10 Aralık 2012 Pazartesi
6 Aralık 2012 Perşembe
Issız Bir Adaya Düşmek Mi? Ben Mi!!!!
"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun
isterdin?" diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında
verdim: "Rocky1" Neden mi? Üzgünüm ama şimdi nedenini anlatamayacağım sana. Bugün nasıl yoruldum anlatamam. Az sonra anne sözü dinler gibi masum yatağıma yatacağım. Uykunun yanağından bir makas alacağım. Rüyalarımın içine balıklama dalacağım. Hey, du bi... Düşündüm de madem ıssız bir adada tek başıma Rocky1 filmiyle kalacağım. Bir iyilik yapsan keşke... Ne yapayım, söylüyorum harbi harbi işte... Rocky1 yetmez ki... Yanımda Rocky2 ve Rocky3 de olsun bari. Yooo, arsızlık yapıp, Rocky4 ve Rocky5'i istemem valla. Sadece ilk üç film yeter de artar bile bana. Neden ilk üç filmi mi? Du... Du... Du bi... Anlatacağım sonra!
Kahve Molası - Kırık Keşkeler, Ortaboy Pişmanlıklar, Dipten Giden İpince Sızılar...
Yeni bir huy edindim. Canım sıkıldığında
kendimi palas pandıras sahildeki o banka atıyorum. Her defasında önce
derin derin bir kaç nefes alıp veriyorum. Sanki böyle yapmazsam boğazımdaki
düğüm çözülmeyecek akabinde nefesim kesilecek zannediyorum. Nefeslenmek iyi geliyor.
Adeta yerküreye değmemek maksadıyla ayaklarımı bankın üzerine topluyorum.
Nafile olarak "olur böyle haller" diye öğütlesem de kendime...
Umursamaz olmayı beceremiyorum. Bazen ziyadesiyle zorlandığımı, anlatılmaz
derecede yıprandığını hissediyorum. Kimi zaman yaşanan kızgınlık veya
kırgınlık, keder veya acı, yalnızlık veya güvensizlik, anlaşılmak veya anlatmak
ya da kimseyle paylaşmamak gibi durumlar beynimin içinde bir o yana bir
bu yana cirit atıp duruyor. Çoğu kez insani zaaflar zorluyor beni. İtişmeler,
kakışmalar, irili ufaklı dolaplar, gülünç kurnazlıklar, çelme takıp iş kapmaya kalkışmalar, sonra da hiç bir şey yapmamış gibi şirinlik taslamalar... Yarı resmi, kalpazan
işi nezaket vaziyetleri... Veya hafızanın unutmak istediğim halde, çaktırmadan çekmecelerine gizledikleri... Sonra durup dururken akla gelmeyecek
yerde ve zamanda çıkarıp tozlarını silkelemesi... Hakikatinde harbi
harbi bünyeyi sallayıp silkelemeyi amaç edindiği vaziyetler sözgelimi...
Ne bileyim hayallerin kaydığı veya abarttığı aşırılıklar... İncir çekirdeğini
doldurmayacak şeyleri büyütüp devleştirilmeler... Düşenebiliyor musun insanın
sadece kendisiyle cebelleşmesi bile ne meşakkatli bir iş! Of! Tüm
bunların peşi sıra hissedilen kırık keşkeler, ortaboy pişmanlıklar,
dipten giden ipince sızılar... İçim fena oluyor kimi zaman ne yalan
söyleyeyim. İnsanım neticede öyle değil mi? Yaradılıştan gelen binbir his ve
duyguyla başetmek kolay bir şey mi? Uğraşıyorum kendimle gördüğün gibi.
İşte sahildeki o banka ayaklarımı toplayıp oturuyorum ya... Çantamdan defter ve
kalemimi çıkartıyorum. Nedense ancak böyle selamete erebileceğimi düşünerek;
sevgiye, şefkate, iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, merhamete dair bildiğim tüm kelimeleri birbiri peşi sıra
elimdeki deftere yazmaya başlıyorum. Yazmak da insani bir edim... Ve
yazmak bana çok ama çok iyi geliyor biliyor musun? İçime su mu
serpiyordur nedir? Basbayağı düzeliyorum. Heyyy! Havanın boşluğunda
birbirine çarpıp yankılanan sevinç, yer kabuğunu boydan boya yararak
ilerliyor. Geliyor. Geliyor... Küskün kalbimde çınlıyor. Çınnn!
Çınnn! Çınnn! Sonra yine... Her seferinde daha büyük bir sesle daha büyük
bir hızla... Elimdeki deftere kalemimin ucundan kelime kelime
damlıyor.... Anladım ki yazmak bünyeme ilaç gibi geliyor... Hayatın
gelmişine geçmişine bir selam çakıp... Gene... İşte gördüğün gibi yazıyorum...
Yazıyorum... Yazzıııyooorumm...
NOT: Koyulaştırılmış cümleleri, Atilla Atalay'ın Mecnun Kuleleri adlı öyküsünden aşırdım.
NOT: Koyulaştırılmış cümleleri, Atilla Atalay'ın Mecnun Kuleleri adlı öyküsünden aşırdım.
5 Aralık 2012 Çarşamba
Şşşttth!.. Kimse Duymasın! - 3 -
Bugün pervane misali
Çok çalıştım, yoruldum.
Sokağa çıkınca,
"Abrakadabra!" dedim,
Zamanı durdurdum.
Ayaklarım yerden kesildi.
Kelebek oldum, uçtum.
Gerçekten...
4 Aralık 2012 Salı
Eyvaaah!
Gazetedeki, "Rakamlara bakılırsa herkes depresyonda." diye başlayan haberde, son yıllarda antidepresan ilaç kullanımında ciddi oranda artış yaşandığını ve artış hızının inanılmaz rakamlara ulaştığını anlatan yazının devamını okuyunca "Vay canına!" dedim. Nasıl yani memleketimdeki her üç kişiden biri antidepresan ilaç kullanıyordu öyle mi? Bu ilaçları, her canı sıkılan, keyfi kaçan, her gönül yorgunu, üzüntü çeken, uyku sorunu olan kullanmaya başlamış. Bu haberi okuyunca, yakınlarda seyrettiğim Equilibrium adlı film aklıma geldi. Bilimkurgu filmlerde sürekli kurgulandığı gibi, bu filmde de Üçüncü Dünya savaşı olmuş bitmiş, totoliter bir rejimin hakim olduğu bir dünya ortaya çıkmış. Yaşanan acıların insanların kusurlu düşünce ve duyguları sebebiyle meydana geldiğine karar verilmiş. Prozium adlı bir ilaç geliştirilmiş. Bu ilaç sayesinde her yurttaşın duygularından arındırılması, hissetmemesi hedeflenmiş. Sadece yuttaşlara ilaç kullandırmak ve ekranlardan yansıtılan propagandalarla beyin yıkamak yeterli görülmüyor, ayrıca insanların duygulanmalarını kışkırtabilecek her nevi sanat eserleri, kitaplar, müzik aletleri, renkli eşyalar da yakılıp yok ediliyor. Herkes mutlaka bu ilacı kullanmak zorunda, kullanmayanlar ise sistemin yetiştirdiği adamlar tarafından öldürülüyor. Renksiz, duygusuz, tepkisiz, acımasız, baş kaldırmayan, kolay yönetilen, onaylayan, robotlaşmış insanların hayatlarını seyrederek filmin konusu ilerliyor. Bencileyin hayatı aklıyla değil, ancak duygularıyla anlamlandırabilen biri için, kurgu bile olsa böyle bir hayatı seyretmek ürkütücüydü ne yalan söyleyeyim. Neyse ki sisteme baş kaldıran, ilaç içmeyi rededen, "duygusal suçlu" olarak kabul edilen insanları yakalamakla görevli olan adamlardan birinin, her sabah içmek zorunda olduğu ilacın yanlışlıkla kırılması neticesinde hissetmeye başlamasıyla asıl film başlıyor. Preston'un karısı da zamanında "duygusal suçlu" bulunmuş ve kendisinin gözünün önünde öldürülmüştü. Kılı kıpırdaman karısının yakılmasını seyretti. Bu dünya feci bir dünyadır. Çünkü hissetmek, sevmek, hayal etmek kesinlikle yasaktır. Preston, ilaç kullanımını bıraktıktan sonra bambaşka biri olmaya başlar. İnsanların kendisi gibi hissetmelerini sağlayıp, özgürlüklerine kavuşmaları için mücadeleye girişir.
Kafa açıcı filmlerden olduğunu düşündüğüm Equilibrium'u seyrettikten sonra, insanı insan yapan aslında duyguları mıdır, diye kafa çarklarımı çevirmeye zorlamıştım. Sevgi, aşk, merhamet, öfke, nefret, hırs, hüzün gibi duygularımızı hissetmeye ihtiyacımız mı var? Hayal kurmayan, düşünmeyen, hissetmeyen, tepki vermeyen insan özgür müdür? Acaba hiç aşık olmasak, hiç acı duymasak, hiç korku, endişe veya öfke hissetmesek ne olur? Üç kişiden birimiz antidepresan kullanmaya başladıysa, Nâzım Hikmet'in dizesindeki gibi bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşamaya çalışacağımıza, sevgi, aşk, heyecan, öfke, üzüntü, hayret hislerimizi uyuşturup, kendimize, dünyaya, evrene bir çocuk gibi şaşarcasına bakmayı unutmaya mı niyetlendik yoksa? Ne yalan söyleyeyim, korktum. Eyvaaaaah!
Kafa açıcı filmlerden olduğunu düşündüğüm Equilibrium'u seyrettikten sonra, insanı insan yapan aslında duyguları mıdır, diye kafa çarklarımı çevirmeye zorlamıştım. Sevgi, aşk, merhamet, öfke, nefret, hırs, hüzün gibi duygularımızı hissetmeye ihtiyacımız mı var? Hayal kurmayan, düşünmeyen, hissetmeyen, tepki vermeyen insan özgür müdür? Acaba hiç aşık olmasak, hiç acı duymasak, hiç korku, endişe veya öfke hissetmesek ne olur? Üç kişiden birimiz antidepresan kullanmaya başladıysa, Nâzım Hikmet'in dizesindeki gibi bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşamaya çalışacağımıza, sevgi, aşk, heyecan, öfke, üzüntü, hayret hislerimizi uyuşturup, kendimize, dünyaya, evrene bir çocuk gibi şaşarcasına bakmayı unutmaya mı niyetlendik yoksa? Ne yalan söyleyeyim, korktum. Eyvaaaaah!
| ||||||||||||||||||||||||||||
3 Aralık 2012 Pazartesi
Hiç Bir Engelli Yorgan Altında Kalmasın Diyenler Ve Yorgan Altında Kalmayan Kişiler
Helen Keler
adını duymuş muydun bilmiyorum. Helen 1880 lerde sağlıklı bir bebek
olarak dünyaya gelmiş. İki yaşına doğru dünyada cok nadir görülen bir
hastalık sebebiyle hem kör hem sağır olmuş. Bu kadar küçük yaşta duymaz
olunca, konuşmayı da öğrenememiş. Düşünebiliyor musun hem kör, hem
sağır hem de konuşamayan biri. İnsanlarla ilişkisini nasıl
geliştirebilecek peki? Beterin en beteri yani... Çok ilginç bir hayat
hikayesi var Helen Keler'in. 1887 yillarında Alexander Graham Bell
işitme özürlüler için çalışmalar yapıyormuş. Helen'in ailesi Graham
Bell'e gitmişler. Helen konusunda yardım talep etmişler. Helen'i büyük
mucidin yanına bırakmışlar. Helen, Anne Sulvian adinda 20 yaşlarında bir öğretmen eşliğinde Ta doma denilen
bir yöntemle konusan insanlarin dudaklarına dokunup titreşimleri
hissederek ve bir de sağır dilsiz alfabesindeki kabartıları Helen'in
avucuna bastırarak anlaşılır şekilde düşünüp konuşmayı öğrenmiş.
Sonuçta helen Braille alfabesiyle
Fransızca, Almanca, Yunanca, ve Latince öğrenmiş. Her bir sözcüğü
avuca yazma metoduyla üniversiteyi üstün başarıyla bitirmiş. Dünyada
üniversiteyi bitiren ilk duyma özürlü kişi Helen Keler olmuş. Dünyaca
tanınan bir yazar olmuş aynı zamanda. 88 yaşına kadar görmeden,
duymadan, konuşmadan ama özel bir metodla hem okuyan hem yazan faydalı
olan biri Helen Keller... Ve tabii ki dehşet bir mücadele ve vazgeçmeme
örneği.
Peki Pınar Çatalkaya
adını duymuş muydun? Pınar da sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelmiş.
16 yaşında bağışıklık sisteminde meydana gelen bir hastalık sebebiyle,
göz arkasında bir iltihap oluşmuş. Tedavi sonuç vermemiş. Göremez olmuş.
Aradan yirmi yıl geçmiş. Çok iyi öğrenci olmasına rağmen, öğrenimine
tedavi süresince devam edememiş.
"Ne oldum değil ne olacağım demeli" derler. Ne kadar doğru. Kim yarın
ne olacağını bilebilir ki? Herşey insanlar için... Aralık ayına girdik. Peki 3 Aralık'ta ne var? Dünya Engelliler Günü.
1880'lerde yaşayan, hem kör, hem sağır olan Helen Keler, kendisine
tanınan imkanlardan faydalanarak, yeteneklerini geliştirebilmiş.
Böylelikle hem kendine, hem topluma faydalı bir birey olabilmiş. Zaten
körler, acınacak ve çaresiz insanlar değiller. Sadece farklı öğrenme
metodlarıyla öğrenmeye ihtiyaçları var. Bizim okuduğumuz kitapları
farklı yöntemlerle okurlar ya da dinlerler. Fırsat eşitliği ve yeterli
olanaklar sağlanırsa görmek onlar için engel olmaktan çıkmaktadır.
Gururla söylüyorum ki Pınar Çatalkaya, 31 ilde şubesi olan Altı Nokta Körler Derneği'nin çiçeği burnunda Kocaeli Şubesi Başkanı'dır.
Üniversite eğitimine başladı. Sosyoloji okuyor. Kitap okuma zorluğunu,
dinleme cihazına kitapları okuyan gönüllüler sayesinde aşmaya gayret
ediyor. Aynı zamanda bir okulun kütüphanesinden sorumlu. Hem çalışıyor,
hem okuyor, hem dernek başkanlığı yapıyor. Şahane biri Pınar
Çatalkaya... Pınar, memleketimin dehşet bir mücadele ve vazgeçmeme
örneğidir. Du bi.. Ayrıca Pınar şahane dans ediyor.
“İnsan,
estetik bir varlıktır. Engelli bir bireyin diğer insanlardan farklı
olan herhangi bir özelliği onun estetik bir varlık olduğu gerçeğini
ortadan kaldırmaz. Hatta görme engelli bir bireyin gözü, normal bir
insanın gözünden daha hoş görünebilir, fiziksel engelli bir bireyin
elleri bir sanat fotoğrafının ana temalarından biri olabilir” diyerek, “Yorgan Altında Kimse Kalmasın” diye bir proje geliştiren Engelsiz Sanat Derneği'ne bir kez daha hak verdim. Pınar görme engelli biriydi. Heves etmiş, tango kursuna gitmişti. Pınar'ı sahnede seyrettim. Kalabalık
seyircilerin karşısında, sahnenin ortasında, o kadar güzel, o kadar
hakkını vererek dans ediyor ki anlatamam. Pınar kesinlikle sahnede olağanüstü estetik
görünen biri. Tango için bir şeyi istemek ama istediğini
belli etmemek dansı denir ya... Acaba bu dansı zaferle tamamlaması için
bir kadının bazı kederleri bilmesi, bazı dikenli yollardan geçmesi mi
gerekiyor? Pınar görmeyen gözleriyle önündeki bir engeli daha aşmış
tango öğrenmişti. Ve o dansın sonunda ayakta dimdik durdu. Muzaffer bir
edayla selam verdi. Salon alkıştan inledi...
Andrea Bocelli, 1958 doğumlu İtalyan tenor, söz yazarı ve bestecidir. Sesinin ve şarkılarının tek kelimeyle hastasıyım. On iki yaşında futbol oynarken geçirdiği bir kaza sebebiyle iki gözü de kör olmuş. Hukuk Fakületesini bitiren ünlü şarkıcı, dünyanın üçüncü tenoru olarak kabul edilmektedir.
Mehmet Emre Kalaycı, 1987 doğumlu İzmitli şarkıcı, avukat ve klarnet, saz ustasıdır. Emre'nin yaptıkları buraya sığmaz, kendisinin sıkı bir hayranıyım. Kongenital kornea bozukluğu hastalığıyla dünyaya geldiği için iki gözü de doğuştan görmüyor. Çok genç yaşta olmasına rağmen olağanüstü işler başarmış. Dünyanın başka bir coğrafyasında doğan Andrea Bocelli gibi şahane şarkılar söylemek yolunda azimle ilerliyor.
"Toplumda "engellilik" olgusuna bakış açısı yanlış ve önyargılıdır. Bu tutum nedeniyle toplumda engelli bir çocuğa sahip olmak da yanlış değerlendirilmektedir. Doğduğu evde bir günah ya da ayıp olarak nitelendirilen birey ilk başta ailesi ve toplum tarafından engellenmektedir. Toplumda yer edinemeyen birey, zaman geçtikçe sosyal ortama çıkma korkusu yaşayarak yalnızlaşmakta ve kendisini değersiz görmektedir. İşte bu nedenle “Yorgan altında kimse kalmasın” sloganıyla yorgan altında bir ayıp gibi saklanan engelli bireylerin toplumsal hayata çıkması ve çıkarılması için bir kampanya başlattık." diye yola çıkan Engelsiz Sanat Derneği'nin yaptıklarını çok önemsiyorum. Engelin gözün görmemesi veya elin, ayağın tutmaması demek olmadığını, engelin bireyleri yorgan altında saklayıp, onların hiçbir şey ya da hiç kimse olmalarına sebep olduğuna dair toplumda farkındalık yaratan Engelsiz Sanat Derneği'nin, bugün Beyoğlu Belediyesi Gençlik Merkezi Sanat Galerisi'nde başlayan ve 12 Aralık'a kadar sürecek olan fotoğraf sergilerini çok merak ediyorum. Çünkü bu sergide fotoğrafları sergilenenler, engellerini aşarak, kendi girişimleriyle işini kuran, memleketimizin önde gelen üniversitelerinden mezun, gösterdikleri çaba ile geçirdikleri hastalıkların tanısını değiştiren birbirinden başarılı, sıra dışı ve toplumda rol model olacak kişiler. Ve her biri birer mücadele ve vazgeçmeme numunesi... İlla desteklenmeliler.
2 Aralık 2012 Pazar
Biliyorum, Sazanın Tekiyim!
"Elimde olaydı atlaslar sererdim ayaklarının altına
Ne ki garibanın tekiyim, varım yoğum düşlerim.
Düşlerimi serdim ben ayaklarının altına
Nazik ol lütfen, üzerine bastığın benim düşlerim."
William Butler Yeats
Karaköy'den Eminönü'ne doğru yürüyordum. Takvime göre güzün bitmesine üç gün kalmıştı. Ha geldi ha gelecekti ya, kışın eli kulağındadı. Acaba uğraşsam, bir mevsimin diğerine döndüğü o efsunlu anı hissedebilir miydim? Hissedebileceğimi hayal ederek yürümeye devam ettim. Galata Köprüsü'ne vardığımda, günün minesi soluvermiş, esmer renkli sema gökyüzüne sereserpe yayılıvermişti. Hava ılık, deniz berrak, tarihi yarım ada ise tek kelimeyle büyüleyiciydi. Köprü üstünde balık tutmakta olan insanları seyrede seyrede yürümeye devam ettim. Sait Faik öyküleri sebebinden midir bilmem, denizi, balığı, balık tutanı, ekmeğini denizden çıkaran insanı çok severim. Baktım, genç bir adam oltasını çekti. Çırpınmakta olan iri bir balık misinanın ucunda göründü. "Vay anasını!" dedim içimden. Adamın yüzündeki sevinci farkettim. "Vay canına" dedim bu sefer. Ben bilmiyorum. Hiç tatmadım bu tür sevinci. Balıkçının sevincini seyretmek hoşuma gitti. "Balık tutmak ne güzel!" diye aklımdan geçti. Çantamı omuzuma iyice yerleştirdim. Balıkçıyı seyre devam ettim. Adam misinanın ucundan balığı çıkarma gayretindeydi. Nasıl itina, şefkat ve sabırla balığı ağzındaki iğnesinden kurtarmaya çabalıyordu anlatamam. Az sonra ölecek balığa bu kadar merhamet göstermesine anlam veremedim. Sonra kızdım kendime. Ne fena biriyim diye aklımdan geçirdim. Tüm merakımla seyretmeye devam ettim. Adam yan tarafında oturmakta olan ihtiyara seslendi. Baktım. İhtiyar adam, kendi girdiği halin insanı olan biriydi. Dizlerine dayanarak kalktı. Oltanın ucundaki balığa baktı. Hoyrat davranmadı. Gözlerim şahit. Balığı merhametle tuttu. İşinde mahirdi. Tek hamlede iğnesinden çıkardı. Genç balıkçının eline bıraktı. Nasıl hoşuma gitti anlatamam. Bu seyri bembeyaz tülbente sardım. Hafızamın "zamanı geldiğinde ilaç yerine kullanılacak anılar" bölümüne yerleştirip bıraktım. Köye döner dönmez ilk denk geldiğim arkadaşıma, bu olayı mutlulukla anlattım. Dedim ki: "Balığın ağzı yırtılmasın diye gösterdikleri çaba ne hoş değil mi?" Sadece gülümseyerek değil, küçümseyerek dinledi beni. Bir tokat indirir gibi "Ne safsın. Sanırım misina iğnesinin kaç para olduğunu bilmiyorsun." dedi. O an duyduğum his feciydi. Bir süre çivilendim, öylece kalakaldım. Sazanın tekiydim. Adamlar aslında balığı değil, misina iğnelerini düşünüyorlardı demek ki! Ne fena! Ne yalan söyleyeyim, etkilendim. Acıtan bir hayalkırıklığı hissettim. Gözlerim buğulandı. Arkadaşım vaziyetimi farketti. Güldü. "Boşver dediklerimi, sen gene balık daha fazla acı çekmesin diye, balıkçıların öyle davrandıklarını düşünmeye devam et." dedi. Gitti. İnan saflığıma değil, hayal kırıklığıma kederlenmiştim. Bu durumu kabullenmedim. Ruhum yaralanmıştı. Acilen tedaviye ihtiyacım vardı. "Zamanı geldiğinde ilaç yerine kullanılacak anılar" arasından, son anımı hemen çekip çıkarttım. O günü başa sardım. Dört gün öncesine, ihtiyarın, genç adamın eline balığı bıraktığı zamana ışınlandım. Genç balıkçı sonra ne yapmıştı peki, diye düşünmeye başladım. O zaman, o mekan ve o adam bir mıh gibi hafızama işlenmişti. Genç balıkçı elindeki oltayı köprünün duvarına dayadı. Sonra çırpınan balığı iki eliyle tuttu. Yüzüne doğru yaklaştırdı. Balığın ağzına şefkatle baktı. Gördüğünden memnun kaldı. Balığı su dolu kovaya usulca bıraktı. Ne hoştu! Böyle hatırlamak hoşuma gitti. Sevindim. Anımı bembeyaz tülbente gene sardım. Hafızamın "zamanı geldiğinde, ilaç yerine kullanılacak anılar" bölümüne, itinayla yerleştirip bıraktım.
1 Aralık 2012 Cumartesi
Ben Masumum, Gökyüzünde Dolunay Vardı!
Dün bizim
ofis için, haftanın son çalışma günüydü ya… Yani cuma… Üzerine afiyet, bütün
gün üzerimde nasıl tembellik, nasıl miskinlik vardı anlatamam. Aslında biliyorum
son günlerde hüzün katsayım anormal seyrediyordu. Melankoli ibrem tavandaydı. Gece ancak sabaha karşı uykuyu yakalayınca, neredeyse akşam üzeri uyandım. Bırak kahvaltı
yapmayı, elimi yüzümü bile yıkamadım. Ne bulduysam üzerime geçirdim.
Uyuşuk adımlarla arabama kadar zorlanarak yürüdüm. Kağnı arabası
sürüyormuşcasına... Birinci viteste puflata
puflata arabamı sürdüm. Apartmanın önündeki boş alana arabamı öylecene
bıraktım. Adımlarımı yerde kaydıra kaydıra ofisin merdivenlerini tırmandım.
Ağzımı açmadım. Kafamı kaldırıp kimseye dönüp bakmadım. Odama girdiğimde
iyice bitik durumdaydım. Kendimi boş bir sepetmiş gibi koltuğuma
bıraktım. Kolumu kaldırıpta parmağımın ucuyla bilgisayarımın
tuşuna basıp açmadım. Sanki bana ait değillermiş, belki emanetlermiş
gibi… Ya da ne bileyim? Bünyemde nafile yer işgal ediyorlarmışta
fırlatıp atmam gerekiyormuş gibi… Kollarımı koltuğun iki yanından aşağıya
doğru bıraktım. Karşımdaki tablonun aynasında bir an kendime baktım.
Tuhaftım! Nato mermer nato duvar... Yüzümde ne bir düşünce izi… Ne de bir canlılık belirtisi! Pes vallahi! Atabilsem kendimi odamdaki üçlü koltuğa atacak,
sonsuza kadar öyylece uzanıp kalacaktım. Anadolu’da anlatılan bir tekke hikayesi
aklıma geldi. Bu tekkedeki dervişler, hiçbir iş yapmazlarmış. İyiliksever
insanların yardımlarıyla yetinerek yaşarlarmış. Bir gün tekkede yangın
çıkmış. Dervişlerin kılı gene kıpırdamamış. Alevler iyice büyüyüp yangın
yanlarına doğru yayılmaya başlayınca, müridlerden biri eğer kalkmazlarsa
tutuşacaklarını söylemeye kalkışmış. Dervişlerin şeyhi “acele etmeyin, şu
yanımızdaki iki tahta da yansın, öyle kalkarız” demiş. Eğer benim halimi
görseler, sorgu sual eylemeden beni o tekkenin “baş miskini” tayin ederlerdi.
Kesin! Hareket etmek, insanlarla yüz yüze gelmek, ses işitmek, laf söylemek
içimden gelmiyordu. Bir an masamın üzerindeki kitaplara gözüm değdi. O
kitapları yazanlar... Çoğu yaşamıyordu şimdi. Onca vakit, onca yazı için
uğraşmak. Sonunda ölüm varsa. Haybeye harcanan zaman gibi geldi. Matematik,
iktisat için didinenler… Ne işe yarayamıştı ki? Zengin yiyor, yoksul acından
ölüyor… Değişen bir şey var mı? Yok! Hep aynı. Tarih sözgelimi… Binlerce kitaba
göz nurlarını dökmüşler… İnsanlığın ne kadar zavallı olduğunu yazmıyorlar mı
hepsi? Savaşlar… Anlaşmalar… Yine… Yeni… Yeniden… Savaş… Tarih yazmışlar
da kime faydası dokunmuş peki? Dört bir yan cenkte! Faydası olsa dünyada
savaş biterdi. Aşk mezusuna hele hiiç mi hiç girmeyeyim. Şiirlerin hepiciği
uydurma! Evet, evet... Bütün kitaplar palavra! Kitapları atmalı mı yoksa yakmalı mı? Niye dursunlar ki boşu boşuna! Tüm bu düşünceler aklımın kıvrımlarında gezinirken uyuyup
kalmışım… Uyandım ki, o ne? Gece yarısı olmuş. Yerimden kalktım. Perdeyi açıp aya baktım. Gökyüzünde dehşet bir
dolunay vardı. Dolunayın parlak ışığı gözümden yüreğime değdi. Akabinde
birdenbire damarlarımdaki kan tepemden tırnağıma hızla gezindi. Kendimde bir tuhaflık hissettim. Doğruldum. Pencerenin aksindeki görüntüme baktım.
Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı fark edince muzurca gülümsedim.
Gülümseyince vampir dişlerim göründü tabii. Tamam. Zaten bütün gün dinlenmiştim. Önce pencereyi, sonra pelerinimin kanatlarını
açtım. Sivri dişlerimi alt dişlerimde bileyleyerek, hedefime ulaştım!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)