Sabahattin
Ali'nin o güzelim şiirini bilirsin. İlla bilirsin. Nükhet Duru
söylerdi bir vakitler hani... Dilimizden düşmezdi. O vakitler ömrün toy
saatleri... Birhan Keskin der ya...
"İçimin de dışımın da
olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı...
Şimdilik, dünya geniş ve ılıktı... Biz kendi ılık dünyamızın içinde
salınan, uçuşan perilerdik."
Sanırım aynen böyleydim işte. İnsanî acılarından habersiz. "Nerede o başı dağlı, aşkı leyla?" ya da mecnun durumu... Yoktu henüz... "Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza... Dünyada bulunmanın bahaneleri" der
Birhan Keskin...
Henüz hepsinden habersizdim. Şimdi düşünüyorum
sanırım anlattığım gibiydim. Evet, evet... Öyleydim. İnsan olan
yerlerim henüz acımıyordu. Metin Üstündağ'ın dediği gibi taksimetrem henüz pişmanlıklar yazmıyordu. Yaşadıkça "hep cız oluyor bir tarafım hep uf" vaziyetlerini
henüz bilmiyordum. Etrafımda sevdiklerim vardı. Mutlu olduğum bir
ortamda yaşıyordum. İyi ama, bütün bu güzelliklerin ortasında, tuhaf
bir his yüreğimde yeşermişti. Edip Cansever der ya hani... "Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda... Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi..." O
duygumu nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Tuhaf bir his...
Sadece o
yaşlarda kalsa iyi... Bitmedi... Yaşam boyu zaman zaman görüyorum ben o
iniltiyi... Mutsuzlukla ilgisi yok anlatabiliyor muyum? Bilakis
mutluyken daha fazla biliyorum. Şaşırtıcı bir his. Sahiden suyun tuzda
yanması gibi... İçin için mânâsız bir efkâr hali... Dışardan kimsenin
farkedemediği bir sessizliğin içimi ve dışımı kaplaması... Gene bir
şiirle, Edip Cansever'in dizeleriyle ifade edebilirim belki.
"Ne
peki? Yere dökülen bir un sessizliği mi? Göğe bırakılmış bir balon
sessizliği mi? İşini bitirmiş bir org tamircisinin... Tuşlarından birine
dokunacakkenki... Dikkati mi tedirginliği mi... "
Bilmiyorum. Acaba Sabahattin Ali'nin o güzelim şiirinde yazdığı dizeler hislerimin tam tercümesi olabilir mi?
"Beni
en mutlu günümde... Sebepsiz bir keder alır...... Anlayamam
kederimi... Bir ateş yakar derimi... İçim dar bulur yerimi... " Acaba şair aynı hislerle mi yazdı bu şiiri? Diyor ya... "Ne kış, ne yazı isterim... Ne bir dost yüzü isterim... Hafif bir sızı isterim..."
Bilmiyorum...
Yıllardır çözemediğim bir bilmece sanki... Acaba şiirlere ve şairlere
meftûn olmam içimdeki tanıyamadığım bu his sebebiyle mi? Şiir yazmaktan
korkuyor olmam... Gene de şiir okumadan duramamam... Şiirden etkilenen
bir bünyeye sahip olmam... Bazı şiirlerin başımı döndürmesi...
Ayağımı yerden kesmesi... Kolaylıkla şiir çarpmasına uğruyor olmam
yani... Acaba bu tuhaf his sebebiyle mi? Niye böyleyim? Cevap yok! Gene
Edip Cansever'in dizelerine sığınarak bitireceğim yazımı....
"Büyük
bahçelerin küçük içinde... Saksılardan birinde... Gördüm de... Uyurken
uyandırılmış gibi... Beni bir sardunya büyüttü belki." Evet... Evet... Beni bir sardunya büyüttü belki.
Bak, ne anlatacağım. Tesadüfen bir yazıya denk geldim tamam mı? İnanılacak şey değil. Anlatacağım yazıyı, resmen
Rüya Tabirleri diye okumuştum. Gerçekten… Eğer Riya
Tabirleri diye okusaydım, ilgilenir miydim, bilmiyorum. Gene
konuya bodoslama tersinden başladım değil mi? Heyecanlıyım da biraz... Ne olur
kusuruma bakma benim. Bildiğim aylardan Haziran, günlerden Çarşamba...
Bu sabah... İşim nasıl başımdan aşkındı
anlatamam. Sanal alemde bir ara, Riya Tabirleri’ne denk geldim.
Ayakta bile rüya görmeye meyilli bünyem dürttü beni. Merak ettim.
Riyayı rüya diye anlayınca ne yazıyor diye okumak amacıyla, işe az biraz
ara verdim. Okumaya başladım.
“Riya Tabirleri sitesi, yeryüzünde adalet diye bir derdi olanlar için kuruldu. Olmayanın başına da bu derdi sarmak için.”
Hoppala! Ne diyordu Allah aşkına… Rüya tabiriyle adaletin ne ilgisi vardı? Okumaya kaldığım yerden merakla devam ettim.
“İnsanlığın
dörtte birinin gözden çıkarıldığı, öbür dörtte birinin ağır, pis ya da
sıkıcı işleri yaptırmak üzere kenarda bulundurulduğu, yüzde beşin,
aklına esen her şeyi alsa, yese içse tüketemeyeceği servetini daha da
çoğaltmak için türlü dalavera çevirdiği, çoğunluğun, başkaldırmak yerine
zalimin zorbanın artığından pay almaya çabaladığı, feci bir dünyada
yaşıyoruz. Bazılarımız farkında bile değil; onun gezip dolaştığı
yerlerden “ötekiler” görünmüyor. Çoğumuz farkındayız; “ben”liğimize
öylesine sarılmışız ki, başkalarına sarılmaya elimiz kolumuz halimiz
kalmamış. Bugünün hayatı, riya üzerine kurulu. Tabirlerini burada
bulacaksınız.”
Bu cümleler sarstı beni tamam mı? Vicdanımı kışkırtı anlatabiliyor muyum?
Şaşırdım kaldım. Sanırım gene ayakta rüya görüyordum. Bu bir uyarı
olmalıydı bana… Bu uyarıyı yapan kesinlikle beni çok iyi tanıyor olmalıydı. Çünkü yazısına
şöyle devam ediyordu.
“Siftahı, içerik bakımından da, teknik olarak da biraz tuhaf bir filmle yapalım.”
Demek
bu uyarıyı yapan kişi, sinemayı sevdiğimi biliyordu. Sanıyorum bana
şöyle bir şey söylemek istiyordu... “Yiyiyorsun… İçiyorsun…
Tüketiyorsun… Tüketiyorsun… Sen bu hayatı yaşarken,dünyayı
sadece kendi çevrenden ibaret zannediyorsun. Hayatın anlamını azıcık
düşünmek istesen, kurulu düzen rahat vermiyor zaten. Sen mışıl mışıl
uyumana devam ediyorsun. Bak, önüne kadar geldi film. Haydi, biraz
gayret et... Hayatının nelere rağmen inşa edildiğini bu filmde
seyrediver bari bi zahmet.” Nasıl utandım anlatamam. Hemen önümdeki
poliçeleri yana ittim. Bilgisayarımın ekranını önüme çektim. Tasarım, hammaliye
ve metinin Ümit Kıvanç’a ait olduğunu öğrendiğim16 Ton Vicdan ve Serbest Piyasaya Dair Bir Film’i ibretle seyrettim.
Sözümü fazla uzatmak niyetinde
değilim. Ama bu yazımı şöyle bitirmeliyim. Tüm haksızlıklara, adaletsizliklere rağmen bu dünya halen dönmeye devam ediyorsa Ümit Kıvanç gibi insanların sayesindedir. Eminim.
Mevsimlerin bizim âşıklarımız olduklarını bilmezdim
Bizi duysunlar diye doluyorlarmış meğer etrafımıza
Koynumuzdan her geçişinde kendine yol edermiş bir mevsim
Ve gelirmiş sargımız kalkıverince uyarak çağrımıza.
Ruhu saran zevklerden sözaçtı da nice yıldır nice insan
Kimseler anlatmadı sargıların kaldırıldığı zamanı
Söylenmedi çıplak kaldı mı ruh neydi hemen rengi koyultan
Neydi öperken akıtır öpülürken pıhtı kılardı kanı
Özlenen bir pişmanlık diye tarif ederler aşkı sorarsak
Ve her sevilen nobran biraz her mevsim severken birer zorba
Çözülür tirleşir çatık ten sonra tekrar toparlanıcak
Farkederiz üstümüzde bir çentik hangi mevsimden acaba
Herşey bir soruyu katederkenki hayatımız kadar ürkek
Taze şarap herbirimiz son korkusuna garkolmaya teşne
Köhneleşmekten kaçarken güç ararız kahverengi ve erkek
Böyle kalır bir güz lekesi yükü artan göklerden kinâye
Yani hataya önceye ait önce öbür yüz öpülecekti
Öbür gölden içecektik kaplamasaydı çabuk sineyi kış
Üşüdük terkedilmekten utandık ruh kendini içe çekti
Aldırdık aldanmak için çentik dedik oysa sadece yanlış
Koyverin matemi tasvire çengiyle köçek çullanadursun
Her yanlışı yeşeren dal fışkıran otla kapatsak n'olur
Ağlayış buldu eşin neydi adı ko bahar coşkusu olsun
Yüze vurmaz artık elem yapışır âdeme göğsünde solur
kitâbe
Bende mevsim denilen üftâdelerin yardığı yer apaçık
Esebilsin sevgililer diyerek cân içre dünden hazırım
Korkarım kalmazsa sevişmekten bir yangılı yer ya da sıyrık
Ömrüm fenâlıklara kayıp ağulanmazsa ben ne yaparım
Şiir - Mevsimlerin İnsanlara Yaptığı Fenalıklar / İsmet Özel
Dünya güneşin etrafında dönmeye devam ediyorken,
kendi etrafında gene bir tur atıvermişti. Gene anlayamamıştım nasıl
olduğunu...Cuma kalan işlerini Cumartesi'ne devredivermişti. Eli kulağındaydı işte... Haziran, bayrağını Temmuz'a bırakmak üzereydi. Radyoda Yüksek Sadakat "Dünya döner tek
bir yana... Doğsun diye bir gün daha..." diye şarkı söylüyordu. İyice
bellemiştim. Dünya hep dönmeye devam edecekti... Günler, haftaları... Haftalar, ayları... Aylar, mevsimleri... Mevsimler, yılları izleyecekti... Şu fani ömrümüzde... Felek kimbilir başımıza, akla hayale
gelmeyen, ne çoraplar örecekti?
İşte yaz mevsimi, güneşi sımsıkı kucakladı. Getirdi, bizim coğrafyaya tüm endamıyla yerleştirdi. Bu durumda, gücünü güneşten değil rüzgârdan alan bencileyin biri için, enerjisini ekonomik kullanma vakti geldi. Yaz uykusuna yatabilirim. Biliyorum elbette... Hayat planlamaya gelmez. John Lennon ne demişti? "Hayat, sen başka planlar yaparken, başına gelenlerdir."
Diyeceğim odur ki... Az önce... Hayata... Çıkarıp silahımla rozetimi, kendi ellerimle teslim ettim. Yaz sonuna kadar Hayal Kahvem'e ara vermeye niyetlendim. Kahve Molasından... Yaz molasına... Güz gelince... Rüzgârla depolanmış enerjimle görüşürüz kısmetse... Belki Hayal Kahvem'de... Kimbilir? Belki bambaşka bir sanal alemde.
Düşünsene...
En güzel kış, kış mevsiminde mi yaşanır sence? Yoo! En güzel kış, yaz
mevsiminde kışı hayal etmekle yaşanır! En güzel kış, yaz mevsiminin
bunaltan sıcağında, kışı hatırladığımız zamanlarda yaşanır. Ben, kışı
soğuğu değil, cehennem misali yaz günlerinde; kışı, soğuğu, rüzgarı
hayal etmenin içimde uyandırdığı hisleri seviyorum.
Peki
çizgi roman, en güzel kış mevsiminde mi okunur sence? Yoo... Kış
mevsiminin getirdiği zorluklardan azade, rutinin sakin limanına demir
atmış bu sıcak yaz günlerinde, karlar altında geçen bir çizgi roman
macerasını okumanın tam vaktidir aslında. Ben kışın soğukta değil,
cehennem misali yaz günlerinde, kışı, soğuğu, rüzgarı hayal ettiren
çizgi romanları okumayı seviyorum.
Manavın tezgahına tüm merakımla baktım. Yooo. Bu gördüklerim kiraz değildi. Eminim. Vişneydi. Evet, vişne… Vişneyi görünce, dilimin değil yüreğimin kamaştığını gene hissettim. Çünkü annemi düşündüm. Annem şahane vişne reçeli yapardı. Ben...
Mutfakta... Annemin vişne reçeli yapışını mutlulukla izlerdim. Beyaz bir
elbise giyerdi. Kestane rengi saçlarını omuzlarının üzerine dökerdi.
Arada tek elinin tersini ensesine sokar, önüne düşen saçlarını arkaya
doğru iterdi. Allahım, nasıl da güzeldi. Masallardaki peri kızları
böyle olmalı derdim. Oturduğum yerde yanaklarımı avuçlar, dirseklerimi
masaya dayardım. Büyük bir hayranlıkla annemin vişne reçeli pişirmesini
seyrederdim. Annemin mutfaktaki küçük radyosu hep açık olurdu. Radyodan
dokunaklı bir tango sesi gelirdi. Annem akan suyun altında vişneleri
teker teker yıkarken, melodinin peşi sıra şarkıya eşlik ederdi. Çok
küçüktüm. Nereye otursam ayağım yere değmezdi. Sandalyenin boşluğunda
sarkan ayaklarım müziğin ritminde kendiliğinden ileri geri giderdi.
Akan suyun şırıltısı, radyodan gelen içli şarkı, annemin huzurlu
mırıltısıyla iç içe geçerdi. Beni bu sesler sarhoş ederdi. Başım
dönerdi önce. Sonra mutfak dönerdi. Sonra her eşya olduğu yerde ayrı
ayrı dönerdi. Büyülenirdim. Annemin susmasını hiç istemezdim. Çıt
çıkarmadan sessizce izlerdim. Tam o anda… Tam o anda işte… Annem usulca
başını bana doğru çevirir… Gülüverirdi. Allahım, onun gibi güzel olmayı
ne çok isterdim! Tüm şefkatiyle gözlerimin içine bakar “Tatlı kız.
Sen ne uslu şeysin öyle!” derdi. Çocukluk işte… Yüreğim hemen kabarır,
sevinçle pır pır ederdi. Ben söz dinlerdim. Hemen karşılık verir ben de
ona gülerdim. Acaba gülüşüm anneme benzer miydi? Dayanamaz elindeki
vişnelerden birini ağzıma atıverirdi. Komik mimiklerle yüzümü
ekşitirdim. “Şımarık kız gene abartıyorsun” derdi. Ama şakalarıma hep
çok gülerdi. O gülünce yüreğim havalanırdı her seferinde... Ben de
gülerdim. Gülerdik birlikte… Vişne aklıma gelince, dilimin değil
yüreğimin neden kamaştığını şimdi anladım. Annem cennette vişne reçeli
yapıyordu belki… Öyle işte…
Selda'nın yukarıdaki fotoğrafını gördüğüm an, "bittim ben!" diye
düşündüm. Uzun zamandır bağlama çalmayı öğrenmek istiyorum. Ara ara
nüksediyor bu arzum. Bu kez kolay uyum sağlamak niyetiyle, kendime
hemcinsim bir rol model arıyorum. Düşünüyorum... Düşünüyorum... Aklıma
bir tek eskilerden elinde bağlamayla şarkı söyleyen Selda Bağcan geliyor
nedense. Artık kararlıyım ya bağlama öğrenmeye... Selda'nın bağlamalı
fotoğraflarına bakmak istedim. Az önce sanal dünyada fotoğraflarını
bulmak üzere dolanmaya başladım. Denk geldiğim ilk fotoğrafına baktım
ki o ne? Bağlama değil de gitar yok muydu Selda'nın elinde. "Eyvah!"
dedim. "Allahım bağlamalı bir kadın rol model bulamayacak mıyım yoksa
kendime?"
Tuhaf huylarım vardır. Biliyorum temkin süzgeçi eksik benim
bünyemde. Bir şeye karar verirken bi dur bi etraflıca düşün di mi?
Nerdee? Her bişeye kolay heves ettiğim gibi, moralman şıppadanak
çökerim. Kendime inancım çapçacık yıkılır. Hemencik kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmış
gibi hissederim. Ne denir? "Savaşı kazanan, kılıcı keskin iri
savaşçılara sahip olan değil, morali
yüksek savaşçılara sahip olan taraftır." Bu sözü kim demiş, ne zaman demiş, niçin demiş diye sakın
sorma. Laf aramızda inan bilmiyorum. Valla ne bileyim, kalmış işte
hafızamın tozlu bi çekmecesinde. Helee... Sen sen ol... Lütfen, bu söz
ne alaka filan sakın deme. Bende yüksek moralli savaşçı ruhu olmayınca.
Anlasana... Bittiğimin resmidir. Biterim... Biterim! Misal bu ya
bağlama çalma hevesimden şıp diye vazgeçebilirim.
Neyse ki, Cumhur Canbazoğlu'nun, gelecek nesillere kaynak olsun diye
yazdığı, Kentin Türküsü Anadolu Pop Rock adlı kitabı var şu an elimde.
Şu kitap denen nesne var ya, her derde deva yeminle. Allah razı olsun
Cumhur Canbazoğlu'ndan. Bu kitabı morasiz ruhuma ilaç gibi geldi... Bak
şimdi. Kitabının 222. sayfasından itibaren altı sayfayı Selda'ya
ayrılmış. Selda 1948 yılında Muğla'da doğmuş. Ortaokula giderken gitara
ilgi duymuş. Bak burayı iyi dinlemelisin... Çünkü ismini ilk olarak bu
kitapta okuduğum Catherina Valente'nin, Aşk ve Müzik filmini izlerken,
Selda'nın içinde şarkıcı olma merakı uyanıvermiş. Al sana rol model
durumu... Gördün mü, anlatmak istediğim budur işte.
Sonra eve alınan
teyp, radyoda dinlediği Latin şarkıları teybe kaydetmeler, sonra bu
şarkıları söylemeye başlamalar filan... Yani bir bakıma eve alınan teyp
sayesinde şarkıcı olmaya başlar. Lise bire giderken sahneye çıkar.
Alpay'la tanışır. Alpay'ın sayesinde banda çekilen şarkıları Ankara
Radyosu'na gönderilir. Rahmetli Fecri Ebcioğlu İstanbul Radyosun'da bu
şarkıları yayınlar. Ailesinin ısrarıyla Ankara Üniversitesi Fen
Fakültesi Fizik Bölümü'ne devam eder. Bu yıllar memleketimizdeki gençlik
olaylarının yayıldığı, türkülerin ve Anadolu popunun canlanmaya
başladığı yıllardır. Ünlü türkücü Saniye Can'dan dinlediği türküler
sebebiyle halk müziğine gönül verir. Türküleri gitarıyla söylemeye
başlar. Latince şarkı söylerken, birden Mahzuni'yi, Neşet Ertaş'ı, Aşık
Veysel'i keşfeder. Ne güzel!
Cem Karaca'yla Barış Manço'nun, Selda'nın çalıştığı Ankara'daki kulübe
uğramaları, hayatının yönünü İstanbul'a çevirir. Çünkü bu iki sanatçı
kendisine plak yapmak için yardımcı olacaklarını söylerler. Tatlı
Dillim, Katip Arzu Halim Yaz Yare Böyle, Çemberimde Gül Oya çok
hoşlarına gider. Bu şarkılar banda okunup TRT ye gönderilir. Denetimden
geçer ve radyolara dağıtılır. Türkan Poyraz'ın TRT için hazırladığı
Mahpushaneler adlı programında Selda'nın Mahpushanelere Güneş Doğmuyor
adlı şarkısı fon müzik olarak kullanılınca, ismi cismi belli olmayan
fondaki ses çok beğenilir. Hatta Deniz Gezmiş'in eski nişanlısı olduğu
söylentisi yayılmaya başlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise kısa bir
süre önce yakalanmışlardır.
Plakçılar evinin kapısını aşındırmaya başlayınca, gitar dersleri alır ve
türküleri tamamen doğal sesiyle söylemeye başlar. 1971 yılında ilk
45'liği çıkar. Plakları ilgiyle karşılanır. Adaletin Bu mu Dünya ile
listelerin en üst sırasına yerleşir. Aynı dönemde TRT deki programdaki
sesin Selda olduğu anlaşılınca, Deniz Gezmiş'le adı anıldığı için
yayınlanamaz kararı verilir. Moğollarla çalışmaya başlar. Bir süre sonra
yolları ayrılır. 1972'de Dışişleri bakanlığı tarafından
Bulgaristan'daki Altın Orfe yarışmasına gönderilir. Dereceye giremez.
İzmir Fuarı'nda sahneye çıkar. Denetim, Selda'nın şarkılarını onaylamaz.
Arif Sağ'ın bağlamayla yer aldığı albümünde türkü kokan şarkılar
söyler.
Ortam gergindir. Sol müziğin bayraktarlığını yapmaktan
vazgeçmez. Kaldı Kaldı Dünya adlı parçası Hey dergisi 45'likler
listesinde 1 numaraya yükselir. 12 Eylül Askeri Müdahales'nde üç kez göz
altına alınır. Söylediği şarkılardan dolayı yargılanır. 1980-1987
arasında pasaportuna el konulur. Yurt dışına çıkamaz. Uzun bir dönem TRT
yasaklısı olur. Ancak 1992 yılında ekranlara çıkacaktır. Geçmişte
ürettiği albümleri ve 45'likleri ulaşamadığı geniş kitlelere ve genç
kuşak için tekrar değerlendirmeye karar verir. Ve muhtelif albümler
çıkarır. 2000 yılında konsere giderken ağır bir kaza geçirir ve uzun
süre tedavi görür. Cumhur Canbazoğlu, kitabında Selda'ya ayırdığı altı
sayfalık yazısını şöyle bitirmiş: "2004 yılında Denizlerin Dalgasıyım
albümüyle geçmiş günleri anımsatan yoğunlukta politik, duyarlı bir
söylemle yeniden listelerde gözükür. Anadolu popun yorulmaz emekçisi
olarak Selda, bayrağı hiç düşürmeyerek her dönem büyük saygı görür."
Heyy! Du bi... İşte Selda'nın elinde bağlamayla bir fotoğrafını buldum.
Acaba Selda bağlama çalıyor muydu ki? Yoksa Türkülerimiz plağı için mi
böyle fotoğraf çektirmişti? Kentin Türküsü kitabında, Selda'nın bağlama
değil gitar dersi aldığı yazıyordu. Hatta türküleri gitarıyla çalıp
söylüyormuş. Bir ara gitara da heves etmiştim. Allahım ben ne şıpsevdi
biriyim? Yooo. Enseyi karartmayayım, ne var? Olsun varsın... Şimdi
gitarla tek şarkı çalabilirim misal... Romans!.. Arpejle Romans'ı çalmayı
beceriririm. Hımm... Acaba bağlamayı bırakıp, gitarla türkü çalmayı mı
denemeliyim? Kafam karıştı. İnan bilemedim. Geç oldu. Önce şu yalan
dünyanın herşeyine meraklı, dikkati dağınık, bilgisi yarım yamalak
bünyemi tımar edecek bir Neşet Ertaş türküsünü önce Selda'dan.. Yooo... Dayanamam. Üstüne cilalama niyetiyle bir de Neşet Usta'dan dinleyeyim.
Hocaların hocası Neşet Ertaş'ın ruhuna rahmet göndereyim. Selda'yla, Cumhur
Canbazoğlu'na mahsus selam edeyim. Sonra anne sözü dinler gibi masum...
Tıpış tıpış uyumaya gideyim.
Kimi
zaman nesnelere, kavramlara isimlerini ilk kim vermiş acaba diye merak
ederim. Kalem, defter, tabak, bardak, ruh, kalp, beyin, çiçek, böcek,
ağaç, sevgi, merhamet, vicdan, acı, keder, öfke, özgürlük, demokrasi, ne bileyim
işte, her şeyin bir ismi var. Bize öğretiliyor. Kabulleniyoruz. Türkçe
dışında diğer dillerde de bunların elbette karşılıkları var. Ya peki o
isimlendirilen koskocaman gelenekler, değerler silsilesi... Kim icat
etmiş hepsini? Nasıl öğretilegelmişse, olduğu gibi kabullenmiyor muyuz
peki?
Gündüz Vassaf Sözcük Mahpusları adlı yazısını okuyordum...
"Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer
sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız
aracılığıyla ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser." diyordu.
"Böylece duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır yalnızca.
Yalnızca sözcüklerin anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları.
Buna karşılık sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek
için kullanıldığı pek nadirdir.... Oysa gördüklerimizi algılama
yeteneğimiz, dilin bizi içine hapsettiği küçük ve sınırlı dünyadan çok
daha zengin. Sözcüklerden, sözcüklerin abartılmış egemenliğinden ötürü,
deneyimlerimizi bilinçli olarak sınırlıyoruz. Daha az görüyor, daha az
işitiyor, kokluyor, dokunuyor ve daha az tat alıyoruz. Birçok deneyimi
es geçiyoruz. Yaşama daha az dikkat ediyor, kendi basitleşmelerimizle
özel soyutlamalarımıza çok daha büyük dikkat gösteriyoruz. Sonsuz
çeşitlikteki deneyim olasılıkları bir yanda dururken, gerçekten
yaşayabildiğimiz tek tük şeyleri de hemen sözcüklerle kodlayıp
standartlaştırıyoruz.... Dünya ve evren değişiyor, sözcükler değişmiyor.
Zihinsel paradigma, her zaman en son değişen şey olarak giderek
gerisinde kalıyor yaşamımızın.... Konuşulan söz totaliterdir. Buyurur.
Sahiplenir..... Sözcükler, insanların denetlenmesi için şarttır.
Sessizliği ilk kimin bozacağını belirleyen hiyerarşik düzenler vardır.
Sessizliği ilk bozan, çoğunlukla hakim konumdaki kişidir. "Sana söz
verilmeden konuşma!" Karşılıklı konuşma sürecinde, konuşma sırasını,
yani hakim rolü ele geçirmek için, çoğu zaman bir yarışma başlar."
Bazı cümlelerini alıntıladığım bu yazı oldukça uzundu. Etkileyiciydi.
Düşünce kışkırtan bir yazıdı. Gündüz Vassaf'ın kitaplarını tam
anlayabilmem için, kimbilir kaç fırın ekmek yemem, kimbilir kaç kitap
devirmem gerekir... Gene de seviyorum onun yazılarını ve kitaplarını
okumayı. Öğrendiğim kelimelerin, kavramların dışına çıkıp çözmeye çalışıyorum. Ben bu
yazıyı okudum ya, şimdi bu kıt aklıma bir film geldi iyi mi? Niye
peki? İnan bilmiyorum.
Aklıma
gelen, 2009 model bir Yunanistan filmi. Adı, Dogtooth, bizdeki
karşılığı Köpek Dişi. Du bi... Bu film neden aklıma gelmiş olabilir
biliyor musun? Bu filmin başında, bir kadın sesi teypten tane
tane nesnelerin adını söylüyor, ardından o nesnenin ne olduğunu
açıklıyordu çünkü. Şaşırmıştım. Filmdeki nesneler benim bildiğim gibi
isimlendirilmemişti. Mesela benim bardak diye bildiğim nesneyi, masa
diye öğretiyordu. Bu kaset küçük çocuklar için değil, sonradan
kardeş olduklarını anladığım yaşları birbirlerine yakın iki kız ve belki
bir kaç yaş büyük ağabeylerinin eğitimi için anneleri tarafından
seslendirilmişti. Filmin ilerleyen sahnelerinde baba ortaya çıkıyordu.
Anneye göre daha baskın, daha kuvvetli bir karakter sergiliyordu.
Kuralları koyan, dediklerini uygulatan otorite rolündeydi yani.
Filmi
seyrettikçe, baskıcı bir baba hikayesi seyredeceğimi düşünmüştüm. Çünkü
üç kardeş ve anne, yaşadıkları evin bahçelerinin dört bir yanını
çeviren yüksek çitlerden dışarıya asla çıkmıyorlardı. Evden dışarıya
arabasıyla çıkan tek kişi babaydı. Anlıyordum ki üç kardeş
doğduklarından beri bu evden dışarıya hiç çıkmamışlardı. Yaşamlarıyla
ilgili tüm bilgi, nesnelerin isimleri, çitlerin dışındaki dünyanın
korkunç hikayeleri, sürekli tekrarlanarak, anne ve babaları tarafından
çocuklarına öğretiliyordu. Çocukların bunları doğallıkla
kabullenmeleri ve asla tuhaf olduğunu düşünmemeleri şaşırtıcı gelmişti.
.
Üç
kardeş için evde her türlü konfor ortamı sağlanmıştı. Bahçedeki havuzda
yüzüyorlar, dans, müzik hatta tıp bilgileri öğreniyorlar, kendi
hayatlarıyla ilgili videolar seyrederek vakit geçiriyorlar ve mutlu
görünüyorlardı. Baba dışarıda çalışıp eve her türlü ihtiyaçlarını
getiriyordu. İşyerindeki arkadaşlarına karısının rahatsızlığını bahane
ederek eve gelmelerini engelliyordu. Böylece onlara göre çocuklar dış
etkenlerden korunmuş oluyorlardı. Üç genç, korkuları, oyunları,
hazları anne ve babalarının öğrettikleri isimlerle ve şekillerle
kabulleniyorlardı. Nesnelerin isimleri, öğretilen kavramlar ve değerler bizim
bildiğimiz gibi değildi. Bambaşka isimler, kavramlar, değerler dünyası
kurgulanmıştı.
Filmin devamında genç bir kadın gözleri bağlanarak,
erkek çocuğun cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için, baba tarafından eve
getirilmeye başlayınca işler değişmeye başlamıştı. İşte burada
bilmedikleri bir şey öğreniyorlardı. Üç kardeşin ismi yokken, bu genç
kadının bir ismi vardı. Christina. İsim sahibi olmanın bir ayrıcalığı
olduğunu düşündürüyordu. Çünkü demek ki bir ismi olan Christina, dış
dünyada hasar görmeden yaşayabiliyordu. İsme sahip bu kadın,
ebeveynlerinin haberi olmadan, evin sistemini bozmaya başlıyordu.
Dışarıdan getirdiği ve bilmedikleri, değişik isimleri olan bazı
nesneleri takas yöntemiyle kardeşlere veriyordu. Mesela bunlardan biri
Rocky filminin kasediydi. Evdeki gençler yeni isimler ve kavramlarla karşılaşıyorlardı.
Peki
neden filmin adı Köpek Dişi'ydi? Bu mühim. Çocuklara ancak köpek
dişleri düştüğünde dışarıya çıkabilecekleri söylenmişti. Kendileri
farkında değilllerdi ama, köpek dişleri düşene kadar bu evde resmen hapis
hayatı yaşıyorlardı.
İnsan dediğimiz canlı, demek ki fıtratı gereği
özgürlük istiyor. Ne kadar şartlanmış olunsa da köpek dişinin düşeceği
günü hayal etmek bir umuttu. Sürekli köpek dişleri sallanıyor mu diye
kontrol ediyorlardı. Film sahiden rahatsız ederek, sarsan özellik
taşıyordu. Sanki kavramların, değerlerin başkaları tarafından bize
dayatılmasını kabul etmenin doğru olmadığını fısıldıyordu.
Zihin karıştırıp, silkeleyen bir film Köpek Dişi. Kendi hayatımızı kendimiz düzenlemek
için, özgür yaşamak için, öğretilen, benimsetilen, elbette dayatılan
her kavramı tartışmanın, başkalarıyla etkileşim içinde olmanın ne kadar
mühim olduğunu gösteriyordu. Filmde kız kardeşlerden biri, yeni,
bambaşka bir dünyanın varlığını diğerlerinden daha çabuk algılayacaktı.
Ve Rocky filmini seyretti ya... Köpek dişini, sert bir cisimle vura vura
düşürecekti. Sonraaa...
Neyse, aslında bu filmi anlatmak değildi benim
niyetim. Nerden buraya geldim? Ne bileyim? İyisi mi ben Gündüz
Vassaf'ın son cümleleri ile yazımı bitireyim. "Dünyayı sözcüklere tutsak ettik, bu süreçte biz de, kendi sözcüklerimizin tutsağı olduk."
Sahi mi? Kafam karıştı gene inan ki.... Gayri ihtiyari elim
ağzıma gitti. Köpek dişim acaba yerinde mi? Hımm... Ben bu gece Rocky'i yi
seyredeyim iyisi mi?!!
"Yaşamak nedir?" diye sorsam ne cevap verirsin? Şimdi durup dururken bu soru nerden aklıma geldi değil mi? Bak şimdi... İlhan Selçuk bir yazısında "yaşamak nedir?" diye soruyordu. Ve çok ilginç bir cevap veriyordu. "Balık için yüzmektir, yılan için sürünmektir, kuş için uçmaktır." diyordu. Hiç birimizin aklına "kuş neden uçuyor, balık neden yüzüyor, yılan neden sürünüyor?" diye bir soru geliyor mu? Yoo.. Gelmiyor. Bu tip sorular aklımızı hiç kurcalamıyor. Mesela aslanın bir geğik yavrusunu parçalaması hiçbirimizi şaşırtmıyor. "Peki, insanın insan gibi yaşamak istemesi neden pek çok kişiyi şaşırtıyor?" İlhan Selçuk bu yazısında insanın birdenbire insan olmadığını, yerleşik düzene geçtikten, eker, biçer, üretir yaratık olduktan sonra doğası gereği insanlaşma adına geçirdiği aşamaları anlatıyordu.
Çıkardığı sesleri konuşmaya dönüştürüp dil ile iletişim kurduğunu, yazıyı bulmasıyla da havada savrulup giden konuşmaları ölümsüzleştirmeye başladığını söylüyordu. Yani balık için yüzmek, yılan için sürünmek neyse, insanın da insanlaşma çabası o kadar doğaldı. Savaşlar, talanlar, yıkımlara karşı direnmeler, başkaldırmalar, devrimler her daim vardı. Her dönemde insanın insan olma çabasına karşı çıkanlar oluyordu. İlhan Selçuk diyor ki: "Bu da doğaldır, evren diyalektiğinin gereğidir; kertenkelenin ya da yılanın niçin süründüğüne şaşırıyor muyuz?" Şaşırmıyoruz. O halde biliyoruz ki insanın insanlaşma yolundaki çabası asla durmayacak. Kimileri insanı insanlığından çıkarmaya çabalasa da insan doğası gereği insanlaşmaktan vazgeçmeyecek.
Şimdi diyeceksin ki "Nerden geldi bunlar aklına?" Hımm.. Ben hani Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in hayatını anlatan film var ya Sosyal Ağ.. İşte o filmi yeni seyrettim de... Aslında bildiğim bir konuydu ve konusu ne yalan söyleyeyim hiç mi hiç ilgimi çekmiyordu. Ama yönetmeni kimdi? David Fincher! Hani Panik Odası, Oyun, Yedi'nin yönetmeni... Her biri müthiş filmlerdi. Ama.. Aynı zamanda benim kişisel tarihimde miladi bir film olan Dövüş Kulübü'nün yönetmenidir David Fincher... Kendisine sevgim de saygım da sonsuzdur. O nedenle "Konusunu biliyorum, hiç de Facebook'u kurmuş ve dünyanın en zengin gençlerinden biri olmuş diye Mark Zuckerberg'in hayatı ilgimi çekmiyor," diyemedim. Film bizim şehre gelir gelmez anne sözü dinler gibi masum tıpış tıpış sinemaya gittim. Filmi seyrettim. Ve gene David Fincher'in öykü anlatıcığından etkilendim.
Hani insan doğası gereği insanlaşacaktır deniyor ya... Buna gönülden inanıyorum. Çevresindeki her şeyin etkisiyle yaşamanın asıl amacının nasıl olursa ve neye malolusa olsun zengin olmak, çok para kazanmak olduğunu düşünen, gerekirse iş ve okul arkadaşına kazık atmayı doğal gören gençler ve hatta yetişkinler için ibret alınası bir film yapmış. Ben sade bir sinema seyircisiyim. David Fincher'ın diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de insan duygu ve zaaflarıyla ilgili konularda seyircinin insanlaşması yönünde kendi tarzıyla kışkırtmayı gene becermiş olduğunu düşünüyorum. Bu filmi asla diğer filmlerinden aşağı kalır değil. Bilakis bu kadar bilindik ve basit bir konu bu kadar etkili ancak David Fincher tarafından anlatılabilir. David Fincher'a hayranlığım devam ediyor.
Gelelim Dövüş Kulübü'ne. Hiç sıralamaya yapmadım ama sevdiğim filmleri sıralamaya kalksam en önlerde olacağı kesin. Dövüş Kulübü beni en etkileyen filmlerden biridir. Çevreyle yabacılaşmamak, yalnız kalmamak için gereği yapmalı öyle değil mi? Neler yapmalı? Kilo vermeli misal... Zayıf olmalı. Eskimeden yenisini almalı. Hep tüketmeli. Sık sık ev eşyalarını değiştirmeli. Marka giyinmeli. Tüketmeli. Para kazanmak için her türlü katakulliyi yapmalı. Duygular rafa kaldırılmalı. Maskeleri takıp dolaşmalı. Gene tüketmeli. Gene tüketmeli.
Günlük hayhuyumuz, koşuşturmamız içinde bizler farkında olmadan, normalleştirilerek, sanki uyuşturarak, binbir koldan zaaflarımıza ve hırslarımızla oynanarak tüm bu durumlar usul usul nasıl da şırınga ediliyor. Olması gereken budur demeye başlıyoruz. Birbirimizin boğazını sıkarak ve hangi yoldan olursa olsun para kazanmalıyız, reklamlarla, dizi filmlerle empoze edilen her yeni eşya ya da giysiyi, telefonu almalıyız. Eskimeden at çöpe yenisini al.. Kilo ver. Zayıfla. Tepki verme. Hayret etme. Şaşırma. Dayatmaları kabul et. Sen de onlardan biri ol. Bazı bünyelerde ruh bu şekilde tatmin olmayınca dibe vurmaya başlıyor. Kendi ruhuyla kıyasıya bir dövüşe girişiyor. Film adı üstünde Dövüş Kulübü ya filmde oldukça fazla şiddet görüntüleri var tabii.. Ama Dövüş Kulübü bana göre asla bir şiddet filmi değil. Bu film günümüzde insanı insanlığından çıkarmak için şırınga edilenlerin çirkin yüzünü gösteren, bence David Fincher'ın gene insanın acilen insanlaşması gerektirdiğini seyirciyi kışkırtarak gösterdiği bir filmdir.
Ben kendimle sürekli kavga eden biriyim. Bu yaşıma geldim artık barışık olmalıyım kendimle değil mi? Yok, itiraf ediyorum ki değilim. Halen içimdeki benle dövüşmeye devam ettiğim için çok canım sıkılır kimi zaman.. Derim ki bitmedi mi kendinle mücadelen? İşte Dövüş Kulübü benim kişisel tarihimde miladım olmuştur. Bu filmden sonra içimdeki benle rahat rahat kavga ediyorum. Bir sağ kroşe... Bir sol kroşe... Çoğunlukla mide... Hani Atilla Atalay bir öyküsünde "insan kalma" alıştırmalarından bahseder ya... Benim kendimle döğüşüm devam ettiğine göre, daha "insan kalma" değil "insan olma" çalışmalarındayım galiba... Diyeceğim odur ki, David Fincher'in filmlerini değil izlemek, düşünmek bile ilaç gibi gelir bana. Of, bakar mısın yazarken yazarken nereden nereye geldim. Sanırım içimdeki benle kavga edeceğim gene... Yaa, insan olma çalışmalarım böyleyken böyle işte.