Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.
Emek Sineması'nda film seyretmek, bana her zaman büyüleyici gelmiştir. Karlı bir cumartesi günüydü. Beyoğlu'ndaydım. O gün Emek Sineması'na girdiğimde salon tıklım tıklım doluydu. Geç girdiğim için oturanlardan özür dileyerek yerime geçtim. Mantomu çıkardım. Kucağıma katladım. Üşümüştüm. Önce telaşla ellerimi birbirine sürttüm. Sonra ısıtmak niyetiyle, ellerimi ağzıma kapatarak sıcak nefesimle üç kere üfledim. Rüzgârımdan mı etkilendiler bilmiyorum ön koltukta oturanlar dönüp bana baktılar. Biri göbekli diğeri saçsız iki erkeğin ortasındaki koltukta bir kız oturuyordu. Birlikte gelmiş olmalıydılar. Bu iki erkek, kız çocuk sahibi gergin babalar gibi görünüyorlardı. Kız gülümseyerek uzandı. Göbekli olan erkeğin traşı gelmiş çenesindeki ekmek parçasını aldı. O anda, diğer erkeğin sol gözünün altındaki seğirmeyi gizlemek için durmadan alnını kaşıdığını farkedince, bu kızın, Barış Bıçakçı'nın, çocukluktan beri çok sıkı arkadaş olan, daha sonra yolları ayrılan, yıllar sonra gene yolları kesişen, çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başlayan, birlikte yaptıkları her şeyden büyük keyif alan, 40'lı yaşlarına merdiven dayamış iki erkeğin çaresizliğini anlattığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabındaki kadın kahramanı Nihal olduğunu farzettim. Yazar, kitabında nasıl da anlatıyordu Nihal'i? Erkeklerden birine kestane, diğerine düpedüz ela bakan gözler. Şefkatle veya hayranlıkla. Ya o birine tırmanma diğerine kayıp düşme heyecanı duyuran düz kumral saçlar. O saçların iki yana açılmış perde gibi durduğu hafif tümsek bir alın. Güneşin yüksekliğini ölçmeye çalışan ilk çağın gökbilimcileri için kesikli bir ufuk çizgisi işlevi gören seyrek kaşlar. Bir burun. Evet, yalnızca bir burun; biri için ısırmalık, diğeri için sıkmalık. Havada salınarak düşen bir yaprağın belli bir anındaki biçimini taklit eden bir ağız. İki yatay çizgiyle işaretli solgun boyun. Göğüslerinin arasına dek inen hafif çilli bölge. İşte böyle bir kız hayatlarına girmişti. Yurt dışında yaşayan arkadaşları, Türkiye'de tatildeyken ailesiyle trafik kazası geçirmişti. Annesi ve babası ölmüştü. Üniversitede okuyan, 20'li yaşlardaki kızkardeşi Nihal'in, okulu bitene kadar, yani iki yıl için onlarla kalmasını istemişti. Nihal bu iki erkeğin yanına yerleşmişti. Önce ikili hayata alışmış olan erkekler rahatsız olmuşlar, kızla pek iletişim kuramamışlardı. Kız ise ailesini kaybetmişti. Zaten üzgün ve içe kapanıktı. Sonra olanlar olmuş, muhabbeti ilerletmişlerdi. İki arkadaş Nihal'e aşık olmuştu. Kıza pek belli etmek istememişlerdi. Ne de olsa kız onlara arkadaşlarının bir emanetiydi. Ama iki arkadaş Nihal'e aşık olduklarını birbirlerine itiraf etmişlerdi. Kitabın adından hareketle, iki arkadaşın aynı kıza aşık olması, onların büyük çaresizliği olduğu sanılmasın sakın. Yoo... Onlar aynen, aynı evde yaşamak hayalleri gibi, çocukluk hayallerinden bir diğerini daha gerçekleştirmişlerdi. "Aynı kıza aşık olmak!" Gene bir kadın, erkekler hikayesinin nesnesi olup çıkmıştı. Bana göre bu iki erkeğin "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" dedikleri, ömür boyu çocuk kalamamak, büyümek mecburiyetinde olmaktı.
Kız, pantolonunun cebinden ikiye katlanmış bir kağıt mendil çıkarıp sessizce burnunu sildi. Birkaç kez diliyle dudaklarını ıslattı. Yaşadığını gösterecek başka bir dolu şey yaptı. Onu izlediğimi mi farketmişti bilmiyorum.... Birdenbire döndü güzel gözleriyle bana baktı. Gülümsedim. Gülümsedi. Birbirimize gülümsedik biz. Dayanamadım... Başımı ona doğru eğdim. Fısıltıldayarak "Ben de sizin gibi kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yerim." dedim. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Nihal" olduğunu farzettiğim kızı unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabından alıntıladım.