Edirne'deki Selimiye Camii'ni gidip görmedim. Bildim bileli hakkında yazılmış makaleleri okurum. Belgeselleri seyrederim. O kadar... Lakin, "Haydi Selimiye Camii'ne gidiyoruz," deseler, yüreğim gümbürdemeye başlar. Feci heyecanlanırım. Gidemem.
Aslında nasıl merak ediyorum anlatamam. Oy.. oy.. oy... Koskocaman kubbe... sekiz ayak... ve onlara bağlı kemerler... Gelmiş geçmiş tüm dünya sanatlarının hülasası... Hepsini özümsemiş, bünyesinde toplamış. Tam kubbenin altında... tam orta yerde... müezzin mahveli... müezzin mahvelinin tam altında ise minik bir havuz... Başka hiç bir Osmanlı eserinde olmayan bir uygulama tarzı... Eşsiz... Kadim mimarlık sanatlarına selam çakış. Geçmişin devamı olduğunu, sürekliliğin bir parçası olduğunu sessizce haykırış. Size bir şey söyleyeyim mi, daha görmeden bu bilgileri öğrenmek delice heyecanlandırıyor beni. Diyorum ki: "Hay canına!" Müthiş.
Şimdilik hayaliyle yetiniyorum.... Bakın şöyle...
Osmanlı mimari sanatının en büyük yapısı kabul edilen Selimiye Camii'nin, küçücük olduğu söylenen kapısından gireceğiiiim. Pencereler insan gözü seviyesinde başlayıp zeminden yukarıya doğru kademeleneeeceek. Kubbenin ihtişamı, pencerelerden akan ışığın ilahi kıvamı başımı döndüreceeeekkk... Ve... Ahh!... Büyüleneceğim.
Ayakta duramam ki... Hooop!.. Dizlerimin üzerine düşeceğim. Dünyanın gelmişine geçmişine boşvereceğim. Biliyorum... Tüm ruhumla "Huuuuuu!" diye sesleneceğim.