30 Eylül 2011 Cuma

Kahve Molası - Ve Söğüt Ağacı Ve Su İçmek Ve Sedir Ağacı


Bugün benim için haftanın son çalışma günü. Cuma ya.  Sevinçliyim. İçimden geldi. "Teşekkür ederim tanrım!" demek istedim.  Sabahtan beri çalış babam çalış. Yoruldum. Şimdi mola verdim. Kahvemi içeceğim. Karşımda bir fincan kahve ve bir bardak su var. Önce bir yudum su içeceğim. Sonra keyfine vara vara kahvemi hüpleteceğim. Her gün kahve molamı bir şölen haline getirmeyi adet edindim. Mümkün mertebe her gün işime kısa bir ara veriyorum.  Koklaya koklaya kahvemi içiyorum. İyi ama bir fincan kahvenin yanında bir bardak su da içmiyor muyum peki? İçiyorum. Eee!.. Niye her defasında kahveye iltifat ediyorum? Ya su? Allahım!.. Ben ne yapmışım? Suyu bugüne kadar nasıl atlamışım? Du bi... Şimdi suyun hakkını vereceğim. Bugünkü yazımda kahveyi değil suyu başrole geçireceğim. Hımm... Nerden başlamalıyım? Su bardağını elime aldım. İçindeki suya derin derin baktım. Hey! Buldum. Yeni Türkü'nün o güzelim şarkısı İnatçı'daki gibi  kendimi subaşında yapayalnız bir küçük kızmışım gibi varsaydım. İçli içli.. Ağlamaklı... Ah! Söğüt ağaçları da anlarmış gibi döküvermiş saçlarını durgun suya... Mesela... İnatçının tekiyim ya... Aslında ne hoşum bu huyumla... Kendim gibi olmak istiyorum... Söğütler de benim gibi... Ah!  Girip... Usulca dalıp gönlümce yüzsem... İncitilmiş gülüşlerim yenilense o billur sularda... Heyy! Bayıldım ben suyla oynamaya!


Şimdi... Su'yla ilgili başka bir durum hayal edeceğim. Şöyle... Güya yerimden kalkıyormuşum. Bizim ofisin verandası varmış da ben  usulca verandaya geçiyormuşum. Bak şimdi... Elimde bir kabak varmış güya da ben elimdeki o  kabağı kovaya daldırıyormuşum. Allahım, su içmek kahve içmekten de keyifliymiş! Bak şimdi... Sedir ağacından bir kovayı gözünde canlandırsana... Sedir ağacından kovada bekletilen suyun ne denli güzel bir tadı olduğunu ben epeyce evvel öğrenmiştim. Aslında seninle bir ormanda olsak şimdi. O ormanda binbir ağaç çeşidi olsa sözgelimi. Sen "hagisi sedir ağacı?" diye sorsan bana. Ben sedir ağacını sana gösterebilir miyim sanıyorsun? Yooo... Nerdeee? Asla!  Fakat kitap okuyorum ya... Ben bunu bir kitaptan öğrenmiştim.  William Faulkner'in Döşeğimde Ölürken adlı kitabını okumuş muydun bilmiyorum?  İşte bu anlattıklarımı o kitapta okumuştum. Nasılmış biliyor musun? Sedir ağacında bekletilen suyun, "ılığımsı-serin, tıpkı sıcak temmuz yelinin sedir ağaçları arasında eserkenki kokusunu andıran hafif bir tadı" olurmuş. Ne hoş değil mi? Bırak sedir  ağacından yapılmış kovadan su içmeyi, bu cümleleri okurken bile sudan sarhoş olur insan inan ki!.. Ama böyle su içmenin incelikleri var tabii. Su sedir ağacından kovada en az altı saat durmalıymış... Bu biiirr!..  Sonra kabakla içilmeliymiş. Bu da ikiii!.. Çok şeker vallahi. Madeni kaptan asla su içilmemeliymiş. (Hele plastik bidonlarda bekletilen suları hiç bahis konusu etmeyeyim şimdi.) İşte o kitaptan bütün bunları öğrendim ben. Bu açıklamaları yaptım ya, hayalime devam edeceğim kaldığım yerden.. Güya geceymiş tamam mı? (ofisin panjurlarını kapattım.) Hımm... Bir zaman avludaki ot mindere uzanıp herkesin uyumasını usulca beklemişim.  Efendime söyleyeyim, sonra gizlice verandaya çıkıp sedir ağacından kovanın başına gelmişim. (Su bardağını tam önüme koydum.) Karanlıkta suya bakıyormuşum. (bardağın içindeki suya baktım) Suyun duru yüzünü kepçeyle karıştırarak uyandırmadan kovada belki bir iki yıldız... İçmeden önce belki kabaktan kepçede de bir iki yıldız görüyormuşum.  Bardağı elime aldım. İçindeki suda iki yıldız gördüğümü varsaydım. Elimdeki bardak değil kabaktı sanki. Suyu yudum yudum içtip bitirdim. Aaa!.. İnan bana suyun tadı her zamankinden farklıydı. İçeriye seslendim: "Hey! Siz sucuyu mu değiştirdiniz, kuzum? Bu suda ılığımsı-serin, tıpkı sıcak temmuz yelinin sedir ağaçları arasında eserkenki kokusunu andıran hafif bir tadı var sanki!"  dedim. Hey! Telefonum çaldı. İşe dönmeliyim. Bakar mısın, kahvemi içmeden kahve molam bitti. Seni bilmem ama... Ben bu su molasını sevdim:)


          2.  sağdaki fotoğraf sedir ağacı link
          3. Yeni Türkü-İnatçı








29 Eylül 2011 Perşembe

Kahve Molası - Lüzumsuz Kadın


Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum.... Mahallemden pek memnunum. Yedi senedir çıkmadım ordan desem yeri. Hiçbir dostum da nerde oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir - üç ayda bir Karaköy'e inip dükkan kirası almak bir yana -  yaşadığım yer, üç dört sokak içindedir. Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir. Evimden çıkar, sağa sapar, bir numaralı sokağı geçer, tramvay yolunu geçmeden sol yaya kaldırımdan hızla yürür, hemen soldaki bizim bir numaralı sokağa paralel iki numaralı yola sapıveriririm.... İnsan gezinirken etrafına bakacak, yolda durup vitrin seyredecek, birbirinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir elbette. Bütün bunları yapamam işte. Bu  sokağa girince hızlanır, önüme bakarak yürür; kızgınmışım, bu sokaktan geçmeye de mecburmuşum gibi yaparım.... Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokaklardaki adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu..... Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, bağnazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?


Mahalle gene ne de olsa mahalledir. Benim dükkan yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle gelir ki, şu öğlenleri limonlu terbiyeli işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek. Portakalcı Salomon çürük portakalları Yahudi çocuklarına nasıl dağıtıyorsa, ben geçerken de iki tane avucuma koyacak. O günler belki elbiselerim pek eski olur da içeriye almaz ama; pastanenin madamı kapının önünde bana bir kapuçina içirir. Bunlar hayal ama, mahallemi ben böyle seviyorum işte! Sabahları kalktım mı koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi sekiz masadan ibarettir. Sessiz insanlar gelir gider. On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir kütüphanenin önüne düşerim.... Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım bizim sokağa. Oh! Ne rahatımdır girer girmez. İnsanları başkadır bizim sokağın; bu tamvay yolu insanına benzemez. Dün mahaleden şöyle bir çıkmaya karar verdim. Unkapanı'ndan vurup Saraçhane'ye çıktım. İstanbul bayağı değişmiş. Şaşırdım kaldım. Hoşuma da gitti bir bakıma. Temiz asvalt. Kocaman yollar. O su kemeri ne güzel şeymiş meğer! Nedir o ta bir kilometreden bir takızafer gibi görünüşü! Yanında Gazanferağa Medresesi şipşirin, bembeyaz. Parklar, ağaçlar gördüm. Ürkek ürkek dolaştım. Kıztaşı'na kadar uzandım. Fatih'ten aşağıya yürümeye başladım. Saraçhane'ye vardım. Baktım bir binanın tepesine yıkıcılar çıkmış, yıkıyorlar. Şuralarda bir hamam vardı dedim. Yıkılan o hamammış.... Hava kararırkan Maçka'ya vardım. Oralar da bir başka alem. Dönüşte yedi sene daha mahalleden dışarıya çıkmamaya karar vereyim dedim, olmadı.  Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu bizim dükkanla evi satayım.... Bineyim bir Boğaziçi vapuruna günün birinde. Bebek'le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.


NOT: Büyük usta Sait Faik'in ruhuna rahmet! Lüzumsuz Adam adlı öyküsünün bazı paragraflarının bazı cümlelerini aldım. Bazılarının yerlerini değiştirdim. Kendime uyarlayarak kısa bir deneme yazısı yazdım. Ben... Sait Faik'i de... Onun öykülerinin cümleleriyle, İstanbul'da dolaşmayı da çok ama çok seviyorum. Hey! Kahve molam bitti. Şimdi işe dönüyorum.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Şiirler Ve Kara Kalem Çizimler


 
Size açabilseydim içimi
Geceler yalnız size
Ve yüzüm kızarmadan
Çocukluğumun küçük aşklarını
Anlatabilmeliydim
Geceler yalnız size.
Benim de aşklarım oldu.
Ve alabildiğine günahlarım.
Halbuki bigünah olmak istedim
Bütün ömrümce...

Rüştü Onur 


 
İşte rüzgâr! İşte sonbahar yıldızları!
İşte kalbim, işte şiirlerim!
Sen gelsen, elini alnıma koysan.
Saçlarını öpsem
Ağlasam.


Attila İlhan





Bir sabah ellerin cebinde çık evinden
Ceketin iskemleye asılı kalsın
Bekleye dursun dostun
Kahvede,
İşe gitmekten de bugünlük vazgeç.


Sabahattin Kudret Aksal



Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığındaki hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık;
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?

Orhan Veli Kanık



Her yerdeyim şimdi ben
Zamanın dört sene evvelinde
Eylül mehtabı Bostancı iskelesinde
Zamanın üç sene evvelinde
Yaz Çiftehavuz bahçelerinde
Zamanın iki sene evvelinde
"Bir ihtimal daha var
O da ölmek mi dersin" şarkısı dilimde
Bizim şarkılar çalınıp söyleniyor, Çamlıca
                                              bahçelerinde
Ben ise hep eski delilik içimde
"Bugün de akşam oldu."

Özdemir Asaf



27 Eylül 2011 Salı

Kahve Molası - Adam Mutsuz Ve Orta Yaşlıydı.


İşim açısından en debdebeli günlere girdim ya! Hey! Koşturup duruyorum. Telefonlar, görüşmeler, kurumsal işlerin yenilenmeleri. Özlediğim müşterilerim. Ben bir giriyorum ofislerine... "Önce rüzgarınız geldi." deyip latife ediyorlar. Herkesle ayaküstü laflıyoruz. Biliyorum. Kiminin çocuğu olmuştu. Son fotoğraflarını görmek istiyorum. Her zamanki gib gaf üstüne gaf yapıyorum. Gene de soru sormaktan vaz geçmiyorum. Çam üstüne çam devirmeye devam ediyorum. Misal "Üniversiteyi bitirdi bizim büyük" diyor biri. Ben "Şimdi sırada askerlik mi var yani?" diye soruyorum. "Yok, askerliğini bitireni aldı getirdi." diyor. Meğer kızıymış üniversiteyi bitiren. Nişanlanmış. Nişanlısı askerliğini bitirmiş. Kasım'da düğünleri varmış. Gülüyor. Gülüyorum. Gülüyoruz. Neyse. Çalışmak güzel! Az önce usulca odamdan seslendim. "Ben biraz kahve molası vereceğim." dedim. Tamam. Masamın yanındaki kitaplara göz gezdirdim. Birini durduğu yerden çektim. Murat Erşahin'in kitabı. Aaa! Ne çok olmuş elime almayalı. Kiatbın kabına uzun uzun baktım. Gözümü kapattım. Bir sayfasını açtım. Başlık konusu "Taksi Driver"... "Şimdi uzağa düşen tüm dostlara..." demiş. Ne hoş. Çok eskiden okuduğum iki sayfalık bu yazısını büyük bir hevesle tekrar okudum şimdi.


Çocukluktan bahsediyor Murat Erşahin. Çok eğlendikleri, geleceği belirsiz, tüm kızları güzel gördükleri  Yoğurtçupark mahallesinin delikanlılarılarından... Bıyıkların yeni terlediği, bakkalın önünde ondan bundan lafladıkları, hüznün aralarına pek sık uğramadığı dönemleri... Heyecanlar ortak ama yaşama dair düşlerin, kişisel hırsların, öfkelerin, amaçların dile gelmediği zamanlar... Sanatın her türlüsünü seven, izlemeye çalışan Ankara'lı gençler olmalı bunlar. Sinema müdavimleri. Haftada üç veya dört kez sinemaya gidiyorlar. "Matineler, suareler, alaska ve frigolar, patlamış mısırlar, parfüm kokan kızlar, sinema çıkışı muhallebici, kestane kebap, boza, salep..." diyor yazar... Anlatım o kadar samimi ki, cümleler cümleleri nasıl kovalıyor anlayamıyorum. Birden kendimi aynı zaman ve mekanlarda hissediyorum. 


Yazar gişedeki kadına aşık olduğunu söylüyor. Kadının adını bile bilmiyor. Bilirsin. Sadece gişedeki kadındır işte. "Mümkünse sıra başı olsun"lu bir aşk. O kadar. İlk gençlikte uzaktan uzağa yaşanan aşklardan. Kimbilir ne kadar güzel ve çekici görünüyordu gişedeki o kadın o zamanki gence. Şimdi aynı hisleri yaşaması mümkün mü? Nerdee? Kimbilir ilk gençlik fantezilerini gişedeki kadın nasıl süslerdi? Belki bilet alırken için için mahcubiyet bile hissederdi. Yazı hoşuma gitti. İlgiyle okumaya devam etttim.


Murat Erşahin, yazı konusu olan Martin Scorsese'nin o unutulmaz filmi Taksi Şöförü'ne dördüncü paragrafında geçiş yapıyor. Hemen akabinde, muhteşem oyunculuğuyla Robert De Niro'nun canlandırdığı "Travis Bickle"dan söz ediyor.  Ayna karşısında mahallenin delikanlarının birer Travis Bickle olduklarını hayal ettikleri dönemler. Hatırlasana...  "Are you talking to me?" der ya hani... Sinema tutkularını belki de bu film kışkırtmıştı kimbilir? Belki Murat Erşahin'in yıllar sonra işini gücünü bırakıp sinema yazarı olmaya gönül vermesi  bu  film sebebiyledir.  Zaten Taksi Şöförü'nü hep ayırdığını, hep başka bir yere koyduğunu söylüyor. İçlerindeki öfkeli, asi, düzen karşıtı sesin filmi olduğunu... O saplantılı, hastalıklı adamda kendilerinden bir parça bulduklarını düşünüyor.


Defalarca izlemiş bu filmi. Aradan yıllar geçmiş. Hayat savurmuş Yoğurtçupark delikanlılarını bir yerlere... Kopmuşlar mahallelerinden, birbirlerinden...  Ne kadınlar ne de oluşlar, hiç bir şey ayırmayacak diye verdikleri sözler unutulmuş. Geçen zamanla birlikte uzaklaşmışlar. Farklı yaşam tarzları ya da farklı duyarlılıklar yüzünden belki zamana yenik düşmüşler. Olmuyor mu? Geçmişe bakan herkes hissedecektir böyle kopuşlar. Ama anılar var ya... Birlikte geçirilen güzel saatler, günler... Veya birlikte seyredilip üzerinde geyik yapılan filmler... İşte yazar ne zaman Travis Bicle'ı görse içi eziliyor, midesi ağrıyor, hüzünden elleri buz oluveriyor.  Ne zaman Taksi  Şöförü'nü seyretse, film kahramanı ise aynı... Hiç değişmiyor. Ayna karşısında eski Yoğurtçupark delikanlıları gibi gülümsüyor: "Are you talking to me?" Bu kadar. Bayıldım bu küçük öyküye. Bu yazıları Murat Erşahin kendini orta yaşlı bulduğu bir dönemde yazmış olmalı diye düşündüm. Kitabının adı Adam Mutsuz ve Orta Yaşlıydı çünkü... Bu yazı bana çok iyi geldi. Tatlı bir hüzün kapladı içimi. Yooo... Kendimi asla mutsuz ve orta yaşlı bir kadın gibi hissettirmedi. Bilakis ilk gençlik yıllarıma döndüm. Sinema gişesinde aşık olduğum biri oldu mu acaba diye aklımdan geçirdim. Hey! Telefon geldi. Bir müşterim. Kahve molam bitti. İşe dönmeliyim.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Geç Buldum Çabuk Kaybettim!



Tuhaf ve muhtelif merakları olan biri olarak, ilgi alanım geniş,  dikkatim çok dağınık... Bu durumda asla hiç bir şeyde uzmanlaşamıyorum.  Bu yaşıma geldim. O kadar kitap okudum. Filmler seyrettim. Şehirler gördüm. Hangi konuda uzmanlaştın diye sorsan..."Hiiiççç!" diyebilirim. Neden? Daldan dala atlayan hercai meraklı bünyeye sahip olunca  her ilgim yarım yamalak kalıyor. Kendimi geliştiremiyorum. İşte o nedenle kendimi her şeyi yemeye aç bir yabani gibi hissediyorum. Mesela çizgi roman  okumaya çocukluğumda başlamıştım. Ailemden gizli okurdum. Kızlar çizgi roman okumaz derdi ailem. Keçi gibi inatlaşırdım. Yasak mı? Yemez içmez harçlığımla bulur buluşturur satın alırdım. Ders kitaplarımın içinde gizli gizli o siyah beyaz çizgilerin arasına balıklama dalardım. Nedense Zagor cezberdi beni. Çoğunlukla Zagor okurdum. Hayal dünyam çok genişti. Darkwood ormanında sarmaşıklara tutunur daldan dala uçardım sözgelimi. Tommiks, Teksas okumaz mıydım peki? Okurdum elbet. Fakat mahallenin çocuklarıyla çizgi romanlarımızı değiştirirken kimin elinde Zagor varsa onun  elindekileri almaya çalışırdım. Aradan yıllar geçti. Benim ilgim dağıldı. Okunacak sayısız kitap vardı. Zagor hafızamın arşivlerinde saklı kaldı. Sonra ara ara Zagor aşkım tekrar tekrar nüksetti. Her fırsatta Zagor satın alıp, daldım Darkwood ormanına... O çizgilerin arasında kim zaman kendimi nehirde kütük üstünde birbirini devirmece oyunu oynarken buldum. Kimi zaman kız zagor baltası yapmaya heves ettim durdum. Patatesten tut da sabuna kadar muhtelif nesnelerden Zagor baltası yapmaya kalktım. 

 
İyi de kimdi Zagor? İlk kim çizmişti? İlk kim Zagor'u hayal edip, hayata geçirmişti? Merak et değil mi? Her Zagor'la karşılaşmamda hakkında yeni bir şey öğrendim. Bu durumda Zagor'u  her seferinde yeni yine yeniden keşfettim. Geçen hafta İstanbul Sahaflar Festivali'ne gittiğimde "Bütün macera çizgiler tek ciltte... Yalnızca kolleksiyoncular için 100 adet... Kaçırılmayacak bir araştırma koleksiyonu" başlığında Macera Çizgi adlı bir kitap görünce havada kaptım. Kitabın içinde memleketimizde çıkan çizgi romanlar hakkında kısa kısa bilgiler vardı. Hemen açıp Zagor hakkında yazılanları okudum.  Zagor demek Ferri demekti tabii. Bunu biliyordum. Geçen sene Ferri memleketimize gelmişti. Çok istediğim halde gidip görememiştim. Peki Zagor'u yazan kimdi?  Her macerasında farklı isimler görüyordum. Oysa 1929 Cenova doğumlu Gallieno Ferri, 1960 yılında Sergio Bonelli'yle tanışmış. İtalyan çizgi romanının en verimli ikilisi böylece bir araya gelmeye başlamış. Bonelli yazmış, Ferri çizmiş ve 1961 yılında Zagor, 1975 yılında ise Mister No doğmuş. İşte bunca yıllık Zagor okuru olarak Sergio Bonelli'yle yeni tanışmıştım. Zagor'u ilk yazan kişi. Bugün gazetelerde okudum ki Sergio Bonelli ölmüş. Çok üzüldüm. Geç buldum çabuk kaybettim denir ya hani... Toprağı bol olsun. Düşünebiliyor musun? 50 yıl önce yazdığı çizgi roman kahramanları hiç yaşlanmıyor. Hiç ölmüyor.  Okurları Zagor ve Mister No okudukça Sergio Bonelli yaşlanıp ölür mü peki? Mümkün değil. Ne hoş! Karamba karambita Sevgili Bonelli. Şimdi elime bir kaç Zagor macerası alacağım. Yazar Sergio Bonelli'nin yattığı yer ışıklı olsun diye bol bol Zagor okuyacağım.


illa kalk gidelim defteri notları'nı okuyasım.. hayat yaraları'mı bantlayasım geldi..



telefonlarla bağlıydık hayata...

(kablolu vantrologlar olmuştuk
cebimizden konuşmaya bayılıyorduk
tele-sekreter'lerle oturup karşı karşıya 
mekanik not'larla dertleşiyorduk)


gazeteler'le bağlıydık hayata...

(kim kimi düdüklemiş kim ne kadar götürmüş
hangi takım yenilmiş akşam televizyonda ne var
kaç kupona kaç yargısız infaz alkışlanıyor
ilim irfanlanıyorduk
taptığımız köşe yazarları
yıllık izinlere çıkınca
mevzusuzluktan can sıkıntısından
tırnaklarımızı yiyiyorduk)


televizyon'la bağlıydık hayata...

(yüzyıl süren kıvır kıvır kıvranan
haberlerle pembe dizilere
paparazzilere vesairezzilere
seyirci çıkıyorduk 
hem felaket kızıyorduk onlara
hem de çekip uzaktan kumandayı 
daan diye vurmuyorduk)


metin üstündağ
kalk gidelim defteri
hayat yara bantları'ndan



25 Eylül 2011 Pazar

Suç Ve Ceza Film Festivali'nin İlki Bu Hafta İstanbul'daymış.


İki yıldır gitmeye çalıştığım İstanbul Film Festivali ve Filmekimi dışında, değişik sinema festivallerinin olduğunu yeni yeni farkediyorum. Tabii ki  Antalya Film Festivali'ni çocukluğumdan beri biliyorum. Memleketimin sanırım en eski film festivalidir. Adana Film Festivali de öyle olmalı. Bu hafta Ankara'da yapılan Fantasturka-Türk İşi Fantastik Filmler Festivali'de  çok ilgimi çekmişti. Ankara uzaktı tabii. Benim gitmem hayaldi ama başkentte yaşayanlar için büyük şanstı. Umarım ilgilenen Ankaralı sinema severler Fantasturka'dan nasiplenmişlerdir. Eskiden sinema festivallerine gitmediğim için hiç dikkatimi çekmezdi. Şimdi her türlü film festivallerine kulak kabartıyorum. Çünkü böyle sinema  festivallerinde bambaşka filmlerin lezzetine varıyorum. Bir ara Amsterdam'da yapılan Lezzet Filmleri Festivali afişine denk gelmiştim. O festival için seçilen filmlerin bazılarını edinip evde seyretmiştim. Düşünebiliyor musun, hep yemekle ilgili filmler. Belgesel değil bunlar. Filmler ya lokantada geçiyor ya baş roldeki kahraman aşçı, yemekle ilgili biri oluyor ya da filmin içinde yemek muhabbeti fazlasıyla yer alıyor. O kadar keyifli filmlerdi ki anlatamam. Bugün İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Başakşehir Belediyesi işbirliğiyle 23-30 Eylül 2011 tarihleri arasında İstanbul'da Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali'nin ilki gerçekleştirlecek diye bir haber okudum. Ne hoş! Aynı temalı filmleri bilmek sinema seyircisi olarak beni memnun ediyor. Gidebilsem Beyoğlu Sineması'na giderim niyetiyle, bu sinemada Suç ve Ceza'yla ilgili hangi filmler var diye az önce listeye baktım. Gerçek hayattan uyarlanmış, bir cinayet davasına dayanan, haksız yere cezalandırılan bir mahkumun ve onun masum olduğuna inanan yargıcın hikayesini anlatan Japon filmi Hücre - Hakamada Davası'nı seyretmeyi doğrusu çok isterim. Günümüz Berlin'inde geçen ve Türkleri de konu alan Şehadet adlı Alman filmi de ilgimi çekti. Birbirinden ilginç o kadar çok film var ki. Hımm... Olsun. Festivale gidemesem de filmlerin listesi nasılsa artık elimde. Bir gün kendime Suç ve Ceza Festivali günü düzenler, evde ardı ardına bir kaç tane film seyrederim. 

O değil de, fırsatı ve ilgisi olanlar için bu festival sahiden kaçırılmayacak fırsat. Hele suç, ceza ve adaletin çok önemli tartışma konusu olduğu günümüzde, Suç ve Ceza temalı bir festivali keşke topyekün herkes desteklese diye düşünüyorum. Sonra bir üniversitenin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin böyle bir festivale öncülük yapması, diğer fakülteleri  ve üniversiteleri de kışkırtacaktır diye hayal ediyorum. Başakşehir Belediyesi gibi duyarlı diğer kuruluşlar ve özel sektörlerin de  sinema festivallerine destek vereceklerini umut ediyorum. Toplumsal gelişmemize  sinemanın katkısının çok büyük olacağına yürekten inanıyorum. Du bakalım. Şimdilik Suç ve Ceza Filmleri Festivali'ne gitmeyi sadece hayal ediyorum. Olur a!..  Kim bilir? Bakarsın bazan hayaller gerçek oluverir:)



Bazan Oynayalım Mı Senle Böyle Ne Dersin?


Bazan.. “Uzaktan bakıyordum.. Köprünün tam üstünde.. Tüm şehrin sessizliğine.. Geçip giden geçmişe” der misin?

Bazan.. “Hepimiz en az bir kere çok eğleniyorum taklidi yapmadık mı? Her şeye dışardan bakıp içerdeymişiz gibi kahkaha atmadık mı?” der misin?

Bazan.. “Günahsız hayat var mı? Hatasız biri var mı?” der misin?

Bazan..  “Bazen sonsuz huzur.. Bazen lanet olası bu.. Yalnızlık.” der misin?

Bazan..  “Sen yorgun gemilerin sığındığı liman.. Ben dibe vurmuş ölüm gibi vazgeçmek” der misin?



Bazan.. “Binlerce sözcük var içimde. Çıkmak için hepsi sırada. Hangi birine öncelik versem bilmem?” der misin?

Bazan.. “Çok eğleniyorsunuz. Gülüyorsunuz da. Bana hiç komik gelmiyor. Bir de üstüne siz güldükçe. Benim ağlayasım geliyor.” der misin?

Bazan.. “Öyle bir öfke var ki içimde sana karşı, sussam belki daha iyi olur,” der misin?

Bazan.. “İncindim, incitildim derinden.. Terk ettim kendimi.” der misin?

Bazan.. “Bir sırrım var açıklamam ölene kadar.. Dudaklarımda nöbetçi askerler.. Geçit vermez sözlerime.” der misin?


Bazan.. Biz sert toprak tutmayız. Bizi astığın duvarda durmayız.” der misin?
 
Bazan..Bir uyandım baktım ki gece olmuş. Ve bütün yıldızlar gözlerime doluşmuş. Anladım ki üzülmek için çok geç.” der misin?

Bazan.. “Bizi boşa koysan dolmayız. Bizi doldursan bile taşmayız. Malesef biz böyle gördük. Eskilerden kalan miras bu bize.” der misin?

Bazan..O kadar zaman kendine eziyet çektirip.. Sonra anlıyorsun her şey normal” der misin?

Bazan.. “Her şey normal.. Hepsi normal bu hayatta.. Anladım.” der misin?






NOT:  Yukarıdaki dizelerin tümü Melis Danişmend'in  şarkı sözleridir.  Bazan, şarkı sözleriyle böyle  oynayalım mı, ne dersin?


24 Eylül 2011 Cumartesi

Mutluluk Nedir?


Kitapçılara gittiğimde karşıdan önyargılı baktığım kitap ve dergiler olduğunu farkediyorum. Bilip ellemekten çekindiklerim... Mesafeli durduklarım. Sadece insanlara değil nesnelere karşı önyargılı olmak da çok fena... Bak şimdi... Az önce gene aynı ürkek ruh halindeydim. Kompleks dedikleri bu işte. Bu, olabilir. İçgüdüsel kompleks dedikleri bu olmalı diye düşündüm. Oturduğum yerde yanaklarımı avuçlamış, dirseklerimi masaya dayamıştım. Masamın üzerinde iki dergi duruyordu. Onlara korkarak bakıyordum. "Ben gene ne yaptım?" dedim kendi kendime. Tamam. Okumayı severim ama felsefe yapmak benim neyime? Bu taşralı ruhum bu kadar sıkleti çekmez ki...  Bugün İstanbul'a gittiğimde kitapçıya uğramıştım gene. Marş marş ayaklarım beni dergiler bölümüne götürmüştü. Aradığım iki dergi vardı. Biri Birikim. Diğeri Hayâl. Niye? Duymuştum. Birikim Dergisi'nde Levent Cantek ve Levent Gönenç'in "Türkiye'de islami mizahın yükselişi" adlı bir makaleleri vardı. Okumalıydım. Hayâl Dergisi'nde ise Şenol Bezci'nin karikatürleri olmalıydı... Nasıl kaçırırdım? Her üçünü adım adım izliyordum bir kere. Memleketimin üç akademisyeni... Sadece akademik kariyer yapmıyorlardı ki. Hem mesleklerinde kariyer yapıyorlar hem popüler kültüre hizmet ediyorlardı. Sonra ben her üçünün yazılarını ve çizimlerini izlemeyi seviyorum.


Levent Cantek'in Şehre Göçen Eşek adlı kitabı son günlerde epeyce meşgul etmişti beni. Yerli çizgi romanlarda kadın vaziyetleri hakkındaki yazısıyla başlamıştım kitabını okumaya. Şimdilerde ise merhum Adnan Menderes'in hayatıyla ilgili bilgiler edinmek gayretindeyim. Levent Cantek'in kitabında Menderes dönemi karikatürleriyle ilgili okunacak hoş yazılar var. Ziyadesiyle faydalanıyorum. Diğer kitaplarını piyasada bulamadım ne yazık ki. İlla bulup okumak niyetindeyim. Ayrıca bloğunun sıkı bir takipçisiyim. 


Doçent Doktor Levent Gönenç'in Zamanın Çizgili Tarihi adlı kitabını maalesef henüz edinemedim. Fakat bloğu ve kişisel web sitesi benim için tam bir okul niteliğinde. Bir hukuk adamı Levent Gönenç. Ne yalan söyleyeyim, bir hukukçunun mizahla, edebiyatla ilgilenmesi memleketimin geleceğine umutla bakmamı sağlıyor. Kafamdaki kara bulutları dağıtıyor. Gülümsetiyor. Çok önemsiyorum Levent Gönenç'in düşüncelerini ve yazıp çizdiklerini. İlgiyle takip ediyorum. 



Üniversitede öğretim görevlisi Şenol Bezci, akademisyenliği dışında önemli bir karikatürcü. Kişisel web sitesinden alıntıladığım karikatürleriyle o kadar çok yazı yazdım ki Hayal Kahvem'e... Şenol Bezci sözün bittiği yerin karikatürlerini yapıyor. Ve birer tablo tadındaki karikatürlerinin bazıları seyircilerinin sahiden canını yakıyor.  Yakında karikatürlerini toparladığı bir kitap çıkaracağını ümit ediyorum.




Hayâl Dergisi'ni ilk kez okuyacağım. Üç ayda bir yayınlanan, kültür, sanat, edebiyat dergisiymiş. Şiirde felsefeye dalmak korkutuyor beni. Bünyeme ağır gelecek zannediyorum. Ama her başlığın yanında, üniversitede öğretim görevlisi olmasına  rağmen karikatüristlik de yapan Şenol Bezci'nin çizimlerini görüyorum ya... Gülümsüyorum. Korkum dağılıyor. Yazıları okumaya başlıyorum. Birikim Dergisi ise, adı üzerinde dağarcıklarına külliyatlar biriktirenler için olmalı diye düşünüyorum. Zorlarsa beni diye endişeleniyorum. Sonra Levent Cantek'in ve Levent Gönenç'in ciddi birer akademisyen olmalarına rağmen, gülümseten yazıları aklıma geliyor. Endişem neşeye dönüşüyor. Önce hemen dergideki onların yazılarını okumakla başlıyorum. Hey! Okudukça anlayabiliyorum. Ve hissediyorum... Zenginleşiyorum ben. Seviniyorum. 

Bazan mutluluk nedir diye sorarlar ya... Mutluluk nedir biliyor musun? Mutluluk, tanımasam da beni zenginleştiren ve geleceğe umutla bakmamı sağlayan insanlarla aynı memlekette yaşadığımı bilmektir.

23 Eylül 2011 Cuma

Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin Aşkı

 
Ey Okur!.. Dinlemeyi arzu edersen, en hazin aşk diye yorumladığım iki kavuşamayan sevgiliden bahsetmek istiyorum. Sevgili olmak için mutlaka insan olmak gerekmez ki. Ben cansız diye düşünülen nesne ve mekanların da bir canı olduğuna inananlardanım. Mesela, İstanbul'un iki mucize simgesi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin yüzyıllardır süren aşklarına inanmaz mısın yoksa? Hiç mi rastlamadın onların imkansız aşklarına? İki ayrı uçta. Birbirlerini bilirler ve görürler. Varoldukları yerler farklıdır. Karşıdan karşıya sevdalanmak yok mu? Hele işin ucunda bir de kavuşamamak varsa. Bilirsin zaten kavuşamazsan aşk olur. Leyla ile Mecnun misali. Ya da Kerem ile aslı. Veya Ferhat ile Şirin. Ya Tahir ile Zühre. Ya  Yusuf ile Züleyha. Arzu ile Kamber veya. Edebiyatımızda kavuşamayan aşkların hikayesi o kadar çoktur ki. Anlat anlat bitmez. Kimbilir belki bir gün hepsini birbir anlatırım bloğumda...

Şimdi Kız Kulesi ile Galata Kulesi'nin büyük aşklarını anlatmak istiyorum. Karşıdan karşıya bakıp, kimi zaman aşktan yanıp tutuşan, kimi zaman sadece kendilerine değil,başkalarına da zindan olan iki tarihi mekan.

Masmavi denizin ortasında yapayalnız salırken, gizemli hikayeleri ile kimi zaman iki sevgilinin buluşma yeri olmuş, lakin o sevgililerin ölümü ile son bulmuş bir öykünün; kimi zaman lanetlenmiş bir babanın kızını korumak için uygun gördüğü bir korunak olmuş, ancak bir yılanın sepette gelip kızın canını almasına mekan olmuş bir acılar merkezidir Kız Kulesi. Hakkında anlatılan efsanelerin sonu hep hüzünle bitmektedir.

Şahit olduğu okadar çok aşk vardır ki. Kendisi ise denizin ortasında tek başına kalmıştır. Bir gün neredeyse kendi inşasından 1300 yıl sonra, Cenovalılar inşaatını bitirip de külahını takınca, İstanbul'un siluetinde dimdik yükselen, yakışıklı bir kule görür. Yüzyıllardır beklediği sevgilisi olacaktır bu kule. Hangi kule mi? Galata Kulesi tabii ki!


Cenovalı'lar İstanbul'a geldiklerinde surlarının başkulesi olarak kurarlar Galata Kulesi'ni. Bıçkın, yağız bir delikanlı gibidir. En son tepesine külahı da takılınca olanca görkemiyle okadar yakışıklı olmuştu ki herkes etrafında pervanedir. İnşaatı yükselirken görmüştür uzaktan Kız Kulesi'ni. Yapayalnız denizin ortasında bir hüzünler abidesi gibiydir Kız Kulesi. Galata Kulesi görürgörmez aşık olur bu kıza. Lakin Kız Kulesi hem çok ulaşılmazdır, hem de yaşı kendinden çok büyüktür. Acaba bilse ona sevdalandığını karşılık verir mi? Ne yapacağını bilemez. Çaresizdir. Tarih içinde kimi zaman aşkından yanar kavrulur. Kimi zaman çaresizlikten yıkılır durur. Her seferinde söndürdüler yangınını. Tekrar tekrar inşa ederler. Her yükselişinde bir daha görür Kız Kulesi'ni, bir daha aşık olur hiç bıkıp usanmadan. Kız Kulesi de aslında ona nasıl aşık, nasıl sevdalıdır anlatamam. Yangınlar çıktıkça, alevleri gördükçe uzaktan, taşımak ister denizin sularını ateşini dindirmek için lakin mümkün değildir. İkisinin de eli ayağı bağlıdır. Uzaktan uzağa bir sevda bu. Kimsenin kimseye faydası yok. Oldukları yerde aşklarından yanarlar da yanarlar.



Sonunda artık canına tak eder Galata Kulesi'nin. Mutlaka bir haber göndermeli ve aşkını anlatmalıdır Kız Kulesi'ne. Karar verir. 17.yüzyıla geldik artık diye düşünür. İçinde en güzel sevgi sözcüklerini barındıran bir mektup yazar sevgilisine. Hazarfen Ahmet Çelebi'den rica eder. Hazarfen Ahmet Çelebi alır mektubu ve Galata Kulesi'den bırakır kendini Kız Kulesi'ne doğru. Ama okadar ağır gelir ki mektuptaki aşk sözcükleri, dayanamaz Kız Kulesi'ne kadar . Aşk mektubu ulaşamaz varmak istediği yere maalesef. Lakin Kız Kulesi anlar durumu. Akıllıdır. Neler görmüş geçirmiştir. Hazarfen Ahmet Çelebi'nin Galata Kulesi'nden uçması, memlekette hiç görülmemiş bir şeydir. Bir insanı uçuran tabi ki aşktır başka ne olabilir? Bu arabuluculuk Hazerfen Ahmet Çelebi için iyi olmayacaktır. Padişah duyar bu durumu ve çok kızar. Cezayir'e sürer. Hazarfen Ahmet Çelebi aşıklara inanmanın bedelini öder ve 31 yaşında Cezayir de ölür. O günden sonra Galata Kulesi hem esirlere hem de kendine zindan olacaktır. Kız Kulesi de hem bazı devlet adamlarının hem de kendinin zindanı olacaktır. Kaderleri birdir artık. Usanmazlar bu durumdan. Onlar halen günümüzde bile birbirlerini karşıdan karşıya aşkla sevmeye devam ederler. 

Zamanımızda haklarında yazılan en esprili şiir Bedri Rahmi Eyüpoğlu'na aittir. İstanbul Destanı adlı şiirinde şöyle der: "İstanbul deyince aklıma kuleler gelir... Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır... Ama şu Kız Kulesinin aklı olsa Galata kulesine varır... Bir sürü çocukları olur"

Galata Kulesi'nin laneti meşhur şairimiz Ümit Yaşar Oğuzcan'a da değer. Oğlu Vedat Galata Kulesi'nden kendini atar ve intihar eder. Yıl 1973... "...Bir adam düştü Galata Kulesinden, Bu adam benim oğlumdu" der ve "Uyan oğlum, uyan Vedat" diyerek acısını dindirmeye çalışır.

Zaman zaman İstanbul'a gittiğimde, bir Kız Kulesi'ne ve bir de Galata Kulesi'ne bakarım. Kavuşamayan aşıkların simgeleridir onlar. İkisi de hüzünlü birer anıttır. İstanbul'dur. İçinde gizem, lanet, aşk ve özlem barındıran!

 11.02.2009

Heyy! Filmekimi 10.Yılını Kutluyormuş!



Gazetede "Filmekimi bu yıl 8-15 Ekim tarihlerinde 10. yaşını kutluyor.. " diye bir haber görünce kanatlanıp uçacaktım inan ki... Filmekimi vakti gene  geliyordu işte... Heey! Şahane... Hımm.. Bak şimdi... Gene bana "Ne işin var senin Filmekimi'nde? Özentiler gibi gitmek istiyorsun, istemekle kalmıyor, "gidecem de gidecem!" diye herkese duyuruyorsun.. Yok artık! Otursana köyünde!" gibi lakırtılar lütfen etme. Şunun şurasında yılda iki kere. Bir Ekim ayında Filmekimi'ne, bir de Nisan ayında İstanbul Film Festivali'ne... O kadarcık... Ne olacak ki? Bir gün olsun gideceğim! Hiiç boşuna itiraz etme. Artık hangi boş günüme uygun düşerse. O boş günümde şansıma hangi filmler denk gelirse.. Hiç aldırmam hiiçç hangi filmi seyredeceğim diye... Zaten baksana, neden film festivali yapıyorlar? Sinemayı gerçekten seven insanlar, seçilmiş filmleri festival atmosferinde seyretsin diye. Bana göre film festivalleri bir nevi sinema seveni ödüllendirme... Ne kadar çok katılım olursa her sene, o kadar coşkulu olmaz mı? Gideceğim... İstanbul'a... Beyoğlu'na... Sinemaya... Filmekimine... Hem de 10. yaşını kutlamaya... Ne hoş! Gideceğim işte!  Festival sevincimin üzerine, bünyeme ilaç gibi gelen uygarlık hissini içime çeke çeke... Şahane bir duygu bu. Hem bu sene heves etmedim ki Filmekimi'ne gitmeye... Geçen sene de gittim... Tamam işlerim yoğundu... Bir gün gidebildim. Aynı gün arka arkaya üç film seyrettim. Oh! Müthiş bir deneyimdi... İstediğin kadar gül ya da burun kıvır halime... Ben gideceğim kesinlikle... Oh canıma değsin... Vallahi tamamen kendi zevkim için sadece... "Her şeye heves ediyor" desinler, "köyden inmiş şehire" desinler isterlerse... İşte ilan ediyorum herkese... Hiç umrumda değil... Ne derlerse desinler... Duymak istemediğimi duymamak gibi bir meleke geliştirdim. Kısmet olursa... Ben var ya Ekim'de FİLMEKİMİ'ne gideceğim kesinlikle... Of, öyle şaşkın şaşkın bakacağına halime... Haydi... Silkelen... Sen de denesen keşke!



22 Eylül 2011 Perşembe

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum 5 - Sema


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  




En son Emek Sineması'na  gittiğimde, filmin başlamasına on dakika kadar vardı. Film öncesi müzik yayını yapılıyordu. Şarkının melodisi hoşuma gitti. Arkama yaslandım. Koltuğuma iyice yerleştim.  Gene farzetme oyumu oynamaya niyetlenmiştim. Etrafıma göz gezdirdim. Salon tıklım tıklım doluydu. Ancak gördüğüm kimseyi henüz kimseye benzetememiştim. Yanımda oturan genç kız kucağındaki kalın kitaba usulca iki şaplak atınca şööle bi dönüp baktım. Kitabın üzerinde Ceza Hukuku yazıyordu. Kızla göz göze geldik. Güldüm.  "Vay! Ceza Hukuku ha?" dedim. Güldü. "Ceza Hukuku." dedi. Cesaretlendim. Eğilerek fısıltıyla "Bu kitap enteresanmış. Dediklerine göre, birinin gözünü çıkarırsan dört yıl... Ama gözlüğünü alıp kaçarsan onbeş yıl cezası varmış." dedim.  Elleri, gözleri, her yeriyle gülerek: "Doğru." dedi. Tam o anda kitabın üzerindeki sarı noktayı farkettim.  Aynı sarı noktadan sağ yüzük parmağının üzerinde de gördüm. Kendinden yapışkanlı bööle yuvarlak yuvarlak minik sarı noktalar.  İşte o anda onun Atilla Atalay'ın Sarı Noktalar adlı öyküsündeki Sema olduğunu farzettim. Sema da çalışma odasında gözünün değdiği her yere  bu sarı noktalardan yapıştırıyordu. Sevdiği erkek tarafından terkedildiği için bu sarı noktalar, bir nevi  unutuluşu ve terkedilişi simgeliyordu. Tadı filan yoktu. Hayır, bu sarı noktalar yenilip yutulmuyor, haricen kullanılıyordu. Fena anıların film gibi oynadığı satıhlara yapıştırılıyordu.  Sanırım en zalim günümdeydim. Kızı Atilla Atalay'ın  Sarı Noktalar öyküsündeki Sema olarak farzettiğim için oyunuma öyküdeki gibi devam ettim.  "Peki, ya birisinin kalbini çalıp kaçarsa biri? Böyle bir suçun cezası ne ki?"  dedim. Ona baktım. Gözleri dolu dolu oldu. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.  Kederli sesiyle:  "Birinin kalbini çıkarıp kaçmanın.... Sanki çok normal bir şeymiş gibi... Sanki, acısı hemencecik geçip gidiyormuş gibi... Hiç bir kitapta cezası yok." dedi.  Sustu.

 
Genç kız oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Sağ elini elbisesinin  cebine soktu.  İnanmayacaksın biliyorum ama usulca cebinden çıkardığı elinde, o sarı noktalardan bir tane vardı. Yapışkanlı kağıdını çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi sarı noktaya dikkatle  baktı. Sonra parmağının ucundaki sarı noktayı, yüreğinin bulunduğu yerin üzerine yapıştırdı. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Sema" olduğunu farzettiğim genç kızı unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Atilla Atalay'ın Sarı Noktalar adlı öyküsündeki cümlelerin bazılarını bu yazıya alıntıladım.