İşim açısından en debdebeli günlere girdim ya! Hey! Koşturup duruyorum. Telefonlar, görüşmeler, kurumsal işlerin yenilenmeleri. Özlediğim müşterilerim. Ben bir giriyorum ofislerine... "Önce rüzgarınız geldi." deyip latife ediyorlar. Herkesle ayaküstü laflıyoruz. Biliyorum. Kiminin çocuğu olmuştu. Son fotoğraflarını görmek istiyorum. Her zamanki gib gaf üstüne gaf yapıyorum. Gene de soru sormaktan vaz geçmiyorum. Çam üstüne çam devirmeye devam ediyorum. Misal "Üniversiteyi bitirdi bizim büyük" diyor biri. Ben "Şimdi sırada askerlik mi var yani?" diye soruyorum. "Yok, askerliğini bitireni aldı getirdi." diyor. Meğer kızıymış üniversiteyi bitiren. Nişanlanmış. Nişanlısı askerliğini bitirmiş. Kasım'da düğünleri varmış. Gülüyor. Gülüyorum. Gülüyoruz. Neyse. Çalışmak güzel! Az önce usulca odamdan seslendim. "Ben biraz kahve molası vereceğim." dedim. Tamam. Masamın yanındaki kitaplara göz gezdirdim. Birini durduğu yerden çektim. Murat Erşahin'in kitabı. Aaa! Ne çok olmuş elime almayalı. Kiatbın kabına uzun uzun baktım. Gözümü kapattım. Bir sayfasını açtım. Başlık konusu "Taksi Driver"... "Şimdi uzağa düşen tüm dostlara..." demiş. Ne hoş. Çok eskiden okuduğum iki sayfalık bu yazısını büyük bir hevesle tekrar okudum şimdi.
Çocukluktan bahsediyor Murat Erşahin. Çok eğlendikleri, geleceği belirsiz, tüm kızları güzel gördükleri Yoğurtçupark mahallesinin delikanlılarılarından... Bıyıkların yeni terlediği, bakkalın önünde ondan bundan lafladıkları, hüznün aralarına pek sık uğramadığı dönemleri... Heyecanlar ortak ama yaşama dair düşlerin, kişisel hırsların, öfkelerin, amaçların dile gelmediği zamanlar... Sanatın her türlüsünü seven, izlemeye çalışan Ankara'lı gençler olmalı bunlar. Sinema müdavimleri. Haftada üç veya dört kez sinemaya gidiyorlar. "Matineler, suareler, alaska ve frigolar, patlamış mısırlar, parfüm kokan kızlar, sinema çıkışı muhallebici, kestane kebap, boza, salep..." diyor yazar... Anlatım o kadar samimi ki, cümleler cümleleri nasıl kovalıyor anlayamıyorum. Birden kendimi aynı zaman ve mekanlarda hissediyorum.
Yazar gişedeki kadına aşık olduğunu söylüyor. Kadının adını bile bilmiyor. Bilirsin. Sadece gişedeki kadındır işte. "Mümkünse sıra başı olsun"lu bir aşk. O kadar. İlk gençlikte uzaktan uzağa yaşanan aşklardan. Kimbilir ne kadar güzel ve çekici görünüyordu gişedeki o kadın o zamanki gence. Şimdi aynı hisleri yaşaması mümkün mü? Nerdee? Kimbilir ilk gençlik fantezilerini gişedeki kadın nasıl süslerdi? Belki bilet alırken için için mahcubiyet bile hissederdi. Yazı hoşuma gitti. İlgiyle okumaya devam etttim.
Murat Erşahin, yazı konusu olan Martin Scorsese'nin o unutulmaz filmi Taksi Şöförü'ne dördüncü paragrafında geçiş yapıyor. Hemen akabinde, muhteşem oyunculuğuyla Robert De Niro'nun canlandırdığı "Travis Bickle"dan söz ediyor. Ayna karşısında mahallenin delikanlarının birer Travis Bickle olduklarını hayal ettikleri dönemler. Hatırlasana... "Are you talking to me?" der ya hani... Sinema tutkularını belki de bu film kışkırtmıştı kimbilir? Belki Murat Erşahin'in yıllar sonra işini gücünü bırakıp sinema yazarı olmaya gönül vermesi bu film sebebiyledir. Zaten Taksi Şöförü'nü hep ayırdığını, hep başka bir yere koyduğunu söylüyor. İçlerindeki öfkeli, asi, düzen karşıtı sesin filmi olduğunu... O saplantılı, hastalıklı adamda kendilerinden bir parça bulduklarını düşünüyor.
Defalarca izlemiş bu filmi. Aradan yıllar geçmiş. Hayat savurmuş Yoğurtçupark delikanlılarını bir yerlere... Kopmuşlar mahallelerinden, birbirlerinden... Ne kadınlar ne de oluşlar, hiç bir şey ayırmayacak diye verdikleri sözler unutulmuş. Geçen zamanla birlikte uzaklaşmışlar. Farklı yaşam tarzları ya da farklı duyarlılıklar yüzünden belki zamana yenik düşmüşler. Olmuyor mu? Geçmişe bakan herkes hissedecektir böyle kopuşlar. Ama anılar var ya... Birlikte geçirilen güzel saatler, günler... Veya birlikte seyredilip üzerinde geyik yapılan filmler... İşte yazar ne zaman Travis Bicle'ı görse içi eziliyor, midesi ağrıyor, hüzünden elleri buz oluveriyor. Ne zaman Taksi Şöförü'nü seyretse, film kahramanı ise aynı... Hiç değişmiyor. Ayna karşısında eski Yoğurtçupark delikanlıları gibi gülümsüyor: "Are you talking to me?" Bu kadar. Bayıldım bu küçük öyküye. Bu yazıları Murat Erşahin kendini orta yaşlı bulduğu bir dönemde yazmış olmalı diye düşündüm. Kitabının adı Adam Mutsuz ve Orta Yaşlıydı çünkü... Bu yazı bana çok iyi geldi. Tatlı bir hüzün kapladı içimi. Yooo... Kendimi asla mutsuz ve orta yaşlı bir kadın gibi hissettirmedi. Bilakis ilk gençlik yıllarıma döndüm. Sinema gişesinde aşık olduğum biri oldu mu acaba diye aklımdan geçirdim. Hey! Telefon geldi. Bir müşterim. Kahve molam bitti. İşe dönmeliyim.
Ne zaman vurulduğumu anladım sinemaya bilmiyorum. Anlatılan, daha bebek arabasında ağzımda emzik, gözümü kırpmadan, yazlık sinemanın beyaz kireç boyalı perdesine baktığım rivayetidir. elime gazoz tutuştururlarmış sonraki zamanlarda. Emziksiz halim. Hepimizin "Mümkünse sıra başı olsun"lu bir aşk hikayesi vardır. Benimki soluk tenli bir kızcağızdı.
YanıtlaSilEvden kaçak gidilen filmin sonrasında yenilen sopanın da..İkinci Dünya Savaşı öyküsüydü.. Akşam rahmetliden sopayı yemiştim. Esnaf olacak namussuzlar yetiştirmiş. Scorsese, sonrasında bir dolu film çeti hepsi birbirinden meftun eder beni ama "Taksi Şoförü" bir başkadır. En sert, en dik filmidir. Kıvırmaz, yumuşamaz, bir adım geri çekilmez. İzleyenin tam burnunun üstüne yapıştırır. Böyleyken böyle işte.:)
Selam Avram,
YanıtlaSilŞimdi siz böyle yazınca, acaba ben ilk kez ne zaman sinemanın büyüsüne kapıdım diye düşündüm. Hep ortaokul sıralarında taşındığımı Oğuz Bahçe sineması'na çıkıntılı balkonu olan İzmit'teki evden sonra diye anlatsam da.. Evet,yaz geceleri annemden gizli seyrettiğim filmler büyülerdi beni doğru. Bakmayın annemle ilgili kimi zaman esprili, komik yazılar yazsam da, keçilik edip saklandığım yerden filmi seyrederken yakalayınca beni, kaç kez terlikle kovalamıştır. Ya da terliği usulca bacaklarıma atmıştır:)Sinema uğruna yediğim terliklerin sayısı çoktur:)
Yok ama sinemanın bende tutkuya dönüşmesi çok daha erkene denk geliyor. İlkokul 3.sınıf olabilir. Karamürsel'deyiz bu kez. Babamın memuriyeti nedeniyle ilkokulda her sınıfı ayrı kasabada ya da şehirde okumuştum. Gene lacivert bir yaz gecesi. Gökyüzünde mehtap var. Yıldızlar şıkır şıkır. Tahta sandalyeli açık bahçe sinemasındayız. Elimde buz gibi gazoz. Bir film başlıyor. "niriniri niiii... niii niii niii "
Bu bir kovboy filmi. Ve daha sonra tüm filmlerini aşkla seyrettiğim Clint Eastwood'a sevdalandığım ilk film. İyi, kötü ve çirkin.
Vay canına sayın seyirciler. Hiç düşünmemiştim biliyor musunuz? Şimdi yoruma cevap vereyim derken, bakar mısınız neler döküldü içimden:)
Of! Daha yazmak istiyordum ama çok işim var. Hemen fırlamalıyım ofisten:)
Avram, sağolun.