Yoo... İnan bana... Sıcaktan ben de fena halde etkileniyorum. Bülent Ortaçgil'in bir şarkısı vardır. Bilirsin... "Eller sıcak... Gözler sıcak..." der. Tamam. Buraya kadar eyvallah... Ama devam eder... "Duvarlar sıcak... Taşlar sıcak... Düşler sıcak... Çok sıcak... Daha da sıcak olacak..." Eyvaah! Sonra... "Giysiler sıcak... Giymeseler sıcak... Uykusuzluk sıcak... Bardaklar eriyecek... Kuşlar susacak... Çok sıcak... Daha da sıcak olacak." der. Eyvah ki eyvah!.. Yanmışım ben!... Son günlerde hava öyle sıcak ki... Soğuk bile sıcak sanki... Hava sıcaklığı mevsim gereği aldı başını zirvelere gidiyor ya... Of!.. Her yıl klimalar bile kifâyet etmemeye başladığında, güneşle, sıcak havayla, yaz mevsimiyle aram iyiden iyiye açılıp, Arap bacılar gibi kendi kendime söylenmeye başladığımda... İşte o zaman, özellikle Yaşar Kemal'in romanlarından birinin içine atlayıveriyorum. Dün gece yattığım yerde sıcaktan kolumu kaldıramaz haldeyken, bir de sivrisinekler bedenime dadanınca... Baktım dellenip, iyice isyanları oynamaya başlıyorum. Hemen yerimden fırladım. Yaşar Kemal'in gözüme ilk ilişen kitabı Ölmez Otu'nu elime aldım. "Başı dara düşenler, yarattıkları düş dünyasında bulurlar yollarını. Ayakta kalabilmek için sığındıkları bu dünya bir yandan onları yaşatırken, bir yandan da hikayelerini örer." diye yazıyordu arka kapakta. "Hava çok sıcak diyor ve yattığın yerde söyleniyorsun öyle mi? Yuf olsun sana!.. Sen sıcak hava, sivrisinek görmemişsin kızım!" dedim kendime...
Yaz bazıları için ne anlama geliyordu? Pamuk toplama mevsimiydi elbette... Bunu düşününce... Hemen kendimi Yalaklı köylülerinden biri olarak hayal ediverdim. Her yaz, pamuk toplama mevsiminde Toroslar'daki köyümüzde yaşayacağımız yerde, köyümdeki diğer insanlarla birlikte Çukurova'ya iniyorduk sözgelimi... Ve bütün güç toprak ağalarının elindeydi. Sosyal eşitlik yoktu. Hem toprak sahibi olan ağalar bizi sahipleri gibi görüyorlardı, hem de kendilerini devletin adamı gören, yardımcı olacaklarına güçlerini köylüye eziyet etmede kullanan muhtarlar tarafından horlanan feodal bir düzen içinde hayatta kalmaya çabalıyorduk. Bütün kış ağadan aldığımız erzakla, borçla geçiniyor, yazları da ağanın geniş topraklarında çalışarak, pamuk toplayarak borçlarımızı ödüyor, azıcık da para biriktiriyorduk. Elbette kazandığımız para geçinmemize yetmiyordu. Gene ağadan borç almak zorunda kalıyorduk. Eğitimsizdik. Cahildik. Haklarımızı bilmiyorduk. Bu durumumuz ağaların işine geliyor, onları daha da güçlendiriyordu. Güçsüzdük. Yoksulduk. Para kazanmak ve geçinebilmek için ağaya mecburduk. Bireysel hak ve özgürlüklerimizi bilmeyince, küçümseniyor, sömürülüyorduk. Öyle bir sistem içindeydik ki, kim daha çok çalışırsa, kim daha hızlı davranırsa daha fazla kazanıyordu. Bu durumda bizi ezenleri değil, birbirimizi düşman gibi görüyorduk. Ya sıcak... Ya sinek... Ya horlanma...
"Güneş cam gibiydi. Acı, keskin... Parlak. Gözleri kamaştıran. Bulutların gelip geçen gölgeleri koyu. Güneş pamuk tarlasının aklığından daha yakıcı."
"Güneş kavuruyordu. Güneş, güneş değil gökyüzünde bir köz yığınıydı. Çukurovaya bir boz duman çökmüştü. Tüten, ağır, ipiltili bir ışık dumanına batmıştı Çukurova."
"Sinekler uğuldayarak saldırıyorlar, ellerini, ayaklarını, yüzünü, sırtını yakıyorlar, bitiriyorlar."
"Köylüler iple gün ışığını çekiyorlardı. Gün doğunca bir sıcak çökecek, çatır çatır ortalığı kavuracaktı. Çukurova sıcağı insanı öldürür. Öldürür ama gecesinde de, serin seher vaktinde de dayanılmaz sinekler var....... Bu sinekler kemikli. Her bir iğneleri kılıç gibi. On tanesi bir adama yapışsa da on beş dakika emse vallaha billaha adamın damarında bir damlacık kan bile komazlar. Kuruturlar. Bedeni yara olmamış kimse kalmamış köylüler arasında. Bütün Çukurova ırgatlarının hepsi de öyle."
"Sıcağın altında terlemiş, terledikçe gece sineklerin yediği yerlerin yarası yanan ırgatlar, ağır, kıpırtısız."
"Akşam oldu, gün battı. Gece tütüyordu. Toprak acı acı, göğünmüş koktu. Sinekler bulut bulut geldiler. Herkes elleriyle yüzünü örtüyor, çırpınıyor, tepiniyor, çaresiz. Sinekler parçalıyorlar. Önüne geçilmez."
"Irgatlar dizi dizi olmuşlar. Uzun, belki de üç yüz metrelik bir dizi.... Boz, toprağa batmış toprak rengi olmuş insanlar. Ağır güneşte öyle duruyorlar, hiç kıpırdamıyorlar gibi.... Ölgün, bitkin ırgatlar kuruyup yarılmış tarladan, yağmurun yere döktüğü, toprağa bulanmış pamukları, cansız istemez topluyorlar. Yerden aldıkları pamukları silerek, toprağından temizleyerek sepetlere koyuyorlar. İkindi üstü, ve Ağanın adamları arkalarında... Yerde tek pamuk kalırsa kıyameti koparıyorlar. Ağızlarına ne gelirse söğüp sayıyorlar. Toprağa karışmış toza, kurumuş çamura sıvanmış, bir paçavra yığını ırgatların arkasında ak ayakkabılı, ütülü ak giysileriyle, geniş hasır şapkalı, geniş kara şemsiyeli adamlar. Birer komutan gibi. Küçük dağları ben yarattım, der gibi... Sürünerek pamuk toplayan yığına öfkeyle, tiksinerek bakıyorlar. Arkada, toprağa gömülmüş bir pamuk bırakmışsa ırgat, koltuk boşluğuna amansız bir tekme yiyor."
Doğduğum bölgeyi, yeri, ailemi ben seçmemiştim ki... Yaşar Kemal'in anlattığı yerlerde doğmuş, oralarda yaşıyor olabilirdim. Yaşar Kemal'in anlattıkları elbette kurmacaydı. Ama gerçek hayatta olmuş ya da olması mümkün vaziyetler değil miydi? Dünyanın pek çok yerinde insanın insanca yaşayamadığı o kadar çok bölge ve yer var ki. Ben sadece kendi yaşadığım yeri görüyorum. Hem bazan sahip olduklarımın tadına varamıyorum, hem de Ölmez Otu'nda anlatılan köylülerin doğup yaşadıkları yerlerde olduğu gibi, hayatın kimi insanlar için korkunç eziyetli bir yaşam savaşı olduğunu farkedemiyorum. Yaşar Kemal'in kitapları sadece Anadolu insanına değil, dünyanın herhangi bir yerinde de, doğası, devlet düzeni, aile ilişkileri, inançlarıyla, insana yapılan haksızlıkları okurun yüreğine etkili destansı bir dille hissettiriyor. Kitabın anlattıklarını hayal ettikçe, hava sıcak gelmiyordu artık. Sinek sadece vızıltıdı. Bunlar neyse neydi de... Ya dünya üzerinde sonu gelmeyen, haksızlıklar içinde yaşayan insanlık hali neydi?
"..... uyuyamaz, kendi hali, dünya hali üstüne derin düşüncelere dalar..... Diline pelesenk etmiştir: "Bana yer demir oldu, gök bakır. Gök bakır. Gök bakır." Bu yer demir gök bakır halinden kurtulamaz.... Şaşkın, yıkılmış, kafasından tuhaf, şimdiye kadar aklından geçmemiş düşünceler geçer. Deli düşünceler."
NOT: Tırnak içindeki cümleler Yaşar Kemal'in Ölmez Otu adlı kitabından.