31 Ağustos 2009 Pazartesi

"Fi Tarihinden Kalma" Ne Demektir?

Necip Fazıl’ın Peygamber Halkası adlı kitabını okuyorum. Peygamber Halkası olarak anlatılmak istenen Hz. Muhammed’i inanmış olarak bir kerecik gören yada O’nun tarafından görülmüş olan kişiler yani Sahabiler. Necip Fazıl her bir Sahabiyi anlatırken, “Fil tarihinden” şu kadar yıl sonra doğmuş diye başlıyor cümlesine. Söz gelimi Hz.Muhammed Fil Tarihi ile aynı yılda doğmuş. Hani biz Türkçe’de “fi tarihinden kalma” diye bir deyim kullanırız ya, aynı tarihi mi anlatıyor acaba diye düşünerek başladım işte bu yazıyı yazmaya...

Necip Fazıl kitabında Fil Tarihini şöyle anlatıyor: “Fil Tarihi… Şu, Yemen Padişahı Ebrehe’nin Kabe’yi yıkmak için Mekke önüne geldiği, ordusundaki bir beyaz filin Mekke kapılarında yere çöküp tek adım atmadığı, deniz tarafından Ebabil kuşlarının sökün ettiği ve ağızlarıyla ayaklarındaki mercimek tanesi kadar taşları salıvererek Ebrehe ordusunu birbirine kattığı ve geriye dönmeye zorladığı tarih…”

Düşünebiliyor musun? Bu olay Peygamberimizin doğduğu yıl meydana gelmiş. Yani olanlar İslamiyetle ilgili değil. Kabe İbrahim Peygamber’den bu yana kutsal bir mekan. İslamiyet öncesi Kabe içinde o dönem insanlarının taptıkları putlar var. İnsanlar gene Kabe’ye ziyarete gidiyorlar. Yemen Padişahı ise Bizans Kralının yardımı ile büyük bir tapınak yaptırıyor kendi memleketine. Artık herkesin Kabe’ye gitmekten vazgeçip kendi tapınağına gelmesini istiyor. Ancak gelen olmuyor. Bunun üzerine kızıyor ve Kabe’yi yıkacağına yemin ediyor. Kalabalık bir ordu ve fillerle yola çıkıyor. Tarih M.S 571.

Ordu Kabe’yi yıkmak için tam Mekke önüne geliyor ki ilkin büyük fil kapının önünde oturuyor ve ne yapsalar hareket ettiremiyorlar. Sonra daha önce o bölgede hiç görülmemiş kuş sürüleri bir anda ortaya çıkıyorlar. Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşlar ve balçıklarla askerlere saldırıyorlar. Koca bir ordu kuşların saldırısında feci şekilde telef oluyor. Böylelikle kutsal Kabe korunmuş oluyor. Mekke şehrindekiler de bu olayı hayretle seyrediyorlar.


Bu olay fil tarihi olarak kabul ediliyor ve anlatılacak bir durum söz konusu olduğunda fil tarihinden önce, fil tarihinden şu kadar yıl sonra yada fil tarihinden kalma denmeye başlanıyor. Çok enteresan bir olay değil mi? Gözünün önünde canlandırabilir misin? Mesela Hitchcock’un başyapıtları arasında sayılan, 1963 yapımı ünlü gerilim filmi Kuşlar’ı hatırlasana! Ne korkunç bir filmdir öyle değil mi? Filmde kuşlar insanlara saldırırlar da insanlar ne yapacaklarını şaşırırlar!.. Üstelik bu filmde kuşların neden saldırdıkları da tam olarak anlaşılır değildir. Film kuşların durduk yerde saldırısıyla, normal giden gündelik hayatın bir anda beklenmedik bir sebeple alt üst olabileceğini anlatıyor olabilir. Yada doğayı kuşlar temsil ediyordur da bu filmde insanın sömürüsüne başkaldırmışlardır ve bu film onu anlatmaya çalışıyordur belkide, kimbilir? Yada Hitchcock keyfine göre bir sebepten, keyif onun değil mi, filmde heyecan ve korku yaratacak bir neden olarak kuşları kullanmak istediğinden böyle bir film çevirmiş olabilir.Vesaire…Vesaire…

Sanırım sinema yazarları bu film hakkında yüzlerce yorum yapmışlardır. Benim demek istediğim ise şu… Hani anlatılıyor ya Ebabil Kuşlarının orduya saldırması ve orduyu bozguna uğratması… İnsan okuyunca ilkin şüpheye düşebilir ve olur mu canım böyle şey diyebilir yani değil mi insanlık hali… İşte o zaman gözünün önüne Hitchcock’un Kuşlar filmini getir.

Üstelik Kutsal Kitabımızda bu olay açıkça yazıyorsa ki Kuran-ı Kerim'de Fil Suresi'nin üçüncü ayetinde geçmektedir. Fil Suresi'nde bu olay şöyle bildirilmektedir: "Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? Onların 'tasarladıkları planlarını' boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi. Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı; Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı." (Fil Suresi, 1-5) O halde inanmak gerekir.

Bu olay Peygamberimiz’in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fillerden dolayı "Fil Vakası" olarak anılmış. İşte Fil Tarihi denilen buymuş demek ki. Peki, Fi Tarihi? Aynı şey mi? Olabilir.
Ayrıca hayat da filmler gibi olabilir. İnsan yaşadıkça ve okudukça daha neler görecek ve öğrenecek kimbilir?

30 Ağustos 2009 Pazar

Edebi Bilmeceler

1- Geniş,ağır,yüksekmiş.Yemişi güzel çok güzelmiş.Gölgesi genişmiş,koyu,derin,sıcak. Yemişlerini bildiğimce anlatmalıyım. Elini atarmış insan,bir ısırırmış…. Üstelik o ağacın altında siz yokmuşsunuz gölgeniz varmış. Bu hangi ağaçmış?

2-Anne merkezli erkek egemen bir ülke. Ya devrimden sonra? Üstelik bu devrimi erkek bir ordunun yaptığı düşünülürse…. Bu hangi ülkedir?

2- Muhammed Peygamber’e “Dünyada en çok sevdiğiniz insan kimdir?” diye sormuşlar. Kimin ismini vermiş?

4- 1999 da yürüdüğü bankete çıkan minübüsün çarpması sonucu, bacağının alt kısmı en az dokuz yerden kırılan, sağ diz kapağı ortasından içeri göçen, kalçasında kırık ve çıkık, omurgasında sekiz kırık meydana gelen, kafasına otuza yakın dikiş atılan ünlü yazar kimdir­?

5- Kıpırtısız dururlar;güneşe bakar, tehlike gözler, av bekler gibidirler.; ya da yaşadıklarını unutmuş gibi dururlar…. Dünyanın eski, çok eski bir çağının bugün bizlerle birlikte yaşamakta olduğunu anımsatırlar bize. Bu nedir?

1.Cevap – Zanzalak Ağacı – Bilge Karasu – Troya’da Ölüm Vardı – Sayfa 43
2.Cevap – Venezüella – Ece Temelkuran – Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita – Sayfa 182
3.Cevap - Eşi Hz.Ayşe – Necip Fazıl - Peygamber Halkası – Sayfa 119
4.Cevap – Stephen King - Stephen King – Yazma Sanatı – Sayfa 272
5.Cevap – Kertenkele – Bilge Karasu – Narla İncire Gazel – Sayfa 19

28 Ağustos 2009 Cuma

Hafıza Ne Acayip Bir Kutu,İnsanı Şaşırtıyor!

Sabah sabah amcamın ben henüz yeni yetmeyken anlattığı kısa bir öykü geldi aklıma. Bu hafıza denilen kutu ne enteresan sahiden. Anıları dürüp kaldırıyor sanki birbirinden karanlık kuytu çekmecelerine, sonra hiç beklemediğin bir zamanda şak diye önüne sürebiliyor işte böyle. Bak şimdi… Memleketimizin kuş konmaz kervan geçmez bir köyüne, elinde atama emri ile birlikte gelen genç imamın gözlerinin içine köy halkı ilkin tatlı tatlı bakmışlar. Sonra en meraklı halleriyle adeta soru yağmuruna tutmuşlar. Köylülerden biri büyük bir misafirperverlikle, en çok hangi yemeği sevdiğini sormuş. İmam da tüm samimiyetiyle “Kabak yemeğini çok severim.” demiş. O günden sonra köylüler birbirlerinden habersiz, genç imama mütemadiyen kabak yemeği getirir olmuşlar. Günler günleri kovalamış, haftalar haftaları... Tamam genç imam çok seviyormuş kabak yemeğini sevmesine de bir, iki, üç, beş, on, derken hergün her öğün kabak yemeği yer olunca, artık kabak yemeği sevdiği yemek olmaktan çıkmış da sanki hani derler ya kabak tadı vermeye başlamış ve lokmalar bogazına dizilir olmuş adeta. Düşünsene iyi niyetli bir ikramın nasıl azaba dönüştüğünü… Ne feci! Bazen izzet dayaktan beterdir diye bir söz var ya demek ki bu söz bu haller için söylenmiş. Bir akşam gene imam boğazından zorla iteleye iteleye getirilen kabak yemeğini yemiş bitirmiş. Bir eli çenesinde, sıvazlaya sıvazlaya sakalını, düşüne düşüne ne yapacağını, yatsı ezanını okumak için minareye çıkıvermiş. Nasıl da kadife gibi bir geceymiş. Köylüler kulakları hoparlörde imamın ezanı okumasını beklemektelermiş. Beklemektelermiş ki namaz kılmak için camiye girsinler yada evlerinde namaza durabilsinler. Biliyorlarmış ki namazın en kıymetlisi vaktinde eda edileniymiş. Hoca o en davudi sesiyle başlamış okumaya … Köylüler nasıl şaşırmışlar duyduklarına… İnanamamışlar kulaklarına… Gözlerini iri iri açmışlarda hayretle birbirlerine bakmışlar. Genç imam ezan makamında bir şey okumaktaymış okumasına ama ezan gibi değilmiş ki okuduğu başka bir şeymiş… Artık canına tak eden genç imam, ezan niyetine şunu seslendirmekteymiş: “Sabah kabaaaaakkkk! Akşaaammm Kabakkkkk! Saaaabaaah kaaaabaaakk! Akkkşaaaam Kaaabaak”

Şimdi diyeceksin ki sabah sabah nerden ve neden icap etti de bu öykü, hafızanın o karanlık ve kuytu çekmecesinden çıkıp önüne düşüverdi? Dün İstanbul’la ilgili şarkıları yazarken, Sezen Aksu’nun şarkılarından söz edince, bugün evde kitaplara bakındım. İçinde Sezen Aksu’nun bir çoğu şarkı sözü olan şiirlerinin yer aldığı Eksik Şiir adlı kitabı elime geldi. Bir şiir kitabının içindeki şiirleri okurken insanın kulağında ezgilerin gezinmesi hatta ezberinde olan şarkıları birer birer mırıldanabiliyor olabilmesi bilsen ne kadar hoş! Kitabın 2006 da yazılmış ön yazısını tekrar okudum. Aynı yukarıda anlattığım genç imamın başına gelen durum, Sezen Aksu’nun da başına geliyormuş biliyor musun? Tabi ki başka bir biçimde. Gittiği herhangi bir yerde, birileri Sezen Aksu’yu görünce hemen bir albümünü çalmaya başlıyormuş. Bu aslında kendisine gösterilen bir nezaket, bir incelik durumu, öyle değil mi? Değil işte! Resmen azap durumuymuş! Dahası var. Sezen Aksu bu durumu bazen bütün hata ve kusurlarının yüzüne vurulduğu, sonsuza dek kendini dinlemeye mahkum edilip cezalandırıldığı fantezisine kadar götürebildiğini yazıyor. Feci bir şey değil mi?


Bu durum şarkıcı Sezen Aksu’nun başına gelenler. Oysa yazmak farklı bir mecra. Diyor ki ünlü sanatçı: “ Oysa şarkı, şiir,hikaye,roman her neyse yazma anı (plansız,programsız hakiki yazma anından söz ediyorum) yazanı da seyircisi yapan olağanüstü haldir." Sahiden yazmak işte böyle bir duygu veriyor insana. Yazarken yazdıklarının ilk seyircisi kendin oluyorsun. Bu da tuhaf bir his doğrusu. Sonra bunu paylaşmak istiyorsun ya birileriye… Herkes kitap yazamayacağına göre... İşte galiba o nedenle bloglara yazılar yazılıyor. Böyle işte! Şimdi yazıma Sezen Aksu’nun ilk aklıma hangi şarkısı gelirse onunla son vereceğim diyorum ki aklıma ne geldi biliyor musun? “Unut beni de her yalan gibi unut!" geldi ilkin. Ve sonra aklıma düşen şarkı sözü de şu: “Gülümse!" Bu şarkılar çok ortada olan değil de daha saklı hitleri değil mi Sezen Aksu'nun? Bunlar acaba hafızamın hangi karanlık ve kuytu çekmecelerinden çıkıp da pat diye klavyemin ucuna düşüyor? Kimbilir? Hafıza ne acayip bir kutu sahiden insanı şaşırtıyor. Yazı yazayım diye oturuyorsun ya bilgisayarının başına, her bastığın tuş harflere dönüşünce işte böyle hiç ummadığın bir yazı olup çıkıyor. Bilirsin yazı dediğin de eğer yazmayı bitirmezsen uzuyor da uzuyor!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Haydi, İçinde İstanbul Geçen Şarkıları Söyleyelim!

Ne yazık ki sesim pek güzel değildir. Güzel şarkı söyleyen insanlara nasıl imrenirim. Kimi zaman araba kullanırken içimden şarkı söylemek gelir. Söylerim. Özellikle yalnızken tabi. Bir de arkadaşım Dilek'le. Onun sesi billur gibidir. Ama ben demezsem, şarkı söylemek aklının köşesinden geçmez. Hele arabada. Hele bize bakarken herkes. Mümkün mü? Asla söylemez! Bende olacak öyle bir ses, durmam ki hep şarkı söylerim. Hem de ne biçim abartırdım kimbilir? Abartma sanatında usta olduğum bilinir. O nedenle demek ki bana güzel ses bahşedilmemiş. Biz birlikte yol alıyorsak eğer Dilek'le... Gidiyorsak eğer uzak bir yere... Hele direksiyon bendeyse... İsterse söylemesin... Rica ederim... Hatta yalvarırım bazen. Önce naza çeker kendini. Söylemek istemez. Sonra ben bağıra bağıra şarkı söylemeye başlayınca, dayanamaz Dilek. Başlar söylemeye. Dilek'in yumuşacık sesinde içim ılınır. Suspus olurum. Dayanamam. Ben de şarkı söylemek isterim. Usul usul eşlik ederim önce. Bir bakmışsınız kaptırmışız kendimizi ezgilerin ve dizelerin büyüsüne.. Şarkıları bir zincir gibi birbirine ekleyerek söyleriz. Pek çok şarkı söyleriz söylemesine de en çok sevdiklerim içinde İstanbul geçen şarkılardır. Ve harikulade İstanbul şarkılarımız vardır. Bak dinle...

Önce Münir Nurettin Selçuk'un bestelediği Yahya Kemal'in o güzelim şiiri "Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer." ile başlarız İstanbul şarkılarına. Büyük bir saygıyla... Bu yaptığımız işin başında,toptan bir bakıştır İstanbul şarkılarına. Sonra Hicaz makamından Yesari Asım Arsoy'un sözleri ve bestesi olan "Sazlar çalınır Çamlıca'nın bahçelerinde, Bülbül sesi var şarkıların nağmelerinde " şakısına geçmek yakışır. Gene bir Münir Nurettin Selçuk şarkısıyla devam edilir ağırdan ağırdan... "Yok başka yerin lütfü ne yazdan ne de kıştan Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamıştan, Ah Kalamıştan , Istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar, Düşsün suya yer yer erisin eski zemanlar, Sarsın bizi akşamda şarap rengi dumanlar, Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan Ah kalamıştan " Bu şarkıyı söyledikten sonra da "Ah! Münir Nurettin Selçuk'dan dinlemek vardı"diye rahmetle anılır ünü sanatçı arkasından.

Artık günümüze gelinmelidir. Cilveli cilveli " Kız sen İstanbul'un neresindensin?" şarkısını söylemelidir. "Duruşun andırır asil soyunu, Hisar, Kuruçeşme, sahil boylu mu? Arnavutköylü mü Ortaköylü mü? Kız sen İstanbul'un neresindensin? Bilmem sözlü müsün, ya nişanlı mı? Sevgilin yaşlı mı, delikanlı mı?Emirgan, Bebekli, Aşiyanlı mı?Kız sen İstanbul'un neresindensin?" şarkısıyla tüm İstanbul semtlerini dolaşırız bir bir.. Hey! Haydi Ajda Pekkan 45 liklerine gelelim!... Fecri Ebcioğlu'nun sözleriyle Türk pop müziğinin resmi açılış şarkısı olarak kabul edilen şarkıyı söyleyelim... "Bak bir varmış bir yokmuş, eski günlerde, Tatlı bir kız yaşarmış, Boğaziçi'nde. İşte bir sabah erken, masal böyle başlamış Delikanlı genç kıza, iskelede rastlamış Bakışmışlar göz göze, gören kimse olmamış Fakat denizde dalga, oynamaya başlamış!" Ne şahane şarkılardır! Bu şarkıları söylüyorken, unutulur günlük dertler kasavetler birer birer... Peki şu şarkıya ne diyeceksiniz? "Ay beyaz deniz mavi eylenin kizlar Yarinden ayrılanın yüreği sızlar Sandalimiz sanki ucan bir kuştur Hayat dalgalar gibi bazen yokuştur Emirgan'dan Marmara'ya Kınalı Büyükada'ya, Aşkımızı mavi suya gizleyelim yah yah!"

Şimdi sıra köprülü şarkılara geldi. "Boğaz köprüsü, İnci gerdanlık, Altından geçtik, Kahkaha attık. Çek kayıkçı kürekleri Gezdir seven şu kalpleri Mavi deniz martılardan Ayırma sevenleri" diye bağıra bağıra söylüyoruz bu şarkıyı şimdi de. Peki içinde ada geçen İstanbul şarkılarımız yok mu? Olmaz mı? Tabi ki var. Melih Cevdet Anday'ın o şahane şiiri, Sezen Aksu'nun Şinanay adlı şarkısının sözleridir. "Ada vapuru yandan çarklı Bayraklar donanmış cafcaflı Simitçi, kahveci, gazozcu Şinanay da şinanay. Müslümanı, yahudisi, urumu İsporcusu, ihtiyarı, veremi, Kiminin saçı uçar, kiminin eteği, Şinanay da şinanay. Estirir de ada yeli estirir Seni sevindirir beni küstürür Lüküs kamarada kimler oturur Şinanay da şinanay."

Ahh! Ya Mazhar Fuat Özkan'ın o en güzel İstanbul'lu şarkısı.. Ah! Hem de şarkının sözleri içinde yağmur varsa... Ağlatmaz mı bu şarkı insanı... "Bu sabah yağmur var İstanbul’da, Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmezliğe, Anne sözü dinler gibi masum, Ağladım bu sabah" Peki gene bir hüzünlü şarkı ile devam etmelidir. Demelidir ki: Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa, Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar’a doğru, Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti, Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti, Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık, Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı, Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp, Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı, Ah İstanbul İstanbul olalı, Hiç görmedi böyle keder, Geberiyorum aşkından, Kalmadı bende gururdan eser"

Şimdi bir Edip Akbayram şarkısına geçmek "Salkım salkım tan yelleri estiğinde, Mavi patiskaları yırtan gemilerinle uzaktan seni düşünür düşünürüm İstanbul "demek lazım... Bir Levet Yüksel şarkısıyla sonuna gelmeliyiz artık İstanbul seyahatimizin... Demeliyiz ki : "Saçlarını dağıtır rüzgar, Yeditepe üzerinden, Hatıralar tarihin küllerini savurur, Kadın gibi, kısrak gibi sarılayım gel ince beline, Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından" Heyy! Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından! Yollar biter, içinde İstanbul olan şarkılar bitmez! Hele bir de Türkülerimiz vardır İstanbul'a ilişkin. Başlamayayım... Bu yazı da bitmez! Böyle işte. Bugün de durumlar bu merkezde! Aaa! Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkmaz mıydık Dilek'le?!Yok yok, Heybelide değil! Değirmendere'de... Ama... Bekle bizi İstanbul!.. Dilek bizim köye dönsün bi hele!..

25 Ağustos 2009 Salı

Ruhumu Sürmüşem Sana. Seni İçime Manzara Yapmışam.

"Ruhumu sürmüşem sana. Seni içime manzara yapmışam. İçimin seyri sana dönmüş. Yüreğimin ötüşü senden yana. Ah gök altında olaydık. Elele verip dağ bayır gezeydik. Başımıza ak bulutlar konaydı. Kuşlar kanat çırpa çırpa uçaydı. Ruhumu sürmüşem sana. Ruhumu…”

Kitapları filme çekilen aynı zamanda senaryo yazarı da olan Osman Şahin’in bir öyküsünden alıntıladığım bu cümleleri tekrar tekrar okumaya doyamam. Memleketimin doğu bölgesi şivesi ile yazılmış bir öyküdür. Aynı zamanda filme de uyarlanmıştır. Çarpar insanı bu öykü okuyunca... Resmen çarpar... Ağalık, ırgatlık düzeni içinde yaşanan trajedik bir aşk hikayesidir. Zeli henüz bir kaç aylık körpe bir gelindir. Güzeller güzelidir. Kocası Keto onu ta Hurig köyünden kapıp getirmiştir. Cercis Ağa'nın ırgatıdırlar. Öküzleri, tarlaları, oturdukları dam, hayvan bağladıkları kazık bile Ağa'nındır. Cercis Ağa'nın kardeşi Küçük Ağa tebelleş olur Zeli'ye. Yazar bu öyküsünde Küçük Ağa için kaba saba bir ağa tipi çizmez. Sessiz, romantik biridir Küçük Ağa. Ne yapar Küçük Ağa mesela Zeli'ye? Para vermek ister. Zeli almaz. Başka bir gün Zeli'nin taşıdığı su kovasının içine birkaç saç tokasıyla, bir tutam çiçek atar gider. Zeli içinin tokası ve çiçeğiyle devirir döker kovayı yere. Nefes nefese eve varınca kocası Keto anlar değişik bir durum olduğunu ve anlattırır Zeli'ye Küçük Ağa'nın yaptıklarını. Ne yapsın şimdi Keto? Bir yanda güzeller güzeli karısı Zeli, diğer yanda Küçük Ağa... Keto, bir daha kendisine Küçük Ağa bir şey verirse almasını söyler karısına. Bakalım niyeti nedir Küçük Ağa'nın? İyice anlamak gerekmektedir.

Ertesi gün Küçük Ağa para ile birlikte bir cep aynası bırakır Zeli'ye. Zeli alır her ikisinide.. Akşam parayı kocasına verir. Ama aynayı vermez. Küçük Ağa'nın ayna verdiğini de söylemez. Ayna, Küçük Ağa ile kendi arasında incecik bir sır olarak kalır. Osman Şahin inanılmaz etkili yazmış öyküdeki cümleleri. Duygulanmamak elde değil. Kadınlık gururu okşanan Zeli'nin kocası ile kalbi arasında yaşadığı ikilemi derinden hissettiriyor. Keto'nun hayatta sahip olduğu tek şey Zeli'dir. Gerisi hep ağanındır. Ölümü göze alarak kaçırmıştır Zeli'sini Keto. Şimdi ağaya ne diyebilir ki? Okurken öyküyü, hem Zeli'nin hem Keto'nun çaresizliklerini içinizde hissediyorsunuz işte... Küçük Ağa da çaresizlerden bir diğeridir aslında. Yüreğine düşen aşk ateşini söndürmenin yollarını kabalaşmadan aramaktadır. Okurken üç ayrı karaktere de acıyor,üzülüyor, neler olacağını merak ediyorsunuz. Üstelik öykünün adı Beyaz Öküz! Ne ilgisi var diye düşünüyorsunuz.

Ben bu öykünün devamını anlatmamalıyım. Bu öykü mutlaka orijinalinden okunmalı. Devamını anlatmam bu öyküyü okumayanlara çok büyük haksızlık olur. Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle Büyümenin Türkçe Tarihi adlı kitabı almanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Memleketim yazarlarının, memleketim Türkçesi ile yazdıkları şahane 12 öykü var bu kitabın içinde. Benim ilk gençlik yıllarımda okuduğum, özlediğim hatta varlıklarını unuttuğum öyküler bunlar. Bizi biz yapan öyküler. Mutlaka okunmalılar mutlaka. Şimdi ben Yılmaz Özdil'in gazetedeki köşesindeki çok güzel yazısından aldığım bazı cümlelerle yazıma son vermek istiyorum.Bakın ne diyor Yılmaz Özdil? Tam benim düşüncelerimi tarif ediyor:

"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."

23 Ağustos 2009 Pazar

Kardeşle Bir Ramazan Gecesi

Bu akşam benim küçük kardeş aradı. "Abla haydi teraviye gidelim mi?" dedi. "Teraviye mi? Sahiden mi?" dedim. "Evet, hani eski günlerdeki gibi." dedi. Baktım bizim ahaliye. Galatasaray'ın maçı var ya. Valla evden gizli kaçsam haberleri olmaz. Öyle dalmışlar maçın derdine. "Tamam kardeş" dedim. "Haydi gidelim!"

En son geçen sene Kadir Gecesi'ydi. Arkadaşımla birlikte İzmit'te teraviye gidecektik. Biraz geciktik. Amacımız Mimar Sinan'ın ünlü yapıtı Yeni Cuma Camii'ne gitmekti. Baktık ki oraya kadar gidersek çok geçikeceğiz. Önümüze ilk çıkan caminin önüne arabayı park ettik. Bu yeni bir camiydi. Dolphin'nin yanındaki Eren Cami. Daha önce hiç gitmediğimiz için, camiye nereden gireceğimizi bilemedik. Bazı kadınlar da bizim gibi gecikmişlerdi. Onların peşi sıra ilerleyip camiye yan kapıdan girdik. Zaten girer girmez de namaza duruldu. Biz de en arkada saf tuttuk. Namaza başladık. Önce yatsı namazının ilk dört rekatını herkes kendisi kıldı. Sonra dört rekat farzı hoca kıldırdı. Gene iki son sünneti kendimiz kıldık. Sıra teravih namazı kılmaya geldi. Dörder rekattan 20 rekat kılacağız. Uyduk imama, başladık namaza. Ayaktayız. Malum önce subhaneke, ardından euzübesmele içimizden okuyoruz sonra Fatiha ve bir sureyi hocanın okuması gerekiyor. Hoca Fatiha'yı okudu ve sureyi okumaya başladı. Tamam bekliyoruz sureyi okumayı bitirmesini. Okuyor, okuyor, okuyor. Sure bir türlü bitmiyor. Bu arada caminin başka taraflarından defalarca patır patır secdeye inip kalkma sesleri geliyor. Sanıyorum hocanın okuması bir beş dakika falan sürdü. Derken Allahüekber dedi . Biz de rüküya ve secdeye indik. Bu uzun sure okuma her rekatta devam etti. Normalde 45 dakika falan sürecekken teravih namazı, sanıyorum iki saat civarında sürdü. Sonra anladık ki burası caminin özel bölümüymüş ve hatimli teravih namazı kılınmaktaymış. Yani her rekatta bir sayfa kuran okumaktaydı hoca. Hem de uzata uzata. Kadir gecesiydi. Bu da Allah'ın bize bir hikmetiydi sanırım, öyle değil mi? Ayrılmadık cemaatten. Uzun teravih namazını kıldık sonuna kadar.

Şimdi bu durumu bildiğimden" Kardeş uzun teravi olmasın sakın!" dedim. "Yok ablacım, uzun değil, bizim hoca okadar hızlı ki insanlar kaçmasın, cemaat çoğalsın diye en kısa sureleri okuyor. Namaz neredeyse yarım saatte bitiyor."dedi. "Camiden sonra kahve içeriz ama değil mi karşı kafede?" dedim. "Tamam ama dedikodu yapmak yok!" dedi. Güldüm. " Gündüz Allah rızası için aç kalan, gece de Allah rızası için teravih namazı kılan kulların, azıcık izin verilmez mi acaba dedikodu etmelerine? Kardeşim tutamadı kendini artık... Biraz da öğretmenlik de olunca serde: "Aaa! Tövbe tövbe ablacım ya! Ne zaman büyüyeceksin sen?" dedi. Tövbe vallahi! Biz bu gece hem teraviye hem de kafeye gittik. Dedikodu mu? Biz mi? Allah saklasın! Asla! Asla!...

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Hasan'ı Anlatınca, Havva'yı Anlatmazsam Olmazdı!

Madem Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsündeki Hasan'ı anlattım. Bir de 1922 doğumlu, daha dört yıl önce 2005'de yitirdiğimiz, ünlü yazarımız Vüs'at Orhan Bener'in Havva adlı öyküsünden söz etmesem olmazdı. Öykü şu cümlelerle başlar:

“ Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi. Annem ustura ile iki defa kazıttı saçlarını uzasın diye,ama uzamadı,kısa kaldı. Burnu da öyle biçimsiz ki! Yamyassı. Tıpkı okul kitabımızdaki maymunun burnuna benziyor burnu. Hiç sevmiyorum onu. Pis hırsız.”

Köyden getirilip evde besleme olarak büyütülen bir kızdır Havva. Kimi kimsesi yoktur. Anlatıcı da evin kızıdır. O kadar hor görülüp eziyet edilmesine rağmen Havva'yı kıskanmaktadır. Anne ve kız Havva'yı asla benimsemezler. Havva sürekli azarlanır, dövülür, bir yere giderken eve kilitlenir. Kilitlenmezse eğer alır başını gider diye düşünürler. Çamaşırlığa kilitlendiği bir gün, kömürden zehirlenir. Evin babası Havva'yı köyüne göndermek ister. Anne göndermek istemez. Hem kimsesi yoktur köyde, hem de evde çok işe yaramaktadır. Havva kuvvetlidir. Özgürlüğü o kadar kısıtlanmıştır ki halıdaki beyaz kuşu keser. Bir temiz dayak yer.
"Annem, bugün onu bir temiz dövdü. Tabii döver. Misafir odamızdaki güzelim halımızı kesmiş. Deli mi ne? Annem: Kız niye kestin halıyı? dedi. O: "Kuş var halının içinde," dedi "Beyaz kuş. Onu çıkartacaktım." Gördün işte kuşu. Bir "Töbe töbe ana" bellemiş, onu söyler."
Sonunda hastalanır Havva. Çünkü çöpe atılan yağ tenekesinin dibini sıyırmış yemiştir. Zehirlenmiştir. Yazar öykünün finalini anlatıcının dilinden şöyle bitirir:
"Annem Havva’nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. “Kızım Havva iyi misin evladım?” dedi. “Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?” Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: “Baklava,” dedi. Sonra da öldü."

Öykü duygu sömürüsü yapmaz. İlginç bir anlatımı ve tadı vardır. Gene oturur insanın yüreğine... Konusu itibariyle çarpar okuyanını gene... Bu öykü resmen insanın canını acıtan öykülerdendir. Merak uyandıran uslubuyla, okurken başka bir şey göremez okuyucu, cümleleri sabırsızca ardı ardına okumak ister. Edebiyat gene insan hallerine misaller vermektedir vermesinde de, bu kez memleketim insan hallerinin örneklerini Vüs'at O. Bener'in kendine has o şahane öykü dokumasıyla ilmek ilmek satırlara dizmektedir. Son arzusunda iştahla baklava isteyen Havva, anne ve kıza müthiş bir gol atarak öbür dünyaya gitmektedir. Artık Havva'ya üzülmezsiniz de anne ve kızın ömür boyu çekeceği vicdan azabını içinizde hissedersiniz. Üstelik Havva bilerek yapmamıştır ki bunu... Sahiden canı baklava istemiştir. Böyle işte...Yazarın lezzeti tarifsiz bir anlatımı vardır. Eğer yeni tanışacaklar varsa, garanti veririm müthiş bir tad alacaklar!

20 Ağustos 2009 Perşembe

Türkçe Özlenir mi Sence?

Bugün İstanbul'a yolum düşünce, kitapçıya uğramadan geçemedim gene. Bu kez ne aklıma düşen bir kitap ismi vardı ne de elimde bir liste... Öyle avare aşık gibi kitapların arasında dolandım durdum. İlgimi çekeceğini düşündüğüm kitapları elime aldım. Kimini fırından yeni çıkmış ekmek misali mis gibi kokladım, kiminin sayfalarının satırları arasında dolandım. Sonra birdenbire kitapların birinde bir öyküye rastladım. Yıllardır okumamıştım. Resmen varlığını unutmuşum. Nasıl utandım! Öyküler benim için eski dostlar gibidirler. Hele çocukluğumda yada ilk gençlik günlerimde okuduğum öyküler... Hele okuduğumda çarpmışsa beni... Hele iz bırakmışsa benliğimde... Öyle küllenip dururlar kafamın bir yerinde... Sonra rastlayınca ummadığım bir yerde şaşırtırlar, hayrete düşürürler beni böyle...

Bu öykü Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsü. Mutlaka bilirsin. Çünkü Edebiyat derslerinde okutulurdu. Oturdum kitapçıdaki sandalyeye... Önce bir göğsüme bastırdım kitabın Eskici yazan sayfasını. Nasıl özlemişim! Hasretle kucakladım. Sonra usul usul okumaya başladım. Okumayan varsa mutlaka orijinalinden okumalıdır. Kısaca konusu şöyle:

Zaten babadan yetim kalan Hasan annesi de ölünce, akrabaları tarafından Filistin'in ücra kasabasındaki halasının yanına vapurla gönderilmektedir. Hasan daha çok küçüktür. Yolculuk sırasında vapurda epeyce eğlenir. Pek çok limana uğranmış, yolcular değişmiştir. Artık "Hasan gel! Hasan git!" denmemektedir de "Taal hun ya Hassen" Ruh ya Hassen!" denmektedir. Daha sonra çocuğu trene bindirirler. Sonunda Hasan anadilini büsbütün işitmez olduğu yerlere gelecektir. Bu durum küçük çocuğu suspus eder. Halası sevgiyle karşılar Hasan'ı "ya habibi!ya ayni!" diyerekten. Öperler, severler gittiği memlekette. Hasan durgundur, hep inatla susmaktadır. Haftalarca, aylarca konuşmaz Hasan. Bir gün evin bahçesine bir ayakkabı tamircisi çağrılır. Hasan hayranlıkla eski ayakkabıları onaran eskiciyi seyreder. Bir aralık sanıyorum nerede olduğunu unutur ve dalgınlıkla "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye sorar. Eskici hayretle "Türk çocuğu musun be?" der. Hasan İstanbul'dan geldiğini söyler. Eskici de bizim buradan İzmit'tendir. Bir kabahat işleyip oralara kaçmıştır. Ve öyküde kana kana Türkçe muhabbet ederler. Altı aydan beri hiç konuşmayan Hasan çoşar. Anadilinde, Türkçe anlatır da anlatır eskiciye... Eskici de "ha! ya? öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle hem Hasan'ı konuşturur hem de yazarın kelimeleri ile "artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli hem yaslı" dinler de dinler Hasan'ı. İşini ağırdan alır almasına ama sonunda işi biter. Aheste aheste toplar tasını tarağını... Hasan'ın içi gider. "Gidiyor musun?" diye sorar. Gidiyorum deyince eskici, sessizce, titreye titreye ağlamaya başlar Hasan. Eskici "Ağlama be!Ağlama be!" deyince Hasan bu kez hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlayacaktır. Bilmektedir ki bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacaktır. "Ağlama diyorum sana!" diyen eskicinin de nasırlanmış yüreği dayanamaz bu duruma, tutamaz kendini ve eskici de ağlamaya başlar öykünün sonunda.

Bu öyküyü ilk okuduğumda çok küçüktüm. O kadar etkilemişti ki bu öykü beni, ben de iki damla göz yaşı dökmüştüm. Şimdi bugün tekrar okudum ya Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsünü, gene boğazıma bir yumru oturdu... Gene genzimde bir yanma oluştu... Gene gözlerim doldu. Öyküler insanlık hallerini anlatıyorlar ya, hayret bir şekilde okuyanı nasıl etkiliyorlar. Edebiyat büyük bir sanat. Peki anadilimiz Türkçe? Ece Temelkuran bir yazısından hatırlıyorum. Beyaz peyniri değil, şunu bunu değil en çok Türkçe'yi özlüyor giden diye yazıyordu. O nedenle muhtemelen her giden er yada geç geri dönüyor. Efkar, Türkçe bir duygu çünkü ve bu ülkede doğanlar efkarlanmadan yapamıyor!

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Kitap Okurken Kitap Dışı Konuları Merak Etme Durumları

Elimde Solmaz Kamuran’ın Bir Kadın Bir Erkek Bir Levrek İskeleti adlı kitabı var. Okumaktayım. Nasıl akıcı! Bu akşam belki de kitabı bitirebilirim. Bir ara kitabın başındaki, yazarın hayatını anlatan sayfaya döndüm. Baktım yazar 1954 doğumlu. Çetin Altan’la evli ya Solmaz Kamuran, Çetin Altan kaç yaşındadır acaba diye merak etim. Biliyorum Çetin Altan yaşsız bir yazar. Denildiği gibi kuşakları birbirine bağlayan bir ibrişimdir Çetin Altan. Gene de merak işte. Baktım sanal ansiklopediden doğum tarihine. 1927 doğumlu. Yani aralarında 27 yaş var. Hımm! Son zamanlarda Halis Toprak ve minik eşi ile ilgili epeyce yazılar yer aldı ya basında… Merakımı celbetti bir şairimiz daha aklıma geldi. Onun hayatına daldım az önce:

Türk Edebiyatı’nda Şair’i Azam sıfatı ile nitelendirilen ünlü şair ve oyun yazarı Abdülhak Hamit Tarhan 1852 ile 1937 yılları arası yaşar. Şairin hayatındaki kadınların durumları çok ilginçtir. Hatta trajik de diyebilirim. İlk eşi Fatma genç yaşta veremden ölür. Fatma Hanım’ın ölümü şairin üzerinde o kadar büyük bir etki bırakır ki, Türk Şiir sanatının şaheserlerinden biri olan, okuyunca tüyler ürperten, okuyucusunun ruhunda ölüm korkusunu hissetiren “ Eyvah ne yer ne yar kaldı, Gönlüm dolu ah u zar kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.” dizeleriyle başlayan o meşhur Makber şiirini yazar. Hayatın garip cilvesi ikinci eşi Nelly Hanım’da ince hastalıktan vefat eder. Daha sonra evlendiği Cemile Hanım’la ise evlilikler 20 gün sürer. Ve nihayetinde hayatının son 25 yılına damgasını vuracak olan dördüncü eşi Lüsyen Hanım’la evlenir. Artık evliliklerin trajik yanı bitiyor dramatik yanı başlıyor diyebilir miyiz bilmem? Çünkü evlendiklerinde Lüsyen Hanım 19, Şairimiz ise 61yaşındadır. Aralarında tam 42 yaş fark vardır. “Var ol Lüsyen, tavaf et ey nur, Ey ahır-ı ömrümün baharı” diye seslenmektedir Abdülhak Hamit Tarhan Lüsyen Hanım’a.

İşgal yıllarında Viyana’da yaşarlar. 1920 de İstanbul’a döndüklerinde Lüsyen Hanım Dük dö Soranzo’ya aşık olur ve şairimizden ayrılır. Venedik’e yerleşir dükle. Bu arada şairimizle mektuplaşmaktadırlar. Abdülhak Hamit Tarhan boşuna “sensiz de seninle de yaşanmaz!” dememiştir anlaşılan. Dükle evliliğinde hüsran yaşayan Lüsyen Hanım yedi yıl kadar sonra şairimize geri döner. Lüsyen Hanım 33, şairimiz ise 75 yaşlarındadırlar artık. Evlilikleri şairin 1937 de ölümüne kadar sürer. Lüsyen Hanım’ın Abdülhak Hamit Tarhan’a yazdığı mektuplar bir kitapta toplanır. Ve bence en kısa zamanda bu kitap alınıp okunmalıdır.

Peki hani derler ya, "erkekler sevdikleri kadınların yaşındadır!" diye. Doğru mu bu söz sahiden?Halis Toprak 71 eşi için haydi 18 diyeyim... Aralarında 53 yaş var ya hani... Doğru olur mu böyle bir şey? Aklım almıyor bu kadarını ne yazık ki! Bilmem... Canım bize ne değil mi? Benimki merak sadece işte! Boşver!

18 Ağustos 2009 Salı

İp Kopmadan Önce - Eda Şen

İp Kopmadan Önce adlı kitabın yazarı benim arkadaşım Eda Şen'dir. 17 Ağustos depreminde tek evladı- kızı Andaç'ı, eşi Mutlu'yu kaybettikten sonra bu kitabı yazmıştı. Yaşadıklarını paylaşmak ve içini dökmek niyetiyle, deprem öncesinde eşi ve kızıyla çıktıkları tatili, dönüşte yaşanan depremi, deprem sonrası başına gelenleri samimi bir dille kaleme almıştı. Bazen rahat koltuklarımızda oturup dünyada olup biten savaşları, depremleri, afetleri seyrediyorken, hep ateş düştüğü yeri yakar atasözümüz gelir aklıma. Deprem yaşamamış bir insana- ki Allah yaşatmasın bir daha- neler olup bittiğini anlatmak mümkün değil. Ani beklenmedik bir ölüm insanı nasıl şaşkına çevirir bir düşün! Hele ölüm aynı anda sadece bir değil iki kere vurduysa insana nasıl bir silkeleyip sarsacaktır bir hisset! Ya üzerine hem evin hem araban da kalmışsa deprem afetinin ayaklarının altında, depremlerden deprem beğen kendi ruhunda! Kabullenmesi zor bir vaziyet!

Ama bazı insanlar çok güçlü oluyorlar biliyor musun? Eda işte o güçlü, sağlam, kuvvetli kadınlardan. Eda deprem öncesi benim müşterimdi. Evi ve arabaları bizde sigortalıydı. Deprem teminatları vardı. Hasarlarını aldı. Depremden sonra Türkiye'de kalamadı. Hiç bir yere sığamıyordu. Acısı çok büyüktü. Bir süre Kanada'ya gitti. Nereye gidersen git, kafanın içindekiler seninle geldiği müddetçe, başka yerlere kaçmakla sadece mekan değiştirmiş oluyorsun maalesef. Eda anladı bunu ve yapamadı gurbette. Memlekete döndü. Tam nereye yerleşeceğini düşünüyorken, benim bir elemanım askere gitmişti. Araba kullanmayı bilen birine acil ihtiyacım vardı. Eda'ya benimle çalışmasını ve kalıcı konutuna yerleşmesini teklif ettim. Neden olmasın dedi ve kabul etti. Hem Yuvacık'a yerleşti hem de bizim ofiste çalıştı. Tam beş sene çalıştık birlikte. Hayat devam ediyordu işte bir şekilde. Gene gülüyor insan, gene kahkaha atıyor, gene mutlu olacak bir şeyler buluyor hayatında. Eda hayatı olduğu gibi kabul eden bilge kadınlarımızdan. Belki biz deprem yaşayanlar biraz normal değiliz. Farklı bakıyoruz belki hayata. İnsan bir kere geliyorsa dünyaya ve elinizde olmayan sebeplerden hayatın akışı bir anda değişebiliyorsa, gözlerinizle görmüş, hissetmişseniz ölümü bu kadar yakınından hayat oyun gibi gelebiliyor insana kimi zaman.

Eda şimdi Ayvalık'a yerleşti. Şahane arkadaşları, ailesi, dostları var. Sağlığı yerinde. Eşi ve kızıyla ilgili anıları capcanlı. Onları anılarında yaşamayı seviyor. Sürekli haberleşiyoruz... Biz de ofisimizde kimi zaman Eda ile anılarımızı anlatıp, bol bol dedikodusunu yapıyoruz. En son Değirmendere'ye geldiğinde ofisçe kızkıza bir geceye gitmiştik. 80'ler Nostalji gecesiydi ve ne kurtlarımızı dökmüş, ne şarkılar söylemiştik hep birlikte. Eda pozitif enerji geçirir çevresindekilere ve hayattaki duruşuyla güçlü bir kadın örneğidir!
Yukarıdaki fotoğraf bizim büroda çekilmişti. Oturan Özlem, ayaktakiler Berna ve kırmızı saçlı arkadaş ise Eda. Ben niye yokum bu fotoğrafta? Hep bana çektiriyorlar fotoğrafları olur mu ama:)

16 Ağustos 2009 Pazar

Hayata Dair Bir Yazı ve Bir Kitap

Annem sapasağlamken, ansızın çıkan kötü cins bir beyin tümörü, amansız hastalığa yakalanmasına sebep olmuştu. Doktorlar daha biz hastalandığını anlamadan altı ay ömür biçmişlerdi anneme. Hastalığı gün be gün inanılmaz hızla ilerliyordu. Kim ne söylerse söylesin, insan nasıl da konduramıyor ve reddediyor biliyor musun böyle bir şeyi… Bazen kötü şeyler deyiverirler ya kendilerini... Deseler de, insan mümkün değil olamaz, bir hata var bu işte, bak görürsün iyileşecek diye düşünüyor. Doktorların dedikleri gibi çıktı. Tamam altı ay değil - zaten altı aydan sonrası yaşamak sayılmazdı- bir buçuk yıl hastalıkla cebelleşti annem. Daha doğrusu annem değil de bizdik mücadele veren. İlla yaşatacağız ya! Biraz da teslimiyet gerek… Teslimiyet! Hastaya hastalığını bilme hakkı verilmeli aslında.. Biz vermedik. Hep gizledik. Zaten altı ay sonra kendinde değildi. Bu kez de yaşamalı diye çaba gösterdik. Ölme hakkı da vermedik sanki. Bir nebze daha fazla nefes alsın diye uğraştık. Rahat bırakmalı hastayı demek ki böyle durumlarda. Şimdi böyle düşünüyorum ama o zamanlar üç kardeş annem için bu kadar çaba göstermeseydik, şimdi neden elimizden geleni yapmadık der miydik? Bilmiyorum. Allah bir daha kimseye göstermesin. Zor bir durum!

John Berger’in Cevat Çapan tarafından İngilizce’den çevrilen Düğüne adlı kitabını yeni bitirdim. Kitabın adı Düğüne olmasına Düğüne ama, 157 sayfalık kitapta düğün kelimesi ilk kez 54. sayfada geçiyor. Yazar düğüne geçmek için hiç acele etmiyor. Zaten kitabında “Sonsuzluktan önce ne yapacağız?” diye sorar. Cevabını da kitabına uygun gene kendisi verir. “Acele etmeyeceğiz.” Asıl düğün anlatımı 134. sayfadan itibarendir ve çok etkilidir. Biraz özetleyeyim istedim… Bu Ninon (gelin) ve Gino’nun (damat) düğünü. İncecik biftekler, balık var menüde. Kavun, jambon, kuşkonmaz, dondurma… Koca bir şişe geçirilen kuzu odun kömürünün harlı korlarıyla dolu büyükçe bir mangalının üzerinde çevriliyor. Kızaran et, şölen günü nasıl kokarsa, öyle kokuyor. Kilisenin karşısındaki koca çınar ağacının etrafına masalar yerleştirilmiş. Düğüne çağrılı yüz kişiyle köylüler köy meydanında bekleşiyorlar. Yakalarını güller takmış adamlar, şapkalar giyen kadınlar var burada. Yeni evlileri görür görmez üstlerine serpmek için, Nino’nun arkadaşlarının elinde pirinç var. Görünüyorlar ve başlıyor pirinç yağmuru… Evlendiler… Yaşasın Gelin! Fotoğraf çekimleri… Okadar güzel ki gelin on tane çocuk doğurmalı. Bugün her şeyi yapmalı gelin her şeyi. Anlıyorsun değil mi? Masada oturulacak hepbirlikte.. Yemekler yenilecek.. Düğün yemekleri insanların en mutlu oldukları yemeklerdir, çünkü yeni bir şey başlamaktadır. Herkes yiyiyor, içiyor, konuşuyor, şakalaşıyor. Ninon anlatılan bir fıkraya kahkahalarla gülüyor. Kadehler kaldırılıyor mutluluğa değin… Ninon’un gelinliği elma ağacının dalları arasında pırıl pırıl parlıyor. Ninon düğüne gelen herkese kendi elleriyle bir dilim pasta veriyor. Herkes bir dilekte bulunacak. Bu pastayı kimse unutamayacak. Saçlarına otuz örgü yapılmış. Damat her gece gelinin bir örgüsünü açacak.

Gelinin zamanı varsa tabi..

Sizi terk ediyorum, diyordu kadın şair Anyte, sizi terk ediyorum, ölüm kara bir örtü geriyor gözlerimin önüne, karanlık gittiğim yer.

Gelin Ninon 24 yaşındadır ve bir HIV hastası olduğunu öğrenir. Ölecektir. Çağın başka bir bela hastalığı… Çağın vebası AIDS. Gino, Ninon’la bile bile evlenmektedir. Müzik duruyor. Gino, Ninon’a bakıyor ve : Mutluluk üstüne tek söz söylemeden bunu gerçekleştirebiliriz, değil mi? diyor. Ninon duraksıyor, sonra gözleri mutluluktan yaşla dolu, Gino’yu öpüyor…

Aslında hikaye bir Paskalya zamanı başlar. Pazar günüdür. Kuşluk vaktidir ve havada kavrulmuş kahve kokusu vardır. Hava güneşliyse, kahve kokusu daha çabuk yayılacaktır. Kör bir adam adak takısı satmaktadır…

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Yazarlar Okuyucularını Merak Etmezler Mi?

Bugün gazetede 900 bin nüfuslu Zagrep'teki, 60 bin kişilik Dinamo Zagrep stadyumunu, iki gün üst üste tıklım tıklım dolduran U2 konseri hakkında bir yazı vardı. Ne hoş bir durum bu U2 için!Konserlerine gittiğimde, şarkıcıların çok ballı olduklarını düşünürüm. Şarkıcıların CD satışlarından, ne kadar hayranları olduğu anlaşılıyordur mutlaka. Hele uluslararası ünde olan şarkıcılar,dünyanın her yerinde milyonlarca kişi tarafından dinleniyorlar. Ama asıl gösterge konserler bana göre. Düşünsene... Bir konser veriyorsun, karşında yüzlerce yada binlerce dinleyicin... Onların gözlerinden, alkışlarından, şarkıya eşlik edişlerinden, vücut dillerinden seni ve şarkılarını ne kadar sevdiklerini anlamaz mısın? Hem de nasıl anlarsın! Düşünsene... Bilet alıp gelmişler bir açık hava konserine... Hem de kimbilir nerelerden gelmişler... Mümkün ki dünyanın değişik memleketlerinden... Sırf senin konserin için... Ne hoş bir histir kimbilir... Seyirci ile şarkıların şahane randevusu. Hele konser salonu tıklım tıklım dolmuşsa, hele konserin biletleri aylar önceden satılmışsa, hele her bir şarkıda seyirciler bangır bangır ezbere eşlik ediyorlarsa şarkılara, bundan daha büyük bir gösterge olur mu? Dinleyicilerini mest eden şarkıların, sevildiğini, ağlatıp çoşturduğunu gözlemlemenin en kestirme yolu değil midir konserler? Şarkıcılar kimbilir nasıl etkileniyorlar? Şahane bir his olmalı!

Peki yazarlar nasıl hissedecekler bu duyguları? Yazar okuyucularını merak etmez mi? Acaba okuyucu, yazarın ilk kitabını hangi hisle almıştır? Okurun kitaba ilk yaklaşım sebebi nedir? Bunları bilmek istemez mi? Okur sessizdir... Rakamlarından bellidir kitabın memlekette yada dünyada kaç adet satıldığı... Tamam da.. Okuyucu ne buluyor yazarın kitabında? Niye onun kitabını alıyor ve okuyor? Ezberliyor mu bazı cümlelerini mesela? Bir konser salonuna okuyucuları davet edilse yada biletleri satılsa kaç kişi gelecektir? Yada koca bir stadyumda okuma günü düzenlense, kaç okuyucu kitabının cümlelerine ezberden eşlik edecektir? Aynı şarkı söylermiş gibi... Mesela... Acaba yazarlar düşünürler mi böyle şeyleri? Evet, sahiden yazarlar okuyucularını merak etmezler mi? Onların hayal dünyalarını düşlemez mi? Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanının başlangıç cümlesi gibi " Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." diyen bir okurunun olup olmadığını bilmek istemez mi?

14 Ağustos 2009 Cuma

Kentin Türküsü - Cumhur Canbazoğlu

Bugün Cumhur Canbazoğlu'nun, Kentin Türküsü Anadolu Pop-Rock adlı kitabını, İstanbul'daki kitapçıda özellikle aradım. Önce elime alıp bir bakmak istedim kitaba. Öyleyim işte... Bilmediğim kitapları almadan önce tartar biçerim kendime göre bir ölçüyle. Elime aldığımda acaba nasıl bir elektrik geçirecek bana diye merak ederim. Okumadan önce mutlaka kitabı incelerim. Sordum kitapçıdaki çocuğa. Sinema ve müziğe ait, belki de kitapçının en cılız kitaplarının bulunduğu bölümünden kitabı çıkarıp elime verdi. Aman Tanrım! 368 sayfalık bir kitap bu! Nedense bu kadar donanımlı bir kitap beklemiyordum. Ne fena bir önyargı durumu, değil mi? Önyargılar yıkılmak içinse, bu kitap yıktı bir ön yargımı işte. Bu bile yetmez mi? Daha okumaya başlamadan, kitap okuyucuya kazandırmaya başladı bile. Kapağını Aptülika resimlemiş. Türk pop rock müziğine emek vermişlerin adeta koca bir korosu bu. Usul usul sayfalarında dolanmaya başladım. Yazar kitabına Veysel'e, Manço'ya, Kızılok'a, Karaca'ya diye başlamış. Duygulandım bu cümleyi görünce ve "tamam" dedim, "ben bu kitabı seveceğim!"

Doğum tarihini yazmadığı öz geçmişini okuduğumda, yazarın yıllardır müzik ve sinema dünyasına sürekli yazı yazdığını anlıyorum. Cumhur Canbazoğlu bir sinema ve müzik yazarı. Tersninja'daki yazılarını ilgiyle takip ediyorum. 1987 den bu yana biriktirdiklerini, bu kitapta toplamaya çalışmış. Yazarın önsöz yazısını okuduğumda artık kitapçıdaki kasaya satın almak için yönelmiştim bile. Çünkü Cumhur Canbazoğlu'nun tüm iyiniyeti, amacı ve sorumluluk hisleri önsözüne tam manasıyla yansımış. Geçmişi sadece yarım yüzyıla uzanmasına karşın yerli popla, rock'la ilgili işe yarar kaynak sayısının çok az olduğunu söylüyor yazar. Zaten bugün kitapçıdaki sinema ve müzik kitaplarına ayrılan bölümden de belliydi. Sinema ve müzik konusunda araştırma kitapları çok az var. Gene son zamanlarda bu tip kitapların sayıları artmaya başladı. Eskiden böyle kitaplar kitapçılarımızda hiç olmazdı. Kendisi bunun sıkıntısını çektiği için, kendi birikimlerini ilgilenenlere aktarmak istemiş. Çok saygı duyulacak bir iş yapmış. Sadece kendisi gibi yazar yada gazeteciler için değil, biz sade dinleyiciler için de şahane bir araştırma kitabı bu. Sonra şöyle bir kitabın sayfalarını hızla taradım. İçinde yok yok... Barış Manço dan, Hümeyra'ya, Selda Bağcan'dan, Kıraç'a, Yunus Emre'den Neşet Ertaş'a müziğimizin evrenselleşmesinde en önemli adımlardan biri olarak gördüğü bu yolun yolcularının serüvenlerini anımsatmak, anlatmak ve geleceğe taşımak için enfes bir kitap yazmış. Dayanamadım. Aldım kitabı tabii. Zevkle okumaya başladım bile.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir Karikatüristin Hayatındaki Batık Tesadüfler

1904 doğumlu Ratip Tahir Burak, 1976'da vefat etmiş. Karikatürist ve çizgi roman ressamı diye tanıtılıyor vikipedi'de. Heybeliada'daki Denizcilik Yüksek Okulu'nu bitirmiş, Gülcemal adlı gemide hem çalışmakta hem de resim ve karikatür çizmektedir. Çizimlerini gören yolculardan biri ki o yolcu Lozan Konferansı'ndan dönmekte olan İsmet İnönü'dür, çalışmalarına Avrupa'da devam etmesini önerir karikatürcümüze. Dört yıllık kaptanlık hayatından vazgeçen Ratip Tahir Burak'a Paris yolu açılacaktır artık. Memlekete döndüğünde Demokrat Parti iktidarını sert eleştiren çizimler yapınca yargılanır ve Paşakapısı Cezaevi 16 ay kadar yeni ikametgahı olur. Buradaki gözlemlerini Hapishane Hatıraları adlı kitabında toplar.

Sayısız kahramanlık çizgi romanları çizen, karikatür sanatımızın ustalarından Ratip Tahir Burak'ın hayatı ilginç tesadüfler de barındırır. Mesela dört yıl çalıştığı gemi Gülcemal 1899 yılında, Gemanic markasıyla New York limanına bağlı bir kış gününde, kömür almak için günlerdir beklemektedir. Üzerindeki buz tabakası gemiyi ağırlaştırır ve batar. Ratip Tahir Burak'ın eskiden çalıştığı, hakkında şiirler ve türküler yazılan, resmiyle pulları süsleyen Gülcemal artık bir batıktır. Bir ilginç durum daha yazmalıyım. Amerika'dan dönerken Atlas Okyanusu'nda bindiği geminin batmasıyla ölen ünlü güreşçimiz Koca Yusuf'u da yaşıyorken çizen Ratip Tahir Burak'tır. Bir karikatüristin hayatındaki iki batık durumu, ne tesadüf değil mi?

11 Ağustos 2009 Salı

Depardieu Mu, Cyrano Mu Andı Beni Ne?

Bak şimdi ne anlatacağım sana! Durup dururken, aniden... Aklıma ne geldi biliyor musun birden? Cryrano de Bergerac... Doğrusu ismini yazarken zorlandım... Tamam itiraf ediyorum google'dan doğru mu yazdım diye baktım. Yazılışında zorlandım ya okunuşunu kolay söylemem hiç mümkün değil. Zaten telaffuz konusunda özürlü birisiyimdir. Anlatacağım kişi ise, burnunun büyüklüğü, kılıcının gücü ama asıl önemlisi etkili konuşması ve büyülü yazılarıyla şöhretli birisi. Cryrano, kuzeni Roxane'ye aşık olan Christian'ın hem aşk mektuplarını yazar hem de buluştuklarında konuşmalarının suflörlüğünü yapar.

Ünlü Fransız oyun yazarı Edmond Rostand'ın, 1619-1655 yılları arasında yaşamış Fransız oyun yazarı ve silahşör Cryrano de Bergerac'ın gerçek hayat öyküsünden esinlenerek, 1897 de yazdığı bir oyundur. Benim seyrettiğim ise bir filmdi. Başrollerinde Gerard Depardieu vardı ve aktör bu filmiyle yüreğimin zirvesine yükselmişti. Sahi şimdi nerelerde bu aktör? Bu filmde mektupları yazan ve Christian yerine konuşan Cryrano'dur. Ama bilmez Roxanne... Christian yazıyor ve konuşuyor zanneder. Roxanne'nin aşık olduğu aslında Christian değil, yazılan mektuplar ve dinlediği aşk sözleridir. Gerard Depardieu bu filmdeki başarısıyla 1990 da Oscar'a aday olmuş. Cannes film festivalinde en iyi aktör ödülünü almış. Aktörün Asterix ve Green Card adlı filmlerini hatırladım şimdi de... Merak ettim doğrusu, durup dururken nerden bunlar aklıma geldi birden? Gecenin bu saatinde Depardieu mü yoksa Cryrano mu andı beni ne:)