31 Ekim 2009 Cumartesi
Sınavları Sevenler ve Sevmeyenler
29 Ekim 2009 Perşembe
Saati Saatine Uymamak...
28 Ekim 2009 Çarşamba
Bu Öykü Dünyanın Gidişatını Değiştirmeyecek Mi?
27 Ekim 2009 Salı
Quentin Tarantino- Kill Bill 2 ve İş Teknikleri
Yılın son günlerinde, o yıl yaşadıklarımı şöyle bir düşünmek isterim. Keşke daha fazla kendi kendime kalabilsem, keyifli anlarımı bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirsem derim. Eğer kendimi zorlamasam, pek mümkün olamaz ama… Zira yılın bu son günleri, işim açısından en debdebeli günlerdir. Müşterilerimin çoğunun sözleşmeleri yıl sonunda biter. Su uyur lakin rakipler uyumazlar. Durmaz oturmazlar. Beni bir rahat bırakmazlar. Ben sinemayı çok severim. Sinemanın hayatı eşsiz kıldığını düşünenlerdenim. Filmlerden öğrendiğim enteresan teknikleri, iş hayatımda uygularım. Kimsenin tahmin edemediği bu enteresan film taktikleriyle işlerimi kolaylıkla yaparım.
26 Ekim 2009 Pazartesi
Göyaşları İçindeki Bir Erkek Neden Telaşlandırır Bizi?
Konağa vardığında, kuşağında yağlı kemendiyle ve usturayla kazılı kafasında kızıl keçeden külahıyla celladı görür görmez tanıyan Paşa, başına gelecekleri hemen anlar ve hiçbir zorluk çıkarmaz. Fermanı defalarca okur, öpüp başına koyar, kuran okur, namaz kılar, kıymetli takılarını adamlarına bırakır. Buraya kadar her şey normaldir. Bu tepkilerin hepsini yada bazılarını daha önce kurbanlarında görmüştür. Paşa boynuna kement geçirilmeden önce, diğer kurbanlarda olduğu gibi küfür ederek boğuşmaya kalkar. Ama çenesine sıkı bir yumruk yiyince yere oturur ve ağlamaya başlar. Ağlamak aslında böyle durumlarda kurbanların gösterdiği sıradan tepkilerden biridir. Ama Paşa’nın ağlayan yüzünde öyle bir şey görmüştür ki cellat, otuz yıllık meslek hayatında ilk defa bir kararsızlık geçirir. Hayatında hiç yapmadığı şeyi yapar. Boğmadan önce kurbanının yüzüne kumaş örter. Öldüğüne emin olduktan sonra, ölünün başını gövdesinden şifre denilen özel usturayla ayırır. İçi balla dolu kıldan bir torbanın içine sıcağı sıcağına daldırır. Amacı kelleyi bozulmadan İstanbul’a götürmektir. Kelleyi içi balla dolu kıldan torbaya yerleştirirken, Paşa’nın yüzündeki ağlamaklı bakışı, o anlaşılmaz ve dehşet verici ifadeyi bir daha hayretle görecek ve ömrünün sonuna kadar unutmayacaktır.
Kara Ömer meslek hayatında binlerce erkeğin ağlayan yüzünü görmüştür. Ama hiçbirisi bir suçluluk, acımasızlık yada korku duygusuna sürüklememiştir onu. Gerçeğinde kurbanları için üzülür, kederlenir ama bu duyguları hemen adalet, zorunluluk, geri dönülmezlik mantığı ile dengelerdi hemen şimdiye kadar. Gözyaşları ile çırpınan, sümükler içinde yalvaran, hıçkıran, katılarak ölüme giden bir erkeğin görüntüsünde katlanılmayacak bir şey yoktur aslında. Cellat ne küçümser ağlayan erkekleri ne de acıma duygusuna kapılır. Doğal kabul ederdi gördüklerini. Çünkü işi gereği yapmaktadır. Peki rüyalarında elini kolunu bağlayan şey nedir şimdi? Hissettiği o lanet duygu. Boğmadan önce yüzünü kapatmasına neden olan bir esrar görmüştür kurbanının suratında. Gün boyu at sürerken tuhaf bir şekilde kurbanının suratını düşünmez olur bir daha. Ama şaşırtıcı olan dünyadır artık. Cellat adeta yeni bir dünya keşfetmekte ve fark etmektedir. Orhan Pamuk uzun uzun anlatır Kara Ömer’in yeni keşfettiği dünyayı. Dünyayı korkutacak kadar şaşırtıcı yapan şey, sanki bir hikaye anlatmaya kalkmasıdır. Dünya sanki cellata bir şeyler söylemek istemektedir. Sabaha doğru cellat bu kez kulağının dibinde hıçkırık sesleri duymaya başlar.
Gün ağarırken hıçkırık seslerinin rüzgarın dallara oynadığı bir oyun olduğunu, sonra yorgunluk ve uykusuzluktan olduğuna hükmeder. Sonra torbadan gelen hıçkırık sesleri öyle belirginleşir ki torbanın iplerini gere gere iyice sıkıştırır. Ama acımasızca yağan yağmurun altında yalnızca hıçkırıkları duymakla kalmayacak, gözyaşlarını da teninde hissetmeye başlayacaktır. At üstünde uykusuz geçen ve torbadan gelen bitip tükenmez hıçkırıkların sinir bozucu bir müziğe dönüştüğü çıldırıcı bir gecenin sabahında, cellat dünyayı o kadar değişmiş bulur ki, kendisinin kendi olduğuna inanmakta zorluk çeker. Hatta gördüğü ağaçlar, yollar, köy çeşmeleri bilmediği bir dünyadan çıkmaktadırlar artık sanki. Atıştırdığı yiyecekleri tanımakta güçlük çeker. Bir zamanlar gökyüzü sandığı şey ise hiç bilmediği, hiç görmediği tuhaf bir mavi kubbedir artık. Daha altı günlük yol vardır önünde ve bu ağlayan yüzün ifadesini değiştirmezse İstanbul’a asla varamayacağını anlamıştır.
Güneş doğarken dünya eski bildiği dünyaya dönmüştür artık. Torbadan hıçkırık sesleri gelmemektedir. Öğlen olmadan çamla kaplı tepelerin arasındaki bir gölün kıyısında günlerdir beklediği deliksiz uykuya mutlulukla dalar. Uyumadan önce de gölün suyunun aynasında kendi yüzünü seyredip dünyanın yerli yerinde olduğunu bir kere daha anlar. Beş gün sonra artık İstanbul’dadır. Abdi Paşa’yı tanıyan tanıklar, kıl torbadan çıkarılan kellenin onun kellesi olmadığını söylerler. Yüzün gülümseyen ifadesi hiç de paşaya benzememektedir. Abdi Paşa’dan aldığı rüşvet karşılığında başka birinin sözgelimi katlettiği günahsız bir çobanın kellesini torbaya koyup getirdiği, sahtekarlığı anlaşılmasın diye, yüzü hırpalayarak bozduğu yolunda suçlamaları, işe yaramayacağını bildiği için cevaplamaz Kara Ömer. Çünkü kendi kellesini gövdesinden ayıracak cellatın kapıdan girdiğini görmüştür bile.
Abdi Paşa yerine günahsız bir çobanın kafası kesilmiştir gerçekten. Erzurum’a yollanan ikinci cellatı konağına kurulan Abdi Paşa karşılar ve hemen idam etirir onu. Böylece Abdi Paşa’nın 20 yıl süren ve 6500 kelleye mal olan isyan hareketi başlamış olur.
24 Ekim 2009 Cumartesi
"D" Harfiyle Başlayan Deyimlerle Bir Deneme
NOT: Artık bloğa yazı yazdığıma göre işi ciddi yapayım istedim. Her işim ciddidir de benim. Hiç abartmam hanım hanım yaparım her işimi. Artık elimde Türkçe Deyimler Sözlüğü. Düzgün Türkçe ile yazmalıyım. Bugün gözümü kapadım. Sözlüğün bir sayfasını açtım. D harfi çıktı şansıma. Ben de D harfine uygun "Deyim"lerle, bir yazı "Deneyeyim" dedim. İşte "Denedim". ( Bu yazı eski bir denemem)
23 Ekim 2009 Cuma
Filmekimi Yoluyla Ay'a Yolculuk!
Ama sana bir şey söyleyeyim mi? Bayıldım ben Ay’a. Müziklerine de bittim. İyi ki Filmekimi’ne gitmişim. Bu filmi nerede seyredecektim yoksa?
22 Ekim 2009 Perşembe
Suretler ve Cahit Sıtkı Tarancı
Haydi Masal Gibi Gelin Pilavı Pişirelim!
En son anlattığım mantı tarifinden sonra, okadar çok yemek tarifi talebi aldım ki anlatamam. Posta kutum doldu taştı. Sonunda "Peki!" dedim. İşte şimdi yazacağım. Bu akşam, özel bir törenle hazırladığım "Gelin Pilavı"nı anlatmaya karar verdim. Yemeklerimi yaparken çok özenirim. Fakat "Gelin Pilavı" çok daha özel ilgi isteyen bir yemektir. Yapacağım yemeğin adında "Gelin" varsa eğer, düğüne hazırlar gibi itina ister. Bu yemek farklı bir bulgurdan, frik bulgurundan yapılır. Gelimiz frik bulguru, Güneydoğu Anadolu yöreli , hatta muhtemelen Gaziantepli'dir. Biz gelini Gaziantep'ten aldık getirdik. Getirirken de "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler/ Annesinin bir tanesini hor görmesinler/ Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim." türküsünü söylettik. Biraz ağlattık. Ama gelin hem ağlayıp hem gitmez mi? Biraz ağlamak yaraşır haspaya!
Bu frik bulguru, normal bulgurlardan farklıdır. Açık yeşil renktedir. Gelinimizin kendine has bir kokusu vardır. Sanki hoş bir is kokusu... Buğday başağı daha tazeyken alınıp sazların arasına yerleştirilmiştir. Sazlar biraz yakılmıştır. Başaklara is kokusu sinmesi sağlanıp, tütsülenmiştir. Bu gelin çok özeldir. Daha yetiştirilirken özen gösterilmiştir. Yoksa burada okadar bulgur varken, neden taa memleketimin Güneydoğu yöresinin frik bulgurunu alalım gelin diye öyle değil mi? Bir de diğerlerine göre oldukça pahalıdır. Özel bir gelini düğüne hazırlarken özel bir itina göstermek gerekir. Ben bu yemeği zaten bir düğün töreni şenliği içinde hazırlarım. Bakın şöyle:
Kapağını açarım bakarım ki bir de ne göreyim?.. Frik bulguru, nohut ve tavuk ile tavuk suyu bir kaynaşmışlar, hemhal olmuşlar hepbirlikte... Oyy..Oyy..Oy... Bu "Gelin Pilavı" tadından yenmez... Bir de yendi mi ? Hep istenir...Vazgeçilmez!...
21 Ekim 2009 Çarşamba
Hayal Kadar Gerçek! Hande Şekerciler
Suskunlar - "Kulak Eğer Gerçeği Anlarsa Gözdür."
Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü...
Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.
Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…”
Not:
"Kulak eğer gerçeği anlıyorsa gözdür." Mevlana (Kitabın giriş cümlesi)
1.Fotoğraf - Davut - ?
2. Fotoğraf - Eflatun - Hande Şekerciler'in karakter tasarımı
20 Ekim 2009 Salı
"Kafa"lı Deyimlerle Bir Deneme
Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş bulmalıydım ama. Buldum da. Hülya. Telefon ettim. "Geliyorum İstanbul'a. Seni alacağım birlikte Santralistanbul'daki sergiye gideceğiz. "Kafan yattı" mı bu planıma ne dersin?" diye sordum. Her zaman ki gibi " Şahane olur." dedi. Hiç duymamış bu sergiyi. "Biz İstanbul'da yaşayanlar bilmiyoruz, sen nerden buluyorsun? "dedi. "Boşver, "kafa yorma" böyle şeylere, üzümünü ye bağını sorma,bana takıl hayatını yaşa!" dedim. Güldü.
Arkadaşım, arabaya bindiğinde önce "kafa kafaya verdik". Çok işim vardı İstanbul'da, nereden başlamalıydık, bu konuya epeyce "kafa yorduk". "Kafamızı işletmeliydik". Bir günde çok iş halletmeliydik. "Kafamızı kullandık." Önce sergiye gittik. Şöyle gözümüz gönlümüz şenlensin istedik. İhsan Oktay Anar'ın kitabında okuduğumuz kahramanların, usta çizerler tarafından hazırlanan yirmi beş roman karakterinin insan boyutundaki kopyalarını inceledik.Alibaz’dan Kalın Musa’ya, Arap İhsan’dan Neva’ya ve Tagut’a nevi şahsına münhasır Anar karakterleriydi ya bunlar, bizim "kafamızda canlandırdıklarımızla" sanatçılarınkini mukayese ettik. Sanatçı olmak ne şahane bir şey. Roman yazmak ve yazılan romanın kahramanlarının başka sanatçılar tarafından canlandırılması. İnsan hasetinden "kafayı üşütebilir" vallahi.
Dönüşte Kadıköy'e gittik. Kadıköy Pasajı'ndaki Büyülü Rüzgar adlı çizgi romancıydı sonraki hedefimiz. Yüzlerce çizgi roman vardı ya, aman Allahım inanın "kafayı yiyebilirdik." Sonra sahaflara girdik, dolaştık, baktık, eski kitapları kokladık, "kimbilir hangi gözler okudu, hangi eller elledi bu kitapları"dedik. Dolaşırken birden "kafama dank etti." Hep eski İstanbul gravürleri almak isterdim. İşte tam yerindeydik. İstediğimiz gibi gravürlerden bulduk. Satıcıyla epeyce bir pazarlık ettim. En küçük boyu 10.-YTL. Ben 4 tane, arkadaşım 2 tane alacağız. Biraz indirim yapmalı değil mi? Nuh diyor peygamber demiyor. Olur mu? "Kafam nasıl kızdı?" Dedim: "Biz müşteriyiz. Bizi memnun etmelisiniz!" "Kafasız" çocuk. "Kafasını kullansa" bizi hemen ikna edebilir. Müşteriye böyle"kafa tutulur" mu? Neymiş zararına satıyormuş. Zaten kriz varmış. Daha iyi ya, hazır alıcı gelmiş ayağına. Hem de alacak birden fazla, belki arkası gelecek, bir güler yüz göstersen ya! Vallahi şaşkın ya! Neyse hallettik.
Arkadaşım dedi ki " Sen beni eve atsana. Alışık değilim bu kadar gezmeye ve takışmaya. "Kafam kazan gibi oldu" vallaha!" Baktım Hülya'ya. Gerçekten " Kafayı bulmuş" gibiydi.
"Tamam!" dedim, sen daha fazla uyma bana.Hemen eve git ve "kafayı vurup yat!" Ben daha çok gezer ve takışırım bu "KAFA"yla!