anka kuşunun adını, tüm kuşlar duyarlar ama kimse görmemiştir. O zaman kendisini gidip bulmalıdır.Tüm kuşlar toplanıp, Zümrüt ü Anka’yı bulmak için, Kaf Dağı’na doğru yola çıkarlar. Yol çok uzun ve baştan çıkarıcı engellerle doludur. Kuşların kimileri “Hırs Ovası"na, kimi “Ayrılık Vadisi”ne takılırlar. Bir kısmı “Aşk Denizi”ne , bazıları da “Kıskançlık Gölü”ne batarlar. Çok azalırlar. Anka kuşu ise hiç bir şeyden etkilenmez,kendi yolunda uçar da uçar. İnatla kanat çırpmaktan alev alır ve yanar. Tüyleri kül olur olmasına da öyle bir arzusu vardır ki hedefine ulaşmak için, efsane bu ya küllerinden yeniden doğar. Yanıp kül olmak ve küllerinden yeniden doğmak. Şahane bir efsane değil mi? Zümrüt ü Anka hikayesinin bu yanı insana yaşam şevki verir. Her bitiş yeni bir doğuştur anlamına gelebilir. İnsanlara umut veren bir mitolojik hikaye yani…Ayrıca hikayenin devamı da var. Anka uçar... uçar... uçar... ve varır Kaf Dağı’nın arkasına… Bulur Zümrüt ü Anka Kuşu’nu. Bakar ki Zümrüt ü Anka denilen zaten kendisi… Mutluluğu uzaklarda aramaya gerek yok ki. O zaten içimizdedir. Baştan sona çok güzel bir mitolojik hikaye…

İyi de..Ben bugün kitaplarımı düzeltecektim… Harry Potter kitabına takıldım. Harry Potter Zümrütüanka Yoldaşlığı’ndan bakar mısınız nerelere geldim? Ben bu ilgi dağınıklığım nedeniyle kitaplığımı düzeltemeyecek miyim?

14 Şubat 2009 Cumartesi

Bir Öykü - Ebekulak

Sevdiğim bazı öyküler vardır. Zaman zaman kitaplarını açar okurum. Tekrar tekrar okumaktan bıkmam.Bilakis öyküyü bildiğim için tüm hislerimi katarak okurum. Atilla Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünü okurken her defasında yüreğimle hissederim. Çok severim! Bir haftadır Ebekulak'ı arıyorum. Yok...yok.. Bulamıyorum...Olmaz olur mu? Kütüphanemin bir yerinde. İyi de nerede?Bu hafta canım nasıl çekti, nasıl istiyorum Ebekulağı okumayı. Kitap sanki yer yarıldı ve içine girdi. İş gereği iki kez İstanbul'a gittim. Uğradığım hiçbir kitapçıda yoktu. Atilla Atalay diyorum. "Tamam,var "diyorlar. Kitaplarını gösteriyorlar. Hepsi var. Ebekulak yok.

Kızkardeşim "Bende var abla. Ben sana veririm." demişti. Görüşemedik bir daha. Kitabı kardeşimden alamadım.Bu akşam baktım dayanamayacağım. Hamilelerin canı bir şey çeker de tuttururlar ya durumum aynı öyle... Sanal aleme dalayım bir bakayım belki rastlarım izinde dedim. İyiki bakmışım. Buldum. İşte Ebekulak! Ohh! Şükür kavuşturana! Benim eski dostum!
Gördüldüğü gibi objeler,eşyalar ,bina hatta şehirlerin canı olduğu gibi, öykülerin de canlı olduklarına inananlardanım. Bu öykü de öyle. Aslında Ebekulağı siz okuyacağınıza, ben sesli okuyabilsem size tadından doyamazsınız. Zaten bu öyküyü gözle okumam yetmez, kulağım da duymalıdır.
Bu nedenle mutlaka sesli okurum. Ancak, üzgünüm yalnız başıma!..

Öyküyü bulduğum bir siteden aldım.Bloğuma yapıştırdım. Burada elimin altında dursun.
Canım çektiğinde kolaylıkla okuyacağım artık!



EBEKULAK

orda duruyor. nasıl olsa eninde sonunda göz göze geleceğiz;
ama ilk hareket ondan gelmeli, bekliycem. allah kahretsin... yine çok güzel, çok...
aklıma tüküreyim, nasıl da terk ediştik yasemin’le. okulun kantinindeydik galiba, “sen” dedi, “hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olursun.” sana ne kızım, gönlümün kâhyası mısın gibisinden lâfı ağzımda geveledim. “köpek gibi geri dönersin ama!” dedi.
o lâfı demeseydi, hemen ertesi gün dönerdim belki. ne o ne ben döndük ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti.olanca güzelliğiyle hâlâ orda duruyor. beni gördüğünü biliyorum. yanına gidip “merhaba!” desem, çok büyük bir taviz sayılmaz.
yanındayım... ilk darbeyi:
-şişmanlamışsın, diyerek indirdim.karşı saldırı anında geldi, beni öldüren gülümseyişle:
-senin de saçlar gidiyor galiba (!) dedi.arada boşluk kalmadan:
-gamzeni n’aaptın? diye sordum. yanağında gamze vardı, aldırttın galiba ya da fondötenlerin altında kalmış, gözükmüyor (!)kıvılcımlar saçarak:
-hayatımda suratıma fondöten sürmedim ben, dedi.
güzel, sinirlendi... yumuşatmalıyım...
-o zaman gül bakalım, gamzen yerinde mi, görelim? hemencecik güldü. yavru kedi mi yuttum, içimi ne cırmalıyor? niye kalbim küt küt atıyor ki? bir gülüşte böyle olursam, sonrası n’aapar beni?

-sahilde yürüyelim mi banklara otururuz, dedi.
-işte zafer! belli ki o yavru kediden yasemin de yutmuş. yürüyoruz... saatine baktı:
-iki saat sonra özkan işten çıkar, dedi.
-özkan haa!... demek özkan... kasten ismini yanlış söyleyerek:
-ne iş yapıyo bu öztan? dedim.
-reklâmcı, diye yanıtladı.
-ben tanıyo muyum bu özcan’ı? durdu, kızdı; ama belli etmiyor.
-tanımazsın, özkan boğaziçi’nden.
demek özkan boğaziçi’nden. iyi... aferin özkan’a... bravo yani... aşağılık özkan... ibibik, badem... bakışlarımdan düşüncelerimi okumasın diye denizi seyrediyorum.
-senin minö n’aapıyo? diye sordu.
minö ne demek be kızım!.. benim taktiğimi kullanıyor.
ben ısrarla “umurumda değil!” muamelesi çekerek herifin adını yanlış söyledim ya...
o da benimkinin adını tahrif ediyor.mine yerine minö. pes yani... bari emine filân de be kızım. yuh yani! feci dalga geçti benle.
-gitti, amerika’da, dedim.

çay bahçesindeyiz. o da ne? yasemin’le şarkımız çalıyor:
“arapsaçı.” ha ha hey!.. şimdi bittin işte kızım! sen dayanamazsın bu şarkıya... kim kime köpek gibi dönermiş görücez! hele bir şarkının o bölümü gelsin.
“gönlüm söz dinlemiyoor / sevdiğimi ver diyoor / kim görse şu hâlimi / bir daha sevme diyoor / aaah aşk yüzünden / arapsaçına döndüm / çöz beni arapsaçı / çivi çiviyi sökeer /
budur bunun ilâcı.

peki, bana n’ooluyo? şarkıyı dinlememek için içimden “gün doğdu hep uyandık / siperlere dayandık.” marşını söylüyorum. o da kafasını daldırıp bir şeyler arıyormuş rolü kesiyor. şarkı yüzünden iki tarafta da zayiat yok. bravo! direncine hayranım bu kızın!
-gitmeliyim, dedi.
giit... kal mı diycem sanıyorsun.
-iyi, sen bilirsin...git... git... özkan bekliyodur... yürrü... son bıçağı sapladım:
-kilo vermeye çalış. özton’a benden selâm...
usulca kalkıp masadan uzaklaştı.

ardından bakıyormuş gibi olmamak için masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim. bir... beş... on... allahım! ebekulak... beykoz’da dolaşırken tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim.
-bizim köyde bunlara ebekulak derler. yağmurdan sonra çimenlerin üstünde bir sürü olur. çocuklar avucuna alıp şarkı söyler. al, senin olsun, beni hatırlarsın.

şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öölece duruyor... şarkı sırasında çantasını karıştırıyordu. o zaman koymuş olmalı. silâh olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım.
içimdeki yavru kedi debelendi. diyememeklerle geçen ömrüme bir de “yasemiiin” sözcüğü eklendi. yüz kırmızı kare... bin kırmızı kare...
SON

Fotoğraflar - Numan Serteli

11 Şubat 2009 Çarşamba

Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin Aşkı

Bu hafta nereye gitsem, sevgililer günü sebebiyle, üzerime üzerime gelen bağırtılar arasında,işte ben de şimdi bloğumda, en hazin aşk diye yorumladığım iki sevgiliden bahsetmek istiyorum. Sevgili olmak için mutlaka insan olmak gerekmez ki . Ben cansız diye düşünülen obje,eşya ve mekanların da bir canı olduğuna inananlardanım. Mesela, İstanbul'un iki mucize simgesi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin yüzyıllardır süren aşklarına inanmaz mısınız yoksa? Hiç mi duymadınız onların imkansız aşklarını? İki ayrı uçta. Birbirlerini bilirler ve görürler. Varoldukları yerler farklıdır.Karşıdan karşıya sevdalanmak yok mu? Hele işin ucunda bir de kavuşamamak varsa. Zaten asıl aşk kavuşamamak değil midir? Leyla ile Mecnun misali. Yada Kerem ile aslı. Veya Ferhat ile Şirin. Ya Tahir ile Zühre. Yada Yusuf ile Züleyha. Arzu ile Kamber yada. Edebiyatımızda kavuşamayan aşkların hikayesi okadar çoktur ki. Anlat anlat bitmez bunları. Kimbilir belki hepsini birbir bloğumda anlatırım!
Şimdi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin büyük aşklarını anlatmak istiyorum. Karşıdan karşıya bakıp, kimi zaman aşktan yanıp tutuşan,kimi zaman sadece kendilerine değil,başkalarına da zindan olan iki tarihi mekan.
Masmavi denizin ortasında yapayalnız salırken, gizemli hikayeleri ile kimi zaman iki sevgilinin buluşma yeri olmuş, lakin o sevgililerin ölümü ile son bulmuş bir öykünün; kimi zaman lanetlenmiş bir babanın kızını korumak için uygun gördüğü bir korunak olmuş, ancak bir yılanın sepette gelip kızın canını almasına mekan olmuş bir acılar merkezidir Kız Kulesi. Hakkında anlatılan efsanelerin sonu hep hüzünle bitmektedir.
Şahit olduğu okadar çok aşk vardır ki .Kendisi ise denizin ortasında tek başına kalmıştır. Bir gün neredeyse kendi inşasından 1300 yıl sonra,Cenovalılar inşaatını bitirip de külahını takınca,İstanbul'un siluetinde dimdik yükselen,yakışıklı bir kule görür. Yüzyıllardır beklediği sevgilisi olacaktır bu kule. Hangi kule mi? Galata Kulesi tabii ki!



Cenovalı'lar İstanbul'a geldiklerinde surlarının başkulesi olarak kurarlar Galata Kulesi'ni. Bıçkın,yağız bir delikanlı gibidir. En son tepesine külahı da takılınca olanca görkemiyle okadar yakışıklı olmuştu ki herkes etrafında pervanedir. İnşaatı yükselirken görmüştür uzaktan Kız Kulesi'ni. Yapayalnız denizin ortasında bir hüzünler abidesi gibiydir Kız Kulesi. Galata Kulesi görürgörmez aşık olur bu kıza. Lakin Kız Kulesi hem çok ulaşılmazdır, hem de yaşı kendinden çok büyüktür. Acaba bilse ona sevdalandığını karşılık verir mi? Ne yapacağını bilemez. Çaresizdir.Tarih içinde kimi zaman aşkından yanar kavrulur. Kimiz zaman çaresizlikten yıkılır durur. Her seferinde söndürdüler yangınını. Tekrar tekrar inşa ederler. Her yükselişinde bir daha görür Kız Kulesi'ni, bir daha aşık olur hiç bıkıp usanmadan. Kız Kulesi de aslında ona nasıl aşık,nasıl sevdalıdır. Yangınlar çıktıkça,alevleri gördükçe uzaktan, taşımak ister denizin sularını ateşini dindirmek için lakin mümkün değildir. İkisinin de eli ayağı bağlıdır. Uzaktan uzağa bir sevda bu. Kimsenin kimseye faydası yok. Oldukları yerde aşklarından yanarlar da yanarlar.



Sonunda artık canına tak eder Galata Kulesi'nin. Mutlaka bir haber göndermeli ve aşkını anlatmalıdır Kız Kulesi'ne. Karar verir. 17.yüzyıla geldik artık diye düşünür. İçinde en güzel sevgi sözcüklerini barındıran bir mektup yazar sevgilisine. Hazarfen Ahmet Çelebi'den rica eder. Hazarfen Ahmet Çelebi alır mektubu ve Galata Kulesi'den bırakır kendini Kız Kulesi'ne doğru. Ama okadar ağır gelir ki mektuptaki aşk sözcükleri, dayanamaz Kız Kulesi'ne kadar . Aşk mektubu ulaşamaz varmak istediği yere maalesef. Lakin Kız Kulesi anlar durumu. Akıllıdır. Neler görmüş geçirmiştir. Hazarfen Ahmet Çelebi'nin Galata Kulesi'nden uçması, memlekette hiç görülmemiş bir şeydir. Bir insanı uçuran tabi ki aşktır başka ne olabilir? Bu arabuluculuk Hazerfen Ahmet Çelebi için iyi olmayacaktır. Padişah duyar bu durumu ve çok kızar. Cezayir'e sürer. Hazarfen Ahmet Çelebi aşıklara inanmanın bedelini öder ve 31 yaşında Cezayir de ölür.

O günden sonra Galata Kulesi hem esirlere hem de kendine zindan olacaktır. Kız Kulesi de hem bazı devlet adamlarının hem de kendinin zindanı olacaktır. Kaderleri birdir artık. Usanmazlar bu durumdan. Onlar halen günümüzde bile birbirlerini karşıdan karşıya aşkla sevmeye devam ederler.

Zamanımızda haklarında yazılan en esprili şiir Bedri Rahmi Eyüpoğlu'na aittir. İstanbul Destanı adlı şiirinde şöyle der:

"İstanbul deyince aklıma kuleler gelir Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır Ama şu Kız Kulesinin aklı olsa Galata kulesine varır Bir sürü çocukları olur"

Galata Kulesi'nin laneti meşhur şairimiz Ümit Yaşar Oğuzcan'a da değer. Oğlu Vedat Galata Kulesi'nden kendini atar ve intihar eder. Yıl 1973...

"...Bir adam düştü Galata Kulesinden, Bu adam benim oğlumdu" der ve "Uyan oğlum, uyan Vedat" diyerek acısını dindirmeye çalışır.

Zaman zaman İstanbul'a gittiğimde, bir Kız Kulesi'ne ve bir de Galata Kulesi'ne bakarım. Kavuşamayan aşıkların simgeleridir onlar. İkisi de hüzünlü birer anıttır. İstanbul'dur. İçinde gizem, lanet, aşk ve özlem barındıran!

8 Şubat 2009 Pazar

Özdemir Asaf ve Rastgele Bir Şiir

Bu akşam evdeki kitaplığa bakınca, gördüm ki kitaplar birbirine girmiş. Bir kitap arıyorum misal,biliyorum ki bizde var.Bulamıyorum. Okadar karışıklar. Kim vakit ayıracak buna?Kitaplarım nasıl düzene sokulacaklar? Aslında böyle okadar güzel görünüyorlar ki !Ama aradığım hiç bir kitabın nerde olduğunu bilmiyorsam, gerektiği zaman bulamıyorsam, kitapları saklamak neye yarar? Onlar süs değiller ki. Zor zamanlarımda yardımıma koşan. Eski sadık dost. Adı üstünde...

Kitap!

Heveslendim. Bu sevgili arkadaşları bir düzene sokayım dedim. Gittim yanlarına. Kokladım gene. Kullanılmışlık ve toz kokuyorlar. Bu nasıl bir koku mu? Vallahi şahane. Evimin en güzel kokan köşesi. Şöyle bir içime çektim kokuyu. Tam başlayacaktım ki gözüm alt rafta tek başına bir kitaba takıldı . Bir ara olduğu yerden çıkarılmış. Belki içinde bir şeye bakılmış. Sonra yerine konmamış da rafın önünde tek başına yan yatırılmış.

Ben de ilgi dağınıklığı vardır. Bir iş yaparken başka bir şeye aklım takılır. Ona başlarım. Onu yaparken bir başkasını. Sonra ama hepsi birden biter. Ben de biterim tabii. Doğru bir şey değildir ki bu. Bir işi bitir, sonra diğerine başla, doğrusu budur aslında. Yapamam. Şimdi ben kitapları toplamak için geldim ya buraya. Gördüm kitabı tekbaşına. Üzüldüm. Elime aldım. Okşadım.
Aslında niyetim bu kitabı diğer arkadaşlarının yanına bırakmaktı. Kardeş kardeş yanyana duracaklardı. Ama kitaba baktım. Özdemir Asaf'tı. Bir şairin kitabı. Nasıl sayfalarına bakılmadan yerine bırakılırdı? İlgim dağıldı tüm kitaplardan. Sadece bu kitaba toplandı. Oturdum. İşim çok ama dedim ki gözümü kapatacağım ve bir sayfa açacağım. Hangisi çıkarsa okuyacağım.
Gözümü kapadım. Rastgele bir sayfa açtım. Şansıma çıkan şiiri itinayla okudum!
Sonra kitabı kapadım. Boş bulduğum bir yere koydum. Kitapların arasına. Kardeşçe.
Şefkatle el salladım hepsine. Kitaplarımı düzenlemeyi unuttum yine!

7 Şubat 2009 Cumartesi

Bir Kızkardeş Kaçırması

Sabah çok erken uyandım. Ev ahalisini uyandırmak istemediğim için bir balerin edasında parmak uçlarımda sekerek giyindim. Evden çıktım. Dün geceden niyetine girmiştim.
Bugünü kardeşime ayırmıştım. Ama henüz haberi yoktu onun. Şimdi olacaktı işte. Arabama bindim. Telefonu çevirdim. Telefon uzun uzun çaldı. Bazen sabırlıyımdır. Bekledim. Karşıdan uykulu bir ses: “Hayrola abla? Sabah sabah! Rüyanda beni mi gördün?” dedi. Hahha! “Evet canım!Haydi hazırlan,İstanbul’a gidiyoruz!” Bu kez uykudan yeni uyanmış şaşkın bir ses: “Nee!Gerçekten mi? Ne zaman? Hemen mi? Yolda mısın? Gerçekten mi? Ama çocuklar uyuyorlar.”
“ Akıllı daha iyi ya..Kaç! Kaç!” dedim. “Tamam abla ya! Valla harikasın! Hemen hazırlanıyorum ozaman!”

Minik kardeşim benim. Aramızda onüç yaş var. Evin tekne kazıntısı. Üç kardeşin en küçüğü.
Doğduğu zaman ne kıskanmıştım. Hiç unutmam. Onüç yıl evin tek kızı olacaksın. Sonra bir bebek gelecek eve. “Papucun dama atıldı” diyecek herkes. Ben de ne olduğunu anlamıyorum ama fena bir anlama geldiği belli. Gizli gizli ağlıyorum odamda. Onüç yaşında bir kız nasıl anlamaz bu deyimi değil mi? Saf bir şeydim ozamanlar. Şimdikiler gibi değildim ki! Sonra nasıl sevdim ama. Aramızda çok yaş var. O küçük, ben genç kızım. Kız arkadaşlarım geliyor eve. Kardeşim de meraklı tabii. Hep bizimle. Herşey konuşuyoruz arkadaşlarımla kardeşimin yanında. Ozamanlar için belki annelere söylenmemesi gereken konular. Platonik aşklar, gizli içilen sigaralar falan. Hep sır tutmuştur. Bana kızdığında şantaj konusu bile yapmaya tenezzül etmemiştir. Öyle dosttur. Halen de öyledir. Eee! İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur diye boşuna söylememişler. Minnet duyarım herzaman annemle babama. İyiki doğmuş kardeşim. İyi var!


Kardeşim öğretmendir. Evlendi. İki çocuğu var. Onbeş günlük tatil oldu ya. Çocukları ile yapacaklarını planladı. Öyle hayaller kurdu ki. Kardeşiz ama huylarımız hiç benzemez. Mesela o çok planlı, programlı, ağır, tertipli, kurallı bir hanım. Sanki o abla ben kardeş. Ben de o kadar günübirlikçi, anlık programlı, hiperaktiv,her tarakta bezi olan, dağınık biriyim. Okadar farklıyız yani okadar. Ama fena mı bak,böyle günübirlikçi abla olmasa nasıl kaçacaktı benimle İstanbul’a! Oturup planlayana kadar tatil bitti işte. Yoo! Aslında planlarını gerçekleştirirdi de yeğenlerim hasta oldular ikiside. Hemde neredeyse tüm tatil boyunca. Evden kafalarını çıkaramadılar dışarıya. Nasıl sıkıldı kardeşim. Nasıl bunaldı. Sonunda inanılmaz birşey kurdeşen döktü. Sahiden. Dün gece vücudunda döküntüler olup doktora gittiğini söyleyince, tamam dedim eşime,müsadenle ben yarın bir el atmalıyım benim küçüğe. Dayanamam! Işte bu nedenle bu planı yaptım ve kardeşimi kaçırdım evinden. Kocası , sevgili eniştem alışıktır arada kardeşimi kaçırmama ve çok da severiz birbirimizi ses çıkarmaz bana. Baksın bir gün çocuklarına aaaa yeter ama !


Ben Değirmendere’de oturuyorum. Köyde. Kardeşim İzmit’te.Şehirde. Aramızada arabayla onbeş dakika var. Eee! İzmit’e kadar tek başına olmaz ki. Bir yoldaş bulmalıyım yanıma.
Elimi attım torpido gözüne. Dağınık cd ler arasından birini çektim. Baktım. Bugünkü şansıma, yoldaşım Timur Selçuk. Uzun zamandır dinlememiştim. Hemen cd çalara koydum. Ahh ! Nasıl özlemişim. İlk şarkı Ayrılanlar İçin.. “Yollarımız burada ayrılıyor. Artık birbirimize iki yabancıyız. Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa da, Her şeyi evet herşeyi unutmalıyız.”Hımm! Olmadı bu şimdi sabah sabah heyecanlı ruhuma uygun düşmedi.
Ama gene de duramadım.Diğer tüm şarkıları atladım. Ezbere bildiğim onüçüncü şarkıya geçtim. Münir Nurettin Selçuk’un bestelediği, Ümit Yaşar Oğuzhan’ın şiiri :”Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Denizler ortasında bak, yelkensiz bıraktın. Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı, Beni bensiz bıraktın, Beni sensiz bıraktın.” Bu nasıl sözlerdir böyle? Nasıl bir çaresizlik durumudur? Hangi aşk yazdırmıştır bu şiiri? Nasıl bir çıkar yolu olmayan, yapayalnız hissetiren bir terkediliştir? Hem sensiz hem bensiz kalma vaziyeti ya, gene hafsalam almıyor. Müziğin ritmi de bukadar mı denk düşer şarkının sözlerine. Gene beni damardan yakalıyor. Sabah İzmit’e kardeşimi almaya giderken bu müzik beni resmen bitiriyor.Hemen silkeleniyorum hemen. Cd yi çıkarıyorum yerinden. Birden "Nereye gidiyorum? Ben kimim?" gibi bir kendini bilmez durumuna geldim. Dedim “Olmaz ki, hasta kardeşimi neşelendireceğim ben. Niyetim bu öyle değil miydi? Bu şarkı beni hasta etti vallahi.” Hemen günün anlamına uygun bir müzik bulmalıyım. Kardeşim ne sever? Yaşar’ın şarkılarını sever. Tamam. Hemen buluyorum ve geldim zaten. Telefonunu çaldırıyorum. Bir bakıyorum ki çoktan hazır. Aşağıda. Beni bekliyor. İki dirhem bir çekirdek. Bir süslenmiş. Bir giyinmiş. Takmış takırdışmış. Sürmüş sürüştürmüş. Yüzünde güller açıyor. Niye? Evden kaçıyor! İnsan kaç yaşına gelirse gelsin, çocuk sahibi olsun, öğretmen olsun demek ki farketmiyor. Kaçıyoruz ya bayıldı buna. Hem tatil bitmek üzereyken. Hem de hiç aklında yokken. Hem planlamamışken. Hem de İstanbul'a üstelik. Hem iki kardeş!Hemde ablası emrine amadeyken! Daha ne olsun?
İstanbul'u tozutmaya gidiyoruz gene! Fırlıyorum hemen. "Abla,dur ne olursun.Acele etme." diyor. "Tek parça döndür beni lütfen!" Yaşar'ı bir koyuyorum cd çalara. Başlıyoruz şarkı söyleye söyleye yolculuğa. Hem de bağıra bağıra. Hem de kimseye aldırmadan.
"Sensiz olmuyor, Yerine konmuyor, Kimsenin eli, Senin gibi dokunmuyor!"
Kardeşim" Ne çılgınsın abla!"diyor. "Mutlu musun?" diyorum. "Çoookk!" diyor.
Kardeşlik ne güzel bir şey!

4 Şubat 2009 Çarşamba

Dario Moreno - Deniz ve Mehtap

Bugün hep ofis dışındaydım. Yani sürekli müşteri ziyaretlerinin yapıldığı bir gündü. Fazlaca yol almam gerekiyordu. Bir ara küçük bir alışveriş için markete uğradığımda, müzik cd lerinin bulunduğu raflarda "Dario Moreno’suz 40 yıl" diye bir cd gördüm. Hep yollarda olunca müzik insana iyi bir yoldaş oluyor. Bugün yanımda yeni bir yoldaşım vardı. Dario Moreno!

Dario Moreno şarkıları beni çook eskilere götürdü. İlk gençlik çağlarıma.. Ama şarkıları artık bir klasik. Dario Moreno şarkılarını günümüzün gençleri de çok iyi bileceklerdir.

Dario Moreno 1921 de İzmir’de doğar. Babası erken ölünce dört çocuğu olan annesi Madam Roza, Moreno’yu yetimhaneye yerleştirir. Zor geçen yıllardan sonra bir avukat yanında çalışır, Fransızca ve gitar öğrenmeye gayret eder.Müziğe büyük tutkusu vardır.
2. dünya savaşı zamanında askerliğini yaptığı Akhisar Orduevi’nde şarkı söylemeye başlar. Söhretinin asıl parladığı yer İzmir Palas Oteli olacaktır. Fransa’da meşhur olur. Hatta otuzun üzerinde film çevirir. Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu Dario Moreno’nun şarkılarına Türkçe söz yazarlar. 1968 de kalp krizi sonucu vefat eder. Dario Moreno bir zamanların , hani Lavanten, Rum,Yahudi ve Türklerin bir arada yaşadığı zamanların şarkıcısıdır.


Dario Moreno’nun seslendirdiği, sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı “Deniz ve Mehtap” şarkısı en tanınmış şarkılarından biridir. Terk eden bir sevgilinin arkasından söylenen Dario Moreno'nun kendine has sesi ve harikulade müziği ile beni kendimden geçiren bu şarkının sözlerini biraz hatırlamak isterim. Bu şarkı sözü değil sanki bir öykü:
Deniz ve mehtap sordular seni neredesin? Nasıl derim terk etti,bırakıp beni gitti, Anladılar ki aşkımız bitti… Alay ettiler benle hep, Sen oldun bunlara bak sebep, Mehtap dedi: "Gördüm ah onu, belinde erkek kolu" Deniz güldü halime, Bir avuç su verdi elime, "Biterse gözyaşın al" dedi," Doldur tekrar yerine" Rüzgar ve martı sordular seni neredesin? Nasıl derim terketti, Bırakıp beni gitti, Anladılar ki aşkımız bitti… Alay ettiler benle hep, Sen oldun bunlara bak sebep, Martı dedi: "gördüm ah onu,belinde erkek kolu"rüzgar güldü halime,dedi: " Gidelim düş önüme", Gidemem dinle martıları, Bitmiyor alayları…



Sözlerini Erkan Özerman’ın yazdığı “Hatıralar Hayal Oldu” şarkısında ise Dario Moreno gene giden sevgilinin arkasından seslenmektedir. Bu şarkının sözleri de şöyledir:
Ben uzaklarda hasretle inlerken, Ben ümit dolu bir haber beklerken, Duydum ki artık beni unutmuşsun, Sen hergün bir başka dala konmuşsun, Hiç şimdi anladım beni sevmedin, Ben uğruna senin neler vermedim, Yok bir daha aldatamazsın, Her şey bitecek mani olamazsın, Bak hatıralar hayal oldu, Dur desem dönmez ki gitti kayboldu, Dönemez artık mutlu günler, Açılmadan solacak tomurcuklar, Her yanını saracak karanlıklar, Son bir gemi kalkacak bu limandan, Mendil sallanmayacak ardından, Bitecek hayat, elveda, elveda!


Aslında Ajda Pekkan’ın meşhur ettiği ama cd de Dario Moreno'nun Fransızca seslendirdiği Atlı Karınca şarkısında ise herşey döner, herşey geriye döner...Bir tek... Bakın şimdi şöyle...

atlı karınca döner,dünya durmadan döner, çiçekler güneşe döner,gurbet yolcusu döner, içer başı döner, ayrılanlar hep döner, yalnız dönmeyen, onu terk eden sevgilisidir, bir haber bile göndermeyen, hiç değilse nerde olduğunu bile bildirmeyen, yoksa o o kalpsiz mi olan, yoksa kalbi elbette dönmeyecek olan sevgilidir.!
Bugün Dario Moreno bana şahane bir yoldaş oldu. Epey yol aldık birlikte elele!!
Mekanları cennet olsun, ne diyeyim?

3 Şubat 2009 Salı

Jose Saramago - Körlük



1998 Nobel edebiyat ödüllü, Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük adlı romanını geçen yıl okumuştum. Kitabın filme çekildiğini duyunca merakla filmin gelmesini bekliyordum. Daha önce okuduğum Patrick Suskind’ın Koku romanının, filmini seyrettiğimde, filmi bana okadar büyüleyici gelmişti ki, Koku'yu tekrar tekrar seyrettiğimi biliyorum. Acaba Körlük romanının filmi de bana aynı duyguyu verebilecek miydi ?



Şehirde araba kullanmakta olan bir kişi durup dururken kör olur. Sonra muayeneye gittiği doktoru da kör olur. Şehirde kör olan insanların sayıları artmaya başlar.Şaşkın durumdaki siyasi otorite,körlüğün bulaşarak yayılmasından korktuğu için görmeyen insanları öncelikle bir hastanede karantina altına alır. Kesinlikle dışarıya çıkmalarına izin verilmez. Yiyeceklerini ve ihtiyaçlarını dışarıdan göndermeye çalışırlar.Bir süre sonra görmeyen insanların sayısı çoğalır ve doktorun karısı hariç tüm şehirdeki insanlar kör olurlar.Doktorun karısı, kendisinin de kör olduğunu söyleyerek, kocasının yanında kalmıştır.





Bazen cinsiyet konusunda alıngan olduğum hissine kapılırım. Yok yok galiba epeyce alınganım.Misal,bu filmde yazar, görme duygusunu kaybeden insanların psikolojik profilini çıkarmayı bir kadın gözünden yapmayı tercih etmiş. Görmeyenlerin durumunu bir kadının gören gözlerinden izliyoruz. Buraya kadar çok güzel. Ama filmin devamında gören kadının güçlü olması ve iktidarı ele geçirmesi gerekirken, gözü kör olduğu halde elinde silahı olan adamı iktidara geçiriyor yazar. Bukadar mı beceriksiz olur bir kadın?


Aslında burada tabii ki -sanırım(!)- bu durumun cinsiyetle bir ilgisi yok. Gören kişinin yeti eksikliği aşağılanıyor ama ben gören kişi kadın ve yetersiz profil çizildiği için biraz alınıyorum.


Herkes kör iken senin gözün cadı gibi görecek ve çaresiz kalacaksın. Olacak şey mi ? Ama yazarın asıl vurgulamak istediği de bu belli. Demek ki sadece görmek yeterli değil. Demek ki gözün görse de gerekli becerin yoksa, kabiliyeti olup eline güç geçiren bir kör senin yerine iktidarı eline geçirebilir. Vurucu olan da bu zaten!



Doktorun karısının gözleri, film boyunca o kadar trajediler görüyor ki, filmin sonunda herkes görmeye başlarken, bu kez kendisinin kör olacağını düşünüyor. Aslında toplumsal, ahlaki, siyasal yapılara tersinden bakmakta fayda mı vardır acaba? Sorgulatan ve düşündüren bir kitap ve film.

Doğrusu ben öncelikle kitabı okuduğum için memnunum. Hem okuduğum kitabın sinema perdesinde şekillendiğini görmek hoşuma gitti. Hem de özellikle Körlük filminin, kitabı okunmadan tam anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Bence kitabını okumuş olmam filmin seyrini daha kolaylaştırdı .
Geçen yıl satın alıp okumadığım kitaplar arasında Jose Saramago'nun Görmek adlı kitabı duruyor. Umarım, yakın zamanda film seyretmekten fırsat bulur ve bu kitabı okurum . Çünkü sinema, galiba kitaplarımın papucunu dama attı son günlerde!

2 Şubat 2009 Pazartesi

Orhan Pamuk- Masumiyet Müzesi ve Köpek Biblolar!


Bu yaz, Nobelli yazarımız Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabını, kendime özel okuma ortamı hazırlayarak okumuştum.Ya sabah erken işe gitmeden önce, ya da akşam iş dönüşünde.. Ama mutlaka köydeki evimizin bahçesinde, büyük çınarın altında. Orhan Pamuk ve Masumiyet Müzesi kitabı için hazırladığım özel bir şölenle. Sindire sindire... Bitecek diye korka korka... Hergün bir ya da birkaç bölümünü okuyarak. Memleketimin yazarının ana dilimde yazdığı kitabının her cümlesinin keyfini çıkara çıkara okudum. Aynen böyle yaptım. Etrafımdakilere fenalık geldi hatta. Günlerce kitabı elimde görünce dediler ki "Sıkıcı bir kitap galiba. Bitiremedin kitabı hala!" Yooo... Bitirmek istemiyordum ki. Her gün, her defasında, her bölümünü özleyerek okudum. Sabırla... Sonunda bitti işte ne var? Kitap okuma safhası keyifli değil midir aslında? Her kitaptan  aynı keyfi almam mümkün olmadığına göre. Kaçırır mıyım böyle bir kitap-okur muhabbetini! Benim gibi abartmayın tabii. Ama tavsiye ederim deneyin olur mu? Seveceğinizi düşündüğünüz bir kitaba abartılmış bir özen göstererek okuyun! Şahane bir histir bu!



Bugün benzin istasyonunda ödeme yaparken, kasanın yanında küçük biblo köpekler gördüm. Hani bazen araçların arka cam içine konan, araç hareket ettikçe başlarını sallayan köpek biblolar vardır. Eskiden çok olurdu araçların arkasında böyle biblo oyuncaklar. Şimdi pek görmüyorum. Aslında bu yaz Masumiyet Müzesi'ni okumasaydım, bu biblo köpekler dikkatimi çekmezlerdi diye düşünüyorum. Çünkü Masumiyet Müzesi kitabında , Orhan Pamuk daha önce bildiğimiz ama zamanla varlıklarını unuttuğumuz çok sayıda objeden söz ediyordu. Bunların çoğunu sevgilisi Füsün'un evinden aşırıyordu. Daha sonra Masumiyet Müzesi açıldığında, bu objelerin hepsini müzede göreceğiz,kısmetse...


Dayanamadım bu biblo köpekleri durdukları yerden alarak avucumun içine koydum. Başlarına usulca birer fıske vurdum. Sempatikçe salladılar kafalarını. Sonra Masumiyet Müzesi kitabını düşündüm. Yazar kitapta dünyanın bütün müzelerini dolaştığını anlatır. Peru'dan Hindistan'a, Almanya'dan Mısır'a sergilenen kolleksiyonlara bakar. Dünyanın bir çok ülkesinde ya dışarıdan bakınca ya da evlerine ziyarete gittiğinde, milyonlarca ailenin televizyonlarının üzerine bir biblo köpek yerleştirdiklerini farkeder.Füsun'un Nişantaşı Kuyulu Bostan Sokak'taki evine ilk girdiğinde de televizyonun üzerinde bir seramik biblo köpek görecektir. Hatta biblo ile televizyon arasında bir elişi örtü vardır. Sonra bu köpek yok olur. Yerine yenisi bırakılır. Sayfa 418 de yazar kendi kelimeleri ile şöyle der: "Bir dönem başlarını gerçekten sallayan ve o yıllarda taksilerin dolmuşların arka camı içinde çok sık görülen iki plastik köpek bir görülüp bir yok oldular."


İşte benim benzin istasyonunda gördüğüm biblo köpekler Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabında söz ettiği köpeklerdi. Dayanamadım satın aldım tabii ki! Şimdi bu biblo köpekler, benim için mutlaka anı değerleri olan diğer biblolarımın yanında sevimli halleriyle duruyorlar. Evimdeki bu köpek biblolar bana, kitapları, yazarları, hayalleri, geçmişi, dünyanın her yerinde milyonlarca evdeki köpek biblolarını, din,dil, ırk, coğrafya farkımıza rağmen müşterek insan zevklerini ve hislerini hatırlatıyorlar. "Milyonlarca aile,dünyanın neredeyse her köşesinde, televizyonlarının üzerine niye bir köpek biblosu koyma gereği duyuyordu?"


Yüksek Sadakat

Kimi zaman bloğuma gençlik dönemimin efsane müzik gruplarını yazmaya çalıştım. Şimdi ofisimde günümüzün en sevdiğim gruplarından birinin şarkılarını dinliyorsam eğer ve hatta bıkmadan ,çevire çevire dinliyorsam şarkılarını, neden onları da yazmayayım diye düşündüm. Hemen yazıyorum hem de!Yüksek Sadakat son zamanların en sevdiğim müzik gruplarından biridir. Bayılırım şarkılarının herbirine!

Bir gün araba kullanırken radyoda "Ben Seni Arayamam" şarkılarını dinleyince kim olduklarını merak etmiştim. Gruplarına verdikleri isim de hoşuma gitmişti. "Yüksek Sadakat". Sonra müzik cd lerini aldım. Hem şarkılarının müptelası oldum hem de grubun takipçisi oldum. Yüksek Sadakat grup üyelerinin müziğe bağlılıklarını ifade ediyordu. "Yaşadığımız hiçbir zorluk, önümüze çıkan hiçbir engel bizi müzikten ayıramadı, sadığız ona yani " diyorlardı. Müzik tarzlarının Türk rock olduğunu düşünüyorlardı.

Şarkı sözlerinin konularını "aşk ağrısı, medeniyet korkusu, varoluş problemleri ve felsefe üzerinden din ve tanrıyla kurulan bağlantılar" olarak tanımlıyorlardı.İşte Yüksek Sadakat'i tan ımam vesile olan "Ben Seni Arayamam"şarkılarının sözleri şöyle:

Bak benden arta kalan Biraz kül biraz duman Ne kadar istesem de Ben seni arayamam
Ruhum rüyaya dalmış Dünya uzak, gerçek yavan Sanki bir yok bir de varmış Ben seni arayamam Keşke yanımda olsaydın Kolay olurdu o zaman Ben sussam sen anlatsaydın Yorulunca uyusaydın Kolay mı sanıyorsun Kolaysa yan o zaman Yağmurum ol in üstüme Ben böyle yaşayamam Halimi görüyorsun Bir şeyler yap o zaman Sebebim var biliyorsun Ben seni arayamam


Yüksek Sadakat’in “Aklımın İplerini Saldım” adlı parçalarını, sözleri de çok güzel olmasına rağmen, özellikle gitar soloları sebebiyle çok seviyorum galiba. Şarkının bir ortasında bir de sonunda şahane gitar solosu var. Ne kadar dinlesem de bıkmam!

Irmaklar denizlerde , Denizler sahillerde durdular, Arayanlar hiçbir yerde, İnananlar dualarda buldular , Kimbilir sen, Benim halimde, Sakinliğimde, Ne buldun? Bense yorgundum, Kendi kendime sokuldum, Uyuya kaldım Aklımın iplerini saldım, O giderken bir an durup peşinden baktım, Ne dersin? Umarım beni affedersin, Ne dersin?Belki de terk edip gidersin, Gider misin?


Peki hem gitar ziyafeti ,hem ağız mızıkasının şahane sesi ve hem de anlamlı sözleri ile Aşk Durdukça adlı şarkılarını nasıl tekrar tekrar dinlemeden durabilirim öyle değil mi?

Dünya döner bir gün daha Yeryüzünde aşk durdukça Gece erken inse bile korkma O hep seninle kaldıkça Biliyorsun gitmem gerek Yollar bitmez düşünerek İster sonuç de istersen sebep Bu düğümü çözmem gerek Belki sana yazarım uğradığım bir şehirden Renkli bir kart atarım mekke yada kudüsten Sonra bir gün cıkarım sen artık dönmez derken Bir şarkı fısıldarım kulağına gün batarken