Bugün İstanbul'a yolum düşünce, kitapçıya uğramadan geçemedim gene. Bu kez ne aklıma düşen bir kitap ismi vardı ne de elimde bir liste... Öyle avare aşık gibi kitapların arasında dolandım durdum. İlgimi çekeceğini düşündüğüm kitapları elime aldım. Kimini fırından yeni çıkmış ekmek misali mis gibi kokladım, kiminin sayfalarının satırları arasında dolandım. Sonra birdenbire kitapların birinde bir öyküye rastladım. Yıllardır okumamıştım. Resmen varlığını unutmuşum. Nasıl utandım! Öyküler benim için eski dostlar gibidirler. Hele çocukluğumda yada ilk gençlik günlerimde okuduğum öyküler... Hele okuduğumda çarpmışsa beni... Hele iz bırakmışsa benliğimde... Öyle küllenip dururlar kafamın bir yerinde... Sonra rastlayınca ummadığım bir yerde şaşırtırlar, hayrete düşürürler beni böyle...
Bu öykü Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsü. Mutlaka bilirsin. Çünkü Edebiyat derslerinde okutulurdu. Oturdum kitapçıdaki sandalyeye... Önce bir göğsüme bastırdım kitabın Eskici yazan sayfasını. Nasıl özlemişim! Hasretle kucakladım. Sonra usul usul okumaya başladım. Okumayan varsa mutlaka orijinalinden okumalıdır. Kısaca konusu şöyle:
Zaten babadan yetim kalan Hasan annesi de ölünce, akrabaları tarafından Filistin'in ücra kasabasındaki halasının yanına vapurla gönderilmektedir. Hasan daha çok küçüktür. Yolculuk sırasında vapurda epeyce eğlenir. Pek çok limana uğranmış, yolcular değişmiştir. Artık "Hasan gel! Hasan git!" denmemektedir de "Taal hun ya Hassen" Ruh ya Hassen!" denmektedir. Daha sonra çocuğu trene bindirirler. Sonunda Hasan anadilini büsbütün işitmez olduğu yerlere gelecektir. Bu durum küçük çocuğu suspus eder. Halası sevgiyle karşılar Hasan'ı "ya habibi!ya ayni!" diyerekten. Öperler, severler gittiği memlekette. Hasan durgundur, hep inatla susmaktadır. Haftalarca, aylarca konuşmaz Hasan. Bir gün evin bahçesine bir ayakkabı tamircisi çağrılır. Hasan hayranlıkla eski ayakkabıları onaran eskiciyi seyreder. Bir aralık sanıyorum nerede olduğunu unutur ve dalgınlıkla "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" diye sorar. Eskici hayretle "Türk çocuğu musun be?" der. Hasan İstanbul'dan geldiğini söyler. Eskici de bizim buradan İzmit'tendir. Bir kabahat işleyip oralara kaçmıştır. Ve öyküde kana kana Türkçe muhabbet ederler. Altı aydan beri hiç konuşmayan Hasan çoşar. Anadilinde, Türkçe anlatır da anlatır eskiciye... Eskici de "ha! ya? öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle hem Hasan'ı konuşturur hem de yazarın kelimeleri ile "artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli hem yaslı" dinler de dinler Hasan'ı. İşini ağırdan alır almasına ama sonunda işi biter. Aheste aheste toplar tasını tarağını... Hasan'ın içi gider. "Gidiyor musun?" diye sorar. Gidiyorum deyince eskici, sessizce, titreye titreye ağlamaya başlar Hasan. Eskici "Ağlama be!Ağlama be!" deyince Hasan bu kez hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlayacaktır. Bilmektedir ki bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacaktır. "Ağlama diyorum sana!" diyen eskicinin de nasırlanmış yüreği dayanamaz bu duruma, tutamaz kendini ve eskici de ağlamaya başlar öykünün sonunda.
Bu öyküyü ilk okuduğumda çok küçüktüm. O kadar etkilemişti ki bu öykü beni, ben de iki damla göz yaşı dökmüştüm. Şimdi bugün tekrar okudum ya Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsünü, gene boğazıma bir yumru oturdu... Gene genzimde bir yanma oluştu... Gene gözlerim doldu. Öyküler insanlık hallerini anlatıyorlar ya, hayret bir şekilde okuyanı nasıl etkiliyorlar. Edebiyat büyük bir sanat. Peki anadilimiz Türkçe? Ece Temelkuran bir yazısından hatırlıyorum. Beyaz peyniri değil, şunu bunu değil en çok Türkçe'yi özlüyor giden diye yazıyordu. O nedenle muhtemelen her giden er yada geç geri dönüyor. Efkar, Türkçe bir duygu çünkü ve bu ülkede doğanlar efkarlanmadan yapamıyor!
Valla oturdum sizi en baştan okuyorum. Şimdi bu yazıya gelince üzerime bir efkar çöktü.
YanıtlaSilGerçekten özleniyor Türkçe. Ben 2009'dan yani sizin bu yazıyı yazdığınız zamandan beri dönmeksizin dışardayım. Ne yemek özledim, ne şehir ama arada Türkçe konuşmayı özlüyorum, etrafımda kimse olmayınca (çocuklarım 3 dilli aslında anlıyorlar türkçe ama tek başıma yetemedim, çok da küçükler, belki okul çağında....) ve sanırım bu özlemim de çeneme değil ama kalemime vuruyor.. Yazmadan geçemedim...