2005 senesiydi.
Yüreğim ümitsizce aylarca dağlanmış, sonra da sanki hiç ısınmayacak gibi
düşündüğüm acı bir üşüme duygusuna terkedilmişti. İki gün de olsa nasıl ihtiyacım
vardı biraz uzaklaşmaya… Annemi zalim bir hastalığın pençesinden tüm uğraşmalarımıza
rağmen kurtaramamıştık… Ellerimizden kayıp gitmişti… Hakikaten içim hem acıyor
hem de üşüyordu. Ne kadar belli etmemeye çabalasam da, bu ruh halim suretime
yansıyordu.
İnsanları
acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını
düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırtımın sıvazlanması, avutucu sözler garip
ve kifayetsiz geliyordu bana… Kendim aşmalıydım bu süreci ve içimde
küllendirmeliydim bu acıyı… Zaman her şeyin ilacı olacaktı da zaman geçsin
istemiyordum ki… Zamanı durdurmuştum kendimde… Bu gidişatım iyi değildi
hissediyordum. Çevremdekilere haksızlık etmemeliydim biliyordum…
Viyana iyi
gelecekti bana… Sıcak, hareketli, cıvıl cıvıl insanlarla dolu şehirler değil,
soğuk, yağmurlu, gri, kasvetli bir yere ihtiyacım vardı… Ruhumu yansıtan, bir
depresyon şehrine.. Belki hayata asılmama yardımcı olabilirdi
Tuna kanalı kıyısında yapacağım yürüyüşler… Viyana'ya gitmeye karar verdim.
Viyana ilk
bakışta sakin bir şehir görüntüsü vermişti bana. Koşturma yok… Telaş yok… Panik
yok… Sanki şehrin ritmiydi bu… Şehir bir içe kapanma, muhabbete gözlerini kapama halindeydi sanki… Tam içinde
yaşadığım ruh halinin ritmindeydi. Mozart’ın notaları dolanıyordu şehrin
üstünde... Mozart’ın müziği eşliğinde, Viyana’yla aynı ritimde vals
yapabileceğimizi hissetmiştim. Bu şehirle ruhum tam denk düşmüştü.
Şehrin
sokaklarında başıboş dolanıyordum. Viyana gizemli ve medeni bir şehir görüntüsü
sunmaya devam ediyor, kültürü ve zenginliği ile gözümü kamaştırıyordu… Bir yerde
okumuştum. "Viyana’da iki günden fazla kalmayın" diye yazıyordu. Eğer ruhunuzdan
hoşnut değilseniz, önce görkemiyle göz boyarken, ardından ruhunuzu ele
geçiriyormuş. İki yüzyıldan beri Viyana dünyanın psikoloji ve psikiyatri
merkeziymiş. Gugging Hastanesi günümüzün en iyi “Bakırköy”ü olarak
bilinmekteymiş. Gerçekten Viyana’nın deli ettiği değerli insan sayısı
azımsanmayacak kadar çoktu. “Freud,
Nietzche, Mozart, Beethoven” aklıma geliyordu. Bunları düşünürken sokaklarda
kendi kendine konuşan, dalgın dalgın yürüyen insanları fark ediyordum…
Kentte bütün
yollar Stephansdom’a çıkıyordu. Haşmetli, gotik ve kapkara haliyle bu katedral, kesinlikle şehrin ruhunu simgeliyordu. Söylentilere göre katedralin mimarı ruhunu
şeytana satarak bu binayı yapmış. Kilisenin altında, kara veba sırasında ölmüş
insanların gömüldüğü mezarlar varmış. Ne cesaret ne de metanetim vardı bu dehlizleri
görmeye… Giremedim… Burası Stephansdom katedralinden adını alan güzelce bir
meydandı aynı zamanda. Her köşe bir kafeydi… Kafeler cıvıl cıvıl... Ama eksik olan
bir şey vardı sanki. Demezler mi Viyana için “Ne Paris kadar aşık, ne Roma kadar
tarihi, ne Prag kadar görkemli, ne de İstanbul kadar gizemli “ diye …
Hakveriyordum bu söze… Ya da gözlerim gene yüreğim gibi görmek istiyordu.
Yorgundum…
Viyana kahve ve pasta demekti ya, aynı zamanda… O yağmurlu sonbahar
gününde, Viyana’nın her köşesinde mevcut olan kafelerden birine
dalıyordum… Söylentilere göre Viyana kuşatmasından sonra Türklerden kalan
torbalar dolusu kahveyi bir Polonyalı bulmuş ve sonra da bunları satmak için
bir kafe açmış… Böyle başlamış kahve ile Viyana’nın ilk tanışma hikayesi…
Kendime sıcak bir melange söyleyip önce sokağı seyre koyuluyordum. Viyana
önümden akıp geçiyordu... Sonra kitabımı açıyordum.
Her seyahatimde
yanımda mutlaka kitaplarım olur. Bu kez bana arkadaşlık eden Orhan Pamuk’un
Kara Kitap'ıydı… Romanın baş döndürücü, uzun, mistik cümleleriyle, Viyana’nın
barok mimarisi bu kadar mı denk düşer diye düşünüyordum… İkisi de ne kadar
karanlık… İkisi de ne kadar gizemli! Haliçteki hazineler, yeraltı dehlizleri,
görev için yola düşen cellatlar, tebdil-i kıyafetler, her yüzün ardında başka
birini görmek, küçük yaşta evlendirilen zavallı prenseslerin hikayeleri, büyülü
kentlere yolculuk, neler yoktu ki Kara Kitap'ta... Ya Viyana... Veba salgınıyla, Yahudi
katliamıyla ya da savaşlarda ölen insanlar… Habsburg Saraylarında gördüğüm o
ihtişamlı yaşantıya karşın Kraliçe Elizabeth (Sisi) nin oğlu Rudolf’un,
Mayerling de intihar etmesi… Marie Antoinette'in (Hani halkı için ekmek
bulamıyorlarsa, pasta yesinler diyen Fransa Kraliçesi) giyotinle idam
edilmesi... Sisi'nin bir suikast sonucu ölmesi... Orhan Pamuk İstanbul’un gizemini
anlatıyordu... Viyana ise kendi karanlık geçmişini… Hanedanın yaşadığı görkemli
salonları geziyordum… O ne ihtişam. Ne şaşaa! Kara Kitap’ta Galip’in peşini bırakmayan gölge gibi sanki Sisi’nin
gölgesi de peşimi bırakmıyor gibi geliyordu bana… Viyanalılar her şeye Sisi’yi
resmetmişler. Her yerde karşıma çıkıyordu.
Viyana’da
kitapçılar muhteşemdi. Kahve kokusu kadar kitap kokusunu da çok seviyorum..
Orhan Pamuk’un Almanca’ya çevrilmiş kitaplarını kokluyorum fırından yeni çıkmış
memleketim ekmekleri gibi… İndirime girmiş 1960, 1970 1980,1990 yıllarını
anlatan İngilizce dört kitap alıyorum nasıl taşıyacağımı düşünmeden gene.. Kendi kendime “Daha
iyisin " diyorum. Uçaktan son kez şehre bakıyorum.
Hoşça kal
Viyana ! Efkârlı günlerimin gizemli şehri…
2005.. acınız hala taze bence :(
YanıtlaSilviyananın havasını, griliğini ben de çok sevdim belki karamsar yapımı beslediği için.kitap desen tam seçilmiş sanki, çivi çiviyi söker misali. Allah rahmet eylesin :(
yazı harika olmuş özellikle viyana hakkında hiçbirşey bilmeyen benim için çok faydalı ve harika bir yazı
YanıtlaSilSağol Buket.
YanıtlaSilFaydalı olduysam ne mutlu canıma,
YanıtlaSilasayra kurt:) Sağolun.