Bazan olur ya hani.. Son iki haftadır, pespaye sorunlar ve çapariz işler
üstüme üstüme geldi. Hele olanlar bitenler karşısında "ne
oluyorsunuz, kafayı mı yediniz?"
diyeceğime, "bana ne" ayaklarına yatmaya başlayacağımı anlayınca,
kendimden korktum ne
yalan söyleyeyim. Böyle gelmiş bu düzen böyle gidecekti öyle mi? Zoruma
gitse de bu vaziyetim, neticede
ben de bu sitemde para kazanmaya çalışan biriydim. Yoo.. Elimde değildi.
İnsandım neticede. Med cezir yaşıyordum. İşte gördün mü?.. Ayarım mı kaçıyordu ne? Gün be
gün temiz hissiyatlarımı kaybettiğimi hissediyordum. Gerilen sinirlerim, bugün iyice
yükselip arş-ı âlâya ermiş olmalı ki, konuşmalarımı gergin ve zoraki
bir neşeyle yapmaya çalıştığımı farkettim. İyi ama... Anlıyordum. Hal
böyleyken böyleydi. Niye durmuyordum söyler misin? Az önce, niye uyanmak
için saatimi daha erkene kurdum peki? Nedir bu telaş? Nedir bu hayat gailesi? Ne bileyim? Genlerime intikalen
geçmiş, "gençlik bir atmaca kuşidur, çok çalış, yaşlılığında rahat
edersin" diyen atalarımın sözünü dinliyorumdur halen belki. Soruyorum
kendime... Niye azla yetinmenin şahaneliğini unutuyorum? Niye sahip olma
isteklerimin sonu gelmiyor? İyi de maddi durumum düzeldikçe, gelecekle, insanlıkla, kendimle
ilgili endişelerim niye azalacağına iyice katmerleşiyor? Niye beynimin
içinde bilmediğim bir ses, bir saat gibi mütemadiyen "trak! trak!"
ediyor? Trrrrum, trrrrum, trrrrum! Trak tiki tak! Beynimden, etimden,
iskeletimden mi geliyor bu ses? Nazım Hikmet'in şiirinde söz ettiği
gibi... Yoksa bünyem hislerinden arınıp, makinalaşmaya mı doğru gidiyor?
Düşüncelerim bu mecrada gidip gelirken, kitaplığımda yan devrilmiş bir
kitabımla göz göze geldim. Yerine yerleştirmek için elime aldım. Aman
Allahım!.. Hey, Dino Buzzati'nin Tatar Çölü değil mi? Nasıl özlemişim
anlatamam. Hasretle kucakladım. Kollarımı uzatıp, kitaba karşıdan
sevgiyle baktım. Zamanlama müthişti. Hatırladın mı? Romanın kahramanı
Drogo'ydu ya hani... İlk tayini bir çölün kenarındaki, kuş konmaz kervan
geçmez Bastian Kalesi'ne çıkan o teğmeni. Ah, Tatar Çölü...
Hatırlasana insanın kaderine teslimiyetinin romanı derler ya hani...
Drogo, ancak dört ay için kalabileceğini düşündüğü bu kalede, bir ömür
geçirir ya haybeye... Ne o? Çölün arkasındaki Tatar ordusunun kaleye
saldıracağına inanır. Savaşacak ve zafer kazanacaktır. Dayatılan
kurallara harfiyen uyulmalıdır. Yıllar geçer. Drogo bekler ha bekler. Ne
gelen vardır ne giden... Sonundaa... Yoo.. Devamını anlatamam. Bu
yazıya denk gelip, kitabı okumayan olabilir. Kitabı tam olarak
anlatmak tadını kaçırabilir. Ah!.. Şimdi Tatar Çölü nasıl iyi geldi
bana anlatamam. Ben var ya, Tatar Çölü'ne rast geldikten sonra...
Aslaa... Sabah ofise mofise gidip gene sistemin bana dayattığı sorunlara
boğuşamam... Yooo... Az önce niyet ettim. Bastiani Kalemden sabah
erkenden kaçmaya karar verdim. İşe güce dur diyeceğim. Kısmetse, bir
hayalimi gerçekleştireceğim. Kalenin sınırlarından çıkacağım. Çölün
ardına doğru koşacağım. Nereye mi gitmeyi planladım? Du bakalım...
Alışkanlıklarımın esiri olduğuma göre... Kaçsam da nasılsa akşama tıpış
tıpış kaleme geri döneceğim. Eee... Bir alışkanlığım da Hayal Kahvem
olduğuna göre... Demek ki nereye kaçtığımı illa anlatacağım:)
28 Şubat 2013 Perşembe
27 Şubat 2013 Çarşamba
Hayırdır İnşallah Bir Rüya Gördüm.-2-
Bugün hep yollardaydım. O kadar yorulmuşum ki, ofise geldiğimde odamdaki koltuğa biraz kıvrılayım derken uyumuşum. Hayırdır inşallah! Bir rüya gördüm. Rüyamda bir şövalyeydim. Parlak ve gösterişli bir zırhın içindeydim. Kendimi soylu, cesur, idealleri olan biri olarak kabul ediyordum. İyi ama bir tuhaflık vardı vaziyetimde. Aaa!.. Zırhın içi bomboştu. Bedenimi hissetmiyordum. "Bugün içinde yaşadığımız dünya, hiçbir özelliği olmayan, en küçük bireysellikten bile yoksun bırakılmış `bir soyut davranışlar toplamına' dönüşmüş kişilerin dünyası,' `Günümüzde sorun, insanın benliğinin bir bölümünü yitirmesi değil artık, tümünü yitirmesi, yok olmasıdır... Yürüyen ve içi bomboş bir zırh... Öyküsünü yazmayı denedim, `Varolmayan Şövalye' çıktı ortaya." diyordu ya Calvino. Allahım, yoksa ben... İnanmıyorum yaa... O kitaptaki varolmayan şövalye ben miydim yoksa?
Rüyamda ansızın masanın başında, ünlü yazar Italio Calvino belirdi. Ben ise yanında ayakta duruyordum. Heyecanlı bir sesle: "Nasıl gidiyor?" diye soruyorum. "Şahane!" diyor. "Tam istediğim gibi!" "İyi ama ben hiç görünmüyorum ki bu romanda. Nasıl inandıracağım insanları, "Varolmayan Şövalye" romanındaki varolmayan şövalyenin aslında ben oladuğuma?" diyorum. Tüm ciddiyetiyle sağ kaşını kaldırıp bana bakıyor. "Varolmadın ama tam senden umduğum gibi, korkusuz, idealleri olan, bir bilinç varlığından başka bir şey olmayan, yürüyen, içi bomboş bir zırh olan, o soğuk görünümlü şövalye Agilulfo'ya çok yakıştın. Yoksa aynı öyküdeki bedeni olan ama bilinçten ve akıldan yoksun Gurdulu mu olmak istiyordun?" diyor. Susuyorum. Hissediyorum çenem titriyor.
Italio Calvino sevdiğim bir yazar. Onu asla kırmak ve kızdırmak istemiyorum. Eğiliyorum kulağına... Usulca... "Biliyorum o kitabı siz yazmadınız ama... İlla şövalye olacaksam, Don Kişot olsaydım mesela." diyorum. Tam Calvino ağzını açıp cevap vermeye kalkışıyordu ki, birden uyandım. Hoppala! Nerden çıktı bu rüya durup dururken şimdi? Bembeyaz kesilmişim. Ruh gibiyim inanki. Nerede Italio Calvino'nun Varolmayan Şövalye adlı kitabı sahi? Yoksa o kitaptaki varolmayan şövalye gerçekten ben miyim? Çocukluğumda hep şövalye olmak isterdim. Acaba bilinçaltım mı beni bu rüyayı görmeye itti? Ben? Ben varolmayan bir şövalyeyim öyle mi? Sahi mi? Yarabbim rüyamda bari niye Don Kişot olarak göremiyorum kendimi? Aaaa! Şaşırdım kaldım inan ki... Ben... Ben... İtalio Calvio ile tanıştım yani öyle mi? Of! Bilimiyorum. Emin değilim. Uyku sersemiyim de şimdi! Heeey! Gözlerimi yumup uyumak, uyanmak, bedenimin bilincini yitirmek, uyanınca takrar bedenimin varlığını sezmek, uyurken boşuğa gömülmek, sonra uyanıp kendimi öncekinin aynı bulmak, sadece uyuma ve uyanma yetisine sahip olduğumu bilmek bile mutlu etti beni. Sevindim ne yalan söyleyeyim. Hey!.. Rüyalar ne komik oluyorlar öyle değil mi?
26 Şubat 2013 Salı
Kelebek Etkisi Törenim!
Bil bakalım ne yaptım? Bütün gün ofisteydim tamam mı? Başımı işten kaldıramadım. Telefonlara cevap vermekten bunaldım. Nasıl tükenmişim anlatamam. Az önce "Hop dedik! Du bi!" dedim kendi kendime... Kalktım oturduğum yerden. Ofisin odalarını dolaşmaya başladım. "Bu ne?" diye çığlık attım. Herkescikler gitmiş. Ofiste bir tek ben kalmışım iyi mi? Aaa!.. Vedalaştıklarının farkına varmamışım. Hemen işi gücü olduğu gibi bıraktım. Ne yani şu yalan dünyayı ben mi kurtaracaktım? Bir hışımla pardüsümü kaptığım gibi, kapı dışına fırladım. Yuf olsun bana!.. İnanmıyorum ya!.. Hava kararmış. Güneşin gittiğini farketmemişim bile. Kaçırmışım. Ne fena! Dudaklarımı sarkıttım. Sinir oldum kendime. Arabama binmedim. Ayak viteslerimi otomatiğe taktım. Yürüdüm sahile... Oldukça tuhaftım. Tam deniz kenarına gelinceeee... Uzaktan kumandayla basılmış
gibi düğmeme... Ansızın zıp diye durdum. Allahım, ayaklarıma mukayyet
olamıyordum. Adeta bir robot gibi davranıyordum. Hooppp... Adeta
reverans yapar gibi yere doğru uzandım. Kendiliğinden ayakkabılarımın bağlarını
çözmeye başladım. Ayakkabılarımla, çoraplarımı çıkardım. Pantolonumun paçalarını
katladım. Ayağa kalktım. Yürümeye başladım. Peki nereye yürüyordum bil
bakalım? Ben var ya... İskelenin ucuna doğru yürüyordum... Soğuk mu?
Yooo... Ne yalan söyleyeyim, soğuğu filan hissetmiyordum. Üzgün
değildim. Gene de bu soğukta bu halim bana bile normal gelmedi...
"Yoksa ben intihar mı edeceğim?" diye aklımdan geçirdim. Bu düşünceye
hiiçç takılmadım. Parmaklarımın ucunu "Cup!" diye denize daldırdım.
Nanananooommm!... İşte o anda anladım. "Cemreee!... Bugün suya cemre mi
düştü yoksa?" diye bağırdım. Ben var ya... Cemre suya düşünce, hava
soğuk moğuk demem, ayaklarımı mutlaka sokarım denize... Düşünsene... Cemre
suya düşünce, dolaşmaz mı yeryüzünün bütün sularını, okyanuslarını,
nehirlerini, derelerini sence? Dolaşır elbette... Biyoloji dersinde ne
öğrenmiştik? Bilirsin, hani vücudumuzun dörtte üçü sudur ya...
Parmaklarımın ucu dokunur dokunmaz cemre düşmüş deniz suyuna... Bir
cemre geçiverir cemre düşmüş deniz suyundan parmaklarımın ucuna.. Ordan da
hemen geçer vücuduma... Ah!.. Bak şimdi... Düşünsene... Cemre artık benim içimde... Ne güzel değil mi?!.. Hayal ederim... Başka bir denizde...
Okyanusta... Mesela Afrika'da, Küba'da, Hindistan'da, Avusturalya'da, ya
da ne bileyim Antartika'da... O kıyılarda... Cemre düştü diye, illa
ayağını denize sokan benim gibi biri vardır, öyle değil mi?
Biliyorum varlar. Ne vakit ayağımı soksam cemre düşmüş suya... Bir an
gözlerimi kaparım. Zencisi, beyazı, müslümanı, yahudisi, urumu...
İsporcusu, ihtiyarı, veremi... Kiminin saçı uçar... Kiminin eteği...
Yüreğimde hissederim herbirini. Senede bir kere yaparım ben bunu. Bu
benim kendi kendime oynadığım cemre törenim. Hayat dediğin nedir ki?
Hayat bana göre tekrarlanan küçük törenlerin bütünü.. Heey! Bir
dakika... Ayağımı cemre düşmüş suya sokunca... Sence o insanlar da beni
hissetmişler midir acaba? Aaaa! Kelebek etkisi dedikleri bu muydu
yoksa:)
Bana Bir Bak Beni Bir Gör Beni Bir Duy Beni Bir Dinle
- Hayır.
- Sen sadece bir çocuksun. Ne konuştuğunu bile bilmiyorsun.
- Teşekkür ederim.
- Bir şey değil. Bostan'dan hiç çıkmadın değil mi?
- Hayır.
- Sana sanat soracak olsam, bana okuduğun kitapları satmaya kalkacaksın. Michelangelo hakkında çok şey biliyorsun. Çalışmalarını, politik etkilerini, papayla ilişkilerini, cinsel tercihini, bütün çalışmalarını söylersin değil mi? Ama Sistine Kilisesi'nin kokusunu söyleyemezsin. Çünkü oraya gerçekten gidip, o güzel tavana bakmadın. Görmedin.
- Sana kadınları sorsam, neleri sevdiğin hakkında bir sürü şey sayarsın. Belki bir iki kere yatmışsındır da. Ama bir kadının yanında uyanmanın ve mutlu olmanın ne olduğunu söyleyemezsin.
- Sana savaşı sorsam, Sheakspeare'den bahsedersin değil mi? "Bir kere daha yaklaşıyoruz dostlar!" Ama hiç savaş görmedin. En yakın dostunun kafası kucağında son nefesini verirken, sana nasıl baktığını görmedin.
- Sana aşkı sorsam, şiirlerden alıntı yapacaksın. Ama bir kadının karşısında tamamen hiç savunmasız kalmadın. Sana gözleriyle hükmeden birini görmedin.Tanrı'nın seni cehennemden kurtarması için indirdiği bir melek olduğunu düşünmedin. Onun meleği olmak nasıl bir şey onu da bilmiyorsun. Bir aşkı sonsuza kadar paylaşmayı... Her şeye rağmen... Kansere rağmen. Bir hastane odasında iki ay elini tutarak, sabahlamak ne demek bilmiyorsun. Doktorun gözlerine baktığında "ziyaretçi kuralı"nın anlamsız olduğunu görmesi ne demek bilmiyorsun. Gerçek kayıp ne demek bilmiyorsun. Çünkü hiç bir şeyi kendinden daha fazla sevmedin. Birini bu kadar sevmeye bile cesaret edememişsindir. Sana bakınca, kendine güvenen bir entellektüel görmüyorum. Ürkek bir velet görüyorum. Ama sen bir dahisin. Bunu kimse inkar edemez. Kimse senin derinliklerini anlayamaz. Sırf bir resmimi gördün diye hakkımda her şeyi bildiğini sanıyorsun. Hayatımı yorumladın.
-Yetimsin değil mi? Sırf Oliver Twist'i okudum diye, hayatının ilk dönemlerinde neler hissettiğini anlayabilir miyim? Bu seni anlatır mı? Şahsen umrumda bile değilsin. Sen kim olduğunu anlatmak istemezsen, senden hiçbir şey öğrenemem. Sırf kitap okudum diye seni anlayamam. Anlatırsan ben varım. Ama sen anlatmak istiyor musun? Söyleyeceklerinden korkuyorsun. Şimdi sıra sende şef!
NOT:
Good Will Hunting (Can Dostum) adlı filmin kareleri ile aynı filmin sevdiğim muhabbetlerini eşleştirdim.
Başlık Ceza'nın İnro adlı şarkısının sözlerinden, video ise elbette Orson Welles, I Know What It Is To Be Young.
25 Şubat 2013 Pazartesi
Şşşth! Kimse Duymasın!.. - 4 -
Bu saate kadar çalış baba çalıştım!
Az önce kahve molası deyince...
Bişiler karalamaya karar verdim.
Allasen, yazı yazma amacım nedir benim?
Hayatın gelmişine geçmişine
boş vereyim,
Hayal Kahvem'de saçmalama hakkımı rahatça kullanabileyim.
Abarttıkça abartayım, yazdıklarımı kabarttıkça kabartayım.
Beceriksiz olayım.
Zavallılaşayım.
Afilli bir hata yapayım.
Vitesi boşa
alıp tepe taklak yüreğime yuvarlanayım.
Du bi...
Ya da Metin Üstündağ'ın dediği
gibi
"marjinal olayım,
uçta dolaşayım,
tarikat kurayım,
kendimi ömrüme asayım,
efsane olayım,
tarihe ara sıcak bir mevzu olayım."
Du bi...
İyisi mi "maksat yeşillik olsun" diyeyim...
Önce gidip bi sap "OT" alıvereyim.
Eyvaaah! Ya "OT" kalmadıysa...
Şşşth! Aman kimse duymasın...
24 Şubat 2013 Pazar
Hangi Sahneye Baksam Şiirler Çıkıyordu Arasından
'Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde.
Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'
Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
İlhan BERK
Bir kez daha anladım. Sanatçılar ayrı, bambaşka, insanüstü varlıklar... Görünüşte senin benim gibi görünüyorlar. Yoo... Değiller aslında. Farklılar. Bugün Kelebeğin Rüyası'nı seyretmek için sinemaya gittim. Gitmeliydim. Çünkü üç şair anlatılıyordu bu filmde... Şiirlerini çok sevdiğim Behçet Necatigil, şiirlerini hiç bilmediğim, çok genç yaşta ölen Rüştü Onur (22) ve Muzaffer Tayyip Uslu (24)... Filmi sevdim. İtiraf etmeliyim ki, filmin tesiriyle ağladım. Kelebeğin Rüyası'nı ara ara anlatmak niyetindeyim. Az önce eve döndüm. Filmde Yılmaz Erdoğan, Behçet Necatigil'i canlandırıyordu. Harikaydı! Sanki o dönemlere ışınlandım. Şimdi sıcağı sıcağına, Kelebeğin Rüyası'nı seyrederken aklıma gelen, İlhan Berk'in Kült Kitap'ında okuduğum, Behçet Necatigil'le ilgili hazin bir anısını anlatacağım. Behçet Necatigil ölmüştür. İlhan Berk şehir dışındadır. Cenazesine gitmez. Hiç kimseye yapmamıştır. Ona da yapmaz. Ailesine baş sağlığı dilemez. Aslında çok sık, severek gittiği bir kaç evden biridir Necatigiller'in evi... Nihayetinde... Ölümünden bir süre sonra, sanki arkadaşı hiç ölmemiş gibi gider. Kapıyı çalar. Salona geçer. Elindeki üç beyaz gülü masaya bırakır. Her zaman oturduğu koltuğa oturur. Evi inceler. Hiç bir eşya yerinden kıpırdamamış gibidir. Kedileri ezikçe gelip İlhan Berk'e sürünürler. Ne zaman ki Behçet Necatigil'in her daim hayat dolu sevgili karısı Huriye Hanım içeriye girer.... Birden ölümü görür İlhan Berk... Sonra... Arkadaşının odasını görmek ister. Odaya girerler. O yoktur. Huriye Hanım, İlhan Berk'i çivileyen cümleyi söyler: "İşte" der. "Hangi kitabı çeksem şiirler çıkıyor arasından!" İlhan Berk'e göre, bir ozanın karısı, geride başka neler bulabilirdi ki? Şiirler olacaktır elbette. Çıkar odadan. Behçet Necatigil'i ve ölümü aşan bir şey kalır İlhan Berk'in üzerinde. Sonraa... Bir gün... Birden Behçet Necatigil'in karısının sözleri
gelip vurur İlhan Berk'i: "İşte, hangi kitabı çeksem içinden şiirler
çıkıyordu!". Sonra yukarıdaki "Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısı'nı Görmeye Gitmek"
adlı şiirini yazar.
Yılmaz Erdoğan'ın şiirlerini severim. Kelebeğin Rüyası'nın hem senaryosunu yazmış, hem filmini yönetmiş. Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası'nda, bir dönemi memleketimizin mühim bir coğrafyası üzerinden aktarırken, şiir gibi bir film ortaya çıkarmış. Ne diyebilirim ki? Kelebeğin Rüyası'nın hangi sahnesine baksam şiirler çıkıyordu arasından! Etkilendim.
Şimdi Sen Kalkıp Gidiyorsun.Git.
"Gelsene."
dedi. Kanatlanarak gittim. Karşılıklı oturuyoruz. Niyetimiz kahve
hüpletmek. Kahve bahane tabii, maksat muhabbet. Laflıyoruz. Daha
doğrusu o konuşuyor. Ben dinliyorum. Çıtır çıtır birşeyler anlatıyor. Ne
anlattığını hiç duymuyorum. Eskaza konuştuklarıyla ilgili bir soru
sorsa... Mümkün değil cevaplayamam... Hilafım yok, soru sorduğunu bile
anlamam. Var ya, onu anlatırken seyretmek bana çok iyi geliyor. Anlatırken
yüzünde gezinen mimiklere, ellerinin hareketine bakıyorum. "Kimsenin yok, yağmurun bile yok böyle güzel elleri" diyesim
geliyor. Yeni Türkü şarkısı vardır ya hani... Bu dizeleri aklımdan
geçiriyorum. Keşke aklımdan geçirdiğim anda söylesem... Söylerim
aslında. Fakat... Anlatımını bozmak istemiyorum. Gözlerine bakıyorum...
Dudaklarıyla değil, asıl gözleriyle konuşabilen insanlara bayılırım. "Bütün güllerden derin... Bir sesi var gözlerinin." İnan bana gözlerinin sesini duyuyorum. Öyle etkili konuşuyor. Ne
anlatıyor acaba? Birkaç gündür hissettiğim içimin hazin sesi yatışıyor
sanki... Onu çok sevdiğimi hissediyorum. "Kaç çeşit sevgi var Yarabbim?
Bir yürek bu kadar sevgiyi nasıl çekiyor?" diye aklımdan geçiriyorum. Bilirsin Cemal Süreya der ya
hani... "Öyle düzletici öyle yerine getiriciydi ki sevmek" Heyy! Nerden aklıma geldi şimdi bu şiir? Sahiden ne şahanedir! "Ki Karaköy Köprüsüne yağmur yağarken... Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti... Çünkü iki kişiydik."
Evet... Biz de iki kişiydik. Karşı karşıya oturuyorduk. Kahvelerimizi
hüpletiyorduk. Gözlerinin sesini işitiyordum. Yüzünde gezinen
mimikleri, ellerinin hareketlerini hayranlıkla izliyordum. O kadar
sevimli görünüyordu ki. Ah!.. Onu fena halde öpmek istiyordum. Onu bir kere öpsem ikinin hatırı kalacaktı. İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük. Öyylee
dalgın dalgın bakıyordum. "Tamam değil mi? Merak etme. Anlattığım
gibi bir saat içinde dönerim." diye bir ses işittim. Doğruldum
oturduğum yerde. "Nereye?" diyemedim. "Ali'nin karnı tok zaten. Sen
Hayal Kahvem'e yazı yaz istersen. Ben çabucak gidip gelecem." dedi. Kalakaldım. "Aaa! Ablam şaşkın şaşkın bakma. Deminden beri anlatıyorum
ya... Çocukla gidemem biliyorsun oraya... Bak yemek falan sakın
yapma... " dedi. Beni öptü... Gitti... Koltukta öyylece arkalarından bakakaldım. İyi ama biz muhabbet etmeyecek
miydik peki? Yooo... Ben küsmedim... Yooo... Beni bir kere öptü ya...
İkinin hatrı kaldı. Benim? Benim... Boynum bükük... Sonra... Biz bir daldık Ali'yle oyuna... Ne olacak? Cemal Süreya'nın dediği gibi... Sonrası iyilik güzellik.
NOT: Kardeş gene yeğenlerimi bıraktı bana. Eşini koluna taktı gitti. Bu yazıyı her defasında koyuyorum Hayal Kahvem'e... Hiiç oralı olmuyor. Sadece, en kardeş sesiyle "ne hoş yazmışsın gene." diyor. Sonra mı? Dedim ya... Ne olacak? Elbette... Sonrası iyilik güzellik:)
23 Şubat 2013 Cumartesi
Motorsiklete Binesim, Soğuk Demeden Uçasım Geldi!
Not Gibi
Bazan bugünkü gibi kaybediyorum kendimi...
Soğuk havada bile, motorsiklete binme hayali kuruyorum sözgelimi...
İnan bulmaya çalışıyorum...
"Ve kendimi arıyorum, meşgul çalıyor...
Netice:
""Kaybettim bugün kendimi,
hükümsüzdür!
hükümsüzdür!
Film Kareleri
Roma Tatili
Amelie
Motorsiklet Günlüğü
Eve Dönüş
" dize -İbrahim Tenekeci
" dize -İbrahim Tenekeci
""dize-Emre Aydın
Alo!.. Aloo!..
"Ve kendimi arıyorum, meşgul çalıyor."
Dize - İbrahim Tenekeci / Uluorta
Film Karesi - Jean Seberg / Serseri Aşıklar
22 Şubat 2013 Cuma
Kış Ortasında İlkbahar Vurdu Başıma!
Bu
sabah yattığım odanın duvarında dans eden ışığı farkedince... Nasıl
ansızın başlayan bir bir yürek çırpıntısı hissettim anlatamam.
Heyecanlanıp ayaklarımla kendimi geriye geriye ittim. Dudağıma
kendiğinden yerleşen sevimli bir tebessümle, pencerenin havalanan
perdesinden duvara sızan güneş ışığının oynayışını seyrettim. Ne
diyeceğim? Ayna oyunu oynamayı bilir misin? Eline küçük bir ayna alırsın
hani... Güneş ışığına ayar edersin.. Güneş ışığı aynaya vurunca... Bu
ışığın yansımasını duvarda oynatırsın mesela. Hatırladın mı? Hele bir
arkadaşın varsa karşında. Bu kez elindeki aynanın ışığını gizlice onun
yüzüne yansıtırsın... Ne olduğunu anlayamaz önce... Şaşırır...
Elleriyle gözlerini siper ederek ışığın nerden gözüne değdiğini
bulabilmek maksadıyla etrafına bakınır. Güneşin aynadan yansıyan
ışığını arkadaşının yüzünde görmek... Onun şaşkınlığını seyretmek... Of!
İnsana nasıl muzurca tatlı bir his verir... Yapmadım deme lütfen. İyi
düşün. İlla ki yapmışsındır ömrünün bir yerinde. Ben bu unuttuğum hisler
içinde... Bu sabah duvardaki ışığı seyrederken seyrederken işte... Şimdi kış ayının soğuk günlerindeyiz ya... Hep rüzgâr... Hep
yağmur... Olsun varsın. Şubattayız. Cüce ay... Az kaldı... Nasıl derler? Ha geldi... Ha gelecek... Eli kulağında... On gün sonra ver elini ilkbahar! Tamam... Hımmm... Hayal bu ya... Ahhh! Şimdi ilkbahar mevsiminde bir
sap papatya oluversem.. Mesela... Neyse... Ben hayalimden şimdilik
vazgeçeyim... Aklıma ne geldi bil bakalım? Sait Faik'in o güzeller güzeli Bir İlkbahar Hikayesi adlı öyküsü. Of, nasıl severim.
Sait Faik
ilkbahar için aklımıza gelenleri sıralar.. Nedir bunlar? İlkbahar bir
bayramdır. Bir mucizedir. Bir çılgınlıktır. Kuştur. İlkbahar çiçektir.
Mimozadır. Su sesidir. Çingenedir. İlkbahar çayırdır. Çimendir. İlkbahar
papatyadır. Öyle değil mi? Ama en mühimi ilkbahar güneşidir. Peki ömrün
mevsimlere benzetilmesine ne demelidir? Bu çok doğru bir benzetmedir.
Gel gelelim Sait Faik, insanın, ilkbahar mevsimine hayvanlara
göre geç girdiğini düşünmektedir. Mesela bir at bir ya da iki yaşında
ömrünün ilkbaharına girerken, bir kuzu altı ayda koç olmaktadır. İnsan
ise yirmisinden önce ömrünün ilkbahar mevsimine girdiğini idrak
edebilir mi? Pek idrak edemez. Yirmisinden önce ömrünün ilkbaharını
idrak etse bile bu yalancı bir ilkbahardır. İşte Bir İlkbahar Hikayesi, Sait Faik'in yirmisinden önce yaşadığı yalancı ilkbahar hikayesidir.. Of.. Dinlemelisin... Nefis bir öyküdür.
Yazar
oniki yaşındadır. Babasının memuriyeti sebebiyle Anadolu'nun bir
şehrindedirler. Bu şehre bir yaz sonu gelmişler. Kötü, karla dolu bir
kış geçirmişler. Sonra birgün bahar geliverir. Fakat memleketin öyle bir
coğrafyasındadırlar ki güneş kendini rahatça gösterememektedir. Sabah
biraz ortaya çıksa bile sürekli şakır şakır yağmur yağmaktadır. Bütün
kış başı hastalıktan kurtulmayan yazarın içinden, bu yağmurlu, kara
bulutlu, kapanık havalı şehir sebebiyle hep bağırmak, ağlamak
geçmektedir. Gene bir sabah gözleri tavanda yağmur bakalım ne zaman
başlayacak diye düşünürken duvarda bir parlak daire titreye titreye
hareket etmeye başlar. Önce ne olduğunu anlayamaz. Sonra anlar ki bu,
bir aynanın duvara vurmuş ışığından başka bir şey değildir. Yataktan
fırlayıp pencereden bakar. Pembe şeftali çiçeklerinin arasından onu
görür. Onaltı onyedi yaşlarında bir genç kız elindeki aynayı yazarın
yüzüne tutmaktadır. Yazar önce kalakalır. Sonra ışık gözüne değdikçe
ellerini yüzüne kapamaz da gözlerini kırpmadan kıza dimdik bakar. Ertesi
gün bizimki de eline bir ayna alır. Birbirlerinin yüzlerine ayna
tutarlar. Bu oyunu her sabah ancak yarım saat oynayabilirler. Çünkü
yağmur yağmaya başlar. Kırkikindi yağmurları... Günlerce her sabah bu
oyunu oynarlar. Bir sabah gene böyle ayna oyunu oynarlarken... Çocuk
gözünü kırpmadan kızın ayna ışığına bakarken... Kız her zamanki gibi
gözlerini güzel elleriyle siper ederek çocuğun ayna ışığına bakarken...
Çocuğun annesi odaya girer ve çocuğu ayna oyununda yakalar. Garip garip
kıza, ayna ışığına ve çocuğun elindeki aynaya bakar. Ve çocuğa
giyinmesini söyler. Arabaya binerler. Yola çıkarlar. Babası başka bir
yere tayin edilmiştir. Tam ormanın içinden geçerken bulutların arasından
çıkan güneş ışığı ağaçlarda bir görünür bir kaybolur. Çocuğun aklına
bir daha göremeyeceği ayna ışığı gelince... İşte tam o anda hüngür
hüngür ağlamaya başlar.
Bu
olayın üzerinden otuz yıl geçmiştir. Yazar şimdi kırkiki yaşında
olmalıdır. Ve tahmin edersin ki yaşı kırkı aşmış bir adam için ilkbahar
mevsimi biraz üzüntü hissi verir. Fakat yazarın ilkbaharda üzüntüyle
dolu yumuşaklık, bir yerinde duramayış, bir yürek çırpıntısı duyması
yaşının kırıkiki olması sebebiyle değildir. O ilkbaharda odasının
penceresine ışık vurduğunu farkettiğinde çocukluğundaki o kızı hatırlar.
Otuz yıldır kimsenin yüzüne bir daha ayna tutmamıştır. Kimse yazarın
yüzüne ayna tutmamıştır. Ama ilkbaharda kazara bir ışık odasının
duvarında kırlangıç gibi hareket etse, o gün ne ettiğini bilemez. Ne hoş
ilkbahar öyküsü değil mi? Şimdi bu öyküyü bilince ve sabah odamın
duvarında dans eden ışığı fark edince ben... Yüreğim bir kırlangıç
kanadı gibi çırpındı önce.. Sonra ne edeceğimi bilemedim. İlkbahar
oynadığım ayna oyunumu özledim. Bugün güneş çıkarsa, ayna oyunu
oynayalım mı, ne dersin?
21 Şubat 2013 Perşembe
Ve Kill Bill Ve Murathan Mungan Ve Yeni Türkü
Olmasa mektubun,
Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza
Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza
Sanma unutulur,
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.
Neydi bir arada tutan şey ikimizi
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır.
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır.
Baksana geçmişe,
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema
Harcanmış zamanlar
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa!
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa!
2011
NOT: Murathan Mungan'ın sözleri, Yeni Türkü ezgileri ve Kill Bill film kareleri... En bayıldığım üçlü...
20 Şubat 2013 Çarşamba
Kahve Molası - Ve Çakma Harlem Şeyk Ve Rap Ve Neyim Var Benim...
Bugün çarşamba. Haftanın tam orta iş günü. İki gün çalışmışız. Bugünü saymazsak iki gün daha çalışacağız. Sonraaa... Ver elini hafta sonu... Yaşasınn!.. Sorarım sana, neden çalışır insan? Elbette tatil yapmak için... Yıllardır çalışırım. Sanırım hafta sonu bizim ofis kepenkleri komple indirdiğinden pazartesi sendromu filan asla yaşamıyorum. Ama.. Çarşamba... Ne bileyim... Haftanın tam orta günü ya... Farkediyorum... Çarşambaları benim iş heyecan ibrem fena halde düşüyor. Kendimi resmen arafta hissediyorum. Aynı Yeni Türkü şarkısı gibi... Ne içindeyim ofisin... Ne de dışında... Ya da... Kendim içindeyken, kafam dışında... Fena!.. Yooo, buna razı olamam, dedim. Çarşamba... Çarşamba... Kederlenip, mutsuz olacağıma... Şiirlerle olmasa bile şarkılarla kendimi ve ofistekileri avutmaya karar verdim. Aklıma bir fikir geldi... Bizim ofiste her zaman müzik dinlenir. Kızlara bir mesaj attım. "Şu anda hangi müziği dinliyorsunuz?" diye yazdım. Gülücük işareti eşliğinde, "Burcu Güneş, Bir Sevgi İstiyorum" diye cevap verdiler. Hımm... Olmazdı... Dinledikleri müzikle hayalimi gerçekleştiremezdim. Bu kez telefon ettim. Aklımdakileri takır takır söyledim. "Az sonra ofiste olacağım." dedim. "Ofise geldiğimde Ceza'nın Neyim Var ki? adlı şarkısını dinlesek diyorum." dedim. "Soru sormamanızı rica ediyorum." dedim. "Hazırlanın türk usulü harlem şeyk yapacağız" dedim... "Kamera yanımda..." dedim. "Bir dakikasını çekip you tube atacağız." dedim. "Günün şöhreti biz olacağız." dedim. Kapattım. Derhal yazılı cevap geldi... Baktım... Hahhhaaa! Güldüm tabii... Şöyleydi... "??????????" Halay yapan soru işaretleri.. Yeminle sabah sabah bu haberleşme bile heyecandırıp günün rutuninden sıyırıp ayıklamıştı bizi... Acaba nerden aklıma gelmişti Ceza'nın bu eski şarkısı şimdi? Ayrıca bir rap müziği, son günlerin modası harlem shake'le nasıl eşleşebilirdi ki? Harlem Shake'i biliyorsun değil mi? Dünyadaki en son moda... Hani bir ortam içinde dans etmeye başlıyorsun da... Önce etrafındakiler oralı olmuyorlar... Sonraa... Onlar da sana katılıyorlar... Kafana göre tuhaf tuhaf sallanıp hareket ediyorsun... İstersen başına maske ya da şapka takıyorsun. Çekimini yapıp... Youtube atıyorsun... Dün konuşmuştuk ofiste... "Ne acayiplikler oluyor dünyada?" demiştik dee... "Yuf artık!.. Dünyanın çivisi mi çıktı ne?" diye eklemiştik. Dün dündür... Bugün bugündür öyle değil mi? Eee... Atalarımız "Büyük lokma ye... Büyük lakırtı etme" dememişler haybeye... Bu resmen kelebek etkisiydi. Dünyanın bir ucunda kelebek kanat çırpsa, diğer ucunda fırtına kopmuyor muydu? Ne var ki? Dünyanın diğer ucundaki harlem şeyk, haftanın ortanca iş gününde, bizim ofiste küçük bir sallantı yapıverecekti. Öyle işte... Yani, acayiplik sırası bizdeydi. Hem kim bilecekti ki? Bak şimdi... Ofise koşar adım girdim tamam mı? Kızlar ayaktaydı... Fonda Ceza'nın Neyim var rap'tan gayri adlı şarkısı çalmaktaydı. Ben tuhaf hareketlere başladım. Kimi ellerimi silkeler gibi yaptım, kimi omuzlarımı, kimi belimi sağa sola salladım. Kızlar bana baktılar. Onlar da acayip hareketler yapmaya başladılar. Elbette bizim harlem şeyk, köy usulü tattaydı... Olsun varsın... Vücudumuzu tuhaf tuhaf hareket ettirirken, bildiğimiz şarkının sözlerini söylemeye başladık...
"Bir bahçemiz var- Bir taraf çiçekli, bir tarafsa çöl.
- Bir tarafta gökkusagi, öbür tarafsa kör.
- Sınırda kalmışlardanız biz.
-;
- Sıkıntı çekmişlere yakın bir yerde.
- Çölde kazanılan zaferler;
- "
Hahha! Görmeliydin bizi... Yattık yerlere...
"Cümle derde ol deva diye dua ederdi günde bin defa
- Fayda yok! Bu çok fena...
- Çare yok! Bu bir bela...
- Sanki yoktu başta...
- Hepsi kalsın...
Aleminde Sagopa ve Ceza,
- Rap için bir pranga..."
Yeminle nefes nefese kaldık. Tamam... Bu müzik harlem şeyke uymamıştı... Tamam... Çakma harlem şeyk yapmıştık yapmasına ama... Gülmekten öldük valla... İşe nasıl giriştik sonrasında anlatamam... Biliyorum, bu anlattıklarıma gülmüyor, vaziyetime sadece acıyorsun. Diyorsun ki... "Allasen gene neler saçmalıyorsun!"
Of!.. Ne diyebilirim... Elimde değil... Böyleyim... Dayanamayacak Rap'le cevap vereceğim... "Olmaya çalış bir kul!
- İstediğimiz yekte sulh!
- Olmasın altında çul!
- Olmasin paran ve pul!
- Gene de gül bir kez be!
- Bir kere gül be!
- " Yarabbim sahiden neden böyle acayip biriyim??????
19 Şubat 2013 Salı
Kahve Molası - Ve Köfte Ve Cha Bella Ve Tat Körlüğü
Öğlen yemeği için bizim köyün salaş köftecisine gittim. Burger cinsleri neymiş? Memleketimin binbir çeşit köftesine var ya... Of! Bayılırım... Biterim... Düşünsene... Bi yazmaya kalksam memleketimin köfte çeşitlerini... Çiğ köfte, içli köfteden tut da, ıslama köfte, tükürük köftesi, kadın budu köfte, patates köftesi, kasap köftesi, cızbız köfte, salçalı köfte, izmir köftesi, kuru köfte, sarmısaklı köfte, şiş köfte, hamsili köfte, rodos köftesi, rumeli köftesi, terbiyeli köfte, tekirdağ köftesi, inegöl köftesi, akçaabat köftesi diye uzar gider bu liste... Yalanım yok. İştahlı biriyim. Köfte dedin mi aşağı akan dereleri yukarı vurdururum yani öyle söyleyeyim... Köfte yerken sakın görme beni... Şaşkınlıktan ağzın açık kalır billahi... Çünkü köftenin herbi cinsine deli gibi yumulurum... Bugün öyle olmadı işte...
Bugün hava nasıl güzel ve toz pembeydi! Oysa daha dün... Yağmurlu ve griydi... Hayat da meteroloji gibi değil mi? Neyse, felsefeye dalmayayım... Bak şimdi... Köfteciye gitmeye niyetlendim ya... Ofisten güle oynaya çıktım, tamam mı? Ah!.. Rüzgar tatlı sert esmekteydi. Ne gam! Binanın gölgesinden çıkınca, kış güneşinin yumuşacık ısısı tenime bir eros oku gibi değdi. Sevindim. Sahile yürüdüm. Önümde masmavi deniz. Etraf nasıl ıssızdı anlatamam. Kimsesiz... Sessiz... Kollarımı açtım. Havayı coşkuyla kucakladım. Sonraaa... Eğildim. Taş ve midye topladım.. Ceketimin iki cebini tıka basa doldurdum. Nedense o anda aklıma Cha Bella adlı şarkı geldi. Gülümsedim. Özgürlüğü iliklerime kadar hissettim. Bu his ne kıymetliydi. Şarkıyı ıslıkla çalmaya başadım. Hoşuma gitti. Saçlarımı müziğin ritminde sallayarak kıyı kıyı yürürken, cebimdeki taşları teker teker denize geri attım. İnsanın yalnız ve özgür yürümesi ne şahane bir şeydi. Hey, bi dakika... Ben köftecide olanı biteni anlatacaktım. Sen ömründe hiç tat körlüğü diye bir şey duymuş muydun? Yeminle ben bilmiyordum... Du bi... Anlatacağım... Dildeki reseptörler nasıl iştahla ilgililer vallahi anlatacağım... İyi ama... Konuyu dağıttım... Gene daldan dala atladım... Zamanın doldu.. Müşterime gitmeliyim. Eyvah!.. Kahve molam bitti.
Hey! Sanat Sen Ne Mübarek Bir Şeysin!
Yukarıdaki 1809-1852 yılları arasında yaşamış ünlü Rus roman ve oyun yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol'un fotoğrafıymış.. İnanamıyorum kendime.. Tek bir kitabını bile okumamışım.. Yeni farkettim.. Gogol adını bilmez miyim? Kitapla haşır neşir olan herkes bilir.. İyi de hiç bir kitabını okumamışım işte.. Niye? Ne bileyim.. Kör noktamda kalmış olmalı.. Başka ne diyebilirim?
Pekii.. Bu fotoğraftaki kim? 1999 yılında New York'ta kurulmuş Gogol Bordello adlı müzik grubunun Ukrayna asıllı sevgili solisti.. Of! Bir müzik yapıyor bu grup anlatamam.. Şu anda eski bir parçalarını dinliyorum. Sun is on my side... Hımm.. Çokk güzel.. Çoook leziz.. Gitarın tadı var ya.. Offf.. Tarzları için ne desem ki.. Sanıyorum en uygunu roman folk.. Grup adlarını ideolojik olarak etkilendikleri Rus yazar Gogol'dan almış.. İlk kez işittiğim şarkıları Pala Tute idi.. Heyy! Kim söylüyor bunu? Ne güzel müzik, demiştim.. Çigan müziği tarzındaydı.. Dinledikçe gitar, akordiyon, keman ziyafeti tadı vermişti.. Ne yalan söyleyeyim diğer şarkılarını dinleme iştahım kabarmıştı.. Sonra araştırmıştım kim bunlar diye.. Aaa! Rus yazar Gogol'dan esinlenerek grup adlarını aldıklarını öğrenince o zaman farketmiştim ki ben Gogol'un hiç bir kitabını okumamıştım.. Sanat böyle bir şeydi işte.. Sen taa New Yok'ta roman folk tadında müzik yapan bir grup kur.. Grubun adını okyanus ötesi memleketten Rus yazar Gogol'dan al.. Sonra Türkiye'den biri senin müziğini dinlesin.. Gogol'un kitabını okumadığını farketsin.. Ve okumaya heves etsin.. Heyyy, sanat sen ne mübarek bir şeysin!
Pekii.. Bu fotoğraftaki kim? 1999 yılında New York'ta kurulmuş Gogol Bordello adlı müzik grubunun Ukrayna asıllı sevgili solisti.. Of! Bir müzik yapıyor bu grup anlatamam.. Şu anda eski bir parçalarını dinliyorum. Sun is on my side... Hımm.. Çokk güzel.. Çoook leziz.. Gitarın tadı var ya.. Offf.. Tarzları için ne desem ki.. Sanıyorum en uygunu roman folk.. Grup adlarını ideolojik olarak etkilendikleri Rus yazar Gogol'dan almış.. İlk kez işittiğim şarkıları Pala Tute idi.. Heyy! Kim söylüyor bunu? Ne güzel müzik, demiştim.. Çigan müziği tarzındaydı.. Dinledikçe gitar, akordiyon, keman ziyafeti tadı vermişti.. Ne yalan söyleyeyim diğer şarkılarını dinleme iştahım kabarmıştı.. Sonra araştırmıştım kim bunlar diye.. Aaa! Rus yazar Gogol'dan esinlenerek grup adlarını aldıklarını öğrenince o zaman farketmiştim ki ben Gogol'un hiç bir kitabını okumamıştım.. Sanat böyle bir şeydi işte.. Sen taa New Yok'ta roman folk tadında müzik yapan bir grup kur.. Grubun adını okyanus ötesi memleketten Rus yazar Gogol'dan al.. Sonra Türkiye'den biri senin müziğini dinlesin.. Gogol'un kitabını okumadığını farketsin.. Ve okumaya heves etsin.. Heyyy, sanat sen ne mübarek bir şeysin!
2010
18 Şubat 2013 Pazartesi
Kahve Molası - Dur! Bırak Kaynasın Kahvenin Suyu
Az önce kahve molası verdim. Geçen hafta İstanbul'a gitmiştim. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler
Festivali' nin ilk kez takipçisi olmuştum. Bu kez gece seanslarına bilet almıştım. Şimdi ben... O akşam yaşadığım İstanbul'u anlatmak istiyordum. Vapurla boğazdan geçerken Şubat yağmurlarıyla yıkanmakta olan yedi tepenin üzerlerinde göz ısıran gökdelenlerin yarattığı iç sıkıntısını, insanların vapurda, metroda, otobüste gülmeyen yüzlerini, Boğazkesen'in yokuşundan tırmanırken yasak gözlerimle seyredip hayale daldığım yıkık dökük eski, kimsesiz Beyoğlu binalarını anlatacaktım... Hafıza tuhaf kutu. Tam bu tatta bir yazıya girişecekken, Cem Karaca'nın bir şiiri gelip yüreğime oturdu.. "Dur!" dedim. Bırak kaynasın kahvenin suyu." Bıraktım... Rahmetle anarak, Cem Karaca'yı dinlemeye başladım...
Dur! bırak kaynasın kahvenin suyu,
Bana İstanbul'u anlat nasıldı? Bana boğazı anlat nasıldı? Haziran titreyişlerle kaçak yağmurlar ardı Yıkanmış, kurunurmuydu yine o yedi tepe Ana şefkati gibi sıcak bir güneşle İnsanlar gülüyordu de Trende, vapurda, otobüste, Yalanda olsa hoşuma gidiyor, söyle. Hep kahır, hep kahır, hep kahır Bıktım be... Dur! bırak, kalsın, açma televizyonu Bana istanbulu anlat nasıldı? Şehirlerin şehrini anlat nasıldı? Beyoğlu sırtlarından yasak gözlerimle bakıp Köprüler, sarayburnu, minareler ve halice öv Diyiverdin mi bir merhaba, gizlice İnsanlar gülüyordu de Trende, vapurda, otobüste Yalanda olsa hoşuma gidiyor, söyle. Hep kahır, hep kahır, hep kahır Bıktım be... Dur! bırak, kımıldama, kal biraz öylece n'olur Kokun istanbul gibidir, gözlerin istanbul gecesi Şimdi gel sarıl, sarıl bana kınalım Gökkubbenin altında ordada beraber Çok şükür diyerek yeniden başlamanın hayali Hasretinin çölünde sanki bir pınar gibi İnsanlar gülüyordu de Trende, vapurda, otobüste Yalanda olsa hoşuma gidiyor, söyle. Hep kahır, hep kahır, hep kahır Bıktım be... |
Cem Karaca
not: resim - http://www.boxinaboxidea.com/?module=post&id=127'dan
|
17 Şubat 2013 Pazar
Ve Erkekler Ve Yemekler Ve Hayatın Tatları
Eğer tanımıyorsan, bu fotoğraftaki jön acaba hangi filmin aktörü diye sakın kafanı yorma e mi? Kendisi epeydir yakınen takip ettiğimdir birisidir. Neredeyse bütün videolarını izlediğimi söyleyebilirim. Adı Jemie Oliver. Ve o bir ahçıdır. Evlidir. Dört çocuk babasıdır. Yalanım yok, anlattıklarından nasiplenen biriyim. Mesela, yıllarca limon sıkmak için hep limonluk kullanmışımdır. Şimdi Jamie Oliver'dan öğrendiğim usulle limon sıkıyorum. Bir elimle limonu sıkarken, diğer elimi süzgeç niyetine kullanıyorum. Ayrıca aramızda kalsın, ben var ya ondan öğrendiğim usullerle harikalar yaratıp, şahane yemeklerle onbeş dakikada masayı donatıyorum. O kadar iştahlı, arzulu, heyecanlı yemek yapıp anlatıyor ki, yemek yapmak iş olmaktan çıkıyor, resmen müthiş bir şölene dönüşüyor.
Yemek yapmanın kadın işi olduğunu düşünen erkeklere asla kızamadığımı, sadece her daim yürekten acıdığımı itiraf etmeliyim. Yemek yapmanın kadın işi olduğunu düşünüp, yemek yapmak için mutfağa girmeyen erkekler, öncelikle bünyelerinde var olduğuna inandığım yemek pişirme yeteneklerini ortaya çıkaramıyorlar, biiir... Tat alma hislerini geliştiremiyorlar, ikiii!.. Kimse haybeye iddia etmesin. Yemek pişirmeyen birinin, lezzetten adam akıllı anlayabilmesi mümkün değil... Onların karınları acıkır. Ee! Yerler. Bana kalırsa yemek pişirmeyen erkekler, yaşamak için yiyen insan cinslerindendir. Yemek yapmayan ya da yemek yapmayı sevmeyen kadın yok mu? Elbette çoook.. (Ama bu yazının konusu erkekler:) En fenası nedir biliyor musun? Ne yazık ki onlar, önlerine gelen yemeğe harcanan emeğin de değerini anlayamazlar. Hayatında hiç yemek yapmamış biri, "nasıl, yemek güzel olmuş mu?" demenin şahaneliğini, "eline sağlık" demenin harikuladeliğini nerden, nasıl bilebilir? Neyse... Benim anlatmak istediğim başka bir şeydi aslında. Gene konuyu fena halde dağıttım galiba...
Eğer bloglarını bilmiyorsan, bu yukarıdaki gezgin kim acaba diye sakın kafanı yorma e mi? Kendisi çok uzun zamandır yakınen takip ettiğim biridir. Nerdeyse bütün videolarını iştahla seyrettiğimi söyleyebilirim. Adı Hakan. Çok iyi biliyorum. Aşçı değil. Hobilerinden biri yemek yapmak. http://thekitchencrashers.com/ adlı bloglarına birlikte yazılar ve videolar hazırladıkları Seda'yla evli. Ve yaptığı yemeklerin tek kelimeyle hastasıyım!.. Yalanım yok, anlattıklarından nasiplenen biriyim. Mesela, ayıptır söylemesi, sayesinde tam bir pizzacı oldum çıktım. Hakan, aşağıdaki videoda görüleceği üzere erkek elinin hamuruyla çok pratik ve çok nefis pizza hazırlamayı gösteriyor. Öyle
dışarıya sipariş vermeye filan gerek yok artık... İnan ki, pizzanın bu kadar
basit olduğunu, hazırlanan hamurların buzlukta saklanabileceğini,
istenildiği zaman çıkarılıp pizza hazırlanabileceğini bilmiyordum. Bir erkekten daha yemek yapmayı öğrendim ya, ölsem de gam yemem diyesim geldi:)
http://thekitchencrashers.com/2012/07/31/super-citir-italyan-pizza-hamuru-ve-mantarli-pizza-tarifi/fakat hep soruyorlar.. kendileri, bu "ne"ye bir cevap bulmuşlar, bir cevap olmuşlar gibi sanki
-büyüyünce ne olucan?
- büyümek şart mı.. büyümeden
"ne olunmuyor mu
-büyüyünce ne olucan?
- sizin olduğunuz hiçbir şeyi, olmuycaam..
başka türlü bir şey oluucaam..
burası gibi olmıycaak, gideceğim memleket..
ağacı, ayrı ağaç.. denizi ayrı deniz olacak.
-büyüyünce ne olucan?
- sana ne.. söyliim de sen ol, değil mi..
pışşıık var mı ben de o göz.. hem annem,
"tanımadığın amcalara, büyüyünce
bir şey olma" dedi
-büyüyünce ne olucan?
- ne bir eksik, ne bir fazla.. üç aşağı, beş yukarı..
hayat majesteleri, ne uygun görürse,
onu olucam işte
-büyüyünce ne olucan?
- başka işin yok mu senin ya..
dükkânın önünü kapatıyosun ya..
haydi ikile ya.. balon var, balooon..
bebelere balooon
-büyüyünce ne olucan?
- ne olsam, memnun olmıycaam.. kim büyüyünce,
olduğundan, memnun olmuş ki allah aşkına
-büyüyünce ne olucan?
- valla ben bişey olmuycam amca..
valla başkası büyüyünce her şey olmuştur amca..
n'olur, dur vurma
-büyüyünce ne olucan?
- büyüyünce ne oluucaan'lardan neler var menü'nüzde..
ustanın tavsiyesi nedir
-büyüyünce ne olucan?
- sizin olduğunuz hiçbir şeyi, olmuycaam..
-yazılar -
metin üstündağ/denemeyenler kitabından
-film kareleri -
leon
e.t
beyaz bant
ve for vendetta
harry potter
çoğunluk
ejderha dövmeli kız
ratatouille
amelie
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)