31 Ağustos 2010 Salı

Öyle Soğuk Bir "Siz" Değil Ama Gene de "Siz", "Siz" de Uygun Görürseniz..


Bir ara gazetede, "Aynayla Konuşmalar" başlıklı, "Yılmaz Erdoğan kendisi sordu, kendisi cevap verdi" diye bir yazı vardı. Yılmaz Erdoğan kendisiyle röportaj yapmış. Ünlü sanatçının o hafta Neşeli Hayat adlı yeni filmi vizyona girmişti. Tabiyatıyla, hem filmi, hem de kendisi gündemdeydi. Gazetedeki ropörtajın en başında Yılmaz Erdoğan kendisine: "Sizinle röportajı direk yapmak daha uygun olur diye düşündüm."diyor. Gene Yılmaz Erdoğan cevap veriyor: "Evet, bence de kendi kendimize konuşup kaydedip sonra onları çözmek falan aptalca olur. Bana siz mi diyeceksin...iz.." Cevap veriyor gene kendisi: "Bence soru sormak için en ideal mesafe bu. Öyle soğuk bir siz değil ama gene de siz. Siz de uygun görürseniz."


İşte ropörtajın, bu "sen" ve "siz"li muhabbetine bayıldım. Bu konuyu çok önemsiyorum. Çünkü daha tanışır tanışmaz, tanıştığı iki üç dakika içinde "sen" diye hitap edenlere gıcık oluyorum. İlk tanıştığı birinden "siz" diye hitap etmesini beklemek, insanın kendisini karşısındakinden üstün görmesi anlamına gelmez ki. Bırakın Yılmaz Erdoğan gibi şöhretli bir sanatçıyı, benim gibi köy insanın da, insani ilişkilerde mesafeyi koruma hakkı vardır. Üstelik bu insanın en doğal hakkıdır. İlk kez karşılaştığı birine, tanışır tanışmaz "sen" diye hitap eden kişiyi samimi yada sıcakkanlı biri olarak kabul etmem de mümkün değil. Üstelik karşımdaki kişi benimle samimi olmak isteyebilir ama bakalım ben onunla samimi olmak isteyecek miyim? Belki konuşmamız ilerledikçe, kendisi de benimle bir daha konuşmak ya da görüşmek istemeyecek. "Sen" diye hitap etmemiz için biraz zaman tanımamız gerekmiyor mu birbirimize? Bu kadar acele niye? İlk kez tanışmalarda "siz" diye hitap edilmeye dikkat edilse keşke... Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi: " Öyle soğuk bir "siz" değil ama gene de "siz.""

Üstelik kimi zaman insan, çok iyi tanıdığı, uzun zamandır tanıdığı, çok sevdiği birine de "siz" demeye devam etmek isteyebilir. Bu samimiyetsizlik değildir ki. Bilakis bazı ilişkilerde, samimiyete verilen değerdendir.


Şimdi bu kadar "sen" "siz" muhabbeti yapmışken, Selahattin Pınar'ın Hicaz bestesinin sözlerini hatırlamadan olur mu? Hani Fuat Edip, 20 li yaşlardayken rüyasında gördüğü bir kıza aşık olur. Yıllarca o kızı bulma hayaliyle yanar tutuşur. Ailesinin baskısıyla evlenir bu arada. Aradan yıllar geçer. Hayalindeki kıza olan aşkı artarak devam eder. Bir bahar akşamı Acıbadem'deki Çamlıca Kız Lisesi'nin önünde bir kız görür. Şair donar kalır olduğu yerde. Adeta çakılır. Çünkü bu kız, yıllar önce rüyasına giren ve şairi aşkından divaneye çeviren kızdır. Kız şairin halini farkeder. Mahçubiyetinden boynunu eğer. Yapacak bir şey yoktur tabi. Adeta kalbinden mıhlanmış olan şair şu mısraları fısıldar: "Bir bahar akşamı rastladım size.. Sevinçli bir telaş içindeydiniz.. Derinden bakınca gözlerinize.. Neden başınızı öne eğdiniz? İçimde uyanan eski bir arzu.. Dedi ki: yıllardır aradığın bu.. Şimdi soruyorum büküp boynumu.. Daha önceleri nerelerdeydiniz?" Şimdi yıllardır hayaline aşık olduğu kıza, ilk rastladığında "siz" diye hitap eden şairin, aynı sözleri "sen"li olarak söylediğini düşünsek sözgelimi, aynı zarafeti, aynı inceliği okuyana ya da şarkıyı dinleyene geçirebilmesi mümkün olabilir mi? İlk tanışmada "siz" demek, böyle bir şey işte... Öyle soğuk bir siz değil ama... Gene de SİZ.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Makas Makas Matitas...

Az önce tam yatmıştım. Kendi çarşafım, kendi yorganım, yani tanıdığım kendi eşyalarımın arasına yerleşmiştim. Başım yastığımın tanıdık yumuşaklığını bulmuştu. Tam uyuyacaktım ki… Aklıma birden makas gelmesin mi? Hayret edilecek şey! Neden peki? Bakma böyle söylediğime, biliyorum aslında nedenini.. Bir ara Hayal Kahvem'e yazdığım yazılarda, önce saçla ilgili iki gerçek hikaye anlatmıştım.. İşte burada... Sonra berberlerle ilgili bir yazı yazmıştım. Heyy! Makas.. Makas, peki? Of! Makas hakkında bugüne kadar hiç bir şey yazmadım ya! O kadar vicdan azabı çekiyordum ki.. Şimdi uyumak için yatınca, aklıma makas geldi iyi mi? Eyvah! Eğer yazmazsam bu kez makasın kesinlikle hatırı kalır inan ki! Ben eşyaların ruhu olduğuna inananlardanım… Tamam.. Makası ihmal ettiğimi kabul ediyorum.. Gündüz aklıma geldiğinde haydi bir şekilde idare edebiliyordum.. Amaa.. Gece... Ya gece makas aklıma gelirse diye hep korkuyordum.. Neden mi? Sorulur mu? Makas bu.. Ya uykumu delik deşik ederse? Ya rüyalarımı en güzel yerinde keserse? Sana bir şey söyleyeyim mi? Korktuğum hep başıma gelir biliyor musun? İşte buyrun! Bu gece yarısı tam uykuya usul usul dalarken, makasın aklıma gelmesine ne diyorsun? Off! Ne yapabilirim bu durumda? İster inan ister inanma.. Hemen fırladım yataktan hemen.. Aynaya baktım.. Korkudan yüzüm bembeyaz olmuş resmen.. Pembe battal sabahlığımı üstüme geçirdim. Ayağıma şıpıdık terliklerimi giydim... Sabahlığımla yerleri süpüre süpüre, bedbin bir halde bilgisayarımın başına gittim.. Makas hakkında bir şeyler yazmalıyım mutlaka.. İyi de makas hakkında ne biliyorum da ne yazabilirim ki? Haydi bir kaç bir şey biliyorum diyelim.. Peki bildiklerimi bu uykulu halimle nasıl kelimelere dökeceğim? Of! Ne biçim huylarım var benim! Çare yok! Yapmalıyım bir şeyler... Artık ne gelirse aklıma... Yazmalıyım… Yoksa uyuyamam ki! Mümkün değil.. Sabaha kadar döner dururum yatakta..

Mesela desem ki, geçmişi görmüş, şimdiyi yaşamış, geleceği bilir eski insanlar anlatırlar ki, makasın tarihi 2.500 yıl önceye dayanır. Şahane bir cümle olmadı mı bu şimdi? Kim itiraz edecek? Hiç kimse tabii.. Yanlış olduğunu iddia eden varsa, doğrusunu ispatlamalı bir kere… Eee! İspatlamayacağına göre… O zaman ya şimdi konuşsun ya da ebediyyen sussun! Böyle! Tamam, iyi yoldayım… Aynen devam etmeli.. Şimdi diyebilirim ki, muhtelif makas çeşitleri vardır. İsim alırlar işlevlerine göre.. Tırnak makası, kağıt makası, terzi makası, bahçe makası, mum makası, doktor makası, oya makası… Ya tren yollarındaki makaslar, peki? Hani makas değişimi olmazsa tren yolunda, trenler tüm cephelerden birbirlerine bindirirler ya… Harika.. Yazıyorken, böyle devam etmeli. Mesela demeli ki, iyi makas hafif olmalı. Ağırtmamalı eli... Hahha! Şahane vallahi.. Daha ne demeli? Yooo… Makas için bu kadar söz yetmeli… Şimdi anne sözü dinler gibi masum, tıpış tıpış yatmaya gitmeli. Uykunun yanağından koca bir makas almalı… Rüyalar alemine dalmalı… Sansür mü? Yoo! Sansür makası mı? Rüyalara mı? Yok artık, daha neler!.. Benim rüyalarıma mı? Aaa! Lütfen ama..... Bir de sen üzerime gelme.. Gece gece makas anlattığıma beni pişman etme!

29 Ağustos 2010 Pazar

Tuhaf Bir Öykü Denemesi 1


İstanbul'da üniversitede okurken, derslerimden kalan zamanlarımda muhtelif organizasyon işlerinde çalışmıştım. Bu bana hem az da olsa para kazanma, hem de iş tecrübesi edinme fırsatı sağlamıştı. Okulumu bitirdikten sonra doğduğum şehre geri döndüm. Şehrin en büyük ajansı beni havada kaptı tabii. Şirketlere her türlü organizasyon ve eğitim konularında hizmet veren bir ajanstı. Sahibi diyebilirim ki doğduğumdan beri beni tanırdı. İlk iş görüşmesine gittiğimde, iyi bir üniversiteden başarıyla mezun olmuş bir kızın, İstanbul'dan geri dönüp, doğduğu taşra şehrinde çalışmak istemesine bir türlü kafası basmamıştı. Kararlı olduğumu görünce beni memnuniyetle işe kabul etti. Maaşı da düşündüğümden iyiydi. Yaşadığımız yer taşra da olsa, büyük ve donanımlı otelleri sayesinde, pek çok iş toplantıları ya da bilimsel konferanslar ve paneller şehrimizde fazlasıyla yapılırdı. İşlerimiz yoğundu. Genelde başka ülke ya da şehirlerden gelen misafirleri karşılama, otellerine yerleştirme, hazırlanmış iş ve gezi programlarına uymasına yardımcı olmak benim görevlerimdendi. Keyifli bir işti. Her defasında değişik iş kollarından bir ya da birkaç insan tanıyordum. Okuldan sonra yeni hayata atılan biri olarak, farklı şirketleri ve çalışanlarını gözlemleme şansı buluyordum. Zaten insanları seven, olumlu ve uyar kafa biriyimdir. Esprili ve eğlenceli olduğumu söylerler. İlgilendiğim misafirlerin çoğu , ajansa memnuniyetlerini bildirir teşekkür yazısı göndermişlerdir. Patron kıvrak zekama güvendiği için zor olduğunu düşündüğü misafirlerle ilgilenmeye genelde beni gönderirdi.

O gün şehrimize gelen bir yazarı havaalanında karşılamak, katılacağı konferansın gerçekleşeceği otele götürmek, kısa bir şehir turu yaptırıp, önce yemeğe sonra akşam uçağına vaktinde yetiştirmek görevini üstlenmiştim. Karşılamaya gitmek için neredeyse sabahın kör şafağında uyanmıştım. O kadar heyecanlıydım ki içim içime sığmıyordu.. Bu benim için çok özel bir işti.. Bu yazarı karşılamayı büyük bir sevinç ve istekle kabul etmiştim.. Havaalanına vardığımda uçağı henüz alana inmişti. Kendisini görünce tanıyacağıma yüzde yüz emindim. Çok meşhur bir mizah yazarı ve çizgi roman editörüydü.. Öykülerinin tam manasıyla hastasıydım.. Satışa çıkan tüm kitaplarını kimbilir kaç kez okumuştum.. Bununla yetinmemiş hakkında çıkan tüm yazıları da tek tek incelemiştim. İlginç biriydi.. Çok ortalarda görünmezdi.. İnternette tüm aramalarıma rağmen zar zor iki fotoğrafını elde etmiştim.. Şehrimizdeki büyük otellerden birinde "Türkiye'de Mizah ve Çizgi Roman" konulu bir konferans vardı o gün. Kendisi konuşmacılardan biriydi. Gelen yolcular dışarıya çıkmaya başladığında ben de kapıya doğru seyirttim. Gördüm işte. Oydu. Hemen tanımıştım. Başında kep şeklindeki şapkasıyla bir beyzbol oyuncusunu andırıyordu. Cüsseliydi. Ama cüssesiyle korku uyandıran tiplerden değildi. Bilakis çocuksu bir hali vardı sanki. Yanına gittim. "Hoşgeldiniz! Ben Elif. Sizinle bugün ben ilgileneceğim!" dedim. "Merhaba!" dedi. Gülümsedi. Tuhaf! Öyle bir gülümsedi ki "Böylesine içten gülümseyen biri gerçek olabilir mi?" diye aklımdan geçirdim. Nedense bir an öylece kalakaldım.. Ve elimi uzattım.

Uzattığım elimi sıktığında, aniden kendime geldim. Gerçekti. Elimi sıkıyordu çünkü.... Kuzum neler düşünüyordum ben? Şaşırmıştım kendime... Gerçek olacaktı tabii.. Böyle bir anda aklımdan geçen düşünceler tuhaflaştırmıştı sanki beni. Ne olmuştu ki bana? İyice acayipleştiğimi hissettim. Okuduğum hangi kitaptan ya da seyrettiğim hangi filmden hafızamın gizli arşivine kaydedilmişti bilmiyorum ama nedense o an "En iyi stad bizimki... Atmosfer de süper, varsın bestemiz olmasın!" demek geliyordu içimden... Bu yazarın futbolla ne ilgisi vardı ki? Aklımdan bir şeyler geçecekse, bari çizgi romanla ilgili olması gerekmez miydi? Neler saçmalıyordum Allahaşkına ? Ne acayip fikirler fink atıyordu beynimin içinde? Bu kez faka bastırmış gibi hınzırca gülümsediğini farkettim. Sanki aklımdan geçenleri sezmiş gibiydi. Kimdi bu adam ? İş mi almıştım başıma ne?

Tam bu esnada "Futbolla hiç işim olmaz!" dedi. Nasıl yani? Ben futbolla ilgili tek söz sarfetmemiştim ki! Sadece aklımdan geçirmiştim. Gözlerinde beynimin en ince dalgaboylarını gören bir röntgen cihazı mı vardı? Aklımdan geçenleri bu kadar kolay okuduğunu görmek doğrusu sarsmıştı beni.. Sanki kafamdan aşağıya bir kova kaynar su dökmüştü. Ya da marmara çırası gibi tutuşmuştum da olduğum yerde kıvranıyordum acıdan. Öyle bir hafakanlar basmıştı ki bana anlatamam. Dişlerimi sıkıp söyleyeceklerimi boğazımda düğümledim. Harbi bir analiz yapmak amacıyla bir kez daha baktım sakallı suratına... Olanca şirinliğiyle sürdürüyordu gerçek olmayacak kadar içten tebessüm etmeyi. Abartılı bir nezaketle, adeta reverans yapar gibi, şaşkınlığımı belli etmemeye çalıştığımı zannettiğim şaşkın suratıma doğru eğilerek, sonuna ünlem koymadan şöyle bir cümle kuruverdi:

"İzninizle..."

dedi ve elimi sıkmak için ayaklarının dibine bıraktığı, olduğu yerde devrilince ayaklarımın üstündeymiş gibi bir manzara arzeden sırt çantasını yerden aldı. Adeta reveransını tamamlar gibi doğruldu. Utanmasam ben de hafifçe kırarak dizlerimi karşı reveransımı tamamlayacaktım... Amaa... Dansı değilll... Yooo... Resmen düelloyu başlatacaktım... Tabancamı çekecektim ve vuracaktım valla... Filmlerdeki gibi... Dan...Dan..Dan... Yarabbim bu ne rahat biriydi? Doğal alışkanlıkla, yerden aldığı çantasını bir hamlede sırtına atverdi. Sanki hiç bir şey olmamış gibi "Çıkış bu tarafta galiba..." dedi ve arkasını dönüp gidiverdi. Saniyeler içinde oluyordu bu olanlar... Zaten görünürde olan pek bir şey yoktu esasında.. Konuştuğumuz sadece üç cümleydi, okadar. Benim kafam allak bullak olmuştu. Doğrusu dumura uğramıştım uğramasına ama bozuntuya vermek istemedim. Her şey normalmiş gibi davranmaya karar vermiştim. Ne diyebilirdim ki? Bir ihtimal, safettiği lakırtı tesadüfen kafamdan geçenlere denk gelmişti. Ya da yanlış duymuştum belki... Hani futbolla ne ilgisi var ki diye aklımdan geçirmiştim ya, onun da "futbolla işim olmaz" dediğini farzetmiştim filan... Mesela... Ne diye günahını alıyordum ki? Hatta kendimce düello yapıp çekip tabancamı onu öldürüyor, kendimi katil onu maktül yapıyordum durup dururken. Allah saklasın yaa! Hem de olduğum yerde son beş dakikada kafamın içinde becermiştim bunları. Ne bu? Tam Özerk Hayal Film Şirketine film mi çeviriyorduk ayak üstü? Hayret edilecek şey! İnsanın beyninden neler geçebiliyordu gerçekten. Takashi Miike’nin İzo adlı filminindeki o muhteşem repliği şimdi tam bana uygun değil miydi? “Lanet olsun Elif! Nasıl bu kadar acımasız olabilirsin? İnsan olduğun için mi acımasızsın? Yoksa acımasız olduğun için mi insansın?” Ben de cevap veriyordum misal bu ya.. “Acımasızlık hayatın kendinden öğrenilen bir derstir…” Offf! Neler düşünüyorum ben halen? Allahtan yürümeye başlamıştı yoksa sonsuza kadar öyylee dururdum ve hayali film çevirirdim ben ayakta ... Kendimi toparlamaya gayret ettim. Yürümeye başladım peşisıra.

Ortada elde tutulacak bir sebep olmamasına rağmen, hem keyfim hem hevesim kaçmıştı işte. "Topla kendini Elif!" dedim. Hissiyatımı bulandırmadan, işe odaklanmayı kendime telkin ettim. Ortalığı velveleye vermek hiç münasip değildi zira. Bu kadar yolcu karşılamıştım. İlk defa böyle bir durum yaşıyordum yaşamasına ama dikkat etmeliydim. Anlamadığım bir durum sözkonusu olsa da, halledebilirdim pekala.. Ardından baktım. İki eli pantolonun cebinde, ıslıkla Unchain my heart ı çalarak umarsızca yürümekteydi. Kimdi bu adam? İçimden an çeyn may hart öyle mi? Yerim seni hart hart.. Fakat etin çok kart.. Seni haşlamak şart demek geliyordu... Ne rahat bir adam! Sinir ya! Öfke katsayımı bastırarak, yetişmek için ona pergellerimi iyice açtım. Resmen koştum yani. Yanına vardığımda yüzüme güller açan bir gülücük kondurdum. En sevimli edamla şöyle bir soru sordum:
-Acıkmışsınızdır.. Sizi buranın en meşhur simitçisine götüreceğim. Seversiniz değil mi simit?

Nanananoomm!.. Film başlıyordu işte. İlk oltayı atmıştım. Taş yerine konsa ancak böyle konabilirdi. Bayıldığını biliyordum simide.. Hakkında pek çok yazı okumuştum. Emindim. O denli seviyordu ki simidiiii.. Aaaaa... Benim sorumu duyunca aniden durdu. Otomatikman ben de durdum tabii.. Üzerimde hissettim gözlerini. Usulca başımı kaldırdım. Ben de gözlerimi faltaşı gibi açılan gözlerine diktim. Ne demiştim ki ben şimdi? Simit! En sevdiği şeylerden biri değil miydi? Öyle bir bakıyordu ki, bakışlarındaki ürperti uyandıran kızıl parıtlılı ışık, önce göz çukurlarımda yer alan organımdan bir ok gibi içeriye girdi. Göz bebeğimi delerek gittti gitti, sanki kör noktamı buldu yok etti. Bir batmadır başladı göz kapaklarımın içinde. Kendimi alamadım başladım gözlerimi ovuşturmaya yumruk yaptığım ellerimle.. Gene abartılı bir nezaketle, gene adeta reverans yapar gibi, bu kez şaşkınlığımı belli etmemeye çalışamadığım şaşkın suratıma doğru , gene eğilerek şöyle bir cümle kuruverdi:

"Benim en büyük hayalim bütün kadınların Monica Bellucci olduğu bir dünya." dedi. Hoppalaa!.. Ne diyordu bu adam Allah aşkına? Nereden çıktı Monika Bellucci? Biz simitten bahsetmiyor muyduk şimdi?

Dayanamıyordum artık bu duruma. Nevrim dönmüştü. Bir an kanımın donduğunu hissettim. Havaalanında oksijen bitmişti kesin. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Derin derin nefes almaya gayret ettim. Mümkün değildi. Nefes boruma bir düğüm atılmıştı sanki. Çevremdeki her şey bir semazen gibi dönüyordu adeta. Ben ise adım atmak şöyle dursun kıpırdayamıyordum bile. Sanki yere çivilenmiştim. Aklım yetmiyordu söylediklerini algılamama. Bir an bu dünyayı bırakıp başka bir paralel evrene geçmeyi şiddetle arzu ettim. Eğer bu halde biraz daha kalırsam kesinlikle son nefesimi verecektim. Yirmibeş yıllık fani geçmişim bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Şahadet getirmeye hazırlanıyordum. Takdiri ilahi bu ya benim sonum da böyle olacaktı demek ki! Ölüyordum… Resmen ölüyordum vallahi!..

Geri dönebilirdim. Vazgeçebilirdim . Bu işi o an bırakabilirdim. Son bir cesaret edip, suratına yeniden bakabildim. Bakışlarındaki ürkütücü kızıl ışık yok olmuştu. Gözlerinden insanın içini titreten masum pırıltılar saçıyordu. Toparlandım kendimi. Nefesim açıldı birden.. Tam ağzımı açıp söylediklerine hayıflanacaktım ki, mutlu bir tebessümle beni gene şaşırtıverdi. O tebessüm eden çehresini görünce diye diye ne dedim biliyor musunuz? Vallahi inanamıyordum ağzımdan çıkan kelimelere...

- Konferansınız öğleden sonra...Bugün buranın büyük semt pazarı var. Halkımızın nabzını tutmak için sizi halk pazarına götürmemi ister misiniz? dedim. Ne demiştim ki ben şimdi? Ağzımdan dökülen bu cümleler neyin nesiydi?

O ise sakallarını bilgiç bilgiç sıvazlayıp şöyle bir cevap verdi.

"Uçakta içim geçti.. Uyudum.. Bir rüya gördüm.. Bizim mahallede, daha önce farkına varmadığım bir sinemaya varmış.. Bilinçsizce oraya giriyorum.. Etiketsiz şişenin içindeki gazozu film seyrederken yudum yudum içiyorum. Rüyamda uykumdan uyanıyorum.. Gördüğüm rüyanın etkisiyle bizim mahallede fellik fellik bu sinema salonunu arıyorum.. Yok.. Yok böyle bir sinema hiç bir yerde.. Birden uyandım.. Çevreme baktım.. Uçaktaydım.. Rüya gördüğümü anladım anlamasına fakat rüyada içtiğim gazozun dilimi karıncalaştıran keskinliğini halen şimdi bile hissedebiliyorum.. Bu ne demek ki sizce? deyiverdi..

Allahaşkına söyler misiniz ne demeliydim ben bu adama şimdi? Aslında anlattığı hiç yabancı gelmemişti bana.. Bir nevi Sadık Yemni öyküsü tadı aldım bu rüyada.. İyi de ne alaka? Yook.. Çıldırmış gibiydim.. Bu yazarı ekmek gibi dilimlesem ben mi suçlu olurdum şimdi? Bir zahmet ekmeğin dilimlenmesini gözünüzün önüne getirin. Bunun sorumlusu bıçak mıdır yoksa o bıçağı tutan el mi? Bu adam resmen doğra beni diyordu.. Yok ya ben kafayı çiziyordum ya da uyanıkken düş görüyordum.. Başka bir cevabı yoktu yani.. Bekliyordum.. Resmen daha ne söyleyecek diye öylee bekliyordum.. Abondene olmuştu tüm hislerim.. Suspus olmuş bekliyordum.

Bir anonsla kendime geldim.. "Sayın Elif Üzülmez! Lütfen danışmaya!" Sanki altıma çivi koymuşlar gibi fırladım oturduğum yerden.. Ter içindeydim.. Danışmaya doğru seyirttim.. Gördüm işte. Oydu. Hemen tanımıştım. Başında kep şeklindeki şapkasıyla bir beyzbol oyuncusunu andırıyordu. Cüsseliydi. Ama cüssesiyle korku uyandıran tiplerden değildi. Bilakis çocuksu bir hali vardı sanki. Ne yani tüm yaşadığım bu tuhaf şeyler bir hayal miydı? İyice afalladım.. Yanına gittim. "Çok özür dilerim.. Hoşgeldiniz! Ben Elif.. Sizinle bugün ben ilgileneceğim!" dedim. "Merhaba!" dedi. Gülümsedi. Tuhaf! Öyle gülümsedi ki "Böylesine içten gülümseyen biri gerçek olabilir mi?" diye aklımdan geçirdim. Nedense bir an öylece kalakaldım... Ve elimi uzattım...

27 Ağustos 2010 Cuma

Yeni İnsanlık İçin Yeni Derslere İhtiyacımız Var..

Ece Temelkuran'ın "Yeni İnsanlık İçin Yeni Dersler" başlıklı bir yazısı vardır.. Lütfen "Yeni insanlık için yeni dersler mi? Haydi ordan? Gene yeni yeni icatlar çıkarmayın!" deme.. Çok severim bu yazısını.. Sadece kafa açıcı bir yazı değildir üstelik.. İnsanın yüreğinin kapılarını da açar sonuna kadar.. Bak şimdi.. Diyelim ki insanlık yeni baştan kurulacak.. Diyelim ki yeni bir hukuk inşaa edilecek.. Hımm.. Ece Temelkuran'ın dediği gibi öyle bir şey yapalım ki insanığın yeni mevzuatında "kalbi cürümlere" de yer verelim ne dersin? Sevip de en olmayacak zamanda çekip gidenler, işyerindeki entrikalar, dostluklarda yenilen kazıklara, selam verince almayanlar, söz verip de gelmeyenler; her birinin cezası olsa mesela.. Ezik ya da enayi gibi hissettirenlere tazminat davası açabilabilse keşke.. Eğer yeni okullar kurulacaksa ve erkekler ile kızlara ayrı müfredatlar uygulanacaksa, bari oğlan çocuklarına kızların kafa karışıklıkları anlatılsa.. Kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl anlayamayabileceklerinden söz edilebilse.. Müzik derslerinde bazı şarkılardan söz edilmeli mesela.. İlla sözetmeli hem de.. Hani dinleyince aptal cesareti yaratan şarkılar.. O şarkılardan korunmayı öğretmeli.. Anlarsın ya.. O cesaretle telefon etmemeyi ya da mailler yazmamayı öğretmeli.. Pişman olacağı şeyler yapmamayı.. Yaparsa da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı ders olarak göstermeliler tüm öğrencilere.. Öfkelendiğinde boğazında düğüm olan cümle nasıl söylenir? Ağlama gelip de böğrüne oturduğunda ses titremeden nasıl konuşulur? İşyerinde birine aşık olursa işi çamurlaştırmadan nasıl halledilir? Bu gibi işlere de baksalar yeni üniversiteler daha iyi olmaz mı sence? Tabii bir de master programları olmalı daha karmaşık konular için.. Mesela "Daha az sevdikçe daha çok seviliyormuş gibi yapmak nasıl becerilir?", "Kalbin tamirinde nelerden faydalanılabilir?" gibi başlıklar olsa yeni akademik tezlerin ne dersin?


Kendini geliştirmek isteyen artık dil kursuna veya tenis kurslarına gitmese de Marlene Dietrich'in nasıl olup da diğer kadınlardan daha güzel görünebildiğini tartışsa kadınlar mesela.. Böylece güzel kadın olmaktan ziyade, "atmosfer mimarı" bir kadın olmanın daha kıymetli olduğunu anlabilseler bu kurslarda.. Humphrey Bogart'ın neden Casablanca'nın son sahnesinde İngrid Bergman'la gitmediğini anlatmalı insanlara, kendini geliştirme kurslarında.. Şimdi dünyanın bir yerlerinde çocuklara ölüm kalım savaşı verir gibi kerat cetveli ezberletiliyordur illa ki.. Hatırlasana ne zorlanırdık okullarda.. Çocukların korku ve endişe dolu yüzlerini aklına getirsene.. Sonra o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe.. Ece Temelkuran'a hakveriyor insan.. "İnsanlık artık, yeni çocuklar için yeni hukuklar yapmalı." Yaaa.. "Yeni insanlık için yeni dersler neymiş.. İcat çıkarmayın," diyorsun ya, böyle şeyler işte..

Hikaye Anlatamayanların Hikayesi

Bugün Kara Kitap'tan bir hikaye anlatsam dedim. Madem bloğumun adı Hayal Kahvem.. Üstelik bünyem de hayal kurmaya meyilli… O halde anlatılanları başlayalım hep birlikte hayal etmeye, ne dersiniz? Aklımızın beyaz perdesinde Doğu Anadolu şehirlerinden birinde bir attar dükkanı canlandırmalıyız şimdi. “Zaten okumak yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki?” der Orhan Pamuk Kara Kitap’ın 250. sayfasında… Hava erkenden kararmıştır… Soğuk bir kış öğleden sonrasıdır… Çarşıda pek bir hareket yoktur.. Berber, dükkanını çırağına bırakmıştır… Emekli bir ihtiyar, berberin küçük kardeşi, alışverişe değil de ahbaplık için gelen mahalleden bir müşteri, attarın dükkanında, sobanın etrafında oturup gevezelik etmektedirler. Askerlik anılarını anlatıyor kimi… Kimi gazeteleri karıştırıyor… Dedikodu edilip arada bir gülüşülüyor. Keyifli bir ortam belli ki.. Ama aralarında en az anlatan ve kendini en az dinletebilen olduğu için huzursuz olduğunu fark ettiğimiz biri var. Bakın.. Bakın.. İşte orada… Berberin kardeşi… Onun da aklına gelen hikayeleri, şakaları vardır anlatılacak ama hikaye etmeyi, parlak olabilmeyi, anlatabilmeyi beceremiyor belli ki.. Bazan başlıyor bir şeyler anlatmaya… Diğerleri farkına varmadan kesiyorlar berberin kardeşinin sözünü… Anlatacağı dilinin ucunda… Öylece yarım kalıyor. Ne fena bir vaziyet öyle değil mi? Zaten yazar da kitabında, bu haldeki berberin çırağının yüzündeki ifadeyi gözümüzde canlandırmamızı istiyor…

Şimdi, bambaşka bir durum hayal etmeliyiz. İstanbul’lu bir doktor ailesinin evindeyiz. Bir nişan törenindeyiz. Kurgumuz şöyle olmalı… Batılılaşmış ama pek de zenginleşmemiş bir aile düşünmeliyiz… Ev konuklarla dolu. Nişanlanan kızın odasındayız. Hep birlikte üzerine paltolar yığılmış yatağın çevresindeyiz. Güzel ve sevimli bir kız var aramızda… Bir de ona ilgi duyan iki erkek… Hayalimizde bu şekilde canlandırmalıyız. Bu erkeklerden biri öyle pek yakışıklı değil ama girgin ve geveze. Bu nedenle kız ve herkes onun hikayelerini dinliyor. Kızla ilgilenen diğer delikanlı ise hikaye anlatandan daha akıllı ve duyarlı, ama kendisini dinletebilmeyi bilmiyor. Yazar şimdi bu ikinci delikanlının yüzünü düşünmemizi istiyor.

Şimdi ise üç kız kardeş hayal edeceğiz. İkişer yıl arayla evlenmişler. Bu kızlar, en küçüklerinin evliliğinden iki ay sonra, annelerinin evinde bir araya gelmişler. Kocaman bir duvar saatinin tiktaklarını işitiyoruz. Ve bir kanaryanın kafesinde sabırsızca tıkırdadığını hissediyoruz. Orta halli bir tüccarın evi burası. Kış öğleden sonrasının kurşuni ışığında hep birlikte çay içiliyor. Küçük kız kardeş, her zamanki gibi konuşkan ve neşeli.. İki aylık evli olmasına rağmen, küçük kız kardeşin, evlilik deneyimlerini ballandıra ballandıra anlattığını ve kimi durumları gülünç bir şekilde hikaye ettiğini hayal edelim şimdi de… Diğer yandan en büyük ve en güzel abla, bu durumları yıllardır yaşamasına rağmen, kendi hikayelerini anlatamadığı için, hayatında ya da kocasında bir eksiklik olduğunu düşünüyor sanki… Şimdi de ablanın hüzünlü yüzünü gözlerimizin önüne getirebilir miyiz lütfen!

İşte Orhan Pamuk Kara Kitap’ın dördüncü bölümündeki bu yazısında, tüm bu anlatılanları gözümüzde canlandırmamızı istedikten sonra, “Düşündünüz mü? Hepsi tuhaf bir şekilde birbirlerine benzemiyor mu bu yüzlerin? Bu kişileri tıpkı derinden derine bağlayan o görünmez bağ gibi, yüzlerini de birbirine benzeten bir şey yok mu sizce? “ diye sorar. Çevremizde ne çok böyle insanlar vardır aslında… Hikayelerini dinlemediğimiz, anlatmayı bilmeyen, kendilerini dinletemeyen, önemli gözükmeyen, merak etmediğimiz, sessiz insanlar.. Yazar “o kişilerin yüzleri diğerlerinden daha anlamlı, daha dolu değil mi? “diye sorar. “Sanki anlatamadıkları hikayelerin harfleriyle kaynaşıyor bu yüzler, sanki sessizliğin, ezikliğin, hatta yenilginin işaretleri var onlarda.” Der. Peki bu hayal ettiğimiz yüzler içinde kendi yüzümüzü de düşündük mü hiç? Aslında ne kadar kalabalığız. Çoğumuz ne kadar acıklı ve çaresisiz, öyle değil mi? Ama eline kalem alıp döktürebilen ya da haydi ben kendi halimi de katayım, bloğuna yazı yazabilen, iyi kötü okutabilen kişiler biraz olsun kurtulmaz mı bu hüzünlü vaziyetten? Bence yazmak insanı rahatlatır. Hüznünü dağıtır. Orhan Pamuk da yazısının sonunda yazan kişinin biraz olsun bu hastalıklı durumdan kurtulacağını söyler. Artık eline her kalemi alışında yüzlerimizin gizli şiirine, bakışlarımızın korkunç esrarına girmeye çalışacağını söyler Kara Kitap’ta. Zaten bir sonraki bölümün başlığı da: “Yüzdeki Bilmeceler” dir. O ayrı bir yazı konusudur benim için… Vakti gelince belki cümle cümle Hayal Kahvem’e dökülür. Kimbilir? Bugün de böyleyken böyledir işte…. Bu anlatılanlar hikaye anlatamayanların hikayesidir.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Ben Adres Özürlü Biriyim! Acaba O Nedenle Mi Topal Ali'yi İyi Bilirim?

Ben var ya, işte buraya yazıyorum. Şifa bulmaz adres özürlü biriyim.

Yooo, lütfen itiraz etme.. Zerafet gösterip, "Yok canım, estağfurullah, daha neler?" falan deme.. Biliyorum kendimi.. Evet, öyleyim! Tamam.. Bugün yeni bir müşterinin işyerine gidecektim. Olabilir.. Belki yeni bir yeri bulmakta güçlük çekebilirim.. Normaldir.. Peki, bırak yeni bir adresi bulmayı, tekrar tekrar gittiğim yollarda bile kaybolabilirim dersem ne diyeceksin? O kadar adres özürlü biriyim ki, anlatamam yani! Bugün elimdeki kolaycacık adrese gidebilmek için, ne mücadeleler verdim! Zaten burası ne ki? Cep kadar bir köy öyle değil mi? Söyler misin ben kendime ne diyeyim?

Şöyle biraz daha açıklık getireyim. Benimle İstanbul'a diye yola çıkan biri, kendini Edirne'de bulabilir yani öyle söyleyeyim! Aslında tabelaları takip ederim. Ama hani bazen tabela olur.. olur da.. Allahaşkına esas yol ayrımlarında gerekmez mi tabela? Gerekir tabii.. Tam üç yol ağzına geldiğimde mesela.. Nedense birden tabela yok olur ya.. Ne yapılır söyler misin bu durumda? Yüreğin sesi dinlenir veya yüreğin götürdüğü yere gidilir, öyle değil mi? Tamam. Ben de durur bakarım yollara... Dinlerim yüreğimin sesini şöylee. Sonra yüreğimin götürdüğü yola giderim. Yüreğimin götürdüğü yere giderim gitmesine de, yüreğim beni ya çıkmaz bir sokağa sokar.. Duvara toslayabilirim.. Abartmıyorum inan böyle.. Ya da doğru yolu bulabilmek için geri geri gitmem gerekebilir. İnanılmaz şey valla! Anlayacağın dinlersem yüreğimi, beni genelde yanlış yola götürür..

İşte böyle durumlarda aklıma hep Topal Ali gelir. Topal Ali de mi kim? Aşkolsun? Peki İnce Memed desem, gene de bilinmez mi acaba? Çukurova desem...Toroslar desem.. Değirmenoluk köyü desem... Hani küçük yaşta yetim kalmıştır da İnce Memed, annesiyle birlikte köyde yaşamaktadır. Zalim Abdi Ağa köylerinin sahibidir hani... Ağanın kanunları geçerlidir. Köyden dışarı çıkmak kesinlikle yasaktır. İnce Memed Abdi Ağa'nın tarlasını sürer. Köle gibi çalışırlar. Buna rağmen hem kendisi, hem annesi eziyet görür ve sürekli dayak yer Abdi Ağa'dan. Hani Memed kaçar köyden de, sonra da maalesef yakalanır.

Bir kaç yıl sonra sevdiği kız Hatçe'nin, Abdi Ağa'nın yeğeni ile evlendirileceğini duyunca, bu kez Hatçe'yle kaçarlar.. Abdi Ağa köpürür tabi.. Nasıl bulacaklar İnce Memed ile Hatçe'nin izini? İşte burada karşımıza Topal Ali çıkar. Topal Ali izciliği ile ün yapmıştır ve lakabından anlaşılacağı üzere bir ayağı topaldır. Benim gibi elindeki adresi bulmakta zorlanmak ne demek, taşların, kayaların üzerinde hiç iz görünür mü? Görünmez. Topal Ali, kayalardan iz süre süre geyiğin otladığı yere kadar götürür. Öyle becerikli biridir.

İz sürmeye acayip zaafı vardır. Kendisine iyi adam desinler, Topal gibi adam yok desinler aldırmaz. "Topal gibi izci bulunmaz" dediler mi, önüne artık kimse geçemez. Aslında gerçekten iyi bir adamdır Topal Ali... Kaçak sevdalılara yüreği parçalanır ya, iz sürmemek elinden gelmez. Öleceğini bilse iz sürer, bu durumunun bir türlü önüne geçemez. Abdi Ağa'nın emri ile İnce Memed ile Hatçe'nin izini sürecektir sürmesine ama önce epeyce bir mücadele edecektir kendisiyle. Esas izi görmek, bulmak istemeyecektir. Sonra Hatçe'lerin evininin önünde İnce Memed'in çarığının izini farkeder.. İçindeki iz sürme zaafı dürter onu. Kayalara doğru götürür insanları. Kayaların arasında azıcık bir toprak parçası görür. Toprakta üç tane sarı çiçek açmıştır. Sarı çiçekler parlamaktadırlar. Sarı çiçeğin bir tanesi yan yatmıştır. Ali onu arkadaşlarına gösterir ve kaçakların kesinlikle buradan geçtiklerini söyler. Artık ormana doğru izler apaşikardır. Sonrasını anlatmayayım. Topal Ali iz süre süre aşıkların yanına ulaşır. Sonra ne mi olur? Merak eden kitabı alır ve okur.

Türk Edebiyatının en önemli romanlarından biri, Yaşar Kemal'in İnce Memed'i mutlaka okunmalıdır. Benim diyeceğim odur ki, Topal Ali gözle zor anlaşılacak izleri süre süre, her aradığını bulabiliyor da, ben elimdeki ayan beyan adres bilgilerimle neden aradığım yeri bulamıyorum ya da bulmakta zorlanıyorum? Topal Ali için kurnazlığı ve zekası ile öne çıkar derler. Anladım. Demek ki ben kurnaz ve zeki biri değilim. Hımm! Adres özürlü biriyim. Ayrıca saftoriğin tekiyim. Çıkmaz sokaklarda dolandıkça hiç sinirlenmediğim gibi, "Aaa! İyi ki kaybolmuşum... Ben bu yerleri başka nasıl görebilirdim?" bile derim:)

Segin Burak Yaşar Kemal'in şahaseri İnce Mehmed'i resimlemiş. Kitabı resimlemeden önce Toroslar'da ve Çukurova'da adım adım dolaşmış.

İnce Memed 1967 yılında, Sezgin Burak'ın çizimleriyle Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmaya başlamış. Son zamanlarda pek moda olan ünlü klasik romanların çizgiroman formuna sokulmasını, Sezgin Burak bundan 40 yıl önce zaten yapmış. Fakir Baykurt'un eseri Yılanların Öcü, gene Yaşar Kemal'in Ağrı Dağı Efsanesi, Yusuf Karataylı'nın Alageğik adlı eserleri Sezgin Burak tarafından çizgi roman haline getirilip, gazetede yayınlanmış.

Şimdi ben ne anlatıyordum gene nerelere geldim.. Gördüğün gibi yazı yazarken bile yolunu kaybeden biriyim... Ben böyleyim işte.. Şifa bulmaz ve iflah olmaz adres özürlü biriyim.. Acaba o nedenle mi Topal Ali'yi iyi bilirim?

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Şiirlerinde En Fazla Sevdiği Kadınların Adı Geçen Şair Kim?


Hayal Kahvem için hazırladığım "Sevdiğim Şairlerin Şiirlerindeki Kadınlar Kim?" başlıklı bir yazım vardı. O yazıyı hazırlamak çok keyifliydi.. Diğer şairlerimizin şiirlerinde sevdikleri kadınların adı var mı acaba diye biraz daha derin araştırmaya girince bir de ne göreyim? Epeyce şairimizin şiirlerinde aşık oldukları kadınların adı geçiyordu geçmesine ama rekor kimdeydi biliyor musun? Karacaoğlan'da! İnanamadım gözlerime... Ne çapkın biriymiş bizim Karacaoğlan! Şaşırdım kaldım valla! Şimdi biz 21. yüzyıldayız ya, Karacaoğlan bu şiirleri ne zaman yazmış biliyor musun? Taaa 17. yüzyılda! Hele bittim şu mısralarına: "Sakal seni tırpan ile keseyim-Şu kız bana emmi dedi duydun mu?" Sevdiği kız Karacaoğlan'a emmi yani amca demiş olmalı.. Of! Hele bu söylem Karacaoğlan'ın ruhunda orta yaş krizinin tavan yaptığı bir döneme çatmışsa.. Oy Oy! O kadar etkilenmiş olmalı ki, yazmış işte bu muhteşem sözleri!. Ne yalan söyleyeyim çok sevdim bu iki dizeyi.. Şimdi bakalım diğer şairlerimizin şiirlerinde hangi kadın isimleri var? Haydi... Önce Karacaoğlan'la başlayalım..

Karacaoğlan- (Leyla, Hatçe, Ayşe, Hürü, Fadime, Esme,Elif...vs:)
Yaz Gelip De Beş Ayları Dolunca

...Elif'i der isen nazlıdır nazlı
Esme'yi dersen sırf ala gözlü
Söyletme Şerife'yi bülbül avazlı
Söylüyor Zilha'nın dilleri güzel - (dayanamayıp devamını yazacağım) -

Emine'yi der isen incedir ince - Bağdat'ın Mısır'ın gülleri konca- Eşşe'nin kaşı da kalemden ince -Sevmeye Hörü'nün belleri güzel- Döne güzelliğin halka bildirir -Kamer pınardan kabın doldurur -Eşşe yürüy'şünde beni öldürür -Sevmeli Cennet'in boyları güzel -Karadan da Karac'oğlan karadan- Sürün çirkinleri çıksın aradan -Herkesi sevdiğ'ne vere Yaradan- Sevdiğim Meryem'in benleri güzel

Muzaffer Tayyip Uslu'nun Evadoksiya'sı

İnkar etmiyorum ki
Öpmesine öptüm Evadoksiya'yı
Hem de Zeyrek yokuşunda öptüm
Sinemaya da götürdüm
Fakat ben o zaman onu
Deli gibi seviyordum.


Oktay Rıfat'ın Türkan'ı

Türkan İçin
Sen faydalı nisan yağmuru gibisin
Bereket ve huzur getirirsin şiire
Ebediyet çığrını açtın kadere
Bu baharın ve gönlün sahibisin

Tevfik Akdağ'ın Semira'sı

Semira'ya Gece Yarılarından Sonra Yazılmış Delice Mektuplardan
Gözümün bebeğinde üç damla yaş durur
Biri mutluluk der, dökülür
Biri insanlık, taşar
Biri senin içindir.

Attila İlhan'ın Hannelise'i

Hannelise
yağmurdan çıkıp geleceksin hannelise
yağmur gözlerinden çıkıp gelecek
bir öğle sonu paris'te hannelise
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar.

Asaf Halet Çelebi'nin Mariyya'sı
Marriyya
..yüzünde tarçın kokusu
gözünde cin
bir gün buradan gidersin
mariyya
can kadar yakın
çin kadar uzak..

Sevdiğim Şairlerin Şiirlerindeki Kadınlar Kim?

Attila İlhan’ın Pia’sı

Pia
Ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
Ellerini bir tutsam ölsem
Böyle uzak uzak seslenmese
Ben bir şehre geldiğim vakit
O başka bir şehre gitmese

Özdemir Asaf’ın –Lavinia’sı

Lavinia
Sana gitme demeyeceğim.
Ama gitme Lavinia.
Adını gizleyeceğim,
Sen de bilme Lavinia

Sezai Karakoç’un – Mona Roza’sı

Mona Roza
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

MeLih Cevdet Anday’ın Emilia’sı

Seni Düşünüyorum
Çocukluğunu düşünüyorum Emilia
Deniz boyundaki ıssız yolu sabahleyin
Hani saçların atkın uçuşurdu rüzgarda
Kokusunu duyuyorum bembeyaz gömleğinin
Seni kucağıma alıyorum Emilia

Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla’sı

Fahriye Abla
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Salah Birsel’in Güzin’i

Güzin’in Gençlik Yılları
Ben Güzin'i düşünürken
Güzin'in de düşündükleri vardı
İnce inceydi parmakları
Minnacık bir yüzü vardı.

Cemal Süreya’nın Süheyla’sı

Dalga İki gemiciynen Van Gogh'dan aşırılmış
Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim
Ben ömrümde aşk nedir bilmedim
Süheyla'yı saymasak ha ha ha.

24 Ağustos 2010 Salı

Efendim Acemilik



Ben dün "Türkü bilmek acıtır mı insanı?" diye başladığım yazıda, anlattığım türkünün girişindeki o efkarlı tulum sesinden bahsetmiştim ya.. Of! Ne sestir ama.. Hımm.. Düşünüyorum da, tulum çalmak zor mudur? Biliyorsun değil mi tulumu? Hani Karadeniz müziğinin üflemeli halk çalgısı.. Hani kuzu ya da oğlak derisinden yapılırmış da İskoçların milli müzik aletleri olan gaydanın atası sayılırmış.. Ben de az önce araştırınca öğrendim.. Gülmezsen bir şey söyleyeceğim.. Ben şimdi durup dururken tulum çalmaya heves ettim iyi mi? "Hoppala!" deme.. Ne var? Keşke bulsam tulum çalmayı öğretecek birini.. Biliyorum diyeceksin ki "Geçen sene bağlama çalmaya heves etmiştin.. Haftada bir gün iki saat iki ay kursa gitmiştin.. Eee.. Ne çalıyorsun peki şimdi?" Hımm.. Yaz geldi ya.. Kurs bitti tabii.. Ben bağlamayı elime almayınca unutmuşum öğrendiklerimi.. Yoo.. Sadece tek bir türkü kalmış aklımda.. Onu çalabiliyorum.. "Şu Metris'in önü bir uzun alan.. Bir tek seni sevdim.. Gerisi yalan.." O kadar.. Peki gitar mı? Ne var, gitarla da bir parça çalabiliyorum.. Üstelik o şarkıya da bayılıyorum.. "Romans.." Ne olacak, tulumla da bir türkü çalabilsem? Fena mı olur yani? Biliyorum ilgi alanım geniş ve meraklarım çeşitli.. Bende yemeklere olduğu gibi öğrenmeye karşı da aşırı iştah durumu var.. Tamam birini bitirmeden diğerine başlıyorum.. Kabul ediyorum.. Öğrenme oburuyum.. Hiç bir şeyde ustalaşamıyorum.. Meraklarım hep yarım yamalak.. Biliyorum.. Ama ben var ya öğrenmeyi değil acemiliği seviyorum.. Bir tek ben mi böyleyim sanıyorsun..Yoo. 1927 yılının Ağustos ayında doğup, 1985 yılının gene bir Ağustos ayında ölen Turgut Uyar'ı hem yad edelim hem de benimle aynı fikirde olan söylemlerine bir göz atalım.. Bak ne diyor Turgut Uyar?



"Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha.. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar." Bak şimdi buraya özellikle dikkatini çekmek istiyorum.. Turgut Uyar diyor ki: "Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız." Yaa.. Anlatabildim mi işte böyle.. Ben ahkam kesiyor muyum kimseye, şunu çok biliyorum diye? Yooo.. Asla.. Bilirkişi hali sergiliyor muyum? Yooo.. Asla.. Eğer yazılarımda öyle ukalaca bir hava seziyorsan, ne bileyim öyle yukarıdan bakan bir ton... Yooo.. İnan ki ifade eksikliğimdendir.. Mümkün değil yani.. İlgi alanım geniş, meraklarım muhtelif, dikkatim dağınık, bildiklerim yarım yamalak.. Olsun.. Ben bu hali seviyorum.. Benim efendim bilgi değil, acemilik.. Amaaaa... Turgut Uyar başka ne diyor biliyor musun? "Belki de asıl ustalık budur; her zaman acemi olmayı bilmek." Yoo.. Ben demiyorum.. Turgut Uyar söylüyor.. Hımm.. Aklıma takıldı bir kere.. Arayıp öğreneceğim mutlaka.. Bizim Kocaeli Belediyesi'nin bedava tulum çalma kursu var mı acaba?

22 Ağustos 2010 Pazar

İçinden Öykü Geçen Şarkılar...



Bu yıl sanat hayatının 40. yılını kutluyor öyle mi? İnanamıyorum.. Daha dün birlikte oynamıyor muyduk? Yooo, yanlış anlama.. Şarkısında oynuyorduk.. "Benimle oynar mısın?" diye soruyordu ya.. Oynamaz mıyım hiç? Su olsa.. ateş olsa.. göklerdeki güneş olsa.. konuşmasa taş olsa.. Yine de oynarım.. Susulsa, kusur olsa.. ağızdaki küfür olsa.. doğuştan esir olsa.. Yine de oynarım.. Sayılmasa kaç olsa.. topraktaki güç olsa.. aptal gibi suç olsa.. Yine de oynarım Bülent Ortaçgil'le elbette.. Şarkıcılığın emekliliğinin olmaması ne hoş.. Kendini iyi hissettiği, becerebildiğini düşündüğü sürece müzik yapabilir sanatçılar öyle değil mi? Bülent Ortaçgil'in şarkılarını neden seviyorum biliyor musun? Sanki bir öykü anlatıcısı Bülent Ortaçgil.. Şarkılarıyla öyküler anlatıyor.. Şarkılarının içinden öyküler geçiyor yani.. Anlatırken bir de fonuna müzik katıyor.. Benim gibi öyküdelisi için ne hoş bir kıyak durumu düşünsene.. Şahane.. Ne bileyim belki bana öyle geliyor.. Mesela Sensiz Olmaz adlı şarkı sözlerini yazsam birbiri peşisıra.. Tutkulu bir sevda öyküsü çıkmaz mı ortaya? Bak şimdi başlıyorum birazını anlatmaya...



"Bu sabah yalnız uyandım.. Tanıdık kokular yok.. Kahvaltım anlamsızdı.. İlk sigaram bile tatsızdı.. Anlaşılan alışmışım.. Bir verdiysem iki almışım.. Aşk bir dengesizlik işi.. Dengeye dönüşen bir sevgi.. Sensiz olmaz.. Yine kendime sormadan duramadım.. Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım.. Yalnızlık zor.. Sokaklar çıkmaz.. Hep tekdüze.. Herşey dümdüz.. Anlamak çözmeye yetmez.. Biraz telaşlı huzursuz.. Sensiz olmaz.. Yine kendime sormadan duramadım.. Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım.. Sensiz olmaz.. Sensiz olmaz.." Tamam bu öyküsünde böyle sensiz olmaz diyor demesine ama merak ediyor ya niye bu kadar istediğini .. Ve niye istediğini bulamıyor öyle mi? Oysa ben buldum.. Çığlık Çığlığa adlı şarkısının sözlerini dinlesen hemen anlarsın.. O kadar açık ve net yani.. Neden "Sensiz Olmaz" mış anlayacaksın şimdi.. Şöyle anlatıyor.. "Seni sevdiğimi anladığım günden beri, sesler değişti, renkler değişti.. Yüzümdeki çizgiler başkalaştı.. Geçmişim değişti, oyunlaştı.. Yeşilin ortasında gelincik gibi inceleşti, yabancılaştı.. Seni sevdiğimi anladığım günden beri, hiçlik değişti, yokluk değişti.. Karşılıksızlığım dengeleşti.. Günler değişti, sana dönüştü.. Nasıl gördüğün düşü yeniden istersen, nasıl bir yılgınlıktır sabah zilleri.. Zamanı gelince nasıl terk eder kuşlar.. Seni sevdiğimi anladığım günden beri, yüzler değişti, dostlar değişti.. Yorgun sokaklar bile karşı çıktılar.. Adresler değişti, evler değişti.. Seni sevdiğimi anladığım günden beri, çocuklar bile bana çiçek diye baktılar.. " Tüm bu nedenler yüzünden onsuz olmaz işte. Bülent Ortaçgil'in şarkıları efkarlı sevda öyküleri anlatır gibi değil mi? Off! Müziği ile dinlesen hele.. Şarkısında olduğu gibi... Yine de kendime sormadan duramadım.. Niye Bülent Ortaçgil'in şarkılarını seviyorum diye bulamadım... Desem uygun olmaz inan ki.. Ben o güzelim sözleriyle içinden öyküler geçen şarkılar olduğu için çok seviyorum Bülent Ortaçgil'in şarkılarını.. Nice 40 seneye.. Heyy! Birlikte elbette.. Kısmetse...

Kimi Zaman...

Kimi zaman sabah erkenden gelmişsem işyerime... Kimi zaman işyerine girerken selam vermişsem kapıdan çıkan tanımadığım birine... Bırak selamımı almayı, garip garip bakmışsa eğer yüzüme...Hissettirdiği için kendimi enayi gibi, dava açmak istemişsem bu kişiye... Kimi zaman gün boyunca zekice konuşmalar yaptığımı düşünmüşsem birileriyle... Kendi kendimin alnından öpmek istemişsem... Kimi zaman yüzüme baka baka yalan söyleyenlerin, Baltalı İlah gibi saldırmak istemişsem üzerlerine... Kimi zaman hiç beklemediğim bir maile sevinerek, kalkıp şakada şukada oynamak istemişsem kendi kendime... Kimi zaman postacıyı görünce, sevda yada gurbet mektupları değil de faturalar koymuşsa önüme... Postacı elinde olmayan sebeplerden, mektup değil, fatura bırakmışsa masama sahiden... İçimden o faturadan kağıt uçak yaparak, postacıyı içine oturtup "uçakla" postalamak geçmişse uzak bir memlekete... Kimi zaman para kazanmak için ne dümenler çevrildiğini görüp, tanışıklığımız olduğu halde bana kazık atmayı düşünen birini farkedersem... Manevi tazminat ödemesini talep etmeyi aklımdan geçirirsem sırf iyi duygularıma hasar vermesi sebebiyle... Kimi zaman tüm bunlar ve daha da neler neler aklımdan geçtiği halde... Nasıl böyle normal davranabildiğimi düşünürüm!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

O Mahur Beste Çalar, Müjgan'la Ben Ağlaşırız...

Fakir mahallelerden, güveli hayatlardan, arnavut kaldırımlı sokakların yanlarında misket yuvarlayan, golden sakızından çıkan artiz resimleri biriktiren çocukluktan, pencerelere tünemiş vita yağı kutulara özenle ekilmiş pencereönü çiçeklerden sözediyor Metin Üstündağ.. Atarabasında satılan karpuzlardan, günaşırı erkin koray'ın, acda'nın, barış manço'nun, fikret kızılok'un, şenay'ın, beyaz kelebekler'in moğollar'ın, ayla dikmen'in ve bir sürü diğer şarkıcının şarkılarından söz ederken geçmiş zamanlar ve çocukluk, tekrarı no mümkün olduğu için mi güzeldir acaba diye soruyor.. Yazlık sinemalar tahta sandalyeli olurdu ya hani.. Çekidek çitlemeler, meşrubat sesi tıngırgamaları, genç kız ve oğlan fingirdemeleri eşliğinde, serin yaz rüzgarı ve yıldızları altında seyredilen yerli-yersiz yüzde bin yerli filmler seyredilirdi hani.. Hisli duygulu.. Vurdulu kırdılı.. Murat 124 ve Anadol arabalı.. Kocaman deve gibi şevroler ve tek tük mercedes arabalar dolmuşluk yapardı hani.. Metin Üstündağ'ın dediği gibi film bitince sinemalardan toprak yollarda yürüyerek ve yeşil bir şeyler koklayarak, dallara elleyerek eve giderdik hatırladın mı? Oturup soluklanacak mis gibi çimenler vardı daha.. Yeşil kalmak mı medeniyet, beton olmak mı? Metin Üstündağ'ın dediği gibi hiç dengeli olmaz mı bu ikisi aynı zaman diliminde?

Bu yazdıklarımı Metin Üstündağ'ın Denemeyenler adlı kitabından okuyorum.. Mizah yazarlarının veya çizerlerinin kitaplarını çok seviyorum.. Oğuz Aral'ın dediği gibi okudukca bütün güldürücü, sevindirici, coşkulu bileşenleri aldıktan sonra, ağır, yerinden oynatılmaz, gözyaşı dahil bilinen herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenemez bir tortu kalıp birikiyor insanın yüreğinde.. Geriye irisinden bir taş, "çeki taşı" kalıyor.. Böyle işte.. Devam ediyorum okumaya..

Tek kanallı siyah beyaz TRT deki programlardan söz ediyor.. Kimsesiz çocuk jack'e neler olacak diye her hafta üzüm üzüm üzülmekten, uzay yolu, küçük ev, vadideki hayat, görevimiz tehlike, marco, çarlinin melekleri, operadaki hayalet, halit kıvanç, uğur dündar, kele bakış, reklamlar, heidi ve daha bir sürü diziler vardı sahiden aklına getirsene.. Hele kaçak dr. kimbıl ve zengin ve yoksul oynadığı akşamlar sokakta kimse kalır mıydı? Kalmazdı.. Hayat siyah beyaz bir felç, fakir ve yoğun bir mania yaşardı ya az mı kuşatılmıştık, çok mu kendimizdeydik, bilemiyorum diyor Metin Üstündağ.. En mühimi her meyvanın bir mevsimi yok muydu sahiden.. Karpuz çıktı mı anlamaz mıydık kabuğu denize düşünce denize girileceğini.. Ama pırıl pırıl, tertemiz, cam gibi denizler.. va fakat sahillerinden orası burası kesilmiş kadın cesetleri de çıkan o denizlere heryerden girilmez miydi? Haklı Metin Üstündağ.. O vakitler no kolibasili, no hormaon, no silikondu tabii.. Nedense uzun zamandır hatırlamadığım bir şeyi hatırlattı bu yazı.. Torna ve marangoz atölyeleri vardı hatırladın mı? Yazar talaş ve demir tozları arasında çıraklık yapan çocuklardan söz ediyor ama ben neden hatırladım o talaş tozlarını bilemedim şimdi? Annelere, aplalara alel acel yalvarmayla yaptırılan sana yağlı nevaleler, mahallece yapılan piknikler, gizli gizli aşık olmalar, lap diye intiharlar, her mahallenin imrenilen bir abisi ve mutlaka körkütük aşık olunan ablası vardı elbette.. O zamanlar bütün çocuklar sanki biraz daha mı eşitti.. Bütün çocukların dizleri yara bere içinde olurdu ya illa ki.. Çocukluk daha mı güzeldi o vakitler.. Belki de biz çocuktuk diye o vakitler bizim için çok güseldi diyor yazar..

Metin Üstündağ daha pek çok örnekler vermiş bu yazısında.. Bir sürü, bir sürü belleğimize kazınmış fakir ve güveli hayat tatlarından, tonlarından, dokularından söz etmiş.. Uzun saçlardan, favorilerden, mini etekler ve ispanyol paça pantolonlardan, şweeps ve ankara gazozlarından, çizgi filmli tişörtlerden, nesli sonra tükenen garip oyuncaklar ve fakir işi ahşap naylon oyuncaklardan söz etmiş.. Sonra bu duyarlıkların gırgır dergisine taşınmasından, ertem eğilmez ve yılmaz güney sinemasında bis yapmasından, sonra da bu hayatların yeni dünya düzeniyle birlikte aşağılanmasından, hor görülmesinden bahsetmiş.. İçerisine feci dozda cıvıklık ve köylülük boca edilince, bu yeni zamanlara ayak uyduramayanlardan, bunalanlardan ve karaya vuranlardan söz etmiş.. Çok şeyler yazmış geçmişe değin aslında ama sonunda ne diyor biliyor musun? Bak aynen yazıyorum.. Şunları söylemiş.. " Neyse.. Diyeceğim şu: gelin iki ucu içten içe yanık olan bu hayatlarımızı yazarak, çizerek, anlatarak yakalım.. Bizden sonraki çocuklar, son kalan fakir mahalleler ve güveli hayatlar, okulda tarih derslerinde ilginç şeyler okusunlar.. Ya unutmak en iyisi bu fakir, bu ahşap, bu şarabi eşkiya sarhoş çocukları.. Ve bir daha hiç kaşımamak.. Bunak durumuna düşememek.. Ve fakat o mahur beste çaldığında müjganla biz gizli gizli ağlamak.." Kitabın bu bölümünü okumayı bitirdim.. Eğlenceli gibi sanılan yazının sonunda gözyaşıyla bile silinmeyecek bir tortu kalıp birikti gene yüreğime.. Geriye irisinden bir "çeki taşı" kaldı işte.. Ben tüm bunlar yazılsın, çizilsin, okunsun, tavsiye edilsin ve bir taraflarımız herşeye rağmen insan kalsın istiyorum.. O mahur beste çaldığında müjgan'la ben ağlaşmayı seviyorum.. Yaaa.. Bugün bende durumlar bu merkezde.. Böyleyken böyle işte.

20 Ağustos 2010 Cuma

Heyy! Sanat Sen Ne Mübarek Bir Şeysin!



Sol fotoğraftaki 1809-1852 yılları arasında yaşamış ünlü Rus roman ve oyun yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol.. İnanamıyorum kendime.. Tek bir kitabını bile okumamışım.. Yeni farkettim.. Gogol adını bilmez miyim? Kitapla haşır neşir olan herkes bilir.. İyi de hiç bir kitabını okumamışım işte.. Niye? Ne bileyim.. Kör noktamda kalmış olmalı.. Başka ne diyebilirim? Pekii.. Sağ fotoğraftaki kim? 1999 yılında New York'ta kurulmuş Gogol Bordello adlı müzik grubunun Ukrayna asıllı sevgili solisti.. Of! Bir müzik yapıyor bu grup anlatamam.. Şu anda Sun is on my side adlı parçalarını dinliyorum.. Hımm.. Çokk güzel.. Çoook leziz.. Gitarın tadı var ya.. Offf.. Tarzları için ne desem ki.. Sanıyorum en uygunu roman folk.. Grup adlarını ideolojik olarak etkilendikleri Rus yazar Gogol'dan almış.. İlk kez işittiğim şarkıları Pala Tute idi.. Heyy! Kim söylüyor bunu? Ne güzel müzik, demiştim.. Çigan müziği tarzındaydı.. Dinledikçe gitar, akordiyon, keman ziyafeti tadı vermişti.. Ne yalan söyleyeyim diğer şarkılarını dinleme iştahım kabarmıştı.. Sonra araştırmıştım kim bunlar diye.. Aaa! Rus yazar Gogol'dan esinlenerek grup adlarını aldıklarını öğrenince o zaman farketmiştim ki ben Gogol'un hiç bir kitabını okumamıştım.. Sanat böyle bir şeydi işte.. Sen taa New Yok'ta roman folk tadında müzik yapan bir grup kur.. Grubun adını okyanus ötesi memleketten Rus yazar Gogol'dan al.. Sonra Türkiye'den biri senin müziğini dinlesin.. Gogol'un kitabını okumadığını farketsin.. Ve okumaya heves etsin.. Heyyy, sanat sen ne mübarek bir şeysin!