31 Mayıs 2013 Cuma

Bir Kitapla Hasbihal



Birkaç gündür evdeki kitaplıkta eski kitaplarıma göz atıyorum. Buna bir nevi eski dostlarla hasret giderme diyebilirim. Hatta bazılarının varlığını bile unuttuğumu şaşkınlıkla farkediyorum. Mahcubiyet hissederek elime alıyorum tabii... Bazı kitaplarımla ne uzun olmuş görüşmeyeli!.. Bazıları o kadar eski kitaplar ki, resmen öpüp başıma koymak istiyorum. Büyükbabamın mübarek eli misali. Her biri tek tek karşıma çıkıyor. Bazılarında bir naz, bir eda, sitem... Yüzüme bile bakmıyorlar resmen. 
İşte elimde tuttuğum, Fena halde Leman sözgelimi. Attila İlhan'ın 1960 larda yayımlanmış ve ortalığı toza dumana katmış romanı. Kimbilir ne zaman en son elime aldım? Kitabın ilk sayfasına baktım. 02.12.1991 yazıyor. Yirmi yıl önce okumuşum. Kitabın ilk iki sayfasına da, dayanamamış, o güzeller güzeli Üçüncü Şahsın Şiiri'ni yazmışım. Şimdi gözgöze geldik Fena Halde Leman'la... Anladım. Kitap resmen bana küs... Sanki başladı şiiri okumaya: "Gözlerin gözlerime deyince / Felaketim olurdu ağlardım" Nasıl mahcup oldum nasıl utandım anlatamam. Devam etti: "Beni sevmiyordun bilirdim / Bir sevdiğin vardı duyardım." İnan bunları duyunca neredeyse ağlayacaktım  Dedim ki ünlü romana: "Hayır, inanma! Yok öyle bir şey... Her kitabın yeri ayrı. Senin yerini başka kitap tutar mı? Olur mu öyle şey!" Kitabın adı Fena Halde Leman ya, kitabı bir an kadın sandım. 
Baktım... Kirpiklerini eğdi sanki, inan ki, üşüdüm içim ürperdi. "Yapma Fena Halde Leman! Unutur muyum hiç seni. Baksana içindeki cümlelere ne çok çizmişim. Şu ahir ömrümde kaç renk adı öğrendiysem senden öğrendim. Bak söyleyeyim istersen!"dedim. Dediklerim hoşuna gitti çok şükür!.. Güldü. "Söyle bakalım !" dedi. Attila İlhan'ın Fena Halde Leman romanında, altını çizdiğim renkleri tek tek saymaya başladım... 
Eğer kitap küsseydi bana... Ama eğer Fena Halde Leman küsseydi bana.. Eğer Attila İlhan küsseydi bana... İşte ozaman... FELAKETİM OLURDU AĞLARDIM!
 
Çatalkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun.
Deniz, Körfez’in içlerine gelindikçe, erguvan rengi.
Bu hakiki bir elektrik mavisi olup…
Asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yangın kızılı bir loşluk..
Soğuk gri gözlerinde örümcek kızılı bir parıltı belirir.
…… durduğu yerde duramayan, çarpıcı renkler: safra yeşili, buz beyazı, deliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun.…. vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı serseme çevriyordu.
…. batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar…
…. mavi yeşil bir sonsuzluğa ağır ağır demir alan, dalgın gemi…
… güzel atmaca gözleri vahşi yeşil...
delimsirek renkler ortasında yaşayan…
Gözleri porselen akı
su yeşili bir ışığa bulanmış, tavanı alçak bir salon…
Hardal sarısı bir loşluğa boğulmuş salon…
…. Ölgün renklerin doğurduğu külrengi pus, sütlü bir gece izlenimini veriyor…
kederli külrenginden subay hakisine kadar renkler, açıklı koyulu….
... örümcek kızılı ellerini uzatıp…
Şehvet kırmızısı bir aydınlıkta yüzüyorum,…
altın sarısı ve yosun yeşili
..morla eflatun arası gece!
..saçları platin beyazı
Koyu menekşe rengi, minnacık bir ağız.
Aydınlığı kükürt sarısı.
...Pere Duparc'ın masmavi kahvesinde...
Sivas ve Isparta halıları: boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi kırmızı ve ördek başı yeşil, imgelem çiçeklerinden derlenmiş bir masal bahçesi.
...yaldızlı sarı, kızılcık kızılı, yaprak yeşili, kehribar siyahı...
...şu bonbon pembesi dantelli yatak örtüleri..
... cırlak kırmızı ufak bir reno-alpine
... ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye...
... yaldızlı lacivedden sütlü sarıya kadar...
... cesed mavisi bir kız...
... süpürge sarışını...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Ve Düğümlere Üfleyen Kadınlar Ve Ben Ve Şaka Cehennemi.



Kızın arkasından zokayı yutmuş lodos balığı şaşkınlığıyla baktım. Ne diyordu bu kız Allah aşkına! Yoo... Başka türlüsü olamazdı. Biri bu kızı başıma sarmış, beni ustalıkla işletiyor olmalıydı. Yüreğimin pıtpıtını bastırmaya çalıştım. Hafızamı ışın hızıyla mıncıkladım. Tabii ya... Yıllardır detaylı  planlarla hunharca işlettiğim yıldızlar sayısınca  insan vardı. Her 1 Nisan günü, illa şaka yapacam diye günler öncesinden organize şakalar hazırlayan kimdi? Elbette bendim. Nisan ayında doğmamın nedeni buydu sanki. Sanırsam, daha doğarken şaka manifestom alın yazıma ince bir dantel gibi işlenmişti. Nisan 1 geldi miydi, adeta illüzyona girmiş gibiydim... Elimde değildi ki... Her sene, şaka yapma rekorumu yenileyemezsem bile,  eşitleme gereği illa hissederdim.  Yooo... Doğrusunu söylemek gerekirse, T.S. Eliot'un kehanetini doğru çıkarmaktı niyetim. Ne söylemişti koca şair?  "Nisan ayların en zalimidir." Şair sözünü her daim hakikat belleyen bir bünyeye sahiptim. Eee... Ne yapsaydım yani? Nisan'ın hakkını nisana verecektim. Bir nevi meslek sırrı saydığım için, yaptığım şakaları  anlatmak istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, yıllardır hiç acımadım kimseye...  Yalnız hayırsız değil...  Şaka yapma hususunda, hem kalpsiz hem zalimdim.

Nisan çoktan geldi geçti. Mayıs ayı bitti bitecek. Eee... Niye anlatıyorum bunları öyle değil mi? Bak şimdi... Kocaeli Kitap Fuarı'nın açılışının ikinci günüydü tamam mı? Benim öğretmen kardeşle fuar alanının giriş kapısında buluşmuştuk. İçeriye girmiştik ki... O ne? Aman Allahım! İğne atsak yere düşmezdi yani. Bir o yana bir bu yana koşuşturan gümbür gümbür insan seli... Kalakaldık. Yoo... Hoşumuza gitti aslında, bakma... Düşünsene... Sadece küçücük iki kitapçı dükkanı olduğu için üzüntü duyduğumuz bizim şehrin insanları kitap okumayı seviyorlardı demek ki... Ne güzeldi!... Sonra hiç aldırmadan gümbürtüye biz de bodoslama daldık tabi... Ama Allah seni inandırsın,  vık bile demedik. Kitapların sergilendiği salonlarda, eski kadim tapınakların içinde ilahi amaç için sessizlik yemini etmiş iki rahibe misali eteklerimizi salıya salıya üç tur atıp gezindik. 

Akabinde söyleşilerin yapılacağı salona doğru yürüdük. O gün arka arkaya bildiğimiz yazarlar söyleşi yapacaktı. Salonun ortalarda birer  sandalye bulduk. Oturduk. Ayşe Kulin'i dinlemeye başladık. Ayşe Kulin'in söyleşisi bitti. Şimdi Ece Temelkuran salona girecekti. Benim yanımdaki sandalyede oturan kızın kucağında Ece Temelkuran'ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar adlı son kitabı duruyordu. Biz bu kitabı henüz okumamıştık. Kardeşim, her zamanki zerafetiyle başını kıza doğru uzattı. Kitaba bakabilir miyim, diye sordu. Kız kitabı bana verdi. Ben kardeşime verdim. Kardeşim, kitabın  sayfalarını şööle bi dalgalandırdı. Arka kapağına göz attı. Kitabı bana geri verdi. Ben kitabın içini hiç açmadım. Sadece kapağına baktım. Kitabın sol üstünde tırnak büyüklüğü kadar bir köşesi, sanki sert bir cismin altında kalmış da sıkışmış gibi bükülmüştü. Gene tuhaflığımı sergiledim. Kıza kitabı verirken, kusurlu bir kitap satın almışsınız ama sakın dert etmeyin. Onu bu haliyle çok sevin olur mu, gibisinden, benden başka kimsenin anlam veremeyeceği  lakırtılar ettim. Tam o anda Ece Temelkuran içeriye girdi. Ben, kızı, kardeşimi, kitabı unuttum.  Söyleşinin mecrasına aktım. Söyleşi devam ederken, kardeşim, telefonundan birisine fısır fısır bişiler dedi. Sonra kulağıma eğilip, kocasının geldiğini, çıkması gerektiğini söyledi ve gitti. Onbeş dakika kadar sonra söyleşi, soru-cevaplar bitti.  Tam yerimden kalkıyordum ki, yanımda oturan kız sinirli sinirli, hiç beklemezdim sizlerden, tadında bişiler söyledi. Döndüm ona... Hayrola, ne yaptık, dedim. Ne olacak, bu benim kitabım değil. Benim kitabım böyle değildi. Aldınız benim kitabımı, kapağı arızalı kitabınızla değiştirdiniz, dedi. Hoppala! Ben mi? Yahut kardeşim böyle bir şey yapacak öyle mi? Olacak iş değil!




Hep ne derdim biliyor musun? İnsan kendinden eminse, üzerine bomba gibi kuru iftira gülleleri bile gelse...  Hiçbir şey etkilemez. Kale gibi olur, derdim.  Ben asla kızın söylediği gibi  bir şey yapmamıştım. Kardeşim de yapmamıştı. Emindim. Zaten Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ı daha önce hiç elimize almamıştık ki.  Eee... Sapasağlam, kale gibi olmalıydım harbiden. İyi de neydi benim o halim? Sana bir şey söyleyeyim mi? Asla kale gibi dimdik olamadım. Bırak kale gibi olmayı, kültablasına bastırılmış sigara izmariti gibiydi vaziyetim. Keşke gizli bir kamera olaydı da, çekimimi yapaydı. Durmaksızın kendimi ve kardeşimi savunmaya başladım. Masumdum... Kardeşimle ben masumduk ya... Günahımızı alıyordu.  Yapılır mıydı böyle bir şey bana? Çırpındım. Çırpındım. Neler yaptım neler? Çantamı açtım. İçini göstermek için kıza uzattım. Kitabın parasını vermeye kalktım. Kız söylediklerinde ısrar etti. Ben parasında değilim. Yapılan çok çirkindi, dedi. Sırtını dönüp gitti. İşte o zaman kızın arkasından zokayı yutmuş lodos balığı şaşkınlığıyla baktım. Nasıl yıkıldım anlatamam. Biri dokunsa ağlayacaktım. 

İşte tam o anda 1 Nisan şakalarım aklıma geldi. Kimbilir o organize şakalarımla kimleri üzmüştüm. Yaptığım şakalar neticesinde, kimbilir kaç kişi o anda benim düştüğüm vaziyette kendini hissetmişti. Ne zalimmişim. Feciydi. Şaka cehennemi diye bir şey varsa, bu dünyadaydı demek ki... İşte bu kızı karşıma çıkarmıştı felek... Sen misin organize şakalar yapan, anla bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu demişti belli... Yeminle cehennemi  damardan hissetmiştim. Önce, tövbe, dedim. Bir daha mı, şaka yapmak mı, asla! Sonraaa... Peki, bu kız, şaka yaptım, amma ciddiye aldınız ha, tadında bir lakırdı etseydi? O zaman ne yapardım? diye aklımdan geçti. Oh! Yüreğimde geniş bir ferahlama hissettim. Nasıl hafiflerdim anlatamam. Sevinçten kesinkes kızı şapur şupur öperdim. Hey! Şaka hoş bişiydi anlaşılan. Önce şaşırtan... Hatta acıtan... Ama nihayetinde uçuran! 

Keşke bu olup biten şaka olaydı. Değildi. Kız suçu başıma çakaloz etti. Yüreğime kızgın kurşun akıttı ve gitti. Gene de o kıza teşekkür etmeliyim. Bana beni öğretti. Vay canına sayın seyirciler... Düşündüğüm kadar kale gibi biri değilmişim demek ki.  

Sol üstünde tırnak büyüklüğü kadar bir köşesi, sanki sert bir cismin altında kalmış da sıkışmış gibi bükülmüş kapağı olan  Düğümlere Üfleyen Kadınlar adlı kitap benim elimde şimdi. Söyleşiden sonra, Ece Temelkuran'ın imza sırasına girmedim. Sadece kitabını satın almak için kalabalığın içine daldım. Bu kitaba orada rastladım. Kenara konmuş. Süklüm püklüm ve de üzgün öyylece duruyordu. Kitapçıya sordum. Daha önce kitabı satın alan bir kızın, kapağı ezik diye geri verip, düzgün kapaklısıyla değiştirdiğini söyledi. Deli gibi sevindim. Durur muyum? Hemen o kitabı bana verin lütfen, dedim. Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ı havada kaptım. Kitapçı şaka yapmış biri gibi güldü. Ben de güldüm. Yalanım yok... Kulaklarımla işittim. Düğümlere Üfleyen Kadınlar kahkahayla güldü. Güldük biz:)

26 Mayıs 2013 Pazar

Yaz Mevsimine Selam Çakmak...



Şşşttth! Sakın sesini çıkarma e mi!..  Çok şükür,  güneş az önce dünyanın bu köşesinden elini ayağını çekti. Güya ilkbahardayız değil mi? Nerdee? Sanki cayır cayır yaz günlerindeymişiz gibi.  Hava nasıl sıcak... Feci... Feci... Du bi... Elimde özel bir tarif var. Hiç yüksünmeden uygun adım marş bu yokuşta yürüyeceğim. Parmaklarımın ucunda seke seke evin patikasından bahçeye geçeceğim. Bu benim organize hazırlandığım oyunlarımdan biri.  Elimdeki tarife harfiyen uyacağım. Karanlık basar basmaz,  yaz hayallerimden biri olan Sıcak Bir Yaz Gecesi Yıldızların Altında Kitap Okumak hayalimi gerçekleştirivereceğim.  Bak şimdi...

Tarifi: (malzeme tek kişiliktir.)
***********************************
1 adet dut
1 adet bülbül
3 adet sivrisinek
1 adet varsa ağustosböceği
3-4 tane ateş böceği
Yazısız boş bir kitap
Bir üflemelik mum ışığı
1adet ay ışığı, yerlisi çıkmışsa dolunay
Yaslanmak için geniş gövdeli bir ağaç
Sık dokulu çimen
Bolca oksijen
Aldığı kadar sessizlik. 
İrili ufaklı taze yıldız
Sıcak yaz havası (gece toplanmış)
 

Not: İlla bahçe olmayabilir. Balkon ve teras da olabilir, ama aynı tadı vermeyebilir.




  Yapılışı:
********************************
 Bol oksijenli sıcak bir yaz gecesi, ay doğar doğmaz, bir adet dut bülbüle yavaşça yedirildikten sonra ateş böcekleri serbest bırakılır. Bir üflemelik mum yakılır, sivrisinekler ve ağustos böcekleri tek tek salınır. Ağaç gövdesine yaslanıp ya da çimenlere uzandıktan sonra boş sayfalı kitabın yapraklarına gökyüzünden taze yıldız serpiştirilir. Nane etkisi yapan yıldızların ferahlığı hissedilir hissedilmez, muma üflenir, gözler yavaşça kısılıp yaklaşık iki saat, iç çekilinceye kadar boş kitaba sarılarak hayal kurulur ve sessizliği dinleyerek uyunur."

Of! Ben var ya bu tarifi, Ferudun Oral'ın Fark Etmemişim Bilmiyordum adlı kitabında okumuştum. O günden sonra  sıcak bir yaz gecesi yıldızların altında kitap okuma fikrini, tarifine uygun olarak gerçekleştirmeyi aklıma koymuş, fena halde hayalini kurmuştum. Geçen sene yapmıştım. Ah! harikuladeydi. Du bi... Bu yıl zamanı geldi işte...  Sakın sesini çıkarma e mi? Çünkü bütün malzemem tamam. Şşşthh!.. Bana sadece,  aldığı kadar sessizlik gerek şimdi:)
 

24 Mayıs 2013 Cuma

Zamanın Değişmeyen Ruhunu Oktay Akbal Ve Şenol Bezci İle Yakalamak.



  "Önce ekmekler bozuldu, sonra herşey.  
Çünkü dünyada savaş vardı. 
İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı."



 
 "Bizler okulu bitireli yıllar oluyor. İhtiyarladığımızı bile duyanlarımız var. 
Savaş en iyi yıllarımızı elimizden aldı, bizde en kutsal olan şeyleri yok etti. 
Sabah, akşam işimize gidiyor, geliyoruz. 
 Yüksek okula girenlerimiz de oldu. 
Onlar da gençlikten çıktılar. 
 Hepimizi kötü düşünceler, çirkin duygular kapladı. 
Barış günlerinin insanları artık yok. 
Nice tanıdığım insanların şimdi hepsi bana yabancı geliyor. 
İyileri kötü, cömertleri hasis, duyguları katı yürekli oldular. 
Ah, o ekmeğin bozulması, insanların mayası muhakkak ki ekmektir." 





"Bu dünya bir kere daha değişecek. 
Belki eski halini almaz, ama zararı yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. 
İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. 
Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor... 
Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. 
Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. 
Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek."




 Yazılar - Oktay Akbal'ın, 1944 yılında, 2. Dünya Savaşı  zamanında,
21 yaşındayken yazdığı Önce Ekmekler Bozuldu adlı kitabından

Çizimler - Şenol Bezci'nin web sitesinden.
 2012



22 Mayıs 2013 Çarşamba

Kahve Molası - Peki, Öyle Olsun!



Az önce radyoda İskender Doğan’ın Kan ve Gül’ü çalıyordu. Ah! Bu şarkı... Ah, bu şarkı gene anılarımı canlandırdı. Bak şimdi… Bazan sana da oluyor  mu bilmiyorum. Bazan çok korkuyorum. Böyle böğrüme tarifsiz taş gibi bir şey oturuyor. Asıl söylemek istediğim cümleler boğazımda düğümlenip birikiyor. Konuşamıyorum.  Sanki... Sevgi sadece  eski dilde bir kelimeymiş gibi geliyor bir an... Bırak hissedebilmeyi, sevgi kelime olarak bile unutulup gitmiş gibi bir kanaate kapılıyorum. Sanki hepimiz robotlaşmışık. Sanki hepimiz aynı renkmişik... Ne bileyim? Mesela hepimiz yeşilmişik.  Öylee… Hissizmişik…  Sanki rüzgârın estiği yöne eğilen sazlarmışık, gibi geliyor anlatabiliyor muyum? Ne fena bir duygu bu!.. Derhal bu hislerden kurtulmak istiyorum. 


Biliyor musun, Sadık Şendil’e “Bizi biz gibi anlatan usta.” derlermiş. Gülen Gözler, Bizim Aile  ve  Neşeli Günler  adlı filmlerin senaryosunu Sadık Şendil yazmış.  Fakir ama gururlu bir baba rolünde Münir Özkul,  ne kadar geleneksel olursa olsun evi yönetenin asıl  anne olduğunu sergileyen  Adile Naşit  ve ailenin şahaneliğini bilen kızlı erkekli evlatlar... Bu filmleri tekrar tekrar seyretmek değil, hayal etmek bile, kimi zaman yok olduğunu düşünerek korkuya kapıldığım sevginin varlığını  hatırlatıyor bana. Senaryo gereği ne kadar  inatlaşılırsa inatlaşılsın, ne kadar sürtüşmeler, didişmeler olursa olsun, bu filmlerde, günümüzdeki pek çok sinema filmlerinde ya da televizyon dizilerinde artık görmediğim bir saflık, bir masumluk ve asıl mühimi sevginin varlığı hissediyorum. Sevginin kayıp ruhu acaba bu filmlerde mi gizli?  Bu filmlerdeki kahramanları hatırlamak  bana ilaç gibi geliyor. Ümitsizliğim gidiyor. Yaşam sevincim diriliyor. Az önce içim kararmış, korkulu bir halim vardı ya…  Bak aklıma kimi getirdim? Vecihi'yi! Vecihi kim mi? Anlatacağım işte...Du bi...

Aynı Münir Özkul, Adile Naşit gibi her üç filmde oynayan biri daha vardır hani... Şener Şen…  Gülen Gözler’in unutulmaz karakteri  Vecihi…  Nasıl muhteşem bir film kahramanıdır hatırladın mı? Bu filmde resmen abartı ustasıdır. O kadar abartır ki, uçakla evlerinin üzerinden süzülüp sevdiği kıza pencereden gül atacak kadar romantikleşmeyi abartır icabında… 

Şimdi diyeceksin ki, yazına  Kan ve Gül le başladın, Vecihi'ye nasıl geldin? Şöylee...  Vecihi'nin sevdiği kızın kardeşinin düğününde sahneye çıkıp İskender Doğan’ın Kan ve Gül adlı şarkısını söyleyerek, bir türlü kızının kendisiyle evlenmesine izin vermeyen sevdiğinin babasına, “seviyorum, veriyor musun?”, “ağlıyorum, veriyor musun?”, “istiyorum,veriyor musun?” diye şarkı söylediği sahne vardır... Of! Sevdiceğinin babası karşıdan her seferinde kafasını "hayııır" diye iki yana sallayınca... Ahh! Vecihi'nin öyle bir "peki öyle olsun" deyişi vardır ki... Yok... Bu filmler anlatılmaz. İlla seyretmek gerekir. 

Babasından, annesine, çocuklardan, damatlara, gelinlere...  Ustasından, müteahhitine, aşığından, sevgilisine.... Bu filmdekiler benim memleketimin insanlarıdır diye içimi büyük bir sevinç kaplar. Sevgi kazanır ya bu filmlerin sonunda... Yüreğimde tekrar sevginin filizlendiğini hissederim. Sevgi ne hoş melodisi olan bir kelimedir... Ve  Sevgi ne harikûlade bir histir.  

İşte ne vakit Kan ve Gül şarkısını işitsem  aklıma  hep Vecihi gelir. Sen niye Vecihi'yi düşündüğümü sandın? Öyle muzip muzip gülme... Gerçekten çok fesatsın:)