Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri insanları seyretmeyi severim. Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.
Bir defasında İstanbul'a gittiğimde, Beyoğlu'ndaki Emek Sineması gişesi önünde internetten aldığım iki bilet için sıramın gelmesini bekliyordum. Arkadaşım gelmemişti. Ben filmi yalnız seyredecektim. Gişenin önünde birikmiş kalabalığı çarpa çarpa yarmaya niyetlenen bir kadın, genç bir çocuk kendisine çarpınca çok öfkelendi. Önce durup kızgınlıkla baktı çocuğun arkasından. Sonra söylene söylene hışımla tekrar daldı kalabalığa. En öne geçmeye hakkı olduğundan emin, itekledi herkesi. Kadının bu halini görünce, onun Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı romanındaki Hatice hanım olduğunu farzettim. Yenişehir ilkokullarından birinde öğretmenlik yapmıştı. Emekliydi şimdi. Tezcanlı, temizlik hastası, bildiğini okumaya meraklı, kendine göre bir çok caba göstererek kazandığı haklarını kimselere kaptırmamaya kararlı bir kadındı. Bakışıyla bile korkuturdu herkesi. Okul koridorlarında çınlayan sesi duvarlara, camlara çarpa çarpa yankılanır, yankılanan korku kabuk bağlamamış çocuk yüreklerinden miskin hademe uykularına yayılırdı. Kadın kararlı adımlarla herkesi aştı, biletçi gişesinin önüne ulaştı. Ne konuşuyorlardı bilmiyorum. Kadının ciğerlerine doldurduğu solukla ve ürkütücü bir bağırışla "Baksana sen bana, kim senin amirin? Müşteriye doğru dürüst cevap versene!" dediğini işittim. Biletçinin ondan korkması gerektiğini düşündüğünü hayal ettim. Niye acaba biletçinin yüreği, ilkokuldaki, derslerini yarı korkudan, yarı çalışamamaktan bilemeyen öğrencilerinki gibi, mısır patlarcasına patlamıyordu? Ona göre korkanlar azalıyordu gitgide. Hep bu korkmayanlar yüzünden, hep onların yüzünden düzen bozuluyordu. Oysa şimdi biletçi sinmeliydi. Hatice hanım karşısında boynunu, suçunu bilen bir köle gibi bükmeliydi. Yıllarca hep öyle olmamış mıydı? Evde herkesin yemeğini boğazına dizdirir, Deliler Tepesi'ndeki gecekondulardan aldığı zavallı kızı sabahları uykusundan sarsarak uyandırır, evin çabuk çabuk, kimse uyanmadan temizlenmesi için başında beklerdi. Hep havada, hep dik tutmuştu Hatice hanım başını. Hep ürkütmüş, hep korkutmuş, adam etmiş, yola getirmiş, hadlerini bildirmişti suçlu gördüklerinin. Şimdi burada ne dediyse biletçi razı gelmemişti demek ki. Hatice Hanım'a karşı açıkça suç işlemişti. Ve bu cezasız kalıyordu. En dayanamadığı şeydi. Her vatandaş suçluların cezalandırılması konusunda birşeyler yapmalıydı. Tam soluk aldı, bağıracaktı ki "Tartışmayın isterseniz. İki biletim var. Birini size verebilirim dilerseniz." dedim. "Öyle mi?" dedi. "Aman sağolun. Doğru dürüst bakmıyorlar müşteriye. Parasıyle rezil ediyorlar insanı." dedi. Bu sözleri yüksek sesle, yan gözle gişedeki kıza bakarak söyledi. Kız aldırmıyordu hiç. Sırası gelmiş bir müşteriyle konuşuyordu şimdi. Kendince koyduğu kanun saydığı kuralları vardı Hatice hanımın. Onun kanun saydıklarını çiğnemek en büyük suçtu. Unutmazdı Hatice hanım... Affetmek sağlıksızdı ona göre... Mikroplara karşı ilaç kullanmamak, kanayan yaraya tentürdiyot dökmemek gibi bir şeydi affetmek. Uygar insan affetmez ve unutmazdı Hatice hanım'a göre... Uygar insan cezalandırırdı... Affetmek ve unutmak barbarlık ve ilkellikti, bu memleket yumuşak kalplilikten kalkınamamaktaydı. Kalabalığı yararak ilerledi. Aldığım suyun parasını ödemek için kasaya doğru ilerlerken onu gördüm. Tezgahın üzerindeki çikolataları bıkmadan usanmadan tek tek inceledi. Acaba hangisinin hem fiyatı hem kalitesi iyiydi? Kazık yemediği, en iyisini aldığı duygusunu edinebilmesi çok zor görünüyordu. Ansızın uzattı elini. Birkaç tane çikolatayı kaptığı gibi mantosunun cebine atıverdi. Çabuk adımlarla uzaklaştı oradan. Buz kestiğimi hissettim. Şaşkın adımlarla ardısıra sinema salonuna girdim.
"Baksana oğlum! Ben burada beklerken alem fırt fırt yerine oturuyor!" diye yer gösteren çocuğu azarladı. Çocuk duymak istemedi. Kadın beni gördü. "Burada haddini bilmeyen elemanları şikayet edecek bir makam yok mu? dedi. Korktum ben. Ses vermedim. Usulca oturacağımız yeri elimle işaret ettim. Bizden önce oturmaları suçmuşcasına insanlara söylene söylene yerine geçti. Yanyana oturduk. Mantosunun cebinden bir çikolata çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi önce çikolataya sonra etrafına baktı. Bence çikolatayı tutan avucu sıcaktı. Kanı sanki buradan yayılıyordu vücuduna. Sanki tüm gücünü bu sıcaklıktan alıyordu. Hışımla bana döndü. Sanki büyük bir kabahat işlemişim gibi "Araya girmeseydin, istediğim yerden bilet alacaktım. Böyle arkalarda kalmayacaktım." dedi. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Hatice hanım" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına aktım.
NOT: Yazının bazı cümlelerini Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı kitabından alıntıladım.